"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Salı, Aralık 30, 2008

Elektronik posta kutusunda temizlik

Bu yazıyı yazmak için bilgisayarın başına geçtiğimde hesap ettim de, ben e-posta kullanmaya başlayalı 14 yıl olmuş. Başlarda arkadaşlarla haberleşmek, sonra iş için kullandım. Bir ara hatta e-posta önemli bir iş yapma şekline dönüştü benim için. Hemen hemen aynı zamanlarda forward postalarla tanıştım. Bazen sabahları posta kutumu işle ilgili olanlardan çok onlarla dolmuş buldum ve azimle okuyup başkalarına da göndermeyi adeta iş edindim! Okula geri döndüğümde de e-postalar sınıf arkadaşlarımla ve asistanlarla dersler, projeler, sınavlar hakkında iletişimin önemli bir yolu oldu benim için. Tez danışmanımdan farklı bir şehirde olmam sebebiyle tezimi e-postalar dolusu yöntem ve içerik tartışmalarıyla yazıp tamamladım. İkimizi de memnun eden bir çalışma şekli oldu bu. Şimdilerde e-posta uzaktaki dostlardan haber alma, yüzünü bile görmediğim dostlarla sohbet etme, yapılması gereken işlerin takibi gibi bir dolu şey için vazgeçemediğim aracım.

Yaşamımın detaylarında sadeleşmeye gitmeye karar verdiğimde ilk el attığım yerlerden biri elektronik posta kutum oldu. Her haberleşme yönteminde olduğu gibi bunun da bir adabı olduğunu ve başkalarının posta kutularını gereksiz yere işgal etmemeye dikkat etmem gerektiğini de öğrendim. Hem kendi posta kutumu, hem başkalarınınkini sadeleştirmek için uygulamaya başladıklarım çok işime yaradılar ve sonunda birer alışkanlık haline geldiler. Bu yazının konusu işte bu: Daha sade bir e-posta kutusu için yapılabilecekler.

- Beni yanlış anlamasından korkmadığım arkadaşlarıma başına bir iki satır kendilerinden bir şey yazmadan gönderdikleri forward iletilerden hoşlanmadığımı açıkça belirttim.

- "Fwd:Fwd:Fwd: Ayy, bunlar çok şiriiiin!!!" veya "Fwd:Fwd:Fwd: Çok komik!! Mutlaka okuyun" gibi başlıklarla kendini ele veren iletileri okumadan sildim. Eksikliklerini de hiç hissetmedim.

- Forward ileti göndermeyi kestim. Çok kısa bir sürede anladım ki bir çok insan bu tür iletiler göndermeyi kontakta olmanın, hatırda kalmanın bir yolu olarak görüyor. Benden başka 100 kişiye daha bir tıkla giden, üstelik gönderenin ağzından çıkma bir tek sözcük bile içermeyen iletiler sayesinde "iletişimde olmak" , kendini böylece sosyal sanmak tuhaf değil mi? Ben forward yapmayınca bana gelen forward iletiler de azaldı. Meğer bu işte de bir tür karşılıklılık ilkesi varmış :P

- Sabah erken kalkanın gazetede okuduğu ilk köşe yazısının tamamını kes-yapıştır usulü postaladığı iletilerden; dahası bunları ilerleyen günlerde, haftalarda ve hatta yıllarda tekrar tekrar almaktan hoşlanmıyordum. Hangi iletilerden bahsettiğimi anladınız, değil mi? Örneğin "Fwd:Fwd: Can Dündar'dan harika bir yazı!!!! Sakın kaçırmayın!!!" başlıklı olanlar... Can Dündar'ın ilgili yazısına bir link vermek varken, on binlerce kez tüm yazının kopyalanıp durduğu, 7 kıta 3 okyanus aştığı, >>> ### vb. işaretlerden ve Türkçe karakter sorunları yüzünden artık okunmaz hale geldiği iletiler... Posta kutumun filtre seçeneğini kullanarak konu başlığında veya ileti içinde bu ve benzeri yazarların adının geçtiği iletileri Inbox yerine doğrudan Çöp Kutusuna yönlendirilmesini sağladım. Aynı şeyi forward ileti göndermeyi seven ve hatta bundan başka bir şey göndermeyen bir-iki tanıdığımın iletileri için de yaptım. Gönderici X ise ileti çöp kutusuna adlı bir filtre ile. Posta kutum bir anda sakinleşti desem, inanır mısınız?

- Filtreleme ayarları ister POP3 (MS Outlook vb) , ister web tabanlı (Yahoo, Gmail vb.) olsun bütün e-posta programlarında var. Yahoo gibi ücretsiz servislerde tanımlayabileceğiniz filtre sayısı ve kapsamı kısıtlı olsa da nasıl ayarlanacağını öğrenip kullanmaya mutlaka değer. Gelen e-postalarımı belli kriterlere göre okul, proje, banka, tez, aile, arkadaş,vb. gibi belli klasörlere otomatik atan filtreler önceliklerimi belirlememe de yardımcı oldular. Çalışırken de iletileri tedarikçiler, proje_x, proje_y, istanbul_bölge, arkadaş vb. klasörlere otomatik yönlendirmek aynı derecede yararlı oluyordu.

- Zamanla öğrendiğim önemli bir detay: İş ve özel yaşam iletilerini sadece klasörlerle ayırmakla kalmayıp ayrı e-posta adresleri kullanmak en doğrusu. İş ahlâkı açısından doğru olması bir yana, bir iş yerinden diğerine geçerken arkadaş, eş-dost e-postalarını arşivlemek, eski posta kutusundan temizlemek, onlara yeni adresi bildirmek gibi bir dolu lüzumsuz angaryadan da kurtulmuş oluyor insan.

- Hazır gelen kutusu (inbox) dışında başka klasörler de açmışken, bir filtreye yakalanmadan gelen kutusuna düşmüş bütün iletileri de okuduktan ve yanıtladıktan sonra ilgili klasöre atıyorum. Böylece gelen kutusunda sadece yanıtlanmayı veya onunla ilgili bir şey yapmamı bekleyen iletiler duruyor. Bunun dışındaki her şey arşivdeki yerini alıyor. Bu yöntem ilginizi çekiyorsa sevdiğim bloglardan Unclutterer'daki şu yazı da ondan bahsediyor, tavsiye ederim.

- Zaten düzen takıntılı olduğumdan, gelen iletileri temizleyip, derleyip toplamadan bir başkasına göndermeme huyum vardı. Baştaki bir dolu Fwd: 'yi, benden önce iletinin dolaştığı 259 kişinin e-posta adreslerini ve vaktim varsa >>>>'ları temizlemek gibi. Yaptığımın ne kadar doğru olduğunu sonradan anladım. Birincisi spam posta göndericilerinin e-posta adresi hasadı yaptığı başlıca kaynaklardan birisi bu tür iletiler. En doğrusu bir grup insana gönderilen iletilerde adresleri her zaman Bcc: bölümüne yazarak görünmez kılmak. Bu çok önemli ama basit yöntemin herkesin alışkanlığı olması gerektiğine inandığımdan her fırsatta, her yerde yazdım.

- İkincisi, gelen postayı temizlemenin özellikle tartışma gruplarında büyük önemi var. Tartışma ortamlarında kişiler arasında defalarca gidip gelen iletiler uzadıkça dikkatsiz okuyucular hangi sözü kimin ettiğini karıştırabiliyor, bu da başka türlü bir iletişim kirliliğine yol açıyor. Özellikle grup yazışmalarında yanıtımın neye dair olduğu bilinsin diye ileti içinde bir önceki yazıyı tutmak, ama ondan daha eskileri temizlemek alışkanlığı edindim.

