"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Cuma, Nisan 30, 2010

Beyaz Sirke - Biraz kimya dersi :)

Dünkü yazıya bırakılan yorumlardan sonra, beyaz sirke konusunda hata yapmamak için internet üzerinde biraz daha tarama yaptım. Konunun uzmanı değilim; okuduklarımdan anladığım şu:

Amerikan usulü beyaz sirke (yani white winegar), %5 asetik asit + sudan oluşan bir karışım. Yani seyreltilmiş asetik asit. Peki asetik asit ne? Bir diğer adı ethanoic acid. Sirkeye keskin, ekşi tat ve kokusunu veren madde.

Seyreltilmiş asetik asit eğer doğal fermentasyon işlemi sonunda oluşuyorsa ona sirke deniyormuş. İlk kez 1847'de Alman kimyacı Hermann Kolbe inorganik materyallerden laboratuar ortamında asetik asit üretmeyi başarmış. Bugün üretilen asetik asitin büyük çoğunluğu bu şekilde inorganik kaynaklardan elde ediliyormuş. Yalnız bazı ülkelerde, organik olmayan kaynaklardan gelen asetik asitin mutfakta/ gıda hazırlığında kullanılması kabul edilmiyormuş.

Mutfakta asetik asit mi? Evet, kulağa tuhaf geliyor ama asetik asit veya onun seyreltilmiş hali (yani white winegar/beyaz sirke) bazı ülkelerde marketlerin gıda bölümlerinde diğer sirkelerin (örneğin üzüm ve elma sirkelerinin) yanında satılıyor ve salata sosları, turşular ve benzer yerlerde kullanılıyor.

Almanya'da essigessenz veya essigsaeure denen ürünün birebir asetik asit olduğunu sanıyorum. Çünkü %25 asitlik oranı olduğu ve beşte bir oranında seyreltilmesi (yani dört katı su eklenmesi) gerektiği yazıyor şişenin üzerinde.  Bu şekilde seyreltildiğinde % 5lik asetik asit, dolayısıyla Amerikan usulü beyaz sirke elde etmiş oluyoruz :) Bu arada, essigessenz sözcüğü de yaklaşık sirke ruhu demek zaten.

Özetle, okuduklarımdan anlıyorum ki ;
Asetik asit = Acetic acid = Essigsaeure = Essigessenz = Ethanoic acid = Sirke ruhu

White winegar = beyaz sirke = %5 oranında seyreltilmiş asetik asit

Dolayısıyla;
İngilizce konuşulan ülkelerde white winegar doğrudan mutfakta veya temizlikte kullanılabilir.
Almanca konuşulan ülkelerde essigessenz mutfakta mutlaka seyreltilerek kullanılmalı ve temizlikte de herhalde seyreltilerek kullanılsa daha iyi olur.
Türkiye'de bu ürünlerden hangisi var, nerede nasıl satılıyor, ben de hala bilemiyorum. Sirke ruhunun bir iki kaşık eklenmek üzere turşularda kullanıldığını okudum. Dolayısıyla aktarlarda bulunabilir belki.

Türkiye'de Doğu Asya mutfağında kullanılan pirinç sirkesi de galiba beyaz sirke adıyla satılıyor. O, doğal temizlikte kullandığımız beyaz sirke değil. Her sirke gibi o da kullanılabilir belki, ama ekonomik olacağını sanmam. Bazı Türkçe kaynaklarda ise, beyaz sirkenin elma sirkesi olduğu söyleniyor. Elma sirkesi de doğal temizlikte çok kullanılır ama o da aslında beyaz sirke değil.

Bu konunun tekrar açılmasına sevindim. Çünkü uzun zamandır İngiliz white winegar'ı ile Alman essigessenz'inin birebir aynı ürün olmadığından şüpheleniyor, essingessenz'i nasıl kullanmam gerektiğinden emin olamıyordum. Böylece bu konu da  netleşmiş oldu :)

Kimya ve gıda mühendislerinden okuyan olursa bu yazıyı, bir hatam var mı, söyler mi acaba?
...ve Beste, eğer sen de bunların  Fransızca'sını not edersen yorumlarda tamamlamış oluruz galiba, ne dersin? :)

Perşembe, Nisan 29, 2010

Beyaz sirke nereden bulunabilir?

