"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Cumartesi, Eylül 30, 2006

Havada incir kokusu

Bugün hava incir kokuyor!
Bu iklimde incir ağacı bile yok, nerede kaldı havaya sinmiş kokusu...
Gaipten kokular duyuyorum galiba :-)
Ne zaman bu kokuyu duysam, ilk kez ve buram buram incir kokusu duyduğum günlere; beş yaşıma ve akdenize dönerim. Hemen gözlerimi açar, kokunun kaynağını ararım. Genellikle de bulurum. Bir seferinde Büyükada'da "buralarda bir incir ağacı var" diye söylene söylene aramış, 200-300 metre ötede, bir yan sokakta bulmuştum nitekim.

Bugün aramadım bile. Bulamazdım zaten. Sadece tadını çıkardım.

Cuma, Eylül 29, 2006

Geri dönüşüm fikirleri: Saksı işareti


Normal şartlarda atılacak olan plastik kaplardan ne kadar çok yeni kullanım fikri yaratabilirsek o kadar iyi derim . Son fikrim şu:

Önce ihtiyacı tarif edelim...
O saksıya fesleğen, bu saksıya mercanköşk derken durmadan bir şeyler eken biri olarak bazen hangi saksıya ne ektiğimi unutuyorum. Zaten bahçe işleri ders no 3 "saksıya ne ektiğini ve ne zaman ektiğini not et" der. Bahçe dergilerine bakılırsa bunun yöntemi koşa koşa bahçe malzemeleri satan bir mağazaya gitmek ve üzerinde yok "parsley", yok "marjoram" yazan; süslü ya da püslü, metalden veya seramikten işaretler satın almaktır.

Şimdi de çözüm gelsin:
Makasla kolay kesilir incelikte bir plastik kabı alıyorum. Bu benim için hep satın aldığım 500 gr.lık küçük bir plastik yoğurt kabı oluyor. Alt ve üst kısımlarını kesiyor, elde ettiğim silindiri de herhangi bir yerinden boyuna keserek açıyor, bozuk da olsa bir dikdörtgen elde ediyorum. Daha sonra bu dikdörtgenden sağda görülen şekilde, yaklaşık 8-10 cm. boyunda, bir tarafı sivri şeritler kesiyorum. Son derece basit bir şekil olduğundan göz kararı da kolaylıkla kesilebiliyor. Sivri kısım saksı kenarı ile toprak arasına rahatça girmesini kolaylaştırmak için...

Sonuç?
Bir plastik kutudan 15 kadar şerit çıkıyor. Sadece bu iş için değil, kitap ayracı olarak da kullanılabileceğini akıl ettiğimden (ve kitapların bir o sayfasını, bir bu sayfasını işaretleyerek çalışanlardan olduğumdan) sık sık imalata geçmem işten bile değil.

Artı / Eksi?
  • + Herhangi bir tükenmez kalemle plastiğin üzerine ektiğim tohumun adını ve tarihini yazmak çok kolay.
  • + Hazır satılan süslü kardeşlerine göre daha fonksiyonel ve esnek bir kullanım sunuyor.
  • + Sıfır maliyet.
  • + Çevre dostu.
  • + Ben yaptım!
  • - Eh, biraz "kitsch" tabii. Neyse ki "kitsch"le aram o kadar da bozuk değildir.

Perşembe, Eylül 28, 2006

kimyonun maceraları 28/09/2006

kimyonun hafta sonu diline doladığı uyduruk günebakan tekerlemesidir:

bahçe çitinin üzerinden başını uzatmış
gelene bakan, gidene bakan.
arabalara...
okul çocuklarına...
telaşı iş edinmişlere bakan.
yüzünü çevirmiş hafifçe güneşe
e, adı üstünde : "günebakan"
gün bitince aya,
ay batınca göğe bakan.
hiç gözü olmadan bin gözle bakan.
biraz gizemle, çokça merakla, hep sessizce bakan.
keşke senin gibi olsa her bakan!

Salı, Eylül 26, 2006

Ekoloji Magazin, Düğünçiçeği, Yağmur

Günün web keşfi:
Doğa, çevre ve kültür dergisi Ekoloji Magazin'in web sayfasında iletişimden kirliliğe kültürden enerjiye çevreyle ilgili birçok konuda ilginç makaleler var.

Günün yürüyüş keşfi:
Tüm yaz boyunca etrafta gördüğüm sarı sevimli çiçeklerin adı Düğünçiçeği (Ranunculus) imiş. Pek çok çeşidi var, ama benim gördüklerim bu fotoğrafdaki gibi...
(Fotoğraf: lizjones112 )


Bundan başka:
Dün şom ağzımı açtım, bugün hava kapalıydı. Neyseki yağmur var. Yağmuru severim. Son iki günü evde geçirdikten sonra bugün kendimi dışarı atmasam ölecektim. Dışarı çıktım. Yürüdüm, yürüdüm. Biraz asfaltta, biraz toprakta çıkardığı sesleri dinledim yağmurun. Topraktaki sesini daha çok sevdim.