- Tartışma gruplarında sık sık çıkan "çok yazıyorsunuz, posta kutum dolup taşıyor, ben daha kaç gruba üyeyim, biliyor musunuz?" yollu tartışmaların anlamsız olduğunu fark ettim. Bir grubun tartışmaları beni yakından ilgilendiriyorsa iletilerin posta kutuma gelmesine izin verebilir; aksi durumda sadece vaktim olduğunda grup sayfasından takip edecek şekilde(Web only) ayarlama yapabilir; bu ayarları da canım her istediğinde değiştirebilirim. Yahoo gruplarında tartışmaların günlük, haftalık özetlerini almak gibi ara seçenekler de var elbet. Bakın posta kutum bir kalemde biraz daha hafifleyiverdi :)

-Tartışma gruplarında tek kişiyi ilgilendiren dilek, istek ve görüşlerimi gruba yollamak yerine, doğrudan ilgili kişinin adresine göndermeyi öğrendim. Gruptan biri sevinçli bir haberi paylaştığında 87 kişi birden "Ayy, çok sevindiiiiim, hadi bakalım hayırlısı" türünden tebriğe giriştiğinde ve her birinin tebriği grubun 576 üyesinin posta kutusuna da düştüğünde, ne olduğunu hiç düşündünüz mü?

- Aaa! durun, durun. Posta kutumu hafifleten en önemli alışkanlıklardan birini unutuyordum: Bültenlere (Newsletter) dur dedim! Özellikle mesleki konularda bilgi paylaşan pek çok siteyi dolaşıyordum. Olup bitenleri, yenilikleri takip etmekte güçlük çekiyordum. İlgilendiğim her konuda olup biten her şeyi öğrenmek istiyordum. Çözüm bir dönem bültenler gibi göründü gözüme. Hemen her site yeniliklerden haberdar olmak için bültenine üye olmamı tavsiye ediyordu. Bazılarının hatta konulara göre ayrılmış birden çok bülteni vardı. Günümün bir kısmını "belki bir gün lazım olur, aklımın bir köşesinde dursun" diyerek bülten okumakla geçiriyordum. Onlardan pek çok şey de öğrendim, doğru; ama bir kâr-zarar hesabına oturunca bana faydalarından çok, zaman ve konsantrasyon kaybı anlamında zararları olduğunu gördüm. Geride yığılmış 49 bülten daha olduğunu bilirken, bir bülteni dikkatimi tamamen vererek okuyamıyordum. Bir zaman geldi, sırf posta kutumu boşaltmak için, sırf okumuş olmak için okuduğumu farkettim. Buyur ettiği misafiri yük olarak gören gönülsüz evsahibi gibiydim. Farkettim ki "information overload" altında eziliyorum. Birikmiş bütün bültenleri okumadan sildim. Bu biiir! Gelen bültenlerin altındaki minik yazıları dikkatle okuyarak üyelikten nasıl çıkmam gerektiğini öğrendim ve gecikmeden hemen uyguladım. Çoğu zaman basit bir tıklama gibi gayet kolay bu işlem. Bu ikiiiii! Bir daha hemen hiçbir bültene üye olmadım. Bu üüüüç! Hedefe yönelik Google aramaları ve seçici site ziyaretlerinin bilgi seviyemi bültenler kadar güncel tuttuğunu farkettim; bilginin peşinden ne kadar koşarsam koşayım tamamına erişmemin mümkün olmadığını da sonunda öğrendim. Şu anda posta kutuma gelen sadece iki bülten var. Biri Simplicity Network'ün iki ayda bir, yani yılda toplam 6 kez gelen ve her seferinde dopdolu olan bülteni. Diğeri bebek gelişimiyle ilgili bir bülten ki, o da başlarda ayda bir geliyordu, şimdi 3-4 ayda bir geliyor ve oğlumun o anki yaşına ve gelişimine paralel, gayet işime yarayan bilgiler içeriyor.

- Benim durumumda bültenler bir problemdi, sizin durumunuzda bu "Günün özlü sözü", "her gün bir şiir, bir fıkra, bir şarkı", RSS üyelikleri, x gazetesinin haber güncellemeleri, y firmasının ürün güncellemeleri, z süpermarketinin indirim ve diğer güzel şeyler içeren duyuruları, vb. olabilir. Önemli olan gelen otomatik posta ile sizin onları eritebilme hızınızın paralel gidip gitmediği. Bir de içeriğin beklentilerinize uyup uymadığı. Bu iki kritere de uymuyorsa çözülmesi gereken bir sorun var demektir. Özellikle reklam amaçlı e-postaların önünü kesmek için ufacık bir dikkat yeterli. Bir çok ülkede firmaların müşterilerine veya üyelerine bu tür iletiler gönderebilmesi için kişinin onay vermiş olması gerekiyor. Ayrıca verdiğiniz e-posta adresinizin 3. şahıslarla paylaşılıp paylaşılmaması da kanunen onayınıza bağlı. Ne zaman nerede veriyoruz bu onayları? Üye olurken okumadığımız küçük yazılar arasında tabii ki! Şimdi ister internet üzerinden, ister gerçek hayatta bir yere üye olurken e-posta adresimi istediklerinde şu soruları soruyorum: 1) Gerçekten gerekli mi? Değilse vermiyorum. 2) Ne için istiyorlar? Genellikle formun bir yerlerinde e-posta adresime ne türden iletiler gönderilmesini istediğime dair kutucuklar oluyor ve bir çoğu zaten işaretlenmiş oluyor. Sağolsunlar, beni düşünmüşler, değil mi? Hah hah ha! Dikkatle üzerlerinden geçip gereksiz her şeyi kaldırıyorum. 3) E-posta adresimi 3. kişilere (örneğin kardeş firmalara, sitelere vb.) verme onayı istiyorlar mı? Hiç bir zaman onaylamıyorum.
Bu ayarların hepsini internette üyelik başladıktan sonra üyelik ayarlarından düzenlemek de mümkün.

- Gelelim spam maillereeee... Onayımıza falan bakmadan ve bilgimiz dışındaki kaynaklardan geldikleri için onlarla mücadele daha zor. Önünü kesmek için elbirliğiyle Bcc: kullanımını yaygınlaştırmak bir çözüm belki. Bazılarımız için -dikkatsiz ve özensiz arkadaşlarım yüzünden örneğin ben- şimdiden çok geç :(
Yapılması gereken diğer şeyler: 1) Her spam mail'i hiç üşenmeden ve boş vermeden "bu spam'dir" diye işaretlemek. Yahoo, Gmail ve benzeri servis sağlayıcılar bu bildirimler ve gayet karmaşık algortimalar sayesinde (veri madenciliğinin CRM'den daha masum uygulama alanlarından biri) spam mailleri başarıyla ayırt edebiliyorlar ve en azından posta kutumuza düşmesine engel olabiliyorlar. 2) Spam mailleri "ilgilenmiyorum, yeter artık, göndermeyin" türünden olumsuz geribildirim için dahi olsa asla yanıtlamamak. Bu adresimizi aktif olarak kullandığımızın bir işareti ve yeni spam maillerin gelmesi için bir sebep. 3) Özellikle tartışma grupları ve forumlar gibi bilgimiz dışında yüzlerce kişinin erişebildiği sayfalarda e-posta adresimizi açıkça yazmamak.

Aklıma gelenler şimdilik bunlar.
Peki sizin e-posta kutunuzu temiz tutmak, başka e-posta kutularını da gereksiz işgal etmemek için kullandığınız yöntemler neler?

Pazartesi, Aralık 22, 2008

Keçiboynuzu toplu gösterimi

Haftasonu fotoğrafları bilgisayara yüklemek konusundaki üşengeçliğimi yendim. Keçiboynuzunun gelişimindeki aşamaları gösterebilirim nihayet. Keçiboynuzunun çimlenme hikayesini şurada anlatmıştım. Başını topraktan çıkarma tarihi yaklaşık 23-24 Ekim idi.

1 Kasım tarihli fotoğrafı. Ön plandaki keçiboynuzunu çekmeye çalışırken arka planı daha net çekmişim. Ama yine de kotiledon sonrası ilk gerçek yaprak çiftini verişi görülüyor sanırım:

Ters makro

5 Kasım. Saksısı değişmiş, balkona çıkarılmış, ikinci yaprak çiftini veriyor :

Keçiboynuzu

11 Kasım. Güneşli balkon. Mutluyum, mutlusun, mutlu :

Keçiboynuzu

28 Kasım. Bırrr! Hava soğudu, fırtına var. Hadi, tekrar içeri kaçalım:

Keçiboynuzu - 28 Kasım

19 Aralık. İçerisi de fena değilmiş. Yaprak vermeye devam. İşte üçüncü yaprak çifti, dördüncü çift de geliyor... :

Keçiboynuzu - 19 Aralık

Perşembe, Aralık 18, 2008

Bugünlerde...

