"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Cuma, Ağustos 29, 2008

Malta: Küçük sözlük, Melita ve Soyadlar

Küçük sözlük:
Sağdan soldan duyduklarımla kafamda küçük bir sözlük oluşmaya başladı. Biraz daha kalırsam bu adanın dilini çözeceğim galiba :) Bakalım neler öğrenmişim?

-ta': İyelik eki. Repubblika ta' Malta, Republic of Malta yani Malta Cumhuriyeti demek. Pek çok kafe veya lokantanın isminde de geçiyor. ta' Marija (Maria'nın yeri) örneğindeki gibi.
-ghall: için. Çoğunlukla İngilizce'deki for sözcüğü gibi kullanılıyor. Gwida ghall pazjent u l-vizitatur örneğinde olduğu gibi. "Hasta ve ziyaretçiler için rehber" demek bu da.
-Bongu: Günaydın veya merhaba demek. Adada kısa süren Fransız hakimiyetinin nadir miraslarından biri. Bir Maltalı'nın Merhba dediğini duyarsanız o da hoşgeldiniz demek.
-mela( veya mella): İngilizce konuşulurken bile cümle başında hep duyduğum bu sözcük bizim Türkçe'de "eveet, şimdiii, bi bakalım" dediğimiz durumlarda kullanılıyor. Almanca also, İngilizce so ve İtalyanca allora desem, bu dilleri bilenlere birşey ifade eder sanırım.
-kif inti?: nasılsınız?
-halib: süt
-İlginç bir çıkarımla anladım ki omm anne ve alla tanrı demek. Kiliselerden birindeki Meryem heykelinin altında omm alla yazıyordu da...
-tajjib: Arapça'dan geçme bu sözcük iyi demek. Örneğin "iyi günler" veya "hava iyi" derken kullanılıyor.
-sahha: Güle güle demek. Maltaca konuşmayı seven yabancılardan duydum, kulağa hoş geliyor. Buna karşılık Maltalılar vedalaşırken "Good day, good day" (herzamanki ikileme) demeyi tercih ediyor sanki.
-hafna: Etrafımda konuşulurken öyle çok kulağıma çarpıyordu ki... Çok demekmiş zaten :))
-xatt: kıyı, kumsal. Haliyle bu ada ülkesinde bazı yer isimlerinde geçiyor.

Melita:
Pek çok yer ve işletmeye adını veren "Melita"nın ne olduğunu çözdüm sonunda. Melita eski Yunanca'da bal veya bal gibi tatlı demek olup antik Yunanlılar'ın Malta'ya verdiği isimmiş. O çağlarda buradaki endemik bir arı türünün ürettiği balla meşhurmuş çünkü adamız. Havaalanında ve hediyelik eşya dükkanlarında hala yerel ballar satılıyor. Aldık, denedik. O arılar bu adayı terkedeli çok olmuş.

Soyadlar:
Bu adadaki herkesin soyadı Azzopardi veya Attard veya Portelli olabilir mi? Bunlar ya klanvari, büyük aileler veya bizdeki Öztürk, Yıldırım, Demir gibi biraz hayalgücü yoksunluğunun eseri. Yeri gelmişken Maltalılar genellikle İngilizce bir ad ve İtalyanca'yı çağrıştıran bir soyada sahipler. Patrick Portelli, Amanda Azzopardi gibi. Birbirlerine her durumda ilk adla hitap etmeyi tercih eden senli benli bir toplum. İlk geldiğimizde "Herr Müller" modundaydık; "Hey, John" moduna geçmemiz biraz vakit aldı.

Velakin yine de...
Yaşasın Akdeniz!


Perşembe, Ağustos 28, 2008

Olabildiğince basit



"Things should be made as simple as possible, but not simpler."

( Her şey mümkün olabildiğince basit olmalı, ama bundan daha basit de değil.)



Albert Einstein

Salı, Ağustos 26, 2008

Sözcük

"Pater Noster* 60 sözcüğe sahiptir. Musa Peygamber'e 10 emir icin lazım olan ise 72 sözcüktü. 277 sözcük ile Amerikalılar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bugün Avrupa Birliği Karamel Yönetmeliği 620.911 sözcükten oluşuyor!"


Bir veri yönetimi kitabının önsözünden...

Cumartesi, Ağustos 23, 2008

Walden Gölcüğünde Bugün - 5

... kendi kendine yetebilirlik dersleri var. Mısır tarlasında kendiliğinden yetişmiş semizotunu haşlayıp, biraz da tuzlayarak doyurucu bir yemek yapıyor Thoreau. Sonra da insanın bazen ihtiyaçlarına değil de bir takım lüks isteklere duyduğu açlıktan ölme noktasına gelebileceğini söylüyor laf arasında. Doğru mu, doğru! Oysa ki "İnsan kendini her türlü iklim ve şarta diğer bütün hayvanlardan daha çok uydurabilir" , öyle değil mi?

Şu veya bu malzemeyi katmadan, hatta maya bile eklemeden, sadece un ve su ile yaptığı ekmeği anlatıyor ardından. Şahit olarak İsa'dan iki yüzyıl önce yaşamış Marcus Porcius Cato'yu getiriyor hatta karşımıza. Ama neden inanmayalım canım? Ekşi mayanın Mısırlılar'ca keşfine dek insanoğlunun binlerce yıl böyle ekmek yapıp yediğini okumadık mı daha geçenlerde? Hatta evimizde de pişmez mi öylesi lezzetli bir ekmek arada bir?

Ha, bir de iki yüzyıl öncesinden gelen bir uyarı var çağdaşlarımıza:
"Bu çavdar ve mısır ülkesi New England'da yaşayan herkes tahıl için uzak ve dalgalanan pazarlara bağımlı kalacağına, ekmeği için gerekli olanı kendisi yetiştirebilmelidir."

Walden Gölcüğünde Bugün-4

Pazar, Ağustos 10, 2008

Ekşi maya

Ön not: Dikkat! Bu bir başarısızlık öyküsüdür.


Yaz sıcakları devam ederken, geçmişte başka bir iklimde başarısızlıkla sonuçlanmış ekşi maya denemelerimi canlandırayım dedim. O zamanlar bulduğum kaynakları açıp yeniden okudum, sordum soruşturdum. Şunları öğrendim:

annem/anneannem : Annem bir telefon görüşmemizde eski hamurla mayalama denemelerimden laf açılınca "Aaa, anneannen de hep hazırladığı hamurun bir kısmını una bulayıp bir sonraki sefer için saklardı" dedi. Demek ki anneanne uzmanlığına başvurmak gerek. Türkiye'ye gittiğimde 85 yaşındaki anneanneme bunu sordum.

-Anneanne siz eskiden hamur mayalamak için ne kullanırdınız?
-İşte çarşıdan alırdık ya çocuğum...
-Onu demiyorum anneanne, çarşıdan alınan maya yokken hani...
-Haa, yaptığımız hamurdan böyle azıcık saklardık, unlardık da...
-Hımm, peki hiç eski hamur falan yoksa...
-E, komşuda olurdu.
-E, onda da yoksa?
-Ne bileyim, eski zaman, unla suyu karıştırır mıydık, öyle bir şeyler...

