"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Çarşamba, Mart 30, 2011

Fenerbahce Parki'na gezmeye gittim :)

"Benim icin agaclarin, agac dallarinin fotografini ceker misiniz?" cagrima yanit olarak Handan Fenerbahce Parki'ndan bir kac agacin  fotografini göndermis. Baslangicta cinar agaci haric hicbirini taniyamadim. Buradaki agaclara, agac türlerine öyle yogunlasmisim ki, hicbiri tanidik gelmedi. Sonra fotograflardaki detaylari dikkatle inceleyince ilginc seyler buldum.

 Agaclardan biri aslinda tanidigim ama kis halini bilmedigim bir agacmis:


Dallarda asili kalmis meyvelerden Fabaceae (Baklagiller) ailesinden bir agac oldugu hemen belli oluyordu. Aklima Türkiye'de cok yaygin oldugu icin hemen akasya geldi. Internetten akasyaya bakinirken benim de daha önce bilmedigim bir sey dikkatimi cekti. Türkce'de ve pek cok dilde akasya dedigimiz, yaz basinda hos kokulu beyaz cicekler acan agac, aslinda akasya degil, Robinia (Yalanci Akasya) türlerinden Robinia pseudoacacia (Beyaz cicekli yalanci akasya) imis. Robinia'larin geneline mi özgüdür bilmiyorum ama Robinia pseudoacacia'da dal üzerinde dikenlerin de bulundugunu okudum ki, Handan'in fotografina dikkatle bakinca görünüyor. Asil akasyalar ise benim sokakta görsem mimoza diyecegim agaclarmis ve nitekim botanikte Mimozagiller'in bir alt grubunu olusturuyorlarmis. Bu arada onlarin dallari da dikenliymis. Asil mimoza ise yapraklari dokununca kendiliginden kapanan, benim bir gün mutlaka edinmek istedigim ama sincap zavalli bitkiyi kendine oyuncak eder diyerek durmadan erteledigim otsu bitki Mimosa pudica imis ve akasyalarla bir ilgisi yokmus. Akliniz mi karisti? Eh, benimki de... Her neyse, özetle bana yukaridaki bitki beyaz cicekli yalanci akasyaya ait gibi geliyor. Uzun yillar sira sira bu yalanci akasyalarin dizili oldugu bir sokakta oturdum ve dallarin genel durusunu aciklayamadigim bir sekilde onlara benzetiyorum. Handan bu agaci yaprakli cicekli döneminde görürse, ne diyecek bakalim buna :)

Gelelim ikinci agaca. Cok dikkat cekici kremsi sari meyveleri var:


Meyveler öyle dikkat cekici ki, daha önce görsem mutlaka hatirlardim. Internette aramak icin de meyvelerinden yararlandim ve sasirtici derecede kisa bir zamanda Latince adi Melia azedarach olan Tespih agacina ulastim. Asya ve Avrupa'nin sicak yerlerinde yetisiyormus. Su fotograf ne kadar da benzer Handan'inkine... Tespih agaci adini duydugum bir agacti, böyle tanismak hosuma gitti :) Bu tanismadan bir kac gün sonra ugradigim Sinek Sekiz'de de tesadüfen su yaziya rastladim :)

Handan'dan bir fotograf daha. Burada destekli atma hakkimi kullanacagim:
 
 
Aslinda böylesine öbek öbek tomurcuk veren bir agac bilmiyorum sınırlı tecrübemle. Fakat Esra'nin su ve su postlarindaki kiraz veya baska bir Prunus türü oldugunu tahmin ettigim agaclara baktim, sonra cevrede bildigim erik, kiraz agaclarina da baktim ve yukaridaki agacin da bir Prunus türü olmamasi icin bir sebep yok dedim. Pembe pembe kiraz cicekleri acacakmis gibi geldi bana :)
 
Tekrar tekrar tesekkürler Handan! Ben  Fenerbahce Parki'ni cok sevdim :)

Pazartesi, Mart 28, 2011

Açık ilan: Gönüllüler aranıyor!

Bütün mesele televizyon seyredip, bilgisayar kullanabilmekligimiz, bir de arabaya binebilmekligimiz miydi?