İçeceğini al da öyle gel değerli okuyucu. Hissediyorum yine daldan dala atlayan bir yazı olacak bu.
*
Dikkat! Isınma hareketlerine vaktim yok. Balıklama dalıyorum.
*
Dün ekmek yaptım. Son zamanlarda havaların soğumasıyla (biliyorum Aralık ortası için tuhaf bir laf bu, ama burada iklim böyle) kefir tüketimimiz azalmaya başladı. Biricik kefir taneciğimiz "tombul"un bundan haberi yok tabii. O, yüksek turda kefir üretmeye devam ediyor. Bu yüzden biriken kefirleri ekmek hamuruna katmaya başladım. Hazır ekmek mayası ile kefirdeki maya güzel güzel geçiniyor olmalılar ki, ekmek her zamankinden daha lezzetli oluyor. Kefir fazlası olanlara duyurulur.

Böylece "yapılacak yiyecekler" listemde kefirle ekmek maddesinin üzerine de bir çizgi çekmiş oluyorum. Kefirin altındaki çizgi asıl amacımızın onu tüketmek olduğunu gösteriyor. Son zamanlarda buzdolabında, buzlukta ve kuru gıda dolabında bizi bekleyen yiyecekleri unutmaya başladığımdan aldığım bir önlem bu. Geçen hafta sonu bütün dolapları tek tek dolaşıp sözkonusu listeyi hazırladım. Üzümlü kek, börülce salatası gibi maddeleri de içeren uzun bir liste bu. Evdeki gıda stoğunu kontrol altında tutmak için her hafta tazelemeye karar verdim. Üstelik aynı zamanda beni her gün ne pişirsem derdinden de kurtardığını farkettim. Bir taşla iki kuş...

Bu listeyi hazırlarken bir taraftan kulak kabarttığım El Cezire'deki programın konusu "Dünyada Açlık" idi. Duyduğum şeyler yaptığım şeyle karşılaştırınca utanmama sebep oldu doğrusu. Dünya nüfusunun yaklaşık altıda biri, yani bir milyar kişi açmış! Programda belirtildiğine göre sorunun temel kaynağı dünyanın artan nüfusu besleyememesi falan değil. "Gıda güvenliği"nin (food security) sağlanamaması yani dünyanın bazı bölgelerinde, varolan olan gıdaya sürdürülebilir bir şekilde erişememek asıl sorunmuş. Gıda güvenliği, savaşlar, iç huzursuzluklar, doğal felaketler, çevre felaketleri, iş bilmez veya işini bilen yönetimler nedeniyle sağlanamıyormuş. Aya gitmeyi başaran, Mars' gitmekten bahseden ama aynı gezegendeki bazı bölgelere yeterli yiyecek eriştiremeyen tuhaf yaratıklarız biz. Bu yılın başından beri yükselmeye başlayan gıda fiyatları da açlığın içinden çıkılmaz bir girdaba dönüşmesine yol açıyormuş. Gıda fiyatlarındaki artışta bio-yakıta olan talebin artması da rol oynuyormuş. Düşünsenize, tahıllardan çevreye daha az zararlı enerji üreteceğiz derken, dünya nüfusunun bir kısmının aç kalmasına katkıda(!) bulunuyoruz. "Aaa, bizim ne ilgimiz var, bio-yakıt kullanmıyoruz ki!" demeyin. Gittikçe küçülen küremizde satın aldığımız bazı ürünler veya onların hammaddeleri biyolojik kaynaklı enerji kaynakları kullanılarak üretiliyor. Özet olarak, enerji tüketiminde küresel durumumuz yukarı tükürsen fosil yakıt, aşağı tükürsen bio-yakıt şeklinde. "En temiz enerji, kullanılmamış enerjidir" tezi bir kez daha doğru görünüyor gözüme.

Geçen hafta aynı zamanda "yapay köpüklerle savaş eylem raporu"na yazılabilecek bir takım etkinliklerle geçti. Harekete geçmek için eldeki şampuan, el sabunu, banyo jeli, vb. stoğunun tükenmesini beklemenin saçma olduğunu farkettim. Girit'ten gelme halis muhlis zeytinyağı sabunu bulduğumdan bahsetmiştim, değil mi? Radikal bir geçiş yaptım kendilerine. Sıvı el sabunu ve banyo jeli maddelerinin üzerine hiç zorlanmadan çizik attım da şampuan yerine sabun kullanmak beni ilkin biraz korkuttu doğrusu. Ama tuhaf şey, korktuğum gibi saçlarımı dolaştırıp canına okumadı zeytinyağlı sabun. Hiç bir sorun yaşatmadı bana yıkarken. Belki şekle sokması biraz daha zordu. Ama bu aralar mesleki performansımla saçımın ne kadar ütülü olduğu arasında bir korrelasyon olduğunu öngören bir yöneticim olmadığına göre bunu da dert etmiyorum. Böylece şampuan maddesinin üzerini de çiziyorum galiba :D

Gelelim diş macununa... İşin içinde dişler ve dişetleri olunca deneysel girişimlerde daha da korkak olabiliyorum. Ayrıca kullanımı diş macunu kadar da pratik olan bir şey arıyorum. Örneğin bol klorofilli yeşil bitkilerin (nane, maydonoz, dereotu, kereviz, vb.) ağızı temizleme ve ferahlık verme konusunda özel bir becerileri olduğunu biliyorum (deneyin, inanılmaz etkili!) ama her yemekten sonrasına bir avuç maydonoz hazır edip yemek bana çok pratik gelmiyor. Bu arada diş macunu konusundaki arayışlarımı bilen Işıl bana doğal bir tarif göndermiş:

25 ml tatlı badem yağı
5 damla peppermint yağı
5 damla spearmint yağı karıştırılıyor.
Bu miktarlar çocuklar için, yetişkinler kendileri için nane yağlarının miktarını iki katına çıkarabiliyor, ayrıca sevdikleri başka hafif eterik yağlardan ekleyebiliyorlar. Hafifçe ıslatılmış diş macununa 2-3 damla damlatılarak kullanılıyor.

İlk bakışta kulağa tuhaf geliyor, değil mi? İçeriğinde sadece yağ var çünkü. Ben badem yağına spearmint yağıyla bergamot yağını karıştırdım, peppermint hiç eklemedim. Diş macunlarının reklamlarında gösterilen o zalim (!), korkunç (!), feci (!) bakterilerle savaşmakta ne derece etkilidir bilmiyorum, ama ağıza verdiği ferahlık duygusu kesinlikle diş macunundan aşağı kalmıyor. Bu deney bana aynı zamanda hafifçe ıslatılmış ve üzerine hemen hiç bir şey konmamış diş fırçasıyla yapılacak mekanik bir temizliğin bile büyük etkisi olduğunu gösterdi. Sanırım diş macunundan tamamen vazgeçemesem de kullandığım miktarı azaltabilirim artık. Işıl, tarif için teşekkürler.

Peki artık kullanılmayan şampuan, sıvı el sabunu, banyo jeli, vb. ne olacak? Öneriniz var mı? Yer temizliğinde azar azar kullanabileceğim geliyor aklıma. Elbette bu, marketlerin temizlik reyonlarını bonbon şekeri gibi dolduran rengarenk "genel amaçlı temizlik sıvısı" üreticilerinin pek hoşuna gitmeyebilir. Çünkü onlar bizi, adı üstünde formülü sabit, genel amaçlı temizlik maddesi satın aldığımıza değil de, "bahar esintisi", "dağ esintisi", okyanus meltemi" aldığımıza ikna etmeyi daha doğru buluyorlar. Bizler de evimizde büyülü bir şekilde "lavanta tarlası", "limon bahçesi" açtıran deterjanları, banyodaki "orkide ve nar çiçeği tınısını" veya saçlarımızdaki "ipeksi kaşmir dokunuşu"nu öylesine önemsiyoruz ki, market rafları önünde derin, içinden çıkılmaz düşüncelere boğuyor bu bizi. "Vanilya-hindistan cevizli şampuan mııııı, salatalık-limon özlüsü müüüüü?" diye gidip geliyor kafamızın içindeki sarkaç. Sanki işte o küçücük karar, saçımıza süreceğimiz şampuanın ne menem koktuğu, kişiliğimizi, yaşamımızın yönünü ve her şeyimizi belirleyecek.