Bravo! Tam beklenen noktaya geliyoruz ve anneannem "öyle bir şeyler" deyip çıkıyor.
Sonuç olarak anneannemden sadece şunu öğreniyorum: "Unla suyu karıştırırdık". İşte bu kadar basit ekşi/doğal maya hazırlamak aslında...

Arman Kırım'ın iki yazısı : Haziran 2005'te Hürriyet'te yayınlanan bu iki yazıdan ( 1, 2) ekşi mayanın tarihçesi hakkında biraz bilgi ediniyor ve mayanın genel olarak nasıl üretildiğini hatırlıyorum.

Sauerteig für Anfänger : Yeni başlayanlar için hazırlanmış bu Almanca sitede öğreniyorum ki piyasada "Ekşi Maya tozu" ve hatta "Ekşi maya" adıyla satılan ürünler aslında ekşi maya değil. Evde kendi ekşi mayamızı üretmek için de uygun değiller. Gerekli olanlar ise su, un, bir kaşık, büyük ve derin bir kap. Hava sıcaklığının 30 derece civarı olması işleri kolaylaştırıyor. Bir de temel maya ve ekmek tarifi var burada. Edindiğim izlenim kendi mayamı hazırlamanın o kadar da zor olmadığı yönünde. Tekrar motive oluyorum.

Sauerteig für Fortgeschrittene: Bir öncekinin devamı olan bu sayfa biraz daha tecrübeliler için hazırlanmış. Şunları öğreniyorum:
- Ekşi maya bazı maya ve süt asidi bakterilerinin kurduğu bir ortak yaşam ortamı aslında (Bak, yine onlar!)
- Bu mikroorganizmalar havada ve unda zaten bulunuyor. Dolayısıyla ekşi maya için sudan başka ek malzemeye gerek yok.
- Klor mikroorganizmaların hoşuna gitmeyeceğinden musluk suyu yerine içme suyu kullanmalı.
- Un olarak ille de çavdar unu kullanmak şart değil. Bu daha çok Almanya ve İskandinav ülkelerinde yaygın bir alışkanlık. Buğday unu da kullanulabilir.
-Mayanın ekşiliğini 3 faktör etkiliyor: Mayalama süresi, ısı, hamurun yoğunluğu. Hamur ne kadar yoğun olursa, ne kadar yüksek ısıda ve ne kadar uzun mayalanırsa elde edilen maya o kadar ekşi oluyor.
-Buğday unu ile ekmek hazırlarken mümkün olduğunca uzun yoğurmalıyım (dakikalarca). Çavdar unu ile ekmek hazırlarken ise tam tersi şöyle bir yoğurup bırakmalıyım.
-Ekşi maya ile ekmek yaparken ekmek kabarmak yerine yanlara doğru yayılabilir. Benim başıma gelmişti. Çözüm ekmeği bir kalıbın içinde pişirmek imiş.
-Üretilen ekşi maya bir sonraki kullanıma kadar buzdolabında bir kavanozda saklanmalıymış. Maya ilk bir hafta çalışmaya devam edeceği için kavanozun içinde biraz boşluk kalması iyi olurmuş. Saklama ve üretim sırasında metal kap kullanılmaması tavsiye edilmiyormuş.

der Sauerteig: Almanca bilenler için bu adres tam bir ekşi maya cenneti. Ekşi mayanın tarihçesi, kullanılacak un ve suyun özellikleri hakkında detaylı bilgi, mayalama sırasında olup bitenlere dair biyolojik/kimyasal açıklamalar, ekşi maya ile yapılabilecek sadece ekmek değil, bir dolu şeyin tarifi... Üstelik aynı zamanda bilenlere sorup yanıt alabileceğiniz bir forum burası. Edindiğim izlenim yine ekşi maya üretmenin çocuk oyuncağı olduğu yönünde. Yalnız burada tarif edilen ekşi maya besleme yöntemi (yani mayayı bir kez ürettikten sonra canlı tutma ve sonraki sefer için çoğaltma yöntemi) bana biraz karmaşık geldiği için bu aşama için başka kaynaklardan destek almaya karar veriyorum. Bu forumda öğrendiğim en önemli şeyler şunlar:
-Maya eğer mavi, siyah, yeşil, kırmızı gibi çok bariz ve tuhaf bir renk almışsa veya küf saçakları üremişse, çok kötü kokuyorsa (ama gerçekten çok kötü) veya aşırı derecede ekşimişse (ama gerçekten çok ekşi) bozulmuş demektir, kullanılmamalı.
-İyi bir maya ekşi ama hoş ve meyvemsi kokarmış. Üzeri kabarcıklı olabilirmiş, ama olmaya da bilirmiş. Asıl ölçü tat ve kokusunun rahatsız etmeyecek şekilde ekşi olmasıymış.
-Maya bazen katı ve sıvı kısımlarına ayrılabilirmiş. Koku testini geçtiği sürece bunda bir sorun yokmuş. Emin olunamayan durumlarda şu test öneriliyor:Düz ve küçük bir tabağa, örneğin bir
kahve fincanı tabağına bir-iki kaşık maya alınıp üzeri şeffaf sera ile iyice örtülüyor. Bir-iki gün ılık bir ortamda bekletiliyor. Bu süre sonunda küf saçağı veya benzeri belirtiler görülürse maya bozulmuş demek. "İki gün bekleyeceğime baştan yenisini yaparım" diyebilirsiniz ama anne yadigarı veya 10 senedir kullandığınız çok kaliteli bir mayanız varsa bu tür bir ön test tercih edilebiliyormuş.
-Bu arada bir maya ne kadar eski ise o kadar güçlü hale geliyormuş. Yani zamanla canlandırması, çoğaltması düşük ısılarda bile daha kolay; ekmeği kabartması , verdiği lezzet daha iyi oluyormuş. Küf ve benzeri sorunlara karşı da direnç kazanıyormuş. Eski mayayı beyaz unla, yani kabuksuz tahıldan üretilmiş unla besleyerek devam ettirmek bile mümkünmüş.

Mine'nin ekşi mayalı ekmeği: Bu arada farkediyorum ki severek okuduğum blogger'lardan Mine de ekşi maya üzerine yazmış yakın zamanda. Onun yazısından tüm bunlara ek olarak şunu öğreniyorum: Başarısızlık durumunda tekrar tekrar denemeli, mayanın başında dolanıp durmamalı, üremediği durumda biraz kendi haline bırakmalı.

Klasik Tatlar'ın ekşi mayası: Bir de buradaki ekşi maya tarifi var. Aslında diğer okuduklarımdan büyük bir farkı yok. Ama öz anlatımı sebebiyle, kafasını karıştırmak istemeyenler için ideal. Klasik Tatlar'ın tarifindeki mayayı canlı tutup besleme yöntemi (o da şuradaki devam yazısında) bana biraz daha kolay göründüğünden mayayı üretmeyi başarabilirsem onu denemeye karar veriyorum.