Çok zaman önce beyaz sirke hakkında yazdığım yazılardan birine bu soru bırakılmış. Beyaz sirke Türkiye'de nerede satılır, nereden bulunabilir? Bilen var mı acaba?

'Basit Bir Yaşam'a en çok "beyaz sirke" anahtar sözcüğü ile ulaşılıyor Google'dan. Sanırım çok ilgilenen var bu konuyla. Nereden nasıl bulunacağını pek çok kişi bilmek istiyordur.

Çarşamba, Nisan 28, 2010

Çok güzelsin, gitme dur


Bu eski evi ve bahçesindeki harika erguvan ağacını dün gördüm. Bugün ne yapıp edip fotoğrafını çektim. Neredeyse on yıl bu evin bir iki sokak yakınında oturdum ben. Bahçesinde böyle güzel bir ağaç olduğunun farkında değildim. İlkbaharın her yıl ben farketmeden geçip gittiğini hissediyordum sadece, yanılmamışım işte.


Dün sokağın köşesinde dikilmiş bu güzelim erguvan ağacını seyrederken düşündüm. Sadece dallarından değil, gövdesinden de fışkıran çiçekleriyle ne kadar canlı, ne kadar genç, ne kadar yaşam doluydu. Keşke biz insanlar da yaşadığımız baharların sayısı arttıkça böyle daha da gençleşip canlanabilsek. Bakın, şu alttaki fotoğrafta göreceksiniz gövdesinin nasıl da "ne dal isterim, ne de yaprak çiçeklenmek için" deyişini...


Sonra farkettim ki, aralarında anlaşmazlık olan mirasçıları çoook seviyorum. İşte bu binanın sahipleri öyle. Bir türlü paylaşıp çıkamamışlar işin içinden. Ondandır ki, ne bu eski bina yıkılmış, ne de erguvana göz dikilmiş.


Sonu kötü biten bir mirasçı hikayesi biliyorum ben. İzmir'deydi. Harap, terkedilmiş, tek katlı bir ev. Kocaman bahçesinde görkemli fıstık çamları vardı. Çok güzellerdi, ona diyecek yok. Ama en çok pazara giderken altlarında verdiğimiz molaları severdim. En sıcak günlerde bile altları sepserin bir huzur köşesi olurdu. İnsan doğanın bulduğu çözümlerin olağanüstülüğüne bir kez daha hayran olur, bir kez daha saygı duyardı. Mirasçılar en sonunda anlaşmışlar bir kaç yıl önce. Ev yıkılmış, güzelim fıstık çamları (ah!) kesilmiş. Arsa satılmış, üzerine hemen bir süpermarket inşa edilmiş. Müşterileri klimayla soğutulmuş rafları arasında dolaşırken neler düşünür, bilinmez. Alışveriş yaptığım bütün süpermarketlerde bir fıstık çamının, ulu bir çınarın, cömert bir meşenin, ve daha kimbilir neler nelerin ruhu dolaşıyor gibi geliyor şimdi bana :(


Sana gelince,
hiç bir yerlere gitme sevgili erguvan, aman hep burada kal!

Salı, Nisan 27, 2010

İçimdeki anne Mayıs'ın ikinci Pazar günü doğmadı!

"Mayıs'ın ikinci Pazar gününün benim hayatımda özel bir anlamı yok. Benim için anlamı olan gün, çocuğumun doğduğu gündür. Ben kendi özel anneler günümü çocuğumun doğum günüyle beraber kutlarım her yıl." 
Ne hoş fikir, değil mi? Bunu sincap doğmadan önce bir çocuk bakımı dergisinde okumuştum. Anneler Günü özel sayısında fikri sorulan annelerden biri söylemişti. Kalpten benimsediğim ve severek uyguladığım bir şeydir.

Sincap doğduğundan beri bizim evde hiç Anneler Günü kutlanmadı, hiç eksikliği de çekilmedi. Anneliğime dair bir şey kutlayacaksam ille de, neden annelikle ilk tanıştığım günden başka bir gün olsun ki bu? Artık kendi doğumgünümde annemi bir karşı kutlamayla şaşırtmak da çok hoşuma gidiyor.