Bugün böyle geçti...

Pazartesi, Eylül 25, 2006

küçük mutluluklar: güneş

Bugünlerde bütün mutluluklarım güneş üstüne! Bir süre sonra yüzünü böyle bolca göstermeyecek altın top. Gri bulutların göğe kazık çaktığı, güneşin ard arda günlerce görünmediği zamanlar gelecek. Gündüz geceye karışacak. İtiraf etmeyeceğim ama biraz depressif olacağım, biraz keyifsiz...
O yüzden güneşin parladığını gördüğüm her sabah, mevsimden çalınmış bir gün gibi geliyor bana. "Bir gün daha!" diyorum.

Biliyorum, normal değil bu havalar. İklim değişikliği, global ısınma, sera etkisi. Elimde değil yine de. Güneşi görüyorum, mutlu oluyorum...

Pazar, Eylül 24, 2006

Papazkülahı dedik de...

Üç yıl boyunca bir yolda yürüyüp de güzeller güzeli bir ağacı farketmemek ne anlama gelir? Bakar kör olduğuna! Tamam, hafifletici sebepler var. Ağacın kendisi pek dikkat çeken, görkemli bir şey değil. Daha çok çalı formunda. Çiçekleri de öyle, fazla albenili değil. Farketmedim işte bunca zamandır. Bu yıl Ağustos ortalarında birden dikkatimi çekiverdi. Başka hiçbir ağacın meyvasına benzemeyen, değişik bir formda, canlı pembe renkte, mini mini meyvalar!
Çoğu zaman olduğu gibi, ne olduğunu bir tesadüfle öğrendim: Türkçe papazkülahı veya papaztakkesi deniyor bu ağaca . Çünkü meyvaların formu bir tür papaz başlığını andırıyormuş. İngilizce adı spindle tree. Latince Euonymus denen büyükçe bir aile. Asya'dan Amerika'ya kadar yayılmış 150'den fazla türden oluşuyor.
Papazkülahının büyük süprizi Eylül başında ortaya çıktı. Zaten
gelip geçerken bayıla bayıla seyrettiğim meyveler önce gittikçe büyüyerek nar kırmızısı bir renk aldı. Daha sonra bunların dört odacıklı bir kapsülü andıran bir dış kabuk olduklarını anladım. Nar kırmızısı kabuk zamanla açılıp içinden iki turuncu çekirdek sallanmaya başladı.
Böyle olmayacak ama. Bazen göstermek anlatmaktan bin kat daha basit. Flickr'da bulduğum şu yandaki fotoğraf yeterli olur sanırım. (Fotoğraf: florriebassingbourn ) Kendimi şöyle parlak fosforlu turuncu bir gömlek , üzerine de nar kırmızısı bir ceket giymiş hayal ettim de... Aman, ne abartılı! Oysa doğada neredeyse hiçbir renk kombinasyonu çirkin durmuyor. Herşey ölçülü ve güzel!

Birkaç kez gelip geçerken birer-ikişer meyva kopardım bu ağaçtan. Evde küçük bir hasır kase içinde oluşturmaya başladığım sonbahar koleksiyonuma eklemek üzere (neler yok ki içinde! bir iki fındık, bir kestane, bir çınar tohumu, bir-iki meşe palamudu, bolca akçaağaç tohumu...)
Şöyle birini ısırıp tadına bakmayı düşünmüş müydüm koleksiyon için toplarken? Galiba hayır. İçgüdüsel olacak. Daha sonra papazkülahı ağacının, meyvaları dahil zehirli olduğunu okudum çünkü. Kuşlar yiyebilir, onlara serbest!
Ben papazkülahını sevdim! Özellikle sonbaharda sunacağı renk cümbüşü için de hayal bahçeme ekledim. Ama çocuklu evlerin bahçelerinde pek bulunmasa iyi olur.

Bu yazıda kullanılan kaynaklar ve papazkülahı ile ilgili bazı linkler:
1) Wikipedia: Spindle Tree
2) Plants for a future: Spindle Tree
3) Bol fotoğraflı bir papazkülahı sayfası!

Cuma, Eylül 22, 2006

kimyonun maceraları 22/09/2006

şehrin en merkezi yerlerinden birinde bir adam yüksekçe bir taşın üzerine çıkmış, elinde sıkıca tuttuğu kitabı sallayarak bağırıyor: "herşeyin bir zamanı var! herşeyin bir zamanı var!"
"bazen en basit gerçekleri akıllara yerleştirmek için böyle yüksek bir yere çıkıp adamakıllı bağırmak gerekiyor" dedi kimyon, "oysa doğa sessizce zaten söyler bunları... sadece başını çevirip bakmak yeterli."
doğru söze ne denir?
meşe ağacında önce parlak ve yeşil yaprakların zamanıydı, şimdi palamutun...
atkestanesinde önce beyaz-pembe çiçekler hüküm sürmüştü, şimdi yeşil dikenli kabuğuna sarınmış parlak kestaneler keyif sürmekte...
ıhlamuru süsleyen minik ve mis kokulu çiçeklerdi önce, şimdi ise yeşil ve sevimli toplar...
papazkülahının ilk misafirleri dikkatimizi çekmemişti bile, nar kırmızısı bir kabuktan "ben buradayım!" dercesine göz kırpan turuncu meyvacıkların zamanı ise şimdi...
bir süre sonra kurumuş yaprakların zamanı gelecek ve rüzgar ele geçirecek huşu. sonra beyaz...