Sonuç olarak;
Anneannemin ve uzmanların dediğine bağlı kalıp sadece un ve su kullanarak bir maya üretmek niyetindeyim. Patates suyuymuş, soğanmış, kuru üzümmüş, ananas suyuymuş, fırıncı mayasıymış gibi destek malzemeler olmadan... Bu sıcak günlerde fırın içi ısısı hep 30-31 dereceyi gösteriyor. Bu ideal sıcaklığı kaçırmamak; sarıp sarmalamaca, ılık su içine koymaca, ısıtıcıya yaklaştırmaca ile uğraşmadan maya üretmek istiyorum. Olabildiğince zahmetsiz olsun istiyorum. Her zaman kullandığım tam buğday unu, her zamanki içme suyu, bir kaşık, derin bir plastik kap yetsin. Günün yaklaşık aynı saati olsun ama saate bakmaca olmasın. Isıyı yaklaşık bileyim ama termometreye bakıp durmaca olmasın. Anneannemin ne saati, ne de termometresi vardı muhtemelen...

Başlıyoruuuuum!

1. gün, Pazar, öğle saatleri:
Kullanacağım kabı çok sıcak su ve bulaşık deterjanı ile iyice yıkayıp kuruluyorum. Oda sıcaklığındaki içme suyunu kısık ateşte kısacık tutarak elimle en fazla aynı olacak bir ısı tutturuyorum. Daha fazlası mikroorganizmaları öldürebilir. Bir kahve fincanı (Türk kahvesi fincanı değil, diğeri) tam un ile biraz ılık suyu maya kabında iyice karıştırıyorum. Su için bir ölçü kullanmıyorum. Una eklendiğinde cıvık, krep hamuru kıvamında akışkan bir hamur yapacak kadar su yeterli. Kabımın ağzını kapatıyorum. Onun için hazırladığım sakin köşeye (fırın içi!) bırakıyorum.

2. gün, Pazartesi, öğle saatleri:

Önce biraz ılık suyumu hazırlıyorum yine. Fırının içinden aldığım kabı biraz heyecanla açıyorum ama aslında pek fazla değişiklik de beklemiyorum. Hamurun üzerinde bir dolu iğne ucu kadar, bir kaç tane de susam kadar delik görüyorum. Bu arada da hafif ekşimsi bir koku çarpıyor burnuma. Hımmm,bir şeyler olmuş burada. Unu ve suyu eklemeden önce hamuru şöyle bir karıştırayım diyorum ve anlıyorum ki karışım nispeten katı bir üst katman ile, sıvı bir alt katmana ayrışmış. Karıştırdıkça pek hoşa gitmeyen bir koku burnuma çarpar gibi oluyor ve bir dolu kabarcık kaplıyor müstakbel mayanın üzerini. Evet, belli ki bir dolu çalışma olmuş maya kabında dünden beri. Bugünün bir fincan ununu ve yeter miktarda suyu ilave edip tekrar karıştırıyorum. Doğru kıvamı yakalamaya çalışırken burnuma ne birincisine (ekşi, kendi halinde), ne de ikincisine (ekşi değil, pek hoş da değil) benzeyen üçüncü bir koku çarpıyor. Bu seferki ekşi ama çok kendine özgü, hoş ve meyvemsi bir koku. Bir günde tutmuş olduğunu sanmıyorum mayanın. Ama sanırım doğru yoldayım. Maya kabını kapatıp tekrar sakin köşesine bırakıyorum.

3. gün, Salı, öğle saatleri:
Bu sefer maya kabını açtığımda gördüğüm şey farklı. Sıvı katman, koyu hamur tabakasının üzerine yükselmiş. Üstelik üzerinde yer yer (bir kaç tane aslında) küçük, beyaz, leke şeklinde oluşum var. Başka zaman başka yerde görsem küf diyebilirim. Ama, lütfen, burada benim ekşi mayamda konuşlanmasın küf kolonisi!!! Beyaz "şey"leri temiz bir kaşıkla dikkatle alıp atıyorum. Hamuru tekrar iyice karıştırıyorum. Dünkü kadar olmasa da kabarcıklanıyor. Burnuma yine o temiz ve hoş ekşi koku çarpıyor. Hımm, durum o kadar da kötü değil galiba. Tadına bakıyorum azıcık. Evet, hoş, ekşi bir tat; kötü değil. Tekrar kokluyorum keyifle. Ben bu ekşi maya kokusunun bağımlısı olabilirim. Tarif edildiği gibi acayip renkler, kokular, saçaklar yok. Biraz şüphelensem de devam etmeye karar veriyorum. Bir fincan kadar un ekliyorum yine. Fakat karışım bugün bana son derece sulu gözüktüğünden azıcık (yine krep hamuru kıvamını koruyacak kadar) su ekliyorum. Sakin uykusuna geri gönderiyorum mayayı. Uyusun da büyüsün bakalım.

Bu arada ben de beyaz lekelerin peşine düşüyorum internette. Sonunda "ekşi maya cenneti" der Sauerteig'da buluyorum yine yanıtı. Beyaz lekeler hamurda bulunan mikroorganizmalardan mayaların canlı çalışmalarının bir sonucu olup gayet normalmiş :))

4. gün, Çarşamba, tam öğle vakti:
Evet, tam öğle vakti. Çünkü çok merak ediyorum dünden bu yana ne olup bittiğini. Heyecanla açıyorum kapağı. Görüntü aynı 2. gündeki gibi. Beyaz leke falan yok bugün. Üzeri göz göz olmuş hamur tabakasını karıştırınca alt taraf yine biraz sulu. Ekşi koku yerli yerinde... Karıştırdıkça yine kabarcıklar çıkıyor bolca. Onlarla beraber koku da daha belirginleşiyor. Temiz, sağlıklı, hoş, meyvemsi ve ekşi... Bunu tekrar tekrar yazıyorum. Çünkü insan sadece internette okuduklarıyla çok da emin olamayacağını sanıyor. Oysa çok kendine özgü ve ayırt edilebilen bir koku bu. Hata payı yok gibi... Bir fincan unu ve biraz suyu ekliyor, iyice karıştırıyor ve kapatıyorum maya kabının kapağını. Uykuya (yoksa çalışmaya mı?) devam :)


5.gün, Perşembe, öğle:
Mayada büyük değişiklik yok. Sadece hamur dibe çöküp, sıvı kısım onun üzerinde toplanmış yine. Karıştırınca köpük köpük oluyor mayanın yüzeyi. Ekşi kokuyu da alıyorum. Her zamanki kadar un ve su ekleyip kapatıyorum maya kabının kapağını...


6.gün, Cuma, öğle:
Alışıldık görüntü. Altta hamur, üstte sıvı katman. Maya hacminde artış, kocaman kabarcıklar falan yok. Olsa tuttuğundan emin olacaktım mayanın. Bugün yine de bir ekmek denemeye karar veriyorum. Fakat aksi gibi başka türlü telaşelerimin çok olduğu bir gün. Internetten en uygun tarifi bulmaya vaktim yok. Aklımda kaldığı kadarıyla yarım ölçü ekşi maya, bir o kadar un ve gerektiği kadar su ekleyerek bir hamur yoğuruyorum. Un ve su miktarında ayarlamalar yapsam da hamur biraz yapışkan ve yoğurması güç bir kıvamda. Yine de toparlamayı başarıp bir kaç saat bekletiyorum. (Bu arada kalan mayayı iki yemek kaşığı un ve biraz su ekleyerek besliyorum. Ama buzdolabına koymuyorum.) Bu sürenin sonunda ekmeğin hiç mi hiç kabarmadığını görüyorum :( Yine de pişirmeye karar veriyorum. Atacak değilim ya o kadar hamuru... Pişen ekmek geçmiş denemelerimin tersine yayılmayıp derli toplu kalıyor. Tok ve mis kokulu... Fırından çıkınca kabuğundan koparıp biraz yiyorum ve çok lezzetli buluyorum ekmeği.