"Bak reklamcı arkadaş, 'bu şampuandır, saçını temizler, biraz da güzel kokutur' demelisin. Aksi tüketiciyi yanlış yönlendirir, acımasızca tüketimi körükler" saflığından vazgeçeli çok oldu. Fonksiyonun değil imajın alınıp satıldığı bir dünyada yaşıyoruz açıkça. O yüzden otomobiller dört tekerlekleri üzerinde bizi üşümeden, terlemeden, yorulmadan bir yerden bir yere hızlıca götüren araçlar değiller. Otomobiller bize ve çevremizdekilere kim olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı, nasıl düşündüğümüzü, neyi hak edip neyi etmediğimizi anlatır. Otomobil reklamları bize güzel, çekici kadınları (ve nadiren de çekici adamları), bahçeli şık evleri, tartışmasız en cool bakışı kimin hakettiğini söyler; ıssız dağ başlarındaki özgürlüğe, tropik kumsallardaki huzura, aile mutluluğuna nasıl kavuşulacağını gösterir. Hâl böyle iken, tüketiciye kalan sadece bilinçli olmak. En az reklamcılar kadar bilinçli, en az onlar kadar kurnaz...
Neden aynı ürünün bonbon şekeri gibi yirmi beş ayrı renk, koku ve "konsept"te sunulduğunu,
neden otomobil reklamcılarının ıssız kumsalları TEM otoyolundan daha çok sevdiğini,
neden kasadaki sevimli ve düşünceli kızın bir loyalty (sadakat) kartından haberdar olup olmadığımızı sorduğunu,
neden internetteki kitapçımın bazı kolaylaştırıcı hizmetleri sadece -ücretsiz- kayıt olmam durumunda kullanımıma açtığını,
X firmasının bugünlerde DVD-Çalarlarla ilgilendiğimi, üstelik bir de numaramı nereden bilip cep telefonuma bir SMS gönderdiğini bilecek kadar bilinçli...
En azından....
Sadece imajın cilasını kazıyıp altta duranı görmek için değil, Müşteri ilişkileri yönetimine (CRM-Customer Relations Management) karşı omuz omuza verebilmek için üreticiler ile ilişkilerimize bir çeki düzen vermek, bir tür "üretici/satıcı ilişkileri yönetimi" geliştirmekte fayda var. Adını biz de süslü bir PRM (Provider Relations Management) koyabiliriz mesela. Meyvelitepe, konuya dikkat çeken yazınız için teşekkürler.

Bu arada Canterbury piskoposu Rowan Williams ekonomik krizin gerçekliğin yeniden değerlendirilmesi için iyi bir fırsat olduğunu beyan ederek, durgunluğu tüketimi arttırarak yenme niyetinde olan İngiliz Başbakanı Gordon Brown'ı yermiş. Pek takip edemiyorum ama anlaşılan küresel ekonominin karar mercileri tüketimi körüklemek dışında krize yaratıcı bir yaklaşım getiremiyorlar. Vatandaşlarına harcamaları için belli miktarlarda hediye çekleri vermeyi düşünen Almanya da benzer bir çaba içinde bildiğim kadarıyla. Bu yılın başında Amerika Birleşik Devletleri de emlak kriziyle durgunluğun ilk işaretleri geldiğinde vergi indirimiyle finanse edilecek benzer harcama çekleri dağıtmakta bulmuştu çareyi. Simple Living Network "Change this stupid economy!" (Bu aptalca ekonomiyi değiştir!) sloganıyla bir karşıt eylem başlatmıştı hatta. Hareketi başlatan küçük kıvılcım da şu yazıydı. Halihazırdaki ekonominin aptalca olduğu konusunda galiba hemfikiriz; bir de yerine koyabilecek yaratıcı çözümü bilebilseydik. Cantebury piskoposu da bilmiyor sanırım.

"Bahçe"den haberlere gelince...
Liçi küçük küçük yapraklar vermeye devam ediyor ama fotoğraf çektirmek için hâlâ istekli değil.
Keçiboynuzu 3. yaprak çiftini büyüttü, hem de çok büyüttü. 4. için çalışıp çabalamakta.
UGO'nun bir çim tohumu olduğunu sanıyorum. Toprağı eşeleyip baktım, benim son zamanlarda uğraşığım tohumlara benzemiyor. Üstelik gayet de çim gibi büyüyor. Satın aldığım toprakla beraber geldiğini tahmin ediyorum. Yani o gerçek bir "dış uzaylı".
İki nergis soğanı diktim. Evde soğanlı bitki yetiştirmek için son demleriniz olabilir veya çoktan mevsimi kaçırdınız. Üstelik ben de haber vermeyi unuttum. Bir sonraki kışa unutmayalım. Bu nergis soğanlarından çiçek çıksa da çıkmasa da, bir hikaye çıkacak gibi. Adı "nergis olmazsa sarımsak" olabilir. Bakalım...
Bir baharat bahçesi yaratma girişimim oldu.Mevsim itibariyle kısmen başarısız. Bir saksıya karabiber, keten tohumu, çörekotu, kimyon tohumu, hardal tohumu, kakule ektim. Bunlar mutfakta kullandığım tohum baharatlardan bir kısmı. Saksıda durumları ne olur diye merak ettim. Soframıza gelen şeylerin yaşayan ve yeni yaşamlar yaratma potansiyeline sahip nesneler olduğunu bilmek hoşuma gidiyor. Ayrıca bazılarının çok da güzel çiçekleri olduğunu duydum. Çörekotu ve kimyon tohumu filizlendi, diğerlerinden ses yok. Baharda tekrarlamak üzere rafa kaldırdım bu projeyi.

Bugünlerde böyle akıp gitmekte yaşam bu kıyıda. Sizlerden ne haber?

Çarşamba, Aralık 17, 2008

Küçük mutluluklar: Üstelik brokoli...

Evet, üstelik brokoliyi de çok seviyor bu çocuk.

Bu akşam yemekte brokoli yerken, lokması biraz gecikince, kendi uzanıp almaya girişti de masanın üstünü birbirine kattı.

Başım göklere erecek bu gidişle :)

Küçük mutluluklar: Kereviz

Atıştırmalık olarak kereviz sapı yemekten hazzeden bir oğlum varken...

...mutlu olmak için başka sebep aramak gerekli mi?

Cuma, Aralık 12, 2008

Malta: Dil

Malta'ya geldiğimizden beri yazdığım yazılarda dilden de az çok bahsettim. Ancak Maltaca öylesine kendine özgü bir dil ki hakkında ayrıca bir yazıyı hak ediyor.

Öncelikle dilin kökenine bir göz atalım. Pek çok kaynakta Maltaca'nın kaynağının Arapça veya Arapça'nın Sicilya'da gelişmiş bir lehçesi olduğu söyleniyor. Kimi kaynaklarda dilin bundan da öte Fenike diline dayandığı savunulsa da, sanırım bu adadaki bazı yer isimlerinin kökeninin Fenike dilinde olmasından kaynaklanıyormuş. Her durumda Maltaca Avrupa'nın Sami dil ailesinden gelen tek dili ve aynı zamanda bu ailenin Latin alfabesiyle yazılan tek üyesi. Özellikle temel kavramlar ve dilbilgisi kuralları Arapça'dan geliyor. Pek çok sözcük ise İtalyanca ve İngilizce'den ödünç alınmış. Aquilina'nın Maltaca-İngilizce sözlüğündeki 41.000 sözcüğün kökeni üzerinde yapılan bir çalışma, Maltaca söz varlığının %32.41'nin Arapça, %52.46'sının İtalyanca ve özellikle Sicilya, %6.12'sinin ise İngilizce kaynaklı olduğunu göstermiş. Bu haliyle Maltaca yoğun olarak sözcük ödünç alan dillerden sayılıyor. Ancak belki de adanın tarihi göz önüne alındığında dilin bugünkü durumu eleştirilmeyi değil, takdir edip ders almayı gerektiriyor.