not: "bu seferki macerayı biraz uzun tuttuk" dedim ya, kimyon yine de ısrarlı. papazkülahı meyvalarının zehirli olduğunu mutlaka ilave etmeliymişiz. güzel, güneşli bir sonbahar günü bir papazkülahı ağacına denk gelirseniz albenili meyvalarına kapılmayın ve sadece seyirlik olduğunu hatırlayın diye...

Perşembe, Eylül 21, 2006

Şehirde, arabam olmadan!


Doğal Hayatı Koruma Derneği web sitesinde, "Daha Ekonomik, Daha Temiz, Daha Yeşil!" adlı yazıda bahsediliyor: 22 Eylül günü, başta Avrupa olmak üzere 1500 dünya şehrinde "Şehirde, arabam olmadan!" sloganıyla kutlanacak ve arabasız bir yaşamı teşvik eden çeşitli etkinlikler düzenlenecekmiş.

Kampanya organizasyonu ile ilgili siteye bakılırsa, 1999'dan beri düzenlenen kampanyaya Türkiye 2001' de iki belediye ile (Ankara ve Kadıköy), 2002'de 79(!) il ile katılmış. Bu bir kerelik toplu katılım çok yeterli gelmiş olmalı ki, sonra da salıverilmiş işin ucu. Bu sene de son 3 sene olduğu gibi Türkiye'den katılım yok.
Aslında günübirlik etkinlikleri pek sevmem. Bir şey doğruysa her gün yapılmalıdır. Bir günlük katılımla vicdan rahatlatmak bana tehlikeli gelir. Kaldı ki deliye her gün bayram, bana her gün "şehirde, arabasız!". Fakat bir günübirlik etkinlik ve onun toplumsal bilinç yaratma çabası desteklenecekse, işte bu odur.

iyi de ne yapsak?
  • Biraz rahat ayakkabılar giysek, evden biraz erken çıksak , şehrin rahat yürünecek rotalarını kafamızda şöyle bir çizsek ve gücümüzün yettiği yerlere yürüyerek gitsek.
  • Bisiklet mi? O daha da iyi!
  • Olmuyorsa toplu taşıma araçlarını kullansak. Mümkünse büyük kalabalıkların toplu taşıma araçlarını kullandığı saatlerden kaçınırsak o kadar da eziyetli olmayabilir.
  • Alışveriş? Yürüyüş mesafesindeki marketlerden parça parça yapmayı denesek. İlle de uzaktaki hipermarkete gidilecekse (biraz zor ama) bir-iki komşu anlaşıp topluca ve bir otomobille gitse fena mı olur?
  • Evle iş arası mesafeyi uzun vadede kısaltmaya baksak.
  • Uzun lafın kısası, yaşantımıza şöyle bir bakıp bireysel ve keyfi otomobil kullanımına yol açacak sebepleri belirlesek ve tek tek elemeye çalışsak. Bir günde değil! Uzun zamana yayarak...

Motivasyona mı ihtiyaç var?

Şunu unutmamalı: Bir çok bireysel girişim ufak ve önemsiz görünmesine karşılık, konunun uzmanlarına göre otomobil kullanmaktan vazgeçmek daha yaşanabilir bir dünya için hemen, şimdi ve tek başına yapabileceğimiz en faydalı şeymiş....

"park yeri bul","yine benzin bitti", "bakımı ne zaman yapılacaktı?" "çizmişler arabayı yine!" dertlerinden kurtulmak da cabası!

İlgili Linkler :
1)
Doğal Hayatı Koruma Derneği
2) "Şehirde Arabam Olmadan!" hareketi resmi organizasyon sitesi

Çarşamba, Eylül 20, 2006

Küçük mutluluklar: Akşamüstü hafifliği

Akşamüstü kısa süreliğine dışarı çıktım. Gittikçe daha çok sonbahar kokuyor hava. Güneş batmadan önceki en parlak noktasındaydı. Biten iş ve okul gününün sonunda sokaklarda bir hafiflik, bir rahatlama vardı sanki . Kendi okul günlerimi anımsadım da biraz hüzünlendim mi ne? Okulun ilk açıldığı ve yüklerini henüz önümüze dökmediği günlerde, güneşin sıcaklığının ve aydınlığın da henüz bizi terketmediği erken sonbahar günleriyse eğer, akşamüstü okul çıkışlarında benzer bir mutluluk duyardım. Hüzünlü müzünlü! Sokakları kaplamış akşamüstü hafifliğinden mutlu oldum işte...