Felaket ertesi gün ortaya çıkıyor. Sabah kahvaltısı için kesince ekmeğin içinin tamamen hamur olduğunu farkediyorum. Dilimleyip fırında kızartarak tüketiyoruz bu ekmeği. Lezzetli, ama ne bileyim...Olmamış bir şekilde...


9. gün, Pazartesi:
Hafta sonu mayayı oda sıcaklığında tutup beslemeye devam ediyorum. Pek bir değişiklik yok. Son bir deneme yapmaya karar veriyorum. Bu sefer internette biraz daha bakınıyorum ve Cuma günü tarifi doğru hatırladığımı anlıyorum. Sadece malzemeleri yarı yarıya azaltıp (250 gr. un, 250 gr. ekşi maya, aldığı kadar su) uzun uzun yoğurarak hazırlıyorum bu kez ekmeği. 4 saat bekletiyorum yine tarife uyarak. Bu sürenin sonunda hamurun yine kabarmadığını görüyorum. Biraz yayılmış olsa olsa... Bu sefer içinin piştiğinden emin olmak için uzun ve yassı bir şekil veriyorum ekmeğe. Fırında yayıla kabara keyifle piştiğini görememek ne can sıkıcı :(( Fırından çıkardıktan sonra yarım gün bekletiyorum. Ortası hafifçe hamur, bunun dışında öbüründen kat kat iyi bir ekmek. Yine kızartarak kahvaltılarda tüketiyoruz bu ekmeği de. Ekşiliği lezzetli, üstelik hazır ekmekler gibi ertesi gün hemen bayatlamıyor. Yani kısmen olması gerektiği gibi. Ama yine de... Bu da olmamış bu şekilde...


Sonuç:
Ekşi maya denememe yine bir ara vermeye karar veriyorum. Aslında bu sefer çok da yanlış bir şey yaptığımı sanmıyorum. Gayet güzel kokan ekşi bir karışım ürettim. Hafifçe kabarcıklanmasından kısmen aktif olduğunu da çıkarıyorum. Ama sanırım ekmeği mayalaması için mayanın çok daha fazla kabarması, daha aktif olması gerekiyor. Belki de doğru mikrobiyolojik kombinasyon her un paketinde bulunmuyor. Ne bileyim, ekşi maya biraz şans işi belki de. Bir çok denemenin sonunda tutturulabilecek bir şey.

Biraz nefeslenmeye....
Bu arada belki bir eski maya ekmeği...
...veya kefir
...veya nohut ile
mayalanmış bir ekmek deneyerek kendimi teselli etmeye karar veriyorum.

Dipnot: 15 gün kadar internet bağlantım olmayacak. Vaktim olursa Blogger'dan rica edeceğim, sıradaki yazıları yayınlasın diye :) Yorumları hemen yanıtlayamayacağım. Görüşmek üzere...

Perşembe, Ağustos 07, 2008

Dağınıklık üzerine

IMG_0401Dağınıklık ve ruhumda yarattığı sıkıntılı karmaşa duygusu üzerine bir türlü yazamadığım bir yazı vardı benim. Geçenlerde elime şu aşağıdaki yazı geçti. Dağınıklık ve yaşamımıza etkileri üzerine benim söylemek istediklerimden fazlasını söylediğini farkettim. Feng Shui beni yüzde yüz ikna eden bir öğreti sayılmazsa da dağınıklık konusunda söylediklerine katılıyorum. Adı ister durağan enerji olsun, ister üüüfff- bu-ev-yine-ne-çok-dağılmışşş; bazen elle tutulacak kadar yoğun ve her şeyi tıkayan bir hisse dönüşür benim için.

*
Normalde böyle uzun yazıları alıntılamak -hele kaynağını vermeden- adetim değildir ama ne internetteki kaynak siteyi bulabildim, ne de yazının kime ait olduğunu...
*
Dağınıklık ve Enerjiye Etkisi

Dağınıklık Sorunu

Enerji durağanlaştığında dağınıklık yığılır, dağınıklık büyüdükçe de enerji durağanlaşır.



DAĞINIKLIK TIKALI ENERJİDİR

Dağınıklığın karşılığı olan “Clutter” sözcüğü, Ortaçağ İngilizcesindeki donma, pıhtılaşma anlamındaki “clotter” kelimesinden gelmektedir. Arttıkça sizi içine alması, yolunuzu tıkaması da aynı şeye işaret eder.Dağınıklık arttığı oranda mekana düşük seviyeli enerjiler de çekilmiş olur. Benzer benzeri çeker, prensibi burada da geçerlidir.Bunu her insan bilir; Sokakta yürürken birinin bir kenara bir izmarit veya boş bir sigara paketi attığını görürsünüz. Ertesi gün aynı yerden geçerken bir de bakarsınız, izmaritin/paketin yanında daha başka atıklar da birikmiş. Çok geçmeden burada bir çöp tepesi oluşur. Dağınıklık evlerde de aynı şekilde çoğalır. Başta az bir şeyle başlar, derken büyüdükçe büyür, çevresindeki durağan enerji de ona bağlı olarak çoğalır ve yaşamınız üzerindeki durağanlaştırıcı etkisini hissettirir. İnsan yaşamında yeni bir sayfa açmak istediği zamanlarda, ya da sıkıntı bastığında kendini, evindeki veya odasındaki dağınıklığı toparlarken ya da bazı eşyaların yerlerini değiştirirken bulabilir. Fakat insanların büyük çoğunluğu dağınıklıklarıyla yaşamaya alışabilmektedirler. Tıkalı enerji son derece yapışkandır ve gerçekten silkelenip bir şeyler yapmak için esaslı bir çaba gerekir.


DAĞINIKLIK NEDİR?


Oxford sözlüğünde “düzensizce birikmiş nesne kalabalığı” olarak tanımlanan dağınıklık, dört sınıfta ele alınıyor:

* Kullanmadığınız ya da sevmediğiniz nesneler
* Dağınık ya da düzensiz eşya
* Çok küçük bir alanda çok fazla eşya
* Tamamlanmadan yarım bırakılmış her şey

KULLANMADIĞINIZ YADA SEVMEDİĞİNİZ NESNELER
İnsan sahip olduğu her şeye görünmeyen kılcal enerji damarlarıyla bağlanır. O eşyaya verilen değer, yüklenen anlam, onun hakkındaki düşünce ve duygular eşya ile insan arasında bir alışveriş meydana getirir. Pozitif anlamda kullanılan, yararlı olan, bir fonksiyon gören veya sevilen nesneler olumlu enerjinin yayılmasında yararlı olabilir. Bunun tersine evdeki kullanılmayan, bozuk, sevilmeyen, kurtulunmak isteyip de atılmayan, başkasına ait olan, bir kenarda unutulan her şey, enerjinin durağanlaşmasına yol açar.Sizin için bir anlam ifade etmeyen, önemi olmayan, kullanılmayan şeylerden kurtulunduğunda insan kendini bedensel, zihinsel ve ruhsal olarak da hafiflemiş hissedecektir.