Malta 10. yüzyılda Arap hakimiyetine geçiyor ve uzunca bir süre de böyle kalıyor. Günlük konuşmada çok rastlanan pek çok Arapça sözcük bu dönemden kalma. Kbir( büyük), triq (yol), xemx (güneş), dar(ev), sayf (yaz), sabiha (güzel), bahar (deniz), leyl (gece) gibi. Malta'da günlük konuşmalara kulak misafiri olmak bana kendi dilimizde de kökeninden habersiz olduğumuz ne çok Arapça sözcük olduğunu farkettirdi.

16. yüzyılda ada St. John şövalyeleri hakimiyetine girdiğinde resmi dil olarak İtalyanca kullanılmaya başlıyor. Hakim sınıf İtalyanca konuşup yazışadursun, balıkçı ve çiftçilerden oluşan yerel halk kendi dilini kullanmaya devam ediyor. Fakat İtalyanca bugün sadece idari yapıda değil, pek çok alanda dile yerleşmiş durumda.

1798'de ada Fransızlar tarafından ele geçiriliyor. Ancak Fransızlar hem adayı ele geçirme şekilleri, hem de dine bakışları yüzünden Malta'da sevilmiyorlar ve varlıkları da fazla uzun ömürlü olmuyor. O günlerden kalan bir iki Fransızca sözcük var sanırım; Bongu (Günaydın) onlardan biri. 1800 yılında Malta 20. yüzyılın ortalarına dek sürmek üzere İngiliz hakimiyetine geçiyor. Bütün bu anlatılan dönemler boyunca Maltaca yerel halkın sözlü iletişimde kullandığı, yazılı şekli bulunmayan bir dil. Söylendiğine göre küfretmeye de son derece müsaitmiş. İklim, coğrafya, toprak ve tarih göz önüne alındığında halkın küfredecek çok şeyi olduğu aşikar :D İlk kez geçen yüzyılın başında Latin alfabesi ile yazılmaya başlanıyor, dilin kurallarını belirleyen ilk dilbilgisi kitabı da yaklaşık o zaman yazılıyor. Sömürge döneminde halkın İngilizce öğrenmesi eğitim ile teşvik ediliyor. Bu sırada İtalyanca ikinci önemli dil. Ancak 1934'de Maltaca adada resmi dil olarak tanınıyor.

1964'de bağımsızlığını kazanan Malta'da bir dönem Maltaca'nın tamamen terkedilmesi ve İtalyanca'nın tek resmi dil olması da tartışılmış, fakat kabul görmemiş. Bugün İngilizce ve Maltaca birlikte bu ada devletinin resmi dili. Tüm resmi dökümanlar ve web sayfaları her iki dilde hazırlanıyor. En çok okunan iki gazete (Times of Malta ve The Independent) İngilizce, ancak Maltaca gazeteler de var sanırım. Maltaca aynı zamanda Avrupa Birliği'nin de resmi dillerinden birisi. Çünkü bugün (dünyanın dört bir yanında yaşayan Maltalı göçmenleri saymazsak) sadece 400.000 kişinin konuştuğu bir dile sahip olmasına rağmen, AB'ne giriş sırasında Malta diline sahip çıkmış. Birliğe geçiş aşamasında binlerce sayfadan oluşan bütün kanunlar, kanun taslakları, antlaşmalar ve benzeri dökümanların karşılıklı olarak çevrilmesi gerekmiş. Çevirmenler çoğu zaman sadece metni bire bir çevirmek değil, yeni sözcükler türetmek ve dili yeni baştan şekillendirmek görevini de üstlenmişler. Field (tarla) sözcüğünün Maltaca karşılığının pek çok dilde olduğu gibi daha soyut anlamlarda kullanılması (alan gibi) buna verilen örneklerden biri. Bu aşamada dil özellikle soyut kavramlara yönelik pek çok yeni sözcük kazanmış. Pek çok bilimsel , teknolojik ve soyut kavram da diğer dillerde olduğu gibi doğrudan İngilizce'den ödünç alınmaya devam etmiş ve ediyor elbette. İlginç olan Maltalıların bazı İngilizce sözcükleri İtalyanca'ya ve hatta onun Sicilya diyalektine benzeterek, İtalyanca'da bile olmayan özgün sözcükler türetmesi. Bunun için Wikipedia'da verilen örnekler evalwazzjoni("evaluation"), azzjoni industrjali ("industrial action") ve armamenti kemikali ("chemical armaments"). Sıkça rastlanan Kunsil Lokali ifadesi(Yerel idari birim- belediye) de sanırım bunun bir diğer örneği.

Kitapçılarda rast geldiğim kadarıyla Maltaca yazılmış epeyce bir kitap ve kendince bir de edebiyatı var bu dilin. Sokaktaki insanların çoğunun kendi aralarında dahi İngilizce konuştuğuna dair bir gözlemim vardı başlarda. Ancak yanılıyor olabilirim. Alışverişte, hastanede, sokakta pek çok Maltalı beni de Maltalı zannettiklerinden kendi dillerinde başlıyorlar çünkü söze. Bu kendi dillerini konuşma konusunda hiç de isteksiz olmadıklarını gösteriyor. Çoğu zaman şaşkın bir "Efendim ?!" işe yarıyor, ama bazen açıkça "Maltalı değilim, dilinizi bilmiyorum" demem gerekiyor :) O zaman anında İngilizce'ye geçiyorlar. Kendilerine has bir aksanları da olsa hemen her Maltalı akıcı olarak konuşuyor İngilizce'yi. Çat pat konuşan, derdini zar zor anlatan sadece bir iki kişiye denk geldim. Çocuklar İtalyanca televizyon yayınları nedeniyle bu dili de kendiliğinden kolayca öğreniyorlarmış. Sanırım İtalyanca zaten seçmeli yabancı dil Malta okullarında. Söylendiğine göre gençler arasında "Maltenglish" denen tuhaf bir dil yaygınlaşmaktaymış. "Thank you hafna" nın "Grazzi hafna" nın (çok teşekkürler) yerini aldığından şikayetçiymiş yaşlılar. Benzer dil karışımlarına Almanya'daki genç Türkler arasında rastlamak da olası. (Örnek: Ders çıkışında "Seni bugün kim abholen yapacak?" - "Kim gelip alacak" anlamında!) Üstelik iki dil bilindiğini değil, her iki dile de yeterince hakim olunamadığını gösteriyor bu çoğu kez. Ama iğneyi kendimize batıralım hadi. "Çok mersi" diyen de biz değil miyiz?

Diyeceğim o ki, Maltalıların yüzyıllardır sıkı sıkıya tutundukları üç faktör varsa birincisi tarih(Büyük Kuşatma), ikinci din ve üçüncüsü de dil gibi görünüyor. Şartlar gözönüne alındığında çoktan sahneden silinip gitmiş olması beklenen bir dilin hâlâ yaşaması başka nasıl açıklanabilir ki? Peki, tarihin ona hazırladığı çok başka şartlara rağmen Türkçe'nin bugünkü durumu neyle açıklanabilir?

Sokak ortasında elini kolunu sallayarak Maltaca konuşan iki kişiyi gören her yabancı -ben dahil- ilk başta kavga ettiklerini sanıyor. Hayır, kavga etmiyorlar, sadece "coşkuyla" dillerini konuşuyorlar :)

Bu yazıda faydalanılan kaynaklar:
1) Kif inti? -Tajjeb! (Die Zeit)
2) Maltese - an unusual formula (MED Magazine)
3) Wikipedia - Maltese Language ve Malta girişleri
4) Wikipedia Maltesische Sprache girişi
5) Wikipedia Maltaca girişi



Salı, Aralık 09, 2008

Sonu gelmeyen yazı

Her şeyin katıp karıştığı, uzun bir yazı yazmak istiyor canım. Ayça'nın deyişiyle "her şey ve hiç bir şey üstüne" olsun. Kafamdaki düşünceler gibi daldan dala atlasın. Ne bileyim, özel bir konusu olmasın, geçen günler üzerine olsun. Konu konuyu açsın; sonlara doğru "Nereden gelmiştik biz buraya?" dedirtsin. İçinden 72 ayrı yazı konusu çıksın ama hepsi bir solukta söylenmiş olsun. Havası kapalı bir öğleden sonra sanki birimizin evinde toplanmışız, yapacak bir şeyimiz de yokmuş, başlamışız anlatmaya ordan burdan. İçeriden, mutfakta kaynayan suyun sesi geliyormuş. Artık kahve mi olacakmış, çay mı, okuyucunun tercihine kalsın. İşte öyle bir şey...