Salı, Eylül 19, 2006

"korsan" dekorasyon fikirleri: kasımpatı ile...

Dört kırmızı kasımpatı aldım pazar günü. Eve gelip vazoya koyduğumda cılız duruşları hoşuma gitmedi. Bir dekorasyon dergisinden aldığım bir fikri uyguladım ben de. Hiç dekorasyon dergisi satın almam, onları genelde kitapçı ve gazetecilerde "korsan" okurum. Bu da öyle okuduğum bir dergiden : Küçük , renkli maden suyu şişelerine bir ya da iki dal konan çiçekler büyük bir vazoda olduğundan daha gösterişli dururlar.
Bu sebeple atmayıp sakladığım bir-iki Kızılay maden suyu şişesi var. Küçük ve yeşil... Tek dezavantajları tüm Türk cam ürünlerinde olduğu gibi kağıt etiketin cama çıkmamak üzere yapıştırılmış olması. Etiketin cama olan aşkı batıdaki gibi liberal değil, "Ya benimsin, ya ölümün!" cinsinden... Bir süre suda bekletmek işe yaramıyor. Belki alkol bir çare olabilir. Ben de hoş olmayan etiketlerini duvara doğru çevirdiğim iki şişeye ikişer kasımpatıyı yerleştirdim. Kırmızı kasımpatı ile yeşil camın oluşturduğu zıtlık hoş bir etki yarattı. Birinin içine yol kenarından aşırdığım mavi ıtır çiçeklerinden (aşağıdaki fotojenik güzel) de ekledim. Bir tablo gibiydi! Yaptığım işten çok memnun kaldım :-)




Fotoğraf: inklaar

Pazar, Eylül 17, 2006

Ama ne bilgi çağı!

Microsoft açıklamış: 12 Eylül 2006 itibariyle Google'a rakip yeni arama motorunu resmi olarak ve de "Live Search" adıyla hizmete açmış. Pek yakında daha çok bilgiye, daha kolay erişecekmişiz. Yaşasın!

Ama bir dakika, bir dakika...

  • Steve Lawrence ve Lee Giles'ın 1997'de yaptıkları bir deney dönemin en güçlü arama motoru olan HotBot'un o zamanki Web'in sadece %34'ünü indekslediğini göstermiş.
  • 1999'da deney tekrarlandığında arama motorlarının lideri Northern Light'mış. İki katı büyüyerek tahminen 800 milyon belge boyutuna erişen Web'in sadece %16'sını kayıt altında tutmaktaymış...
  • Son yılların tartışılmaz lideri Google Haziran 2000'de 500 milyon belge, bir yıl sonra Haziran 2001'de 1 milyar belgeyi indekslemekteymiş. Kasım 2004 itibari ile 8.1 milyar belge Google'ın veritabanlarında kayıtlı.
  • Web öyle hızlı büyüyor ki tam boyutu tahmin bile edilemiyor. Tek bilinen çok az bir bölümünün arama motorlarınca indekslenmiş olduğu...
  • En büyük arama motoru Google, bir arama yaptığımızda ekrana listelediği Web sayfalarını sıralamak için sayfanın Web'de ne kadar "popüler" olduğuna (yani başka sayfalardan kendisine ne kadar link verildiğine) bakıyor. Tam aradığımız bilgiyi içerse bile, bir web sayfası yeterince "popüler" değilse gözümüzden kaçma olasılığı yüksek. İyimser bir varsayımla Google tarafından indekslenmiş mutlu azınlıktan bir sayfa olsa dahi...
  • Google başta olmak üzere pek çok arama motoru belgenin genellikle ilk 101K (ya da benzeri) kadarını indekslemekle yetiniyor. Aradığımız bilgi ilk kez belgenin bundan sonraki kısmında geçiyorsa arama motoru tarafından görülmüyor ve dolayısıyla aramalarımızda gösterilmiyor...
  • 90'ların parlak deyimi "Bilgi çağı"'ydı. Artık bilgi çağındaydık. Bilgi akıl almaz bir hızla üretilmekle kalmıyor, aynı hızla erişilebilir hale geliyordu. İşte bilgisayarlar vardı ve internet gelişiyordu. Dünyanın her tarafında milyonlarca kişi vızır vızır insanoğlunun binlerce yılda oluşturduğu ve hala oluşturmakta olduğu büyük bilgi hazinesini ağa girmekle meşguldü. Sonunda her türlü bilgiye zahmetsizce , bir tuşla erişebilecektik. Sonunda olan şu: "Bilgi çağı" yıldırım hızıyla yanımızdan geçip gitti ve kendimizi bir bilgi cangıl'ının ortasında yapayanlız bulduk. Aradığımız "şey" orada milyarlarca belgenin içinde bir yerde olmalı. Bir de bulabilseydik...
  • Daha da önemlisi aradığımız "şey" gerçekten bilmemiz gereken şey mi? 90'ların başında Bill McKibben "The Age of Missing Information" adlı kitabı yazdığında bilgi kaynağı olarak televizyonu ele alıyor, internetten hemen hiç bahsetmiyordu. Yüzlerce ayrı kanalda 365 gün, 24 saat devam eden; bilimden sanata, aktüel dış politikadan yerel dedikodulara kadar her konuda yayına karşılık önemli bir bilgi kaybı içinde olduğumuzu savunmaktaydı: Yaşamımızı başka kaynaklara bağımlı olmadan ve daha ötesi anlamlı bir şekilde sürdürebilmemiz için gerekli olan temel bilgi kaybolmaktadır. McKibben aynı kitabı bugünkü Web dünyasına bakarak yazsaydı neler anlatırdı kimbilir.
  • Bir de şu "yalan ve yanlış bilgi" problemi var. Bilgiye erişimle birlikte bilgi üretimi de demokratikleşince posta kutularımız saptırılmış ya da eksik bilgi içeren, kaynağı belirsiz, güncelliğini yitimiş, komplo teorileri yayan ya da şunu bunu pazarlayan yüzlerce mektupla dolmaya başladı. Aynı şey pek çok web sayfası içinde geçerli. Varsayalım ki temel olan bilgiyi aradık. Şansımız yaver gitti ve bulduk da...Peki bulduğumuz bilgiye güvenebilir miyiz?