DAĞINIK YA DA DÜZENSİZ EŞYA
Sadece sevilen ve kullanılan eşyaları evde tuttuğumuzu varsayalım, eğer bu eşyalar dağınık duruyorlarsa, mekan dağınık sıfatını korur, aradığımızı bulmamız zorlaşır.Neyin nerede olduğunu bildiğinizde yaşam kolaylaşır.Örneğin hepimiz evimizde yatağımızın nerede olduğunu biliriz. İnsanın yatağıyla arasındaki enerji bağı dolaysız ve açıktır. Bir de ev anahtarınızı veya şemsiyenizi veya başka bir şeyi düşünelim. Yeri genellikle tam olarak biliyor muyuz, yoksa zihinsel olarak ortalığı ayağa kaldırdığımız oluyor mu? Ya yanıtlamamız gereken mektup, ya da zarfa koyup atılmayı bekleyen bir mektup? Bazen haftalar sonra gazetelerin arasından elimize geçebilir.Neyin nerede olduğunu bilmekten kaynaklanan huzur ve açıklık, bu durumlarda stres ve karmaşaya dönüşür.Cüzdanımız veya çantamız o an için önemli gelen ama birkaç gün sonra işlevini yitiren telefon, adres ve not kağıtlarıyla, gerekli gereksiz broşürlerle dolup taşıverir..Ya ani bir itilimle otomatik olarak alınan veya toplanan şeyler...Eve getirir, “Şimdilik şuraya koyayım da sonra kaldırırım.” deriz. Ancak koyduğumuz yerde kalır. Kimi zaman aylarca kimi zaman yıllarca kalabilirler. Akla geldikçe veya gördükçe zihnimizin bir köşesinde belli belirsiz bir bıkkınlık yaratırlar. Burada önerilen elbette abartılı bir titizlik veya düzenlilik hastalığı değildir.

KÜÇÜK BİR ALANDA ÇOK FAZLA EŞYA
Kimi zaman sorun yerden kaynaklanabilir. Aile büyür veya eşyalar çoğalır ama mekan aynı kalır. Dağınıklık zamanla evde nefes almakta güçlük yaratan bir hal alabilir. Çözüm büyük bir yere taşınmak ya da evde ciddi bir ayıklama yapmaktır.

TAMAMLANMADAN BIRAKILMIŞ ŞEYLER
Dağınıklığın bu türünü görmek daha zor, bilmezden gelmek daha kolaydır. Ancak sonuçları birçok alana yayılır. Tamamlanmadan bırakılmış her şey fiziksel, zihinsel, duygusal ve ruhsal alanda dağınıklık ve tıkanıklık yaratır. Evinizdeki veya çekmecenizdeki ele alınmamış şeyler, yaşamınızda ele almadan bıraktığımız şeyleri yansıtır ve sürekli olarak enerjimizi çeker. Kırık çekmecenin tamiri, bozuk bir saatin veya aracın onarımı, damlayan musluğun contasının değiştirilmesi gibi ufak tefek tamiratlar bile mekanın enerji akışında önemli roller görür. Ve mantal alanda da ümit ve uyanıklık hallerine ulaşmada yararlı olabilir.Dikilecek düğmeler, aranması gereken telefonlar, koparılması gereken ilişkiler ve diğer her tür belirsizlik, dönüp yüzleşmediğimiz sürece ilerlememize engel olur. Eğer istenirse insandaki tevil ve savunma mekanizmaları bunları gayet güzel bastırıp kamufle edebilir, ama bunu yapmak için daima enerji tüketir. Bitmeyen her iş yaşam enerjimizden çalar, adeta bir enerji vampiri gibi bizi sömürür.


DAĞINIKLIK BİZİ NASIL ETKİLER?

Çoğu insan dağınıklıktan nasıl etkilendiğini bilmez. Dağınıklığıyla yaşamaktan memnunluk bile duyabilir. Dağınıklığın etkisi ancak ondan kurtulunduğunda duyulacak rahatlama ve huzur ile anlaşılabilir.

DAĞINIKLIK KENDİNİZİ YORGUN VE UYUŞUK HİSSETMENİZE NEDEN OLUR
Çoğu dağınık insan ortalığı toparlamaya hali olmadığını söyler. Kendilerini sürekli yorgun hissederler. Oysa yorgunluğun nedeni dağınıklığın çevresindeki durağanlaşmış enerjidir.

DAĞINIKLIK SİZİ GEÇMİŞE BAĞLI KILAR
Bütün boş alanlarımız dağınıklıkla dolarsa yaşamımıza girecek hiçbir yeniliğe yer kalmaz. Düşüncelerimiz geçmişe takılıp kalır. Bakışlar ileriye bakmaktan çok geriye çevrilir. Sorunlarla yüzleşip daha iyi bir gelecek yaratmak yerine, geçmişi suçlarız.

DAĞINIKLIK BEDENDE DE TIKANIKLIKLARA YOL AÇAR
Dağınıklık aşırı bir hale geldiğinde evinizin enerjisi tıkanır. Aynı şey bedenimiz için de geçerlidir. Dağınık kişilerde kabızlık ve hazım bozuklukları, ciltte donukluk ve bozulmalar gibi rahatsızlıklara daha sık rastlanır.

DAĞINIKLIK KİLONUZU ETKİLER
Yapılan gözlemler, aşırı kilolu insanların genellikle dağınık insanlar olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bir bayanın dediği gibi; “Evinizi ıvır zıvırdan arındırdığınızda bedeninizi abur cuburla doldurmak da size artık doğru gelmiyor.”

DAĞINIKLIK ERTELEMEYE YOL AÇAR
Dağınıklık içinde yüzüyorsanız, işlerinizi yarına erteleme eğiliminiz olabilir. Dağınıklık enerjinin hareket yeteneğini azaltarak herhangi bir şeye girişmenizi zorlaştırır.

DAĞINIKLIK UYUMSUZLUĞA YOL AÇAR
Dağınıklık aileler, ev ve iş arkadaşları arasındaki tartışmaların nedenlerinden biri olabilir. Eğer siz gırtlağınıza kadar dağınıklığa gömülmüş olarak yaşıyor ya da çalışıyorsanız ama çevrenizdekiler sizin gibi değilse onların yaşama biçimi sizi engellemez ama sizinki onları kuşkusuz engeller.

DAĞINIKLIK YILGINLIK YARATIR
Dağınıklık enerjinizi aşağı çekerek kendinizi yılgın, depresif hissetmenize neden olur. Depresyon türlerinin çoğu Yüksek Benliğinizin sizi, başka bir şey yapmanızın zamanı gelmiş olduğu için yapageldiğiniz şeye devam etmekten alıkoymasından kaynaklanır.

DAĞINIKLIK BAGAJ FAZLASI YARATIR
Eviniz aşırı dağınıksa, büyük olasılıkla yolculuğa çıkarken de yanınıza çok eşya alıyorsunuzdur. Dağınıklık bağımlıları “GEREKİRSE” diye peşlerinden sürükledikleri eşya için fazla bagaj ücreti ödemek durumunda kalırlar. Tatilden dönüldüğünde valizlerden bir yığın hiç giyilmemiş temiz ama buruşuk kıyafetler çıkar. İnsan duygusal ve zihinsel açıdan da fazla bagaj taşımaya eğilimlidir.