Iyi o zaman. Simdi uzun bir cümle geliyor, sıkı durun.

Zarari sadece Bogaz Köprüsü'nden gecerken bir ihtimal ölmüs bulunacaklari degil, bütün bir ülkeyi ve ardindan kimbilir kac nesli derinden vuracak türden riskli enerji kaynaklarina gerek kalmasin diye televizyon seyirciligini de (zaten ne var ki seyredecek?), bilgisayar kullaniciligini da (zaten kullanimimizin yüzde kaci anlamli? blogger'i acin diye protesto postu yapanlarin yüzde kaci son yaptigi yemekten, son kurdugu kombinden, bebeginin /cocugunun son "ilk"inden baska bir sey anlatti? ) , arabaya binme sıklıgını da (prestijimiz azalacak ama) bile isteye azaltacak, her yastan, cinsten, inanistan ve etnik kökenden gönüllü vatan evlatlari araniyor.

Fakat bir sey söyleyeyim mi? Egri oturup dogru konusalim. Bütün mesele o degil. Bu ülkenin (her ülke gibi) durmamasi  gereken seri üretim bantlari, ödenmesi gereken borclari ve büyümesi gereken bir ekonomisi, kendine has avantajlari ( günes, rüzgar, vb),  kendine has riskleri (fay hatlari, terör riski, gelecek 50-100 yilin atom reaktörlerini isletmesi beklenen genc Türk atom mühendislerinin yetisecegi egitim sistemi, vb, vb)  var. Ne zaman ki, tartisma kamuoyu önünde Bogazici Köprüsü, tüpgaz, televizyon ve bilgisayar yüzeyselliginden  uzaklasir da buralara gelirse, o zaman somutlasacak, o zaman anlam bulacak. Belki anlamli cözümlere de ulasacak. Ama yine de inaniyorum ki, o gönüllü vatan evlatlari öyle ya da böyle o anlamli cözümün önemli bir parcasi olacak.

O zaman hatta ben de kendi kendime "yavaslayacaksin, dünya batsa üc günde birden daha sık blog yazisi yayinlamayacaksin" diye söz vermisken oturup böyle yazilar yazip yayinliyor olmayacagim. Yoksa gönülden raziyim su günesli havada bilgisayar kullanimimi azaltip nehir kenarinda yürüyüs yapmaya...

Pazar, Mart 27, 2011

Aglatmamak da, bicagi eline vermemek de mümkündür

Ferber yöntemiyle ilgili olarak sıkca kullanilan argümanlardan birinin "Elinizde gördügü bicagi almak icin kesintisiz agladiginda da, sussun diye verecek misiniz bicagi?" oldugunu okudum. Prof. Ferber'in kitabinda geciyormus galiba; ben nakledenlerin yalancisiyim.

Henüz cocugu olmayanlar veya uykusuz gecelerin sonunda artik yorgunluktan yikilmakta olan anneler arasinda bu görüsü okuyup "Himm, tabii ki, mantikli" diyenler olur mu bilmiyorum. Olabilir, oluyor galiba. 

Aksinin de mümkün oldugunu belirtmek istiyorum, bu yaziyi da sadece bunun icin yaziyorum.

Ben geceleri kontrollü aglatmadim. Benim kontrolüm disinda agladigi olmustur. Duyunca  hemen bebegi kucagima; durumu da kontrol altina aldim.

Cünkü bir yas öncesindeki aglama, özellikle ilk aylarda bir bebegin tek iletisim aracidir diye bilirim. Acligini, susuzlugunu, uykusuzlugunu, kirlenen bezini, agriyan karnini, caninin sıkıldıgını, annesini özledigini ve kimbilir baska hangi dertlerini dünyaya böyle haber verir diye düsünürüm.