Mayıs'ın ikinci Pazar günü, olsa olsa beyaz eşya ve küçük mutfak araçları üreticileri için bir anlam ifade edebilir. Üretim ve satışlarını daha iyi planlayabilir, reklam/pazarlama maliyetlerini düşürebilir, hiç aklımızda yokken aklımıza, çevremizdeki anneleri nasıl mutlu edebileceğimize (veya etmemiz gerektiğine) dair tuhaf fikirler sokabilirler.
İyi de nereden çıktı şimdi bu diyebilirsiniz. Bir beyaz eşya üreticisi hatırlatmasaydı, şunun şurasında tektipçi ve materyalist usulde Anneler Günü'ne 2-3 hafta kaldığını farketmeyecek; anti-propaganda yazımı yazmayı bu yıl da atlayacaktım :)

Çok yaşa sen anne! Hayatın anlamısın!
Peh!

Pazartesi, Nisan 26, 2010

Mary Ann ve bölge müdürüyle kahve sohbetleri

"Ben böyle yaşayamam, Michael. İnsanların instant kahve ikram ettikleri için özür dilemek zorunluluğu duymadıkları bir yerde oturmak istemiyorum." (Kent Masalları / Armistead Maupin)

Mary Ann Singleton Kent Masalları'nın baş kahramanı. Clevland'lı "taşra kızı". Her türlü tuhaflığın içiçe girdiği, çılgın şehir San Fransisco'ya yerleştiğinde en çok bunu garipsiyor işte. İnsanların instant kahve ikram ettikleri için özür dilemek zorunluluğu duymamalarını...

Bugünlerde pek çok anıyorum Mary Ann Singleton'u.
Sadece misafir olduğumda değil, ev sahibiyken de.
Mutfağa giderken arkamdan "boşver, uğraşma şimdi, bi 'üçü-bir-arada' yapıver gitsin" dendiğinde...
Pişirmesinden içmesine pek sevdiğim bir ritüele "uğraşmak" yaftası yapıştığında...
Hevesim kursağımda kaldığında...

Kaybolup giden bir şey var gibi o arada.
Küçük bir şey, çok küçük. Ama çok önemli, çok değerli.

Pek de utanıyorum bunları yazdığıma. Sanki biraz zor beğenirmişim, her şeye burun kıvırırmışım gibi.
Tuhaf da buluyorum kendimi. Sanki çıkıp Mars'tan gelmişim gibi.
Ne yapayım, yazmadan da duramıyorum.

Durun şunu anlatayım da tatlı bitsin bu yazı: Üniversite yıllarımda pek ünlü bir instant kahvecinin bölge müdürlüğünde staj yapmıştım. Bölge müdürü ikinci gün öğle yemeğinden sonra "Türk kahvesi pişirebilir misin sen?" diye sordu. Böylece bütün stajım boyunca her öğleden sonra iki fincan Türk kahvesi pişirdim ben ve günlük raporumu Türk kahvesi eşliğinde verdim. Karşılığında da instant kahve nasıl üretilir ve nasıl satılır; onu öğrendim!

Pazar, Nisan 25, 2010

Çiçeğe durmuş kırmızı karamuk

Bugün ilk kez karamuk çiçekleri gördüm!
Mini miniydiler gerçekten ama "makro" bir gözle bakınca ilk tanıştığım fotoğrafta olduğu kadar güzeller :)
Ben ne kadar uğraşsam da, ancak şöyle bir fotoğraf yakalayabildim:


Ah ne mutluyum, ne şanslı hissediyorum kendimi bugün! :)


Cumartesi, Nisan 24, 2010

Yüzde kaç?

Tam buğday unu kullanma takıntımı ve ekmeği genelde kendim yaptığımı bilen annem, Türkiye'ye geldiğimde bana zahmet olmasın (!) diye, tam unlu ekmek satan bir yer bulmuş. Gelir gelmez müjdeyi verdi. Ne zaman  mutfağa girip ekmek yapacak olsam "dur, uğraşma şimdi, bugün yine alırız o tam unlu ekmekten" deyip beni mutfaktan nazikçe kovuyordu.

Bir hafta önce ekmek almaya ben gittim. Şüphelenip durduğum için de, uygun bir anına getirip sordum satıcıya:
"Yüzde kaç tam un var bu ekmeğin içinde?" 
Yüzünü sorumdan memnun olmadığını belirtircesine hafifçe somurtup yanıtladı:
"Yüzde on"

Yüzde on!

