"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Pazartesi, Haziran 25, 2007

Dalgalarla dünyaya...

Aslında "normal doğum mu yoksa sezaryen mı?" gibi bir ikileme düşmedim hiç. En başından beri -sezaryen için tıbbi bir gereklilik olmadıkça- normal doğumdan yanaydı kararım. Biraz korkuyordum da tabii... Üzerine çok şey duyulmuş ama hiç yaşanmamış her şeyden korktuğumuz gibi. Sonra, bir kaç ay önce, tüm dünyadan doğum adetlerini ve ritüellerini karşılaştıran ilginç bir kitap geçti elime: "Dalgalarla Dünyaya". Özellikle "ilkel" sayılan kabile toplumlarıyla "modern" toplumların doğuma bakışlarını karşılaştıran bu kitapta, yazar Ines Albrecht-Engel doğum üzerine bugüne dek rastladığım en güzel benzetmelerden birini yapıyordu (tam bir çeviri değil, benim anladığım şekliyle) :

Doğum tamamen doğal bir süreçtir. Kontrol edilmeye gelmez. Tam tersine kendini baskı altında tutmaya çalıştıkça fazladan stres hormonları salgılanır ve bu da doğumu olumsuz etkiler. Doğru olan vücudu doğum sırasında kendi haline bırakmak ve duygularını kontrol etmeye çalışmaktan vazgeçmektir.

Doğum sancıları bir kıyıya vuran dalgalar gibidir. (Yazar burada kendi dilindeki Wehe/Sancı ve Welle/Dalga kelimelerinin benzerliği üzerine bir kelime oyunu kuruyor.) Önce kıyıyı yalayan ufak dalgalarla başlar her şey. Daha sonra metrelerce yükseklikte dev dalgalara dönüşürler. Direnmek korkunç dalgaların üzerimize yıkılıp bizi incitmesinden başka bir işe yaramaz. Doğru olan belli aralıklarla gelen dalgaya (sancıya!) direnmek yerine kendini ona bırakmak, onunla birlikte yüzmeyi başarmaktır. Ve her yeni dalganın beklediğimiz hazineyi kıyıya biraz daha yaklaştırdığını hiç unutmamak... Dayanılması gerçekten zor son bir kaç "yıkıcı" dalganın ardından bebeğimiz de doğmuş olur. Sonra deniz birdenbire sütliman oluverir tekrar. Sanki başka bir boyuta ulaşmış gibi olur insan. Fırtına unutuluverir.


Uzun bir bekleyişin ama kısa süren bir "fırtınanın" ardından küçüğümüz, biriciğimiz, değerlimiz 13.06.2007 günü sabaha karşı kıyıya vurdu :-))

Cumartesi, Haziran 09, 2007

kimyonun maceraları 09/06/2007

Bazen gecenin karanlığında uyanıveriyor kimyon.
Ne sımsıkı kapalı perdeler, ne de karanlıkta dilsizleşen kol saati ele veriyor zamanı.
Gecenin ortası mı, yoksa gün ağarmasından az önce mi?
Sonra kuşların sesini duyuyor bazen.
Kopkoyu karanlıkta söyledikleri şarkı öyle canlı, öyle yaşam dolu ki gün doğumuna az kala olduğunu anlıyor.
Avuç içi kadar canlıların karanlığı delen yaşama cesaretini ve isteğini şaşkınlıkla dinliyor...
... ve aynısını kendine de diliyor bir taraftan.
Diğer taraftan da şunu düşünüyor:
Dinlemesini ve görmesini bilenlere doğa daha neler neler anlatıyor kim bilir.
Ve biz gözlerimiz televizyon ve bilgisayara dikilmiş, kulaklarımız çalar saat ve cep telefonuna kabartılmış, kaçırıyoruz durmadan onun anlattıklarını...

Salı, Haziran 05, 2007

Multi fonksiyonel, ultra hızlı, mega kapasiteli !