Gündüzleri elimdeki bicagi görüp "ben de, ben de" dediginde galiba coktan iki yasini gecmisti.Hatta ilk ciddi tutturmasi 3 yasini bulmustur. Vermedim. 2-3 yasindaki cocugun aglamasinin 1 yasindan kücük bebeginkinden farkli olduguna inaniyorum. Daha cok yapabileceklerinin, özgürlüklerinin sinirlarini test etme araci oldugu söylenir; ben de öyle gözlemledim.  Ayrica bicagi vermemek ama aglamasinin önüne gecmek icin yüzelli yol vardir. Hepsi denenir. Bazen ise yarar, bazen ise yaramaz. Ola ki yaramaz. Ola ki ben beceriksiz ve sabirsiz günümdeyimdir. Ikna etmek mümkün olmaz. Ola ki ziril ziril aglamayi secer huysuz sincap. O zaman aglayabilir elbette. Aglamaktan baska care kalmadiysa... Sonunda "seni seviyorum ve senin icin buradayim" demenin de yüzelli yolu vardir. Kanimca, 3 yasindaki sincaba "bicagi vermiyorum, istersen aglayabilirsin" demek, 1 yasindan kücük sincabi gece aglatmaktan baska bir mesaj verir. Özellikle baska zamanlarda cok aglatmiyor ve yerli yersiz "hayir" demiyorsam, bu "senin icin öyle tehlikeli ki..." demenin en acik sekillerinden biridir. Sonra firtina öyle ya da böyle diner, salya sümük silinir. Iste o zaman mutlaka sıkı sıkı sarılınır, "seni cok seviyorum, bu kadar cok agladigin icin üzgünüm ama bicagi sana veremezdim, cünkü..." diye baslayan ve mantiga hitap eden kisa ve basit bir konusma yapilir. Sincap anlayisla kafasini sallar, gözyasini siler, oyununa dalar. Bazen de anlamamis görünür.  Üc gün sonra ben onun elinden bir sey almak istedigimde ayni mantik konusmasinin argümanlarini bana geri satar, hepsini tek bir sözcük kacirmadan duydugu anlasilir. 

En azindan bizim evde böyle olur. Sizin evde nasil olacagina karar verirken isinize yarar belki diye paylasmak istedim.

Perşembe, Mart 24, 2011

Sincap is adamligina soyunuyor

Ön aciklama 1) Sincap Türk televizyonu seyretmediginden, Türklerle kontagi da az oldugundan "is adami, genel müdür, yönetici, yönetici asistani, danisman" gibi Türk toplumunca cok sevilen ve yerli yersiz her kapiya asilan ünvanlardan habersiz.
Ön aciklama 2) Sincap oyun oynamak istediginde annesi genelde mesgul oluyor ve  genelde " bi dakka oglum, isim var simdi" diyor. Sincap bundan hic hoslanmiyor. "Hayir, isin yok senin" diyor. Sincap "is" denen seyin ne oldugu hakkinda net bir fikre sahip.

--|--

Ben toz aliyorum, sincap bilgisayarda cizgi film seyrediyor. Hic hosuma gitmiyor, huzursuzum. E, bir de serde aptallik var. "O cizgi filmle oyalanirken dur ben su isi hemen bitirivereyim" diyemiyorum.

"Hadi gel, bosver onu, seninle toz alalim" diyorum. Hesapca onun eline kuru bezi verecegim, o arkadan benim sildigim yerleri kurulayacak, ben de onun arkasindan onun kurulamadigi yerleri tamamlayacagim caktirmadan. Isim kolaylasmayacak, en az iki kati zorlasacak. Olsun, kurulama gibi gayet temel bir eylemi, ev islerinde sorumluluk almayi ve kendi kendine bir seyler yapmayi ögrenecek, ekrandan da uzak kalacak. Motor beceriler, el-göz koordinasyonu, kendine güven duygusu artacak, vb vb. Bildiginiz hikayeler...

Sincap her zamanki gibi isin suyunu cikariyor tabii. "Hayir, ben bu bezi suda islatacagim, oralari ben silecegim" diyor. "E, peki sen sil" diyorum. Evet, eller biraz kirlenecek, üstbas kesin islanacak ama ne demistik; el-göz koordinasyonu, minik el kaslarini calistirma vb vb. Bundan iyi aktivite mi olur?

Tam bir odayi güc bela,  kazasiz belasiz bitirmis, bir digerine gecerken sincap atiliyor hemen:

"Anne dur! Kovayi da ben tasiyacagim, cünkü... cünkü ben bir is adamiyim!"