Bu kadarını ben bile beklemiyordum. Üstelik bildiğimiz ekmeğin de iki katı fiyata sayılıyor, iyi mi?

İnsan, hele de bu ülkede, aldığını hiç dur durak bilmeden sorgulamalı. İyice emin oldum bundan.
Avatar'ı seyrettim. Aklımda şu söz kaldı:

"Aslında bütün enerjinin ödünç alındığını bilirler...
...ve bir gün tekrar iade etmeleri gerektiğini de."

"They see a network of energy that flows through all living things. They know that all energy is only borrowed...
...and one day you have to give it back."

Perşembe, Nisan 22, 2010


Zamanımızı sünger gibi emip duran ne çok saçmalık var,
ve sormayı ihmal ettiğimize pişman olduğumuz ne çok soru...

Ligustrum vulgare / Kurtbağrı


Ligustrum vulgare
Wild/Common/European Privet
Gewöhnlicher/Gemeiner Liguster
Kurtbağrı

Zeytingillerden...
Herdem yeşil...


Çarşamba, Nisan 14, 2010

Geri dönüşüm fikirleri : Rulolardan ev

Tuvalet kağıtlarının (veya kağıt mutfak havlularının veya alüminyum folyoların veya...) rulolarından yapılan sevimli şeylere ve parlak geri dönüşüm fikirlerine bayılıyorum. Derdim ne? Galiba hiç düşünmeden çöpe atıverdiğimiz bir şeyin, bu kadar basitçe dönüştürülebilmesini ve bu kadar çok yönlü kullanılabilmesini seviyorum. Benim için pek anlamlı bir simge :)

Tuvalet kağıdı rulosuyla yapılabilecek şeylere dair bir fikir de Ashley'den. Fikrin aslı da Rengin Efendisi'ne aitmiş.

Sincap da sever diye tahmin ediyor, yapmak için sabırsızlanıyorum. Olur da ruloları  kaplamak için kullanılacak kağıtları da eski dergilerden veya paket kağıtlarından çıkarabilirsem ne hoş olur.

Cuma, Nisan 09, 2010

Carissa macrocarpa (Natal Plum)

Beyaz çiçek

Hayatımda bundan daha fotojenik bir çiçek görmedim.
Fotoğrafını iki arada bir derede, aceleyle çektim her seferinde. Böyle özene bezene çekmişim gibi çıktı hep.
Malta'da cadde kenarlarında veya iki şerit ortasında çevre düzenlemesi amaçlı yetiştiriliyordu zaten. Uzun uzadıya poz vermesine trafik uygun değildi.

Adını arayıp bulmamın özel bir hikayesi yok.
Latince adı Carissa macrocarpa.
İngilizce adı Natal Plum. Aslen bir Güney Afrika bitkisiymiş ve tuzlu rüzgarlarla başa çıkmada üstüne yokmuş. Malta'daki varlığı tesadüfi değil yani. Ilgın ve Lagunaria gibi bilerek, özenle seçilmiş olmalı.

agaclar.net'te hakkında oldukça detaylı bilgiler içeren bir giriş var. Meyveli halini görmemiştim, ona da Google aramasında rastladım. Ne güzel, değil mi? Yeniyormuş da üstelik bu meyveler :)

Fotograf: nautical2k

Perşembe, Nisan 08, 2010

Mesele nedir öyleyse?

"Yarın gelir misiniz?" dedi Momo. "Ya da öbür gün?"
Üçü yine hayır anlamında başlarını salladılar.
"Ne olur, gelin!" diye yalvardı Momo. "Eskiden hep gelirdiniz."
"O eskidendi!" diye cevapladı Paolo, "Şimdi her şey değişti. Zamanımızı yararsız şeylerle ziyan edemeyiz."
"Hiç etmedik ki" dedi Momo.
"Evet, güzel günlerdi," dedi Maria, "ama mesele bu değil."
Üçü de aceleyle yürümeye başladı. Momo da yanlarında koşuyordu.
"Şimdi nereye gidiyorsunuz?" diye sordu.
"Oyun dersine" diye karşılık verdi Franco, "oynamayı öğreniyoruz."
"Ne oynamayı?" diye sordu Momo.
"Bugün 'delikli kart' oyunu oynayacağız" diye açıkladı Paolo. "Çok yararlı, ama çok dikkat isteyen bir oyun."
...
"Bu çok mu eğlenceli?" diye şüpheyle sordu Momo.
"Mesele onda değil" diye korkuyla söze karıştı Maria, "böyle konuşulmaz!"
"Mesele nedir öyleyse?" diye öğrenmek istedi Momo.
"Mesele, gelecek için yararlı olmasıdır." 