Ne bilgi çağı ama...

Bu yazıda adı geçen ve kullanılan kaynaklar:
1) Linked, Albert-Laslo Barabasi, 2003
2)The Age of Missing Information, Bill McKibben, 1993
3) http://blog.searchenginewatch.com/blog/041111-084221

Cumartesi, Eylül 16, 2006

güneş sevmez menekşe

Bir süredir evi sonbaharda da canlandıracak şöyle görünüşü canlı, mümkünse çiçek açan, soğuyan havayla ve az güneşle arası hoş bir bitki arıyordum. E, biraz zor sipariş tabii... Fakat kim demiş sonbaharın renkleri ölü ve sıkıcıdır diye!

Biraz araştırma beni Cyclamen türlerine ulaştırdı. Wikipedia'ya bakılırsa 20'ye yakın alt türü olan kocaman bir aile bu. Bu çiçeğe Türkçe'de verilen ad (domuzyavşanı, domuzturbu) büyük haksızlık! Alp menekşesi benim sevdiğim adı. Kalp şeklinde, üzeri beyaz desenli, koyu yeşil renkli yaprakları var. Beyazdan koyu mor ve canlı bir kırmızıya kadar yelpazelenen değişik tonlarda olağanüstü güzellikte çiçekler açıyor. Hem de ne zaman? Sonbaharda! Soğuğa, eksi derecelere toleransı yüksek. Ormanlık alanlarda, ağaç gölgelerinde yetişmesi fazla güneş ışığı aramadığının göstergesi. Uzun lafın kısası alp menekşesi tüm sonbahar dileklerimin canlı bir karşılığı...

Şu anda bu sonbahar sever ailenin koyu mor çiçekli bir üyesi çalışma masamın üzerinde duruyor. İlk aldığımda pencere kenarına yerleştirmiştim. Ertesi gün öğleye doğru tüm çiçekleri boyunlarını büktüler. Ne olduğunu çözemeden yani öğleden sonra (yani güneş gittiğinde) biraz toparlanır gibi oldular. Akşama hiç bir şey olmamış gibi dimdik ve neşeliydiler. Ertesi sabah aynı hikaye... Anlaşıldı ki güneşi aramamak ne kelime, direk güneş ışığından hiç mi hiç hazzetmiyor. Şimdi nispeten az güneş alan çalışma masasının üzerinde çok daha mutlu ve keyifli görünüyor. Sürekli gözümün önünde olduğu için ben de öyle :-))

Bu yazıda faydalanılan kaynaklar:
- Wikipedia


Fotoğraf: Wikipedia Commons

Cuma, Eylül 15, 2006

Doğal malzemelerle oda spreyi ve diğer yöntemler...

Bir yerlerde okuduğuma eminim.Bir de nerede olduğunu çıkarabilsem... Piyasada satılan oda spreylerinin büyük kısmı aslında burundaki koku alma hücrelerini bloke eden kimyasallar içeriyormuş. Sağlığa zararlı değil belki, ama çok "doğal" ve "masum" bir yöntem olmadığını da kabul etmeli...

Oda spreyi şart değil...
Bir çok durumda kapalı mekanın sadece havalandırılması bile yeterli oysa ki... Uzun uzadıya havalandırmaya da gerek yok. Odadaki pencereyi günde sadece 5 dakika bile tam olarak açık tutmak havanın tazelenmesi ve oksijen oranının dengelenmesi için yeterliymiş. Güzel, güneşli günlerde bu süreyi uzatmakta bir sakınca yok tabii ki...