Yapbozun yerini bulan son parçasıyla başlayayım mesela: Chrysanthemum pacificum. Aklıma gelen her yöntemle arayıp bulamadığımda Ayça'ya bir e-posta yazmıştım. "Ne olduğunu bulamıyorum. Bana bir yol göster ama ne olduğunu söyleme" demiştim, "Yaprakları da biraz meşeyi andırıyor ama..." demiştim. Ayça hemen yanıt yazmıştı: "Yaprakları meşeden ziyade bir kesme çiçeğin yapraklarını anımsatmalı sana". Buydu işte ipucu. Şu var ki, ben kesme çiçekler konusunda zayıfımdır biraz. Aklıma sadece gül ile karanfil geldi o an zaten. Bir üçüncüyü hatırlayamadım.

?

Gözümü kapatıp yaprakların üzerine her yoğunlaşmamda kafamda aynı görüntü oluşuyordu ama: Almanya'da haftasonu yürüyüşlerinde yanından geçtiğimiz bir çiçek tarlası... Sahibi her yıl yaz ortasında tür tür çiçek ekiyordu. Yanı başında da bir varil vardı tarlanın. Üzerinde bir bahçe makası, bir kumbara ve fiyat listesi olan. Makasla istediğiniz çiçeklerden topluyor, fiyat listesine göre borcunuzu hesaplıyor, sonra kumbaraya atıyordunuz. Şimdi çıkışmadı mı o kadar para? Sorun değil, bir sonraki sefere... Keşke bir fotoğrafını çekseydim o varilin. "Ne biçim dünya, kimse kimseye güven(e)miyor..." dendiğinde kanıt olarak sunardım. Tarlada yetişen çiçeklerden biri olmalıydı Ayça'nın kastettiği, durmadan orayı anımsadığıma göre. Günebakanlar ve aslanağızları değilse....Kasımpatı! Evet, renk renk kasımpatı vardı tarlada... Google'un arama kutucuğuna kasımpatı yazdım. Birinci link "Chrysantemum demek istiyorsun herhalde" dedi. Peki, onu yazalım çok bilen kutucuğa. İşte bakın, daha ikinci linkte bir Japon adasının endemik türü olan Pasifik Krizantemi karşımızda! Memnun olduk, ne güzel seninle tanışmak! Sen de uzak düşmüşsün bizim gibi toprağından. Ve teşekkürler Ayça, tanıştırdığın için...

Yapbozun yeni parçası mı? Onda yol almış değilim henüz. Üstelik durum her zamankinden daha çetrefilli. Dört ayrı yerde görmüştüm bu çiçeği. Sonra çektiğim fotoğraflarda farkettim ki aslında iki ayrı bitki. Yapraklarının farklı olması bir yana, küçük, uçuk mavi renkli çiçekleri de farklı birbirinden. Bugün alışverişe çıktığımda özellikle yolumu uzatıp inceledim iki ayrı yerde. Evet, kesinlikle iki ayrı bitki. Seni bakar kör seni, bu da bir ders olsun sana.

Yol üzerindeki saksılara dikilmiş defne ağaç(çık)larının dükkân sahiplerince süslendiğini farkettim ayrıca. Noel ağacına ekolojik bir Akdeniz'li yaklaşımı. Hoşuma gitti. Kim demiş Noel ağacı ölü ve çam olmalıdır diye?

Alışveriş sırasında yaseminli yeşil çay gördüm. Ama tuttum kendimi almamak için. Alışverişte uyurgezer bir ruh haline büründüğümüzü, adeta başka bir bilinç düzeyinde nefes aldığımızı hiç farkettiniz mi? Elimi uzatıp o yeşil çay paketine dokunmak istememle, "boşver, ev zaten ot çayı dolu" demem arasında incecik bir çizgi vardı bugün. Sanki uykuda gibiydim de biri omzuma dokunuverdi. Üstelik bir de nar çiçeği çayı eklendi şimdi evdekilere. Tadını ekşi bulacağımı ummuştum. Oysa daha çok kuru bamyayı anımsattı bana :P

Bu arada yerel adı "Güren" olan ama kendisi kızılcık olmayan, tadı da görüntüsü de daha çok iğdeyi anımsatan bir meyve biliyor musunuz? Evimizin yeni konuklarından. İzmir'de bir aktardan bir paket alınmış. Yine tam tanışmış saymıyorum kendimi, adından sanından emin olmayınca... Bildiğim tek şey vaktiyle Ege'nin köylerinde çokça yetiştiği... Tanışmak istiyorum oysa, çünkü market reyonlarındaki ve sofralardaki tektiplilikten gına gelmekte bana. Ve bu tektipliliğin üzerimize giydiğimiz giysiden (moda), okuduklarımıza (trend) her şeye bulaştığını hissediyorum. Ben birinin bana parmağını sallaya sallaya, okuyacağımdan yiyeceğime, dinlediğimden seyrettiğime her şeyi dikte etmesini istemiyorum. Ben "güren"imi istiyorum! Noel ağacına defne yaklaşımını da bundan seviyorum biraz.

Yılbaşı yaklaşırken herkesin herkese bir armağan almaya kendini mecbur hissetmesini de aynı sebepten sevmiyorum. Bir kaç yıl önce bir tartışma grubuna bu konuda bir yazı göndermiştim. O ara okuduğum bir kaç yapıcı ve yaratıcı fikri içeriyordu. İsterdim ki biraz daha geliştirip paylaşayım o yazıyı. Üşeniyorum, ne yalan söyleyeyim. Ama ben onu buraya kopyalayayım, siz anafikri anlarsınız. Ve bildiğiniz gibi uyarlarsınız kendi yaşamınıza:

Merhaba,
Malum, yılbaşı yaklaşıyor. Herkeste bir hediye telaşı. Bu aralar internette başka şeyler araştırırken karşıma bu konuyla ilgili bazı öneriler çıktı, kendi düşüncelerimle birleştirip sizinle paylaşmak istedim.
**Öncelikle şu: Birkaç yıl önce bir yılbaşı öncesi, bir alışveriş merkezinde hediye alışverişi yaparken şunu farkettim. 1 saatlik, her vitrin önünde kararsızca, dura kalka yaptığım alışveriş, beni bütün bir gün doğada yaptığım yürüyüşlerden daha beter yormuştu ve işin kötüsü içimde sırf adet olduğu ve de almış olmak için hediye aldığım gibi bir his vardı. Artık önemli günlerde(yılbaşı, doğumgünü, vb) ve de tüketmemiz için uydurulmuş günlerde (sevgililer günü,vb) neredeyse hiç hediye almıyorum . Buna karşılık yılın herhangi bir günü bir vitrinin önünden geçerken tanıdığım birinin çok işine yarayacak ya da çok seveceğinden emin olduğum bir şey görürsem iç rahatlığıyla alıp bir sebep yokken hediye ediyorum. Bence etkisi daha da büyük oluyor.


**Rastladığım öneriler de şunlar:
- Özellikle çocuklara alınan hediyeleri mümkün olduğunca küçük tutun. Küçük şeylerle mutlu olmayı ögrenmeliler.
- Mutlaka materyalist hediyeler vermek zorunda değilsiniz. Bildiğiniz bir konuyu (web sayfası hazırlamak, resim yapmak, basketbol oynamak) öğretmek, ya da zamanınızı hediye etmek(meşgul annelere bir tiyatro bileti alıp bir akşamlığına onları tiyatroya gönderip çocuklarına bakmak gibi!)de mümkün. Burada iş yaratıcılığınıza kalıyor.
- Kendi hazırlayacağınız hediyelerin maddi değeri küçük olsa da manevi değeri büyük olabilir. Bu konuda Internet inanılmaz fikir ve önerilerle dolu. El becerisi olanlara duyurulur.