Momo
ya da zaman hırsızlarının
ve çalınmış zamanı insanlara
geri getiren çocuğun tuhaf öyküsü
Michael Ende

Çarşamba, Nisan 07, 2010

Sizinki ne türden bir sadelik?

Aşağıdaki yazının yayınlandığı siteye bağlantı vermiştim daha önce. Farkettim ki o site kapanmış. Arşivimde mutlaka olsun, kaybolmasın istediğim bir yazıdır. O yüzden tamamını tekrar yayınlamaya karar verdim.

Yazının İngilizce aslı burada.

SADELİĞİN BAHÇESİ (DUANE ELGIN)
Yaşamın sadeliği tamamen yeni bir fikir değil. Kaynağını tarihin derinliklerinden alıyor ve dünyanın tüm bilgelik geleneklerinde de ifade ediliyor. İkibin yıl önce, Hristiyanlar’ın “Bana ne yoksulluk, ne de varlık ver” (Proverbs 30:8) dediği dönemlerde, Taoistler “Yeterince şeye sahip olduğunu bilen zengindir” (Lao Tzu) demekte, Plato ve Aristo yaşamda ne fazlalık, ne eksiklik içeren bir orta yol tutturmanın önemini savunuyor ve Budistler yoksulluk ile hesapsız bir birikimin ortasında bir yolu tavsiye ediyorlardı. Açıkça görüldüğü gibi, sade yaşam yeni bir sosyal icat değildir. Yeni olan, modern dünyanın kökten değişen ekolojik, sosyal, psikolojik ve ruhsal şartlarıdır.

Daha sade bir taşam tarzını zorlayan şartlar, 1992 yılında pek çoğu Nobel ödüllü, dünyanın önde gelen 1600 bilim adamı tarafından imzalanan “İnsanlığa Uyarı” metninde açıkça tarif edilmiştir. Bu tarihi belgede “insanoğlu ile doğal yaşamın bir çatışma sürecinde olduğu... ve bu sürecin gezegendeki yaşamın bizim bildiğimiz şekliyle sürdürülmesini imkansız kıldığı” bildirilmekte ve “insanoğlunu bekleyen büyük mutsuzluğun ve bu gezegendeki yuvamızın geri döndürülemez şekilde tahribinin engellenmesi için dünya ve üzerindeki yaşamın insanoğlu tarafından idaresinde büyük bir değişiklik gerektiği” sonucuna varılmaktadır.


Yaklaşık 10 yıl sonra benzer bir uyarı bu kez 100 Nobel ödüllü bilim adamı tarafından yapılmıştır: “Gelecek yıllarda dünya barışına yönelik en esaslı tehlike devletlerin veya kişilerin irrasyonel davranışlarından değil, dünyanın yoksun bırakılmış kesiminin haklı taleplerinden kaynaklanacaktır”. Dünyanın önde gelen bilim adamlarınca yapılan bu iki uyarının gösterdiği gibi güçlü zorluk eğilimleri (küresel iklim değişiklikleri, su ve ucuz petrol gibi yaşamsal kaynakların tükenmesi, hızla artan nüfus ve zengin ile fakir arasındak büyüyen uçurum) büyük bir sistemsel kriz yaratacak şekilde çakışmakta ve şu anda yaşayan neslin ömür süresi içinde evrimsel bir çöküş ihtimali yaratmaktadırlar. Bu güçlükleri aşan bir evrimsel atılım yaratılacaksa, bu elbette daha sade, daha sürdürülebilir ve daha doyurucu bir yaşam tarzını da içerecektir.