Hay alnindan öpeyim oglum! Gercek is adami kendi isini kendi gören, kendi kirlettigini de kendi temizleyene derler, ha sunu bileydin.

Salı, Mart 22, 2011

Leylak

Photo by Er.We
Buralarda leylak tomurcuklari acildi acilacak. Türkiye'de herhalde coktan acilmistir.
Öyleyse zaman leylaga bakma , leylagi dinleme zamani. Yapraksiz, ciceksizken de tanisma zamani.

Leylak agaclarinin karsilikli ve iri, dolgun tomurcuklari oluyor. Pek cok agactan farkli olarak leylak agacinda tepe tomurcugu da daima karsilikli iki tomurcuktan olusuyor. Bir arada görüntüleri kalbi animsatiyor. Kisin minik kalplerle donanmis bir agaccik ya da cali görürseniz etrafinizda, leylaktir muhtemelen. Ayrica leylak agacinin özellikle yasli bireylerinde gövde genellikle kendi etrafinda dönüp bükülmüs (twisted!), kabugu da buna paralel olarak catlayip soyulmaya meyletmis oluyor . Bu da agaci tanimak icin baska bir ipucu.

Öksürük otu (Tussilago farfara)

Photo by Ulf Bodin


Cevredeki agaclardan ilk ciceklenenler cadi findigi (Hamamelis) ve kizilcikti. Bahcelerde kardelenler, kar cicekleri, cigdemler birbirini takip etti. Cuha cicekleri geldi. Simdi nergisler acilmak üzere. Gelismekte olan bazi yapraklarin da lalelere ait oldugunu tahmin ediyorum.

Bahcelerin ötesinde, nehir kenarinda ilk ciceklenen bitkinin hangisi olacagini merak ediyordum. Insanlarin kisin griligini üzerlerinden atabilmek icin özellikle alip ektikleri ciceklerden öte, bu cevrede yabani doganin asil erkencileri kimdi?

Subat sonu, Mart basi gibi nehir kenarinin tasli, kumlu zemininde beliren sari cicekler sorumun yanitini verdi. Sadece öbek öbek cicektiler, henüz ortalikta yapraklari falan yoktu. Karahindibaya benziyorlardi ama kara hindiba olmadiklarini biliyordum.  Adini merak ediyordum fakat son zamanlarda internet üzerinden samanlikta igne arar gibi bitki teshis etmeye üsenir oldum. Birgün bir yerde mutlaka karsilasacagimiza inanarak tanismayi kendi seyrine birakiyorum artik. Bu hamameliste oldugu gibi bazen sadece bir gün sürüyor, bazen de aylarca.

Bu kez tanismamiz beklemedigim bir yerde oldu. Dün sincabi doktora götürürken bir eczanenin vitrininde dogal bir ilacin reklamina takildi gözüm.  Resimdeki sari cicekler benim erkencilerdi :) Altinda Huflattich yaziyordu. Bugün aklima gelince baktim internetten. Latince adi Tussilago farfara. Vikipedi'ye bakilirsa Türkce adi öksürük otuymus. Bazen Türkce'de bitki adlarinin bu kadar isleve yönelik olmasina sasiyorum. Öksürük otu, solucan otu, lohusa otu vb. gibi. Sonra bunun bitkiye fiziksel görünüsüne göre isim vermekten daha dogal oldugunu, dertlerine sifayi dogada arayan bir kültüre isaret ettigini düsünüyorum. Aslinda zaten Latince adi Tussilago da "öksürük önleyici" demekmis.

Öksürük otunun nektari erken baharda bal arilarinin ilk gidasiymis. Aslen eski dünyali, yeni dünyada yayilmaci. Yüksek dozlarda karacigeri etkileyen alkaloidler icerdiginden kendi kendine doktorluk yapmak icin kullanilmasa herhalde iyi olur.   Asagida da yaza dogru kendini gösteren, alt tarafi gümüsümsü gri yapraklari ile tüylü tohumlari görülüyor:

Photo by dandelion and burdock

Photo by monteregina

Cumartesi, Mart 19, 2011

Düşmanımız kim? Yanitimiz nerede?