DAĞINIKLIK FAZLADAN TEMİZLİĞE NEDEN OLUR
Dağınık bir alanı temizlemek iki kat daha fazla zaman alır. Ne kadar dağınıksanız o kadar çok toz ve kir birikir, enerji o kadar durağanlaşır, temizlik yapmak isteği de azalır. Yaşadığımız evin odalarını tek tek dolaşıp dağınıklık yaratan gereksiz ve kullanılmayan giyecek ve eşyaları gözlemleyip bunların evimizdeki fazlalık ve dağınıklıktaki payını ve işgal ettikleri alanı yüzdeye vurduğunuzda ortaya çıkan sonuç şaşırtıcı olacaktır. Uzmanlar ortalama büyüklükteki bir evin odalara göre dağılımını şu şekilde yapmaktadırlar:

* Koridorlar yüzde 5
* Oturma odası yüzde 10 - 15
* Mutfak yüzde 30 - 40
* Yatak odası yüzde 40
* Banyo yüzde 15 - 20
* Kiler, depo, tavan arası, bodrum, kömürlük vs. yüzde 100 -200
Toplam : 220 - 250


Oda başına düşen ortalama dağınıklık yüzde 35 - 45 arasıdır.Evinize ödediğiniz kira, elektrik, ısınma vs. masrafların neredeyse yarıya yakını boşuna hammallığı yapılan şeylere ödenmektedir. Bu alanları pozitif yönde sağlıklı işlerde kullanmak varken olumsuz enerjilerin çoğalmasında kullanmaktayız.

İNSAN NEDEN DAĞINIK YAŞAR?

Dağınıklığın altında görünenden çok daha derin nedenler yatmaktadır. “Çok meşgulüm, vaktim yok, benim için önemli değil, herkes kendi eşyasını toplasa ortalık dağılmaz” vs. gibi açıklamalar birer bahaneden öteye gitmez.

“Lazım Olur” Diye Saklamak
İnsanların başlıca biriktirme nedenleri budur. “Nasıl atayım ki” diye yakınırlar, “günü gelir lazım olur”. Bu noktada gerçekten ihtiyacımız olan şeylerle, olmayan şeyleri tüm bağımlılıklarımızı bir kenara atarak ayırdetmek gerekir. Lazım olur diye eşya saklamak geleceğe güvensizlik işaretidir. Unutmayalım ki düşüncelerimizle kendi geleceğimizi biz yaratırız.Uzmanların konu ile ilgili rastladıkları gerçek vakalardan birkaç örnek:

* Balık sevmeyen bir adamın tavar arasında on beş yıl boyunca saklanmış beş akvaryum.
* Yirmi yıl boyunca bahçede biriktirilmiş boş şişeler, yağ kapları, kavanozlar, yumurta kutuları.
*Geçmiş yıllara ait onlarca telefon rehberi.
Evimizi bu gözle araştıracak olursak bu listeye ilave edeceğimiz pek çok şey olacaktır.

Kimlik
Sahip olduklarımıza sıkı sıkı tutunmamızın başka bir nedeni de kimliğimizin onlara bağlı olduğunu hissetmemizdir. Eşkoşmalar da diyebileceğimiz eşyayla olan aşırı bağlar insanın kendi hakkındaki yüzeysel fikrini ve imajını koruma çabalarından biridir. Bazı şeylerle öylesine özdeşleşmişizdir ki, onu attığımızda kendimizden bir parçayı koparırcasına bir hal yaşarız. Çevremizdeki dağınıklığın görünmeyen nedeni, içinde bulunduğumuz duygusal ve zihinsel dağınıklıktır.

Daha çoğun daha iyi olduğu inancı
Bugün hepimizin evlerinde eksiksiz mutfak setlerimiz var. (Gazeteler bile veriyor) Küçük şeyleri doğramak için küçük bıçaklar, büyük şeyleri doğramak için büyük bıçaklar, sivri uçlu, küt uçlu, hafif, ağır, et bıçağı, balık bıçağı, sebze bıçağı, meyve bıçağı vs. Bu setlere sahip olmamıza rağmen ev hanımlarının çoğu tüm bu işleri bir bıçakla hallederler. Beynimiz tam tekmil bir bıçak setine ihtiyacımız olduğuna reklam devleri tarafından yıkanmıştır. Daha çoğun daha iyi olduğu düşüncesi, mallarını satmak isteyen üreticilerin kafamıza nakşettiği bir yalandır.

EVİNİZDEKİ DAĞINIKLIK ALANLARI:

Ana Giriş Kapısı
Evinizin kapısının dış tarafı dünyaya bakışınızı, iç tarafı da kendi yaşamınıza bakışınızı temsil eder. Tıpkı insanlar gibi enerji de bu kapıdan içeri girer çıkar. Giriş kısmındaki darlık ve dağınıklık evinize taze enerjilerin giriş çıkışını engeller. Burası temiz ve düzenli durması gereken en önemli alandır. Askıda duran ve kullanılmayan paltolar vs., yerlerde duran ayakkabı, çizmeler vs., gereksiz kuru veya plastik çiçekler, şemsiyeler, bozuk paralar, fişler, telefon, elektirik faturaları, broşürler, eski gazete dergiler vs.

Kapıların Arkası
Kanca ya da kapı tokmaklarına asılı şeyler (giysiler, gecelikler, havlular, çantalar) olduğu kadar bütünüyle açılmasını engelleyecek mobilya, eşya, sepet vs. şeyleri de kapsar. Kapılarınız ardına kadar açılmazsa evinizde enerji serbestçe dolaşamaz, giriştiğiniz her iş için daha fazla çaba harcamanız gerekir.

Koridor ve Holler
Buralardaki dağınıklık yaşam taşıyıcı enerjinin evin içinde akışına engel olmaktadır.

Mutfak
Mutfak dolaplarınızın içinde neler gizleniyor? Ya bitmeden alınan yiyecekler.. . Bütün dolaplarınızda esaslı bir ayıklama ve temizliğe girişin. Derin dondurucunuzla buzdolabınızı da unutmayın.

Yatak Odaları
Yatak odaları genellikle evde yer bulamadığımız şeyleri koyduğumuz bir odadır. Yatak odalarındaki dağınıklık çocuklar ve yetişkinler için de olmaması gereken bir şeydir. Yatak odası evdeki en önemli odadır. Çünkü nerede ve nasıl uyuduğunuz yaşamınızı büyük ölçüde etkiler. Yaşamınızın üçte birini yatak odasında geçirirsiniz. Bu nedenle yatak odasının düzenli ve sade olması çok önemlidir.Yatak altlarına itilen ıvır zıvırlar uyku kalitesine bile önemli etkide bulunmaktadır. Örneğin tuvalet masalarının üstleri de kullanılmayan pek çok boş parfüm vs. şişeriyle doludur. Enerjinin yumuşak ve uyumlu dolaşımı için yatak odalarındaki yüzeylerin olabildiğince temiz ve boş tutulması önerilmektedir.