Ne zaman elektronik veya elektrikli bir cihaz almaya kalksam başıma gelir. Önce son derece makul beklentilerle başlarım. Örneğin yürüyüş yaparken sıkılmamak için bir MP3 çalar almaya niyetlenirim ya da sadece internette bulduğum bazı yazıları ve bazı belgeleri yazdırmak için basit bir ev tipi yazıcı araştırmaya girişirim.
Araştırıp soruşturdukça işin çapı da büyümeye başlar. "Aaaa" der bir MP3-çalar bileni, "Aldın mı tam alacaksın. 1GB'dan aşağısı kurtarmaz!". Internet'teki yazıcı değerlendirmeleri "Dakikada bilmem kaç sayfadan daha az basan yazıcının yanına bile yaklaşmayın. Hafızası şu kadar, çözünürlüğü bu kadar değilse yüzüne bile bakmayın" diye tavsiye eder. Üstelik ne kadar iyisini, hızlısını, kapasitelisini, çok fonksiyonlusunu alırsam alayım sadece 6 ay sonra piyasaya ondan daha "en" bir model çıkacağı da kesindir. Bir yıla varmadan aldığım cihazın üstün "multi" fonksiyonlarından bir çoğunu bir kez bile kullanmadığımı farkederim. MP3 çaların ses kayıt özelliğine bir kez bile ihtiyaç duymam. Satın aldığım internet paketindeki "ultra" bağlantı hızına asla ulaşamam , çünkü satıcının hiç değinmemeyi tercih ettiği üzere bunun için bilgisayarımın ağ kartı ve kablolarını da upgrade etmem gerekiyordur.

Tanıdık geliyor mu?

Radikal'de bilişim ve teknoloji yazıları yazan Serdar Kuzuloğlu'nun şu satırlarını okudum, bana çok tanıdık geldi.

"Teknolojiye ayak uydurma telaşının kökeninde yeni bir şeylerin olduğu ve ondan geri kalındığı psikolojisi yatıyor. Oysa son kullanıcı olarak adlandırılan bizler için internet, cep telefonu, dijital fotoğraf makinesi ve tablet bilgisayarların ötesinde yeni bir şey olduğundan söz etmek zor. Birbiriyle birleşen, rol değiştiren ya da birkaç şeyi daha yapabilen cihazların istilasının mağdurlarıyız. Bu yüzden içindeki özelliklerin neredeyse hiçbirini kullanmadığımız cafcaflı şeylere kendi sağlığımız ya da eğlencemize bile ayırmadığımız bütçeleri hak görüyoruz.*"

Sorunun kökeninde biraz da bilmediğimiz, üretimine toplumca herhangi bir katkımız olmamış teknolojileri büyük bir hevesle tüketme hevesimiz yatıyor sanki. Bu yüzden ihtiyaçlarımızı tam belirleyemiyor, anlayamadığımız teknik özelliklerin, kelime kalabalıklarının içinde kayboluyoruz.

Bir sonraki elektronik eşya alışverişime elimde "Benim ihtiyacım olan sadece şu" veya "Benim bütün istediğim şu" başlıklı bir küçük listeyle çıkmayı düşünüyorum. İşe sağlam adımlarla başlamak ve ultra-mega-multi kavşaklarına geldiğimde yoldan çıkmamak için!




*Serdar Kuzuloğlu'nun yazısı: Hepsine cidden ihtiyaç var mı?

Cumartesi, Haziran 02, 2007

Suyunu boşa harcama



TEMA Vakfı "evlerdeki gereksiz su tüketiminin önlenmesi için bireysel çabaların ne kadar büyük fark yaratacağına dikkat çekmek ve kamuoyunu bilinçlendirmek amacıyla" Suyunu Boşa Harcama Kampanyası başlatmış.

Kampanya ile ilgili detaylı bilgi ve evde daha az su tüketmenin 10 yolu şu linkte.