Daha sade bir yaşama zorlayan sebepler kadar, bu tür bir yaşam şekline çeken sebepler de güçlü görünmektedir. Pek çok kişi daha sade yaşamayı bir özveri duygusuyla değil, çok stresli ve tüketim takıntılı bir toplumun sunduğundan daha derin bir doyum kaynağı arayışı ile seçmektedir. Örnek olarak, geçen nesilde A.B.D.’de reel gelir iki katı artarken, nüfusun çok mutlu olduğunu ifade eden kesimi (yaklaşık 1/3) sabit kalmıştır. Yine aynı süre içinde boşanma oranı iki kat, ergen intihar vakaları üç kat artmıştır. Tüm bir nesil varlıklı bir toplumun meyvelerini tatmış ve paranın mutluluğu satın alamadığını keşfetmiştir. Doyumsal arayışlar içindeki milyonlarca insan sadece çalışma saatlerini azaltmak veya yarıştançekilmekle kalmayıp, maddi açıdan daha gösterişsiz ancak aile, dostlar, toplum, yaratıcı işler ve evrenle ruhsal bir bağlantı sayesinde daha zenginleşen bir yaşam tarzına geçmektedirler.


Modern şartların itici ve çekici güçlerine bir yanıt olarak A.B.D. ve diğer post-modern ülkelerde 1960’larda marjinal bir hareket olarak başlayan sade yaşam eğilimi 2000’lerin etkin kültürünün saygı gören bir parçası haline gelmiştir. Sade yaşam şimdilerde A.B.D.’nin dört bir yanında gazete bayilerinde satılan parlak dergilerde müşteri toplarken, önde gelen televizyon sohbetlerinde de gözde konulardan biri haline gelmiştir. Araştırmalar nüfusun dikkat çekici bir bölümünün (dikkatli bir tahminle A.B.D. yetişkin nüfusunun % 10’ u veya 20 milyon kişi) dışsal açıdan daha sürdürülebilir ve içsel açıdan daha derin bir yaşam tarzına öncülük ettiklerini göstermektedir.


Sade yaşamın basit olmadığı unutulmamalıdır. Çağımızın karşımıza çıkardığı fırsat ve güçlüklere bir yanıt olarak pek çok farklı sadelik ifadesi de ortaya çıkmaktadır. Günümüzün karmaşık dünyasında bu tür bir yaşamın kapsamı ve ifadesi hakkında daha gerçekçi bir resim sunabilmek için, aşağıda “sadeliğin bahçesinde” serpilip geliştiğini gördüğüm on farklı yaklaşım tarzını sunuyorum. Her ne kadar aralarında kesişim noktaları da bulunsa, her sadelik ifadesi ayrı bir kategoride anılmayı hakedecek kadar farklı görünmektedir. Bir kayırma izlenimi oluşmaması için, yaklaşımlar alfabetik olarak sıralanmıştır.


1. secimsel sadelik
Hayattaki yolunuzu bilinçli olarak, kasıtlı olarak ve kendi kafanıza gore secmenizdir. ozgurlugu vurgulayan bir yol olarak, secimsel sadelik ayni zamanda tuketim kulturu tarafindan dagitilmadan kendi yolunuza odakli kalmak, derine dalmaktir. dunyaya gercek hediyemizi yani kendi ozumuzu verebilmemiz icin hayatmizi bilincle organize etmemizdir. Emerson demis ki; tek gercek hediye, kendinizin bir parcasidir.

2. ticari sadelik
Her cesit saglikli ve surdurulebilir urunler ve hizmetler icin (ev insa malzemeleri ve enerji sistemlerinden gida maddelerine kadar) hizla buyuyen bir pazar olmasi anlamina gelir. kalkinmakta olan ulkelerde surdurulebilir bir altyapinin kurulmasi ile birlikte kalkinmis ulkelerdeki evlerin, sehirlerin, isyerlerlerinin, ulasim sistemlerinin yeniden yapilanmasi, uyarlanmasi gozonune alindiginda, surdurulebilirlige dogru kayildikca ne denli buyuk bir ekonomik faaliyetin acildigi kolayca gorulebilir.