Doğal malzemelerle oda spreyi...
Gelelim havalandırmanın mümkün olamadığı durumlara... Ev yapımı doğal bir oda spreyi de pekala iş görebilir. Benim not ettiğim tarif şöyle:

1 cup (200-250 ml) arı (distille) su
5-7 damla tercih edilen bir uçucu yağ (essential oil)

Uçucu yağı ve arı suyu bir sprey şişesinin içine koyup iyice sallıyoruz. İşte bu kadar basit!
Oda spreyinin kokusunu uçucu yağın miktarını arttırarak ayarlamak mümkün.
Bu karışımda alkol olmadığı için şişenin her kullanımdan önce yine sallanması gerekiyor.

Aslında hem arı su, hem de uçucu yağları evde üretmek mümkün. Ancak uzmanlık gerektiriyor ve yeterince ekonomik değil. Her ikisini de satın almak daha mantıklı... Her bitkinin uçucu yağı insanı farklı şekilde etkiliyor. Kimisi canlandırıyor, kimisi sakinleştiriyor, vb. Şu sayfada aromaterapi ile ilgili bilgi ve bazı örnekler var.İlk denememi biberiye yağı ile yaptım. Çok başarılı...

Ev yapımı oda spreyleri ayrıca çok değerli hediyeler de olabilir. değerini bilenlere...

ve diğer yöntemler...
- Özellikle mutfakta oluşan istenmeyen kokulara karşı (örneğin, kızartmalardan sonra) küçük bir tavada kokusu baskın çıkacak bir başka gıda kavrulabilir. Biberiye ve kahve çok iyi sonuç veriyor. Eskiler kurutulmuş biberiye dallarını bu sebeple ateşe atarlarmış.
- Karbonatın koku nötralize etme becerisi bilinen bir gerçek. Buzdolabı ve çöp gibi küçük hacimlerde çok işe yarıyor.

Perşembe, Eylül 14, 2006

kimyonun maceraları 14/09/2006

kimyonla yolda karşılaştık bugün. yağmur altında, ıssız sokakta erkenci birer sabah kuşuyduk ikimiz. konuştuk biraz yürürken. güneşin soğuyan yüzünden bahsettik. yine de keyifliydi kimyon. "söyle bakalım!" dedi, "bir akçaağaç tohumundan daha güzel olan şey nedir?". sohbet boyunca içinde değerli bir şey saklar gibi kapalı tuttuğu sağ avucunu gösterdim.
"avucundaki mi?"
"çok dikkatlisin!" dedi yavaşça açarken elini. avucunda sonbaharın en parlak, en kızıl tonunda bir akçaağaç tohumu duruyordu. işte o zaman farkettim: içinden geçtiğimiz sokak sağlı sollu kızıl akçaağaçlarla doluydu...

Çarşamba, Eylül 13, 2006

küçük mutluluklar: kahve ve çikolata

Mis gibi bir Türk kahvesi yaptım. Yanına da torpilli tarafından, kakaosu bol çikolata...
Bugün mutlu olmak için başka bahane aramadım.

Salı, Eylül 12, 2006

simple living tartışma grupları ve forumları

bazı tartışma grupları ve forumlar kitap gibi baştan sona okunmayı hak ediyor. baş edebilirsek tabii... bazıları tamamen yeni fikirler veriyor, bazıları bildiğim şeylerden bahsediyor ama motivasyon sağlama ve harekete geçirme becerileri yüksek, bazıları düşünmeye sevk ediyor. hangi bazıları? şunlar :

Cuma, Eylül 08, 2006

savulun meyva sinekleri!

yazın en can sıkıcı şeylerinden biri meyva sinekleri...

pıst pıst (=insektisit=DDT ve benzeri kimyasal sinek-böcek öldürücüler) kullanmak istemiyorum. suda değil yağda çözündüğü için temas ettiği eşyaları ve gıdaları suyla yıkayarak temizlemek sözkonusu değil. gıda zinciri ile girdiği insan vücudunda birikiyor ve tahminen kansere yol açıyor. benzer etkileri çevre üzerinde de sözkonusu. bence onunla meyva sineklerini berteraf etmeye çalışmak, bir soyguncu çetesini yakalamak için bir şehre atom bombası atmaya denk geliyor.

neyse ki alternatif çareler var. bir tanesini bir yerlere not etmişim. başına kocaman "MEYVA SİNEKLERİNE KARŞI!!!" diye başlık atarak...

bir çorba kaşığı şeker
iki çorba kaşığı sirke
bir kaç damla bulaşık deterjanı

bunları bir kaba koyup, üstünü suyla dolduruyoruz. meyva sinekleri şeker ve sirkeye geliyor ama bulaşık deterjanı onları öldürüyor. yani bir çeşit doğal kapan bu. hem de nasıl başarılı bir kapan. kur ve unut. bir gün içinde bütün koloni kabın içindeki sıvıda...bir sefer bir kara sinek bile avlamayı başardım. sirkenin olmadığı durumlarda şeker miktarını arttırmak da iş görüyor.

savulun meyva sinekleri! insektisidler, siz de...