Dolap Tepeleri
Dolap tepelerine saklanan ve tıkılan şeyler... Evinizde göz hizasından yukarılara yığılmış dağınıklık genellikle bunaltıcı bir etki yaratır, hatta baş ağrısı bile yapabilir.

Dolap İçleri
Çoğu insan sahip olduğu giysilerinin yüzde 20’sini giyer. Bundan kuşkusu olanlar bir ay boyunca bir test yapabilirler. Bu oran sadece giysiler değil, sahip olduğunuz çoğu şey ve yaşamdaki çoğu etkinliğe de uyarlanabilir.

ZİHİNSEL DAĞINIKLIĞI GİDERMEK

Tasalanmaya Son Verin.
Endişe sallanan ata benzetilir. Ne kadar hızlı hareket ederse etsin hiçbir yere gitmez. Endişe bütünüyle bir zaman israfıdır. Zihinde öylesine bir dağınıklık yaratır ki, hiçbir şeyi açıklıkla düşünemez olursunuz.Endişelenmeyi bırakmayı öğrenmenin yolu, her şeyden önce dikkatinizi odakladığınız şeye güç kazandırdığınızı kavramaktan geçer. Bu nedenle bir konuda ne kadar endişe düşünceleri üretirsek, o şeyin ters gitme olasılığını da yükseltmiş oluruz. “Korktuğum başıma geldi” “Sakınılan göze çöp batar”gibi sözler de bu mesajı insanlara vermek için söylenmiştir.Endişe öyle derinlere işleyen bir alışkanlıktır ki, bundan kurtulmak için kendimizi bilinçli olarak eğitmemiz gerekir. Kendimizi endişe halinde fark ettiğimiz an durup düşünüp düşünceleri kontrol edip yönünü değiştirme egzersizleri yapmak gerekir. Bu konuda yakınlarımızdan yardım da isteyebiliriz. Endişe ve tasa yaratan şeylerin listeleri çıkartılıp bunlar tek tek çözümlenebilir.

Eleştirmeye ve Yargılamaya Son Verin
Eleştiri ve yargılama insanda en büyük enerji kayıplarına neden olur. Biraz incelenirse, özellikle başkalarına yönelik eleştirileri ve yargılarımalarımızın altında merkez noktamızın kendi zevk ve alışkanlıklarımız, düşünce kalıplarımız olduğunu anlayabiliriz. Ayrıca kendimizde olup da hoşumuza gitmeyen yönlerimizi değiştirmek yerine bu memnuniyetsizliğimizi başkalarını eleştirerek hafifletmeye çalışırız. Aslına bakacak olursak hiç kimseyi eleştirip yargılayacak durumda değiliz. Çünkü varlıkların gerçek ihtiyaç ve kapasitelerini bilmediğimiz için yapacağımız değerlendirmeler son derece isabetsiz olacaktır.

Dedikoduya Son Vermek
Başkalarının yüzlerine söyleyemediğimiz düşünce ve yargılarımızı, onların olmadığı ortamlarda dile getirmek, bundan da bir zevk duymak da zihnimizde fazlasıyla dağınıklık ve enerji kaybı yaratır. Başkaların yüzüne söyleyemeyeceğimiz hiçbir şeyi onların arkasından da söylememeyi alışkanlık haline getirmeliyiz.

Ağlayıp Sızlanmaya, İsyan Etmeye Bir Son Vermeliyiz
Ağlayıp sızlamak, her şeyi ve herkesi suçlamak, problemlerin kaynağını ve sorumlusunu daima dışımızda aramak da düşüncelerimizide büyük dağınıklık yaratır.

Zihinsel Gevezeliğe Son Vermek
Psikologlar ortalama insanın aklından günde atmış bin düşünce geçtiğini tahmin ediyor. Ve ne yakık ki bu düşüncelerin % 95’i önceki günkü düşüncelerin aynısıdır. Bir önceki günküler ise daha önceki günki düşüncelerle aynıdır. Ve bu şekilde katlanarak sürüp gitmektedir. Kısacası zihinsel faaliyetimizin büyük çoğunluğu verimsiz, tekrara ve alışkanlıklara dayalı, insanı hiçbir yere götürmeyen zihinsel gevezeliklerden ibarettir.En son ne zaman farklı ve özgün bir düşünce ürettik?Bizlere bunlar öğretilmiyor! Genellikle hepimiz belli düşünce kalıplarıyla yaşayıp, zihinlerimizi gündelik yaşamın yüzeysel akımlarıyla doldurmaktayız. Eğer ki gün içerisinde kendimizi tüm düşünce akımlarından uzak tutup çok değil beş on dakika ayırabilirsek, içsel gevezeliği dindirerek, şuurumuzu daha yüksek bir bilgeliğe açık hale getirip, yaşamımızda yol gösterici etkileri ayıklayıp seçebiliriz. Yaratıcılığımızı artırabiliriz.

Bu Gününün İşini Yarına Bırakmamak
“Bu günün işini yarına bırakma” sözünü yaşamımızda hayata geçirmeliyiz. Örneğin size bir telefon numarası verecek arkadaşınızla konuşuyorsunuz. Numara yanındadır ama ertesi gün arayıp vermeyi önerir veya siz onu daha sonra arayıp öğreneceğinizi söyleyebilirsiniz. O an bitmesi gereken bir iş ertesi güne uzamıştır ve başka aksaklıkları da beraberinde getirecektir. Ertesi gün o numarayı aramanız gerektiğinde arkadaşınızı bulamayabilirsiniz. Ve o numara ile ilgili iş ertesi günlerde unutulur. Zincirleme olarak pek çok problem yaşanabilir. Ertelenen işin akılda tutulması büyük bir enerji kaybıdır.Telefon numarasını hemen orada alın, yaşamınızda yapılacak işler listesi bir madde eksilmiş olsun.Yerine getirilmemiş sözler de büyük bir enerji kaybına ve zihinsel dağınıklığa neden olur.Bir arkadaşımızla hafta sonu için bir program yaparız, fakat günler geçtiğinde o gün bizim için öncelik sırası daha yüksek olan bir durumla karşılaşabiliriz. En doğrusu meseleyi fazla uzatmadan arkadaşımızı aramaktır. Bir bahane bulmak, yalan söylemek ya da isteksizce buluşmak buluşma gününün öncesi ve sonrası ciddi enerji kayıplarına neden olacaktır.