** İlle de bir hediye aldınız. İs paketlemeye kaldı:
- Mutlaka cafcaflı ve pahalı kağıtlar kullanmanız gerekmiyor.Gazetelerin bol ve küçük yazılı sayfaları güzel bir kurdelayla bağlandığında oldukça orjinal olabiliyor (Bu tür kurdelalar bizim evde gelen hediyelerden biriktirilir. Bir çok evde de öyle yapıldığından eminim;-) Gazete olarak boyalı basın yerine entellektüel bir yayın kullanmanızı öneririm. Diğer öneriler de dergilerin parlak renkli sayfalarının ya da dergilerin verdigi posterlerin kullanilmasi. İş yine yaraticiliginiza kaliyor.
- ve son olarak (ben bunu cok tuttum!): Uzak bir yere kargo ile hediye gönderirken, hani köpük denen o beyaz ve tuhaf madde yerine(çünkü onun da doğaya dönüşüm sorunu var) patlamış mısır kullanılması! Hediye sahibi bir taraftan hediyenizi incelerken, diğer taraftan mısırları yiyebiliyor , o kadar doğal yani... Çifte hediye olması da cabası ;-) Tabii benim uyarım, önce çok zarar görmeyecek, kırılmayacak kargolarda denemeniz olur.

Hadi kabul edin, aksi durumda tanıdığınız herkese bir armağan almaya kalkışıp ucuza kaçacak, muhtemelen Çin malı kalitesiz ürünlere yöneleceksiniz. Dün bir finans gazetesinde okuduğuma göre ekonomik durgunluğun etkileri hissedilmeye başlanmış Çin'de. İşten çıkarmaları takiben pek çok göçmen işçi son yıllarda yıldızı parlayan sanayi şehirlerinden tarımın egemen olduğu taşradaki memleketlerine geri dönmeye başlamışlar. Geleceğe dair bir B planı olmayan, kısmen tarımı da unutmuş kalabalıklar bunlar. Toplumsal huzursuzlukların artmasından endişe ediyormuş Çinli yetkililer. İlk bakışta ben ve benim gibi tüketimi kötüleyen veya durgunluk sebebiyle mecburen kemer sıkma yolunu seçen kitleler suçlu Çinli işçilerin durumundan. Sadece onların değil, kendi yaşadığımız ülkelerde işsiz kalanların (ve kalacakların) durumundan (buna tanıdıklarımız ve belki kendimiz de dahiliz) da sorumluyuz bu durumda. Bizi gidi bizi! Keşke her şey bu kadar basit olsa. Keşke o balonu hep ulaştığı seviyede şişmiş tutabilmek için nefesimiz tükenene kadar, patlayıp çatlayana kadar üflemeye devam etsek. Ama işe yaramıyor işte, bir yerinde küçük bir delik var, durmadan hava kaçırıyor. Daha şişirsek orta yerinden infilak edecek hatta. Yine de "köyüne dönen" ve ne yapacağını bilmeyen o kalabalıklar düşündürüyor beni. Ve korkutuyor...

Tam ifade edemeyeceğim bir çağrışımla "kendine yeterliliğin önemi"ne götürüyor bu beni. Gelecek sanki kendi kendine yetebilenlerin ayakta kalabildiği, elinden çok şey gelenlerin, çılgın çay partisinin sevgili Alis'inin deyişiyle "becerikliler" in dalgaları daha iyi atlatabildiği zamanlara gebe.

Ben mi? Her anne gibi çok şey gelir elimden benim. Tekrar çalışmaya başlayacağımda CV'min yapabildiğim işler bölümüne "süt imalatçısı, gece bekçisi, kriz yöneticisi, animatör, palyaço" notlarının yanında "bebek berberi ve walker (yürüteç)" de yazacağım. Neden mi? Oğlumun uzayıp duran saçlarını kestirmek bir sorun oldu. Bilirsiniz, Türkiye'de bu (ilk berber ziyareti) genellikle sünnet gibi törensi bir olaydır. Galiba benim hayalim de buydu. Fakat götürdüğümüz berber biraz korkak çıktı. "Çocuğu siz biliyorsunuz, bilmem ki, yerinde durur mu?" türünden cümleler korkuyu babaya da sirayet ettirdi. Nihayetinde uzayarak artık gözleri, kulakları ve enseyi örtmeye başlayan saçları traş etmek görevi "Aaa! Ben ne anlarım saç kesmekten?" diyen anneye kaldı. Her banyodan sonra bir bukle, bir bukle daha derken... "Bizi o berber teyzenin dükkânında bir daha zor görürler. İşte annem kesiyor ne kadar güzel...".

Peki ya "walker" oluş? O daha da komik. Bizim küçük sincabın yürümesi biraz gecikti. Bir walker satın almaya karar verdik. Babası derli toplu, kolayca devrilmeyecek, stabil bir şey olsun istiyor. Ben ahşap olsun, boyası zararlı kimyasallar içermesin, Çin malı olmasın derdindeyim. Ne yazık ki tüm bu kriterleri karşılayan bir şey bulamadık burada. Internetten bulup sipariş edeceğiz ama geciktikçe gecikiyoruz. İş başa düştü. Anne yere çömeldi, "walker" rolünde; sincap ona tutunup yürümeye başladı. Hah hah ha! Nasıl da eğlenceli! (Bir de anneye sorun!) Anne önde, sincap arkada yürüdük durduk koridor boyu. Bilmiyorum kaç kilometre yaptık. Sincap yürümeye başladı. Walker üreticinin deposunda, 50 Avro cebimizde kaldı.

Aklıma "yoksunluğun yaratıcılığı" üzerine bir makaleyi getiriyor bu bir de. MIR uzay üssünde Amerikalı astronotlarla birlikte çalışmış Rus kozmonotların anlattıklarına dayanıyor. Amerikalıların nasıl da sırf kırılan bir deney tüpü yüzünden seyir defterine "deney gerçekleştirilemedi" yazıp dünyaya geri döndüklerine, Rus kozmonotların en beklenmedik kozmik dertlere çare bulmakta ne yaratıcı olduğuna dair bir makale. Sebebi ise her şeye doya doya ve bolca sahip olunamayan komünist bir kültürde yetişmeleriymiş. Tamam, belki de yanlıdır biraz anlatılanlar. Ama bana yoksunluğun sadece parasızlık demek olmadığını, insanın bazen cebinde parasıyla da yoksun kalabileceğini anımsatıyor. Bir de zannettiğimizden çok daha fazla şeyi kendimiz yapabileceğimize ve potansiyelimizin gerisinde kaldığımıza. Bakın yine kendi kendine yetebilmeye ve becerikliliğe geldik dönüp dolaşıp.

Şu veya bu sebeple satın alamadığımız servis ve ürünlerin bizi mutsuz ettiği bir dünyayı saçma buluyorum, zannettiğimizden çok daha fazla şeye ve çok daha fazla beceriye sahip olduğumuza inanıyorum. Özgün yaklaşımlarla çözdüğüm her sorun ve kendi ürettiğim her şey üstelik çok da mutlu ediyor beni. Cebimdeki paranın miktarından bağımsız, içsel olarak zenginleştiğimi hissediyorum. İşte özetle budur "yoksunluğun yaratıcılığı" ve "kendine yetebilirlik" in bana düşündürdüğü...

Aklıma gelmişken, Funda ve diğer liçi-severlere müjdem var. Mini mikron yaşam belirtileri veriyor liçi. Hem de dört ayrı gözden. Bir ay kadar önce gerçek bir saksıya taşımıştım onu. "Keçiboynuzunun var da benim niye yok?" demişti zira. Taşınma sırasında farkettim ki su şişesinden bozma ilk saksısı bir drenaj problemi yaratmaktaymış ve kökleri vıcık vıcık su içindeymiş. O kadar suya batsam ben boğulurdum, onun o bir kaç yaprağı ortaya çıkarabilmesi bile mucize. Saksısı değiştikten sonra sık sık konuştuk kendisiyle. Nelerden bahsettiğimiz liçiyle benim aramda kalsın izninizle. Fotoğrafını çekebileceğim bir büyüklüğe eriştiğinde yeni yapraklarını göstermek de borcum olsun... Okuyuculardan bazılarının "Gidip bir ficus benjamina veya difenbahya almak varken neden o dört kuru yaprakla uğraşıp duruyor?" demesi muhtemeldir. Çünkü ancak böyle öğrenebiliyorum bitkilerden ve öyle çok şey öğreniyorum ki yaşama dair. Şu kavun mesela. Biraz yeşillik olsun diye ektiğim... Biraz değil çok, pek çok yeşillik olması, üstelik o kadar az toprakla, üstelik çiçeğe durması, üstelik İstanbul'da Karaköy iskelesini yıkan fırtına buraya eriştiğinde ve çiçeğini kaybettiğinde bile yıkılmaması, üstelik hava soğudu diye içeri aldığımda güneşe erişebilmek için durmadan -bir yere tutunmaya çalışır gibi- açılıp kapanan eller inşa etmesi... Bu dünyada yaşama karşı bir "kavun duruşu" bile sergileyemeyen ve her şeyden şikayet edip yıkılan ne çok insan var! Şu haberlerde seyrettiğim Avrupalı turist var mesela. Hükümet karşıtlarının işgal ettiği Bangkok havaalanında bir hafta mahsur kalan, elindeki bileti kameraya sallayarak yürürken bir taraftan öfkeyle "15 kez geldim bu ülkeye. Bir daha asla! As-la!" diyen adam. Ne sanıyordu ki Tayland'ı? Biraz Spa, Thai masajı, tropik meyveler, egzotik yemekler, arka planda bir iki tapınak ve gülümseyen çekik gözler mi? Sanki allı pullu, şık paketinin içinde "Tayland" marka bir çikolata yiyoruz da içindeki fındık bozuk çıkıyor bir seferinde. Tüketim toplumunun gezgini de böyle oluyor işte.