Perşembe, Eylül 07, 2006

kimyonun maceraları 07/09/2006

"ekmek mayası olarak bildiğimiz tek hücreli canlının tam 6300 genden oluştuğu belirlenmiş. buna ne dersin?" diye sordum kahvemi yudumlarken.
"demek ki en basit görülen yapıların arkasında bile karmaşık bir mimari bulunabilir." dedi kimyon.
"insan genlerinin toplam sayısı ise sadece 30000. mayaya oranla 5 kat bile değil." diye ekledim.
"demek ki son derece basit yapı taşları ile bile karmaşık bir yapı kurmak mümkün." dedi.
"çelişkili görünüyor" dedim.
"gece ve gündüz, sıcak ve soğuk, siyah ve beyaz gibi..." dedi kimyon "...güzel görünüyor."

Çarşamba, Eylül 06, 2006

yürümek güzeldir!

yürümek otomobille gitmekten güzeldir!
insan kardan sonraki ilk kardelenleri...
çiçek açan ıhlamurları...
meyvaya durmuş erik ağaçlarını...
ilginç insan yüzlerini...
ve vitrindeki indirime girmiş malları (!) ...
sadece yürürken görebilir :-))

Salı, Eylül 05, 2006

yoksa hümeyra'yı öldürdüm mü ben?

nereden başlasam bilmiyorum ki... karışık bir mesele biraz. belki ilk önce suç duyurusunda bulunacak bir durum olmadığını bildirerek adli mercileri rahatlatmalıyım. ama yine de bir suç var ortada. kurbanın adı hümeyra. familyası sempervivum tectorum. kayakoruğu, damkoruğu, saksı güzeli gibi adlarla biliniyor ülkemizde. ilk kez Lesley Bremness'in "The Complete Book of Herbs" adlı güzeller güzeli kitabında rastlamıştım. İsa'dan önce 4. yüzyıldan beri bahsi geçermiş. mekanı o gün bu gün değişmemiş: dam üstü, duvar kenarı. şöyle bir de resmini koyayım ki kenara neden bahsettiğimiz anlaşılsın.

güneşi bol, toprağı kuru ve geçirgen severmiş. hatta yeterince güneşliyse ortam, kayalıklarda ve düz yüzeylerde de idare edermiş. yeşil, sulu, tombul yaprakları küçük yanıkların ve böcek ısırıklarının tedavisinde kullanılırmış. denemediğim için doğrulayamam bunu. ama ateşe karşı sıkı bir duruşu var galiba. antik evlerde yangın ve yıldırıma karşı koruyucu olarak yetiştirilmesi, jüpiter'in yıldırıma ve ateşe karşı insanlara bir hediyesi olduğuna inanılması ondan olmalı. bir çeşit antik itfaiye yani. hollanda'da yaprakları salataya katılıyormuş bu arada.

neyse, daha önce lafı geçen süpermarkette iki hafta önce tekrar karşılaştık bu tombul yapraklı güzelle. küçük bir saksının içinde sıkışmış. "ayyy, sıkıldım buralarda, biraz güneşe, temiz havaya ihtiyacım var" diyordu. alıverdim ben de, eve getirdim. güzelce saksısını değiştirdim. güneşli pencere önüne yerleştirdim. adını da hümeyra koydum, o günkü bir sohbete atfen. yakıştı bence.
iki gün önce huylandım. saksısını değiştirmiştim ama, olduğu gibi küçük saksıdan çıkarıp, yenisinin içine yerleştirivermiştim. şöyle köklerini biraz silkeleyip, yeni toprakla biraz haşır neşir olmasını sağlamak gerekmez miydi? haydi bakalım, tekrar çıkardık saksıdan hümeyra'yı. şüphelendiğim gibi kendi toprağının içinde kıpırdamadan duruyor öylece. köklerini biraz ortaya çıkarayım diye uğraşırken fazlaca zedeledim galiba. ne kadar uğraştımsa da kökleri çıkmadı ortaya işin ilginç tarafı. köksüz değil ya bu meret, bu kadar mı kısa kökleri var? derleyip toplayıp, tekrar yerleştirdim ferah feza saksısına. içimde bir huzursuzluk. keyfi hala yerinde görünüyor ama yoksa hümeyra'yı öldürdüm mü ben?

fotoğraf: annieta

filizlendirme-çimlendirme: mercimek

hımmm.... yeşil mercimek filizi buğday filizinden kesinlikle daha lezzetli...

Pazar, Eylül 03, 2006

küçük mutluluklar: mercanköşk

ne zaman pencerenin yanından geçerken minik ve gösterişsiz saksısındaki mercanköşkün başını okşasam ve elimi burnuma götürsem hemen...
mercanköşkün elime bıraktığı tarifsiz kokuyu alıyorum.
mutlu oluyorum.