RUHSAL DAĞINIKLIĞI GİDERME

Fiziksel, duygusal ve zihinsel dağınıklığın varlığın gelişimine en önemli olumsuz etkisi üzerinde durarak konuyu toparlamaya çalışalım. Dağınıklığın yaşamımızdaki farklı görünümlerinin sonucunda varlığımız, yaşam amacının farkındalığını yitirir. Dünyaya gelirken beraberimizde getirdiğimiz özgün amacımızın yeniden yüzeye çıkıp anlaşılabilmesi için dağınıklıklarımızı temizlemeliyiz. Hemen hemen tüm ruhsal ve felsefi bilgiler, içinde yaşadığımız çağın gezegenimiz tarihinde insan gelişimi bakımından en önemli zaman olduğu konusunda ortak bir noktada birleşmektedir. Dünyanın büyük bilgi kaynakları eskiden pek az insanın elindeydi. Çağımızda ise bu tam tersi durumdadır. İnsan istediği bilgilere küçük bir çaba ile ulaşabilir. Bugün bulunduğumuz noktaya ulaşana dek varlığımızın yeryüzü okulunda teptiği sayısız yolları ve verdiği büyük mücadeleleri düşündüğümüzde, içinde bulunduğumuz durumun değerini anlayabiliriz. İçsel varlığımızın sesini duyabilecek hale geldiğimizde bütün gereksinimlerimiz karşılanır.Kendimizde, çevremizde ve yaşamımızda daha uyumlu, esnek, huzurlu ve başarılı olmak istiyorsak, basamak basamak dağınıklıklarımızı düzene sokmalıyız. Bunun aslında hareket noktası zihin olmalıdır. Bu nedenle daha fiziksel ve elle tutulur çözümler çağımız insanları tarafından daha fazla ilgi bulabiliyor.Odamızın dağınıklığı zihnimizin dağınıklığının bir yansımasıdır. Fakat yapay bir şekilde sadece odamızı toplayarak veya bir yardımcı tutup temizleterek zihnimizdeki çöplerden kurtulabilir miyiz?Hayır.İçinde bulunduğumuz ikilemlerden, yargılamalardan, şikayetlerden, hoşnutsuzluklardan, güvensizliklerden ve endişelerden kurtulabilir miyiz?Hayır. Eğer bu kadar kolay olsaydı, şeklen uygulanan pek çok öğreti dünyayı pozitif bir küreye çevirmeye yeterli olurdu.Şekil değil öz önemlidir.Elbette başlangıç için fizik boyuttan başlayabiliriz, fakat bunu o seviye ile sınırlı tutmamak gerekir. Fizikten başlayıp mantal seviyeye doğru hareket edebiliriz.Günlük yaşam dediğimiz, insana sıradan ve anlamsız gibi gelen yaşamlarımızın içinde fark edilip öğrenilmeyi bekleyen sayısız dersler ve deneyimler saklıdır. Yaşamın bu yönlerini görebilmenin yolu ise bakış açımızı değiştirmeden geçmektedir. Aynı şekilde bakıldığında her şey aynı görünür. Bakış açısı değiştiğinde yaşamın muhteşem akışı ve değişkenliği fark edilebilir.

Salı, Ağustos 05, 2008

Hazır mıyız?

Small Revolutions'da şu yukardaki logoyu görünce yine panik olasım geldi. Üstelik yine bu blogdaki yazılarda "post fossil fuel era" gibi kavramlardan bahsediliyor ciddi ciddi. Thom Hartmann'ın The Last Hours of Ancient Sunlight adlı kitabını okuduğumdan beri ara ara gelir bu panik duygusu...
Hazır mıyım?
Hazır mısınız?

Pazar, Ağustos 03, 2008

Ben çocukken... (3)

...bazı günler canımız koşturmacalı oyunlar oynamak istemezdi. Hele de hava sıcaksa... "Hadi tepsi-pepsi oynayalım" derdi birimiz. Bu oyunun başkaca ve daha anlamlı bir adı var mıydı bilmem. Bizim mahalledeki adı buydu: Tepsi-pepsi...


Gerekli olanlar: 6 yaş ve üstü bir sürü çocuk, sakin ve güvenli bir köşe


Bir kaldırıma dizi dizi dizilir veya bir ağaç gölgesine daire şeklinde otururduk. Herkese sıradan bir numara verilirdi. Kendi numaramızı özenle aklımızda tutardık. Unutmayın, bu bir dikkat ve konsantrasyon oyunu. Numaralar dağıtıldıktan sonra herkesin aynı anda dizlerine vurmasıyla oyun başlardı.

İki kez dizlere vur - iki kez ellerini birbirine vur - iki kez parmaklarını şıklat.

Tuhaf geliyor kulağa, değil mi? İşte hep beraber bunu yapardık. Parmaklar şıklatılırken 1 numara bağırırdı: "Biiiir beeeş". Eller tekrar ritmik olarak dizlere vurulurken herkes çaktırmadan "5 numara kimdi?" diye düşünürdü. Eller birbirine vurulurken belli etmeden 5 numaraya bir bakış atılırdı. Parmaklar şıklatılırken 5 numara bağırırdı bu sefer: "Beeş dokuz".

Oyun kıvama gelmeye başlarken, eller de daha hızlı bir ritim tutturur, oyunun heyecanı artardı. 9 numara bazen sırf gıcıklık olsun diye "topu" önceki oyuncuya geri pas ederdi: "Dokuz beeeş". 5 numara gözlerini devirerek vururdu dizlerine. "Beni şaşırtacağını mı sanıyorsun?" derdi gözleri, ellerini birbirine vururken. Parmaklarını şıklatırken "beş iki" derdi bu kez. Dizler-eller-parmaklar derken bir sessizlik olurdu birden. Şaşkın 2, numarasını unutmuş diğerlerine bakarken, herkes çullanıverirdi üzerine "Ha ha haaaaay, 2 sensin ya, unuttun işte, çık bakalım oyundan!"

Zavallı 2 oyundan çıkar, kalanlar yeni duruma göre tekrar yerleşir, oyun tekrar başlardı. 5 numara "Beeeeş sekiz" derdi bu sefer. Oyun böyle devam edip giderdi. Numarasını unutanlar, dalgınlar, sıranın kendisinde olduğunu bilen ama heyecandan veya kararsızlıktan bir saniye gecikerek lafa girenler bağırış çığırış içinde çıkarılırdı oyundan. Oyuncu sayısı azalırken oyun da gittikçe zorlaşırdı. Çünkü çıkan numaraları da akılda tutmak ve kendisine sıra geldiğinde onlardan birini söylememek gerekirdi. Bu da bir sebepti oyundan çıkmaya. Bu arada 5 numara ile 9 numara tekrar inatlaşıp kendi aralarında paslaşmaya başlardı. Diğerlerinden biri bir taraftan ellerini birbirine vururken "Eeee, hadi" derdi. Derdini kısaca anlatmak zorundaydı, çünkü parmaklar şıklatılıp yeni numara söylenirken kimse kaçırmamalıydı kimde sıra olduğunu. Oyun artık öylesine hızlanırdı ki ellerimiz, dizlerimiz ve parmaklarımız acımaya başlardı birbirine vurmaktan. Hemen herkes yanıp geriye sadece iki kişi kaldığında numaralar bırakılır yerini "tepsi" ve "pepsi" alırdı. Biri "tepsi-pepsi" derdi her seferinde, diğeri "pepsi-tepsi". "E, ne var bunda, hep aynı şey" diyeceksiniz. Ama çok hızlı oynamalı, bir saniyecik bile gecikmemeliydiler. Üstelik bir süre sonra rutinin dikkat dağıtıcılığı hakim olurdu ikisinden birine. "tep... pep...pepsi, pepsi-tepsi" diye dili dolaşıverirdi. Böylece oyunun birincisi de alkışlar arasında belli olurdu.

İkinci tur başlardı sonra. Tekrar iki kişi kalınca geriye "bu sefer tencere-pencere diyelim" derdi biri.

Küçükler erken çıkıp kenarda beklediklerinden sıkılır, ama acıyan ellerini ve dizlerini bahane ederlerdi. Bu yüzden üçüncü tur genellikle büyükler arasında oynanırdı.



Önceki oyun