3. sevecen sadelik
“Baskalarinin var olabilmesi icin sade yasamayi seciyoruz” seklinde ifade edilen, baska insanlara karsi duyulan yogun duygudasliktir. diger turler ve gelecek nesillerle oldugu kadar, maddi varlik ve firsat acisindan cok farkli noktalarda olanlara karsi da bir bag hissetmek, bir uzlasma yoluna yonelmektir. sevecen sadelik, herkes icin karsilikli gelisme saglayan bir gelecek icin bir isbirligi ve tarafsiz hakkaniyet yoludur.


4. ekolojik sadelik
Ekolojik ayakizimizi azaltan ve dunyaya daha hafif dokunmamizi saglayacak sekilde yasam tarzlari secmektir. ekolojik sadelik, hayat dokusu ile derinden icice gecmis olmamizi takdir eder ve hayat dokusuna zarar verebilecek olgularla hareket kazanir (turlerin yokolmasi, kaynaklarin tukenmesi, iklimin degismesi gibi). ayni zamanda “dogal kapitalizm”i yani verimli bir ekonomi icin saglikli insanlarin ve dogal eko-sistemlerin onemine deger veren iktisadi uygulamalari da destekler.


5. zarif sadelik
hayatlarimizi yasama tarzimiz, gozler onune serilen bir sanati temsil eder. Gandhinin dedigi gibi, “hayatim mesajimdir”. boyle bakildiginda, tuketici hayat tarzlarinin asiriligina tezat olarak zarif sadelik, bir cesit mutevazi, organik estetiktir. Zen’den Quaker’lara kadar cesitli etkilerden olusmus bir akimdir. dogal malzemeleri ve sade, fonksiyonel ifadeleri tercih eder. bu tarz yapilmis el sanati urunleri bu toplulukta bolca bulunur.


6. tutumlu sadelik
Kisisel gelirimizi beceriyle idare edersek, hayatimizda sahiden bize hizmet etmeyen (sahiden gerekli olmayan ?) seylere para harcamayi kisarsak, daha fazla maddi bagimsizlik elde edebiliriz. tutumluluk ve paranin dikkatlice idare edilmesi bize daha fazla maddi ozgurluk getirir ki, bu da hayattaki yolumuzu daha bilincli olarak secme firsatini verir. daha az ile yasamak ayni zamanda tuketimimizin dunyaya yapacagi zarari azaltir ve baskalarinin da kaynaklari kullanabilmesini saglar.

7. dogal sadelik
Dogal dunyadaki derin koklerimizi unutmamaktir. icinde bulundugumuz hayatin ekolojisi ile bagimizi hissetmek ve insan yapimi cevrelerde yasadiklarimizi, dogada zaman gecirerek dengelemektir. ayni zamanda, dunyadaki mevsimler kanaliyla hayati kutlamaktir. dunya uzerindeki canli hayata karsi derin bir husu duyar. Bitkilerin ve hayvanlarin da sayginligi ve haklari olduguna inanir.


8. politik sadelik
Toplumsal hayatin hemen hemen her alanında, -ulaşım ve egitimden evlerimizin, isyerlerimizin, sehirlerimizin duzenlemesine kadar- toplu yasantiyi organize ederek daha hafif ve daha sürdürülebilir sekilde yasamamizi saglamaktir. Media tuketiciligi koruklemekte -ya da donusturmekte- kullanilan en guclu silah oldugu icin politik sadelik ayni zamanda bir medya politikasidir. politik sadelik bir konusmalar ve topluluk politikasidir; yerel, yuzyuze temaslardan baslayip televizyon ve interneti de kullanarak tum dunyaya genisleyen iliski aglari kurar.

9. ruhani sadelik
Hayata tefekkurle bakmak ve tum varliklarla yakin baglantilar yasama tecrubelerimizi derinlestirmektir. ruhani bir varolus dunyanin icine derinlemesine isler ve sade bir hayat surerek bizi saran bu yasam dolu evrenin dakika dakika daha cok farkina varabiliriz. belirli bir standarttaki ya da tarzdaki maddesel hayattan cok, hayatin kendi sussuz zenginligini (bilincli olarak) yudum yudum tatmakla ilgilenir. hayatla ruhani bir bag kurmak sayesinde yuzeysel goruntulerin otesine bakariz ve her cesit iliskiye kendi icsel canliligimiz getiririz.