Cumartesi, Eylül 02, 2006

kimyonun maceraları 02/09/2006

kimyon bir önceki macerayı hiç mi hiç beğenmemiş. "patatesçi öyle bir cümlede es geçilecek adam mı?" diyor. hakkı var. "nasıl bir adam, tarif et." deseniz, şeklini şemalini çıkaramam şimdi. yüzü bir iz bırakan adamlardan değil galiba. ama bir cümleyle geçiştirileceklerden de değil...bir kere pek dakiktir. hep sabah saat dokuzdan biraz sonra geçer. ve sadece bir kez "patates" diye bağırır hiç uzatmadan. kimyonu her seferinde güldürmeyi başaran o eski filmdeki gibi. oysa sadece patates de değildir sattığı. mevsim sebzeleri satar ilaveten. bir iki kez fesleğen dikili saksılar ya da kır çiçeklerinden oluşan demetler de gördük kamyonetinin arkasında. bir de köy yumurtası. sokağın hep aynı köşesinde durur. müşterileri bilirler, kapılarının önüne beklemezler onu hiç. kendi ürettiklerini satar. o yüzden bazen aylarca görünmez ortalıkta. neden sonra bir sabah dokuzu yedi geçe kendine has tınısıyla o üç heceyi tekrar duyduğumuzda, taze patates mevsimi de gelmiş demektir.

Cuma, Eylül 01, 2006

filizlendirme - çimlendirme

vejeteryan olmamakla birlikte bazı vejeteryan beslenme yöntemlerinden faydalanmaya çalışıyorum. tahıl ve bakliyat filizleri mesela...

nasıl yapıyoruz?
bir kez internette bulduğum bir kaç tariften faydalanarak denemiştim bu filizlendirme işini. nedense başarılı olmamıştı. bu sefer Tijen İnaltong'un Tak Koluna Sepeti adlı kitabında bahsettiği yöntemle denedim. beklediğim gibi bu sefer sonuç başarılıydı. onun tarifine göre istenen tahıl ya da bakliyat (kabuğu alınmamış, tam olmalı) 24 saat suda bekletiliyor. sonra suyunu döküp bir kaba alıyoruz. üzerini nemli bir bezle örtüp mutfağın bir köşesinde bekletiyoruz. günde iki kez sudan geçirip tekrar süzmek şartıyla... bir kaç gün içinde tohumlar bir cm. boyunda yenebilir seviyeye geliyor. o zaman alıp kapaklı bir kapla buzdolabında saklıyoruz.
ben bu iş için satılan özel tohumlara gerek olmadığını düşünüp, evde olanla ilk denememi yapmayı tercih ettim: kabuğu alınmamış buğday. tadı tek başına aman aman güzel değilse de, kefire ekleyip üstüne biraz da doğranmış roka serpince hoş bir salataya dönüştü.

bu arada bu iş için satılan özel bazı aletler olduğunu gördüm, ama bence hiç de gerekli değil. sanırım tek yaptıkları şey nem durumunu düzenlemek.

nasıl tüketiyoruz?
salatalarda, sandviçlerde, bence aklın yattığı her yerde... çiğ olarak lezzetli gelmediği durumlarda pişirerek tüketmek de mümkün...

neleri filizlendirebiliriz?
seçeneklerimiz çok.
bakliyatlar: soya fasulyesi, mercimek, bezelye, fasulye vb.
tahıllar: buğday, çavdar, arpa, yulaf, pirinç, darı vb.
yeşil filizler: bayırturbu, hardal, tere vb.

bu iş için özel olarak satıldığını gördüğüm tohumlar arasında brokoli ve nohut da var.
insan bu repertuarı daha da geliştirebilirmiş gibi geliyor bana.

iyi de neden filizlendiriyoruz?
sağlıklı, doğal ve basit olduğuna inandığımız için. hekimlerin ve beslenme uzmanlarının bu konuda diyecek birşeyleri vardır sanırım. özellikle kışın eksikliği çekilen yeşil sebzelere iyi bir alternatif olarak görülüyor. çünkü filizlenme sırasında vitamin ve mineral değerleri kat kat artıyor.

ayrıca küçük bir tohumun biraz su ile mutfağımızda yarattığı mucizeyi, köklerin çıkışını, ardından minik bir filizin neredeyse gözle takip edilecek hızla boy verişini seyretmek ruhlara ilaç. çocuklu evlerde onların ilgisini çekecek ve doğayı daha iyi anlamalarını sağlayacak bir oyun bile olabilir.

neye dikkat etmeli?
kullanacağımız tohumlar (tahıl ya da bakliyat) kesinlikle kimyasal maddeler ile işlemden geçmiş olmamalı. bu sebeple bahçe malzemeleri satan yerlerden bu iş için tohum alınmamalı. mümkün olduğunca doğal (organik) tohumlar tercih edilmeli.


bu yazıda kullanılan kaynaklar:
1)Tak Koluna Sepeti, Bodrum pazarından tatlar, renkler, portreler
Tijen İnaltong, 2003, Oğlak Yayınları
2)http://www.krautundrueben.de/sro.php?redid=31795