Gezgin dedim de, bizim "bahçe"ye hiç UFO uğradığı görülmemiştir; fakat sık sık UGO (Unidentified Growing Object -Kimliği Bilinmeyen Büyüyen Nesne) uğrar. Sebebi benim sadece acemi değil aynı zamanda sabırsız ve disiplinsiz bir bahçıvan olmam. Bir saksıya ektiğim tohum "makul" süreler içinde filizlenmezse, yerine elime geçirdiğim bir başkasını ekiyorum hemen. Hangi saksıya ne zaman, ne ektiğimi de not etmiyorum çoğu kez. Ardından çıkan tohumun ne olduğunu hatırlayamıyorum sonra. Şimdi kavunun saksısında büyüyen bir misafir, bir UGO var. 10 gün kadar önce, başka boş yer bulamadığımdan bir tohumu hayal meyal oraya sokuşturduğumu hatırlıyorum. Ama ne olduğunu tamamen unutmuşum. Belki biraz daha büyürse bileceğim hangi bitki olduğunu...

Oğlumun ateşini merak ediyorsunuzdur belki. Her zamanki gibi beşinci gün sonunda sona erdi. Işıl'ın dediği gibi ve Das Etikett'in gönderdiği linkte belirtildiği üzere ateş aslında savunma sistemimizin doğal bir tepkisi. Virüs ve bakterilerle savaşmak için kullandığı çeşitli yöntemlerden biri. Bu açıdan hemen ateş düşürücü ilaçlara sarılmak çok da iyi değil. Dördüncü gün akşamüstü son kez 38.3 civarına yükseldiğinde bunun artık son demleri olduğunu bilmenin rahatlığıyla ateşe biraz zaman tanımayı tercih ettim. Kendi kendime 38.5'i geçtiğinde hemen ilaç vermeye söz vererek bir süre ılık su kompresi ile ateşi kendi haline bıraktım. Elimle sürekli kontrol ederek ve 15 dakikada bir termometre ile ölçerek... Ateş bir inip bir çıkarak 38.4 seviyesinde asılı kaldı. Sürekli ölçüm yapmanın oğlumu rahatsız etmeye başladığını farkettiğim noktada (iki saat sonraydı bu), işte ancak o zaman verdim ateş düşürücüyü. Ateşe iki saat zaman verdim görevi neyse onu yapması için :) Yine de her çocuğun doğası farklı. 38 derecenin üstünde ateş 1,5 yaşında bir çocuk için hafif ateşken, yeni doğanlarda yüksek ateş anlamına geliyor. Bu tür denemelerin o anda uygun olup olmadığına çocuğun ve ateşin doğasını bilerek karar verilmeli.

Doğasını anlamadan müdahale ettiğimiz için dengesini bozduğumuz başka şeyler de var, değil mi? Bazen insan bu açıdan bilime inancını da yitiriyor. Bilimin kendisine değil de, uygulanageliş şekline diyelim. Hımm, uzun bir "bilimde metod, yöntem" tartışmasına götürebilir bu bizi. Ama ben yoruldum biraz.

Siz de bir şeyler anlatsanıza...

Cuma, Aralık 05, 2008

Küçük olamayacak kadar büyük, büyük olamayacak kadar küçük

Bugün sabah mutlu olmak için bir dolu sebeple başladı. Parlak bir güneş vardı, kahvaltıdaki taze ekmek üstüne tahin ve bal harikaydı, bilgisayardaki DJ abimiz hep sevdiğim şarkıları seçip çaldı. Her günden farklı bir gün değildi aslında. Her günüm yaklaşık böyle başlar benim. Ama insanın tam da bu yüzden mutlu olabilmesi için gecenin bir buçuğunda kucağında 40,8 derece ateşli bir çocukla acilin kapısından dalmış olması gerekiyor sanırım. Galiba bundan da yüksekti ateşi. 40,8 benim dayanamayıp gözümü termometreden kaçırmadan önce gördüğüm son rakamdı.

3 dakika sonra anne evin içinde panikle bir oraya, bir buraya koştururken sincap kendi yatağında ayakta dikilmiş, elini kolunu sallayarak kendi dilinde etkileyici bir tirada başlamıştı. 10 dakika sonra evden çıkmıştık.

Bu yazıyı "küçük mutluluklar" olarak mı, yoksa "büyük mutluluklar" olarak mı etiketliyeyim bilemedim. Küçük olamayacak kadar büyük, büyük olamayacak kadar küçük mutluluk...
*
Aranızda küçük çocuklarda ateş kontrolü için doktorun verdiği ilaçlara destek olabilecek doğal yöntemler, otlar, meyveler vb. bilen var mı? Endonezyalı bir arkadaşım kendi ülkesinde çocuklara ateş düşürücü etkisi sebebiyle hurma yedirildiğini anlatmıştı. Hiç denemedim, o yüzden doğrulayamam bunu. Buna benzer, denemesi zararsız ve ateş düşürücü ilaçlara eşlik edebilecek doğal bir şeyler arıyorum. Sevmiyorum çünkü o ilaçları da...

Salı, Aralık 02, 2008

Sayısız küçük şeyin toplam sonucu

Bir naylon poşeti tekrar kullanmakla dünyayı kurtarabilir miyim?
Arkasını not almak için kullandığım bir alışveriş fişi Amazonları kurtarır mı?
Ben 10 derece daha düşük ısıda yıkasam çamaşırlarımı, bir de yıkamadan önce bir kez daha giysem, enerji krizi çözülür mü?
Ben binmesem de gideceğini bilsem bile, şehir merkezine gitmek için otobüs yerine yürümeyi tercih etsem, karbon salınımını azaltmakta bir faydam olur mu?
Suşi yemesem mesela balık katliamı son bulur, soya yemesem GDO lobisi zarar görür mü?

İçimdeki ses "Evet!" diyor. Çünkü benim gibi bir sürü insanın daha benzer soruları kendine sorduğuna ve samimiyetle "Evet" diye yanıtladığına inanıyorum.

Dünyayı bu hale getiren -her ne kadar aksine inanmayı tercih etsek de- benim, senin ve onun küçük, bireysel eylemleri değil mi? Atmosfere günde bilmem kaç bin ton zararlı gaz ve zehir salan ve bu yüzden sorunun birincil veya tek kaynağı olması gereken bacalardan, zehrini nehirlere pompalayan fabrikalardan, Amazon'dan günde bilmem kaç futbol sahası çalan güçlü ve kötü adamlardan bahsetmeyin bana; onları besleyen de market rafları arasında, mutfakta, ofiste, sokakta her gün aldığımız küçük kararlarla biziz.

Tersi neden mümkün olmasın?

Geçenlerde rastgeldim. Duane Elgin demiş ki "Bütün bir toplumun karakteri milyonlarca insanın gün be gün yaptığı sayısız küçük şeyin toplam sonucudur."

Tek başına



Hem böyle olmasa ne farkederdi ki? "Tek başına olmak, sürüden ayrı düşmek, güzel ve doğru olmak adına elinden ne geliyorsa onu yapmaya engel mi olmalı?" diye soruyor Lantana.