10. arindirilmis sadelik
Çok mesgul, cok stresli, cok dagilmis bir hayatin caresine bakmaktir. maddi ya da manevi onemsiz oyalanmalari kesip gercekten onemli olana konsantre olmaktir. bu “onemli olanlar” her birimizin kendine ozgu hayati icinde “her neyse o”dur. Thoreau’nun dedigi gibi “hayatimiz ayrintilar icinde savrulup gidiyor... sadelestirin, sadelestirin”. veya Plato’nun yazdigi gibi “bir insanin kendi yonunu aramasi icin, gunluk siradan hayatin mekanizmasini sadelestirmesi gerekir”.


Bu on yaklaşımın gösterdiği gibi büyüyen sadelik kültürü büyük çeşitliliği (ve birbirine geçmiş unsurların sağladığı birlik) ile daha anlamlı ve sürdürebilinir bir yaşam sürmemizi sağlayan esnek ve sağlam bir ortam yaratmaktadır. Başka ekosistemlerde olduğu gibi burada da esnekliği ve uyarlanabilirliği sağlayan, yaklaşımların çeşitliliğidir. Sadeliğin bahçesine götüren öyle çok yol var ki, bu kültürel hareket (özellikle kitle iletişim araçlarında geçerli, yaratıcı ve gelecek vaad eden bir yaşam şekli olarak işlenirse) büyük bir gelişme potansiyeli göstermekte.


Şu anda evrimsel zekamız bir sınavdan geçiyor. Bu neslin yapacağı seçimlerin etkisi uzak bir gelecekte dahi yankılanacaktır. İnsan toplulukları tarih boyunca pek çok engelle karşılaşmış olmasına karşın, çağımızın önümüze çıkardığı sorunlar tamamen kendine özgüdür. Geçmişte hiçbir zaman bu kadar çok sayıda insanın bu kadar kısa bir sürede bu derece genel kapsamlı değişikler yapması gerekmemişti. Geçmişte hiçbir zaman bütün insanlık ailesi sürdürülebilir, adil ve sevgi dolu bir geleceği tasarlama ve bilinçle inşa etme sorumluluğuyla karşı karşıya kalmamıştı. Önceki neslin sadelik bahçesinde ektiği tohumlar şimdi çiçeğe durmakta. Bu bahçenin büyüyüp gelişmesi dileğiyle...

Pazartesi, Nisan 05, 2010

Uyku hali...Kabuk hali...

Bu biraz kişisel...
Yazdıklarımdan bir şey anlamazsan çok da dert etme değerli okuyucu.
Ama anlarsan; benzer şeyleri kendinde hissediyor veya çevrende gözlüyorsan, o zaman bilmekten mutlu olurum.

Dün bir konuşmaya şahit oldum. Gece de bir kitap okudum. Farkettim ki tüketim kasırgasının ve çılgın koşuşturmanın dışında bir yerlerde, sade ama içsel olarak zengin bir yaşam sürmek herkesi heyecanlandırıyor ilk duyuşta; cazip geliyor. "Evet, benim de istediğim bu, özlediğim bu" dedirtiyor. "Evet, hep düşündüğüm buydu, bana doğru gelen de bu" dedirtiyor. Ama kendini o kasırganın dışına atmak zor geliyor. Hatta "tüm bunların dışına atmalıyım kendimi bir şekilde, bana doğru gelen o düşünceleri somutlaştırmalıyım yaşamımda" fikri nadiren oluşuyor sanırım.

Dedim ya, bir konuşmaya şahit oldum, bir de kitap okudum ardarda. Bende bir tür uyku halini çağrıştırdı bu. Ne çok insan uyanmalı, ah ne çok! Hatta ben bile hala biraz uykuluyum desem yalan olmaz.

Asıl kötüsü, sade yaşamanın "trendy" olması, üzerinde çok düşünmeden çok konuşulan her şeyde olduğu gibi içinin boşalıvermesi, parlak (parlatılmış) bir kabuktan ibaret kalması. Gazetelerin Cumartesi - Pazar eklerinde sayfa dolduran türden bir şey hani. Olur mu acaba bir gün?

Pazar, Nisan 04, 2010

Yeşil çatılar


Uzun zamandır merakla beklediğim yazı nihayet yazıldı :)
Yeşil çatıları ilginç buluyor musunuz siz de? Buyrun >>>

Fotoğraf: Rob Harrison