Gecen hafta basinda gazete bayilerinde dikkatimi ceken Der Spiegel kapagi asagidaki gibiydi. Japonya'da alevler icinde yanan bir petrol rafinerisinin fotografi üzerinde "Unser Feindlicher Planet" ( Düsman Gezegenimiz) basligi:


Basligi tuhaf buldugum icin internette derginin web sayfasina girdigimde karsima cikan aktuel sayinin kapagi ise böyleydi. Das Ende des Atomzeitalters (Atom caginin sonu):



Biraz arastirinca iki ayri kapagin sebebini ögrendim. 14 Mart sayili Der Spiegel aslinda Japonya'daki deprem ve tsunami felaketinin ardindan birinci fotograftaki gibi tasarlanmisti. Haftasonu Fukushima atom santrallerindeki durum an be an ciddilesip ön plana gecince, dergi kapagi ani bir kararla degistirilmisti. Bu sirada belli bir miktar dergi coktan basildigi icin, Almanya'nin bazi bölgelerinde birinci kapak (Düsman gezegengimiz) satisa sunulmustu.

Kanimca iki baslik da durumu dogru yansitmiyor. Atom caginin sonunda falan olmadigimiz cok acik. Almanya ve Cin gibi  bazi ülkeler atom enerjisine daha cekimser bakmaya baslamis gözüküyor. Toz duman dagildiginda yeni görüntü ne olur, merak konusu. Türkiye'nin "dünyaya örnek olma" hevesi malum. Benzerleri her zaman olacaktir. Bütün dünya bir "sonsuza dek büyüme" kosusu tutturmusken, hangi hükümet enerji sorununu kücülmek ve yavaslamakla cözme cesareti gösterebilir? Secmenlerinden acikca bu yönde bir baski gelmedigi sürece... Sorun atom enerjisinin kendisi bile degil aslinda. Bir cocugun eline kazara bir bicak ya da daha kötüsü bir silah gecmesi neyse, insanligin elinde atom enerjisinin bugünkü hali de böyle. Yanlis olan teknolojiye yeterince hakim olmadan yayginlastirmak istememiz daha cok. Doganin büyük gücleri göz önüne alindiginda ne zaman tam olarak  hakim olabilecegimiz de belirsiz. Atom cagini sona erdirmekten bahsetmemiz tuhaf, atom cagini bu kadar erken baslatmamis olmamiz gerekli degil miydi aslinda?

Fakat asil bahsetmek istedigim bu degil, Der Spiegel'in ilk kapagi. Gezegenimiz gercekten bize düsman mi? Ac bir aslanin bir insana saldirmasi düsmanliktan midir? Tirtillar yapraklara düsmanlik mi duyar? Tavsanin havucla bir derdi mi var? Yatagindan tasan bir irmagin insanlikla ne alip veremedigi vardir? Okyanus tabanindaki bir sarsintinin metrelerce yükselen dalgalar yaratmasi fizik kurallariyla mi, düsmanlikla mi aciklanir?  Peki ya alev alan petrol rafinerileri ve sogutma sistemi devre disi kalan nükleer reaktörler?

Binlerce yillik insan-doga iliskisi hep bu türden hikayelerle dolu: "Ben sana karsi". Uygarlik tarihi insanin dogaya egemen olmasindan, dogayi yenmesinden, dogaya üstün gelmesinden bahseder hep. Tuhaf bir savas var aramizda. Doganin koydugu sinirlarin icinde yasamak bugünün dünyasinda bir eksiklik, ilkellik, geri kalmislik gibi algilaniyor. Insan cok uzun zamandir dogadan ayri ve onun üstünde bir yerde görüyor kendini. Öyle mi gercekten? Antik caglardan beri dogadaki canlilari bir sistematik icinde siniflandirmaya calisiyoruz. 20. yüzyila kadar genel egilim türlerin siniflandirilmasini  hiyerarsik bir düzende ve bir agac seklinde canlandirmakti. En altta en ilkel türler, sonra bitkiler , ardindan hayvanlar, en üstte ve tek basina insan.

Ernst Hackel (1874)

Bugünün doga bilimcileri baska türlü bir  gösterimin daha anlamli oldugunun farkinda. Tüm türler 360 derece aciyla her yöne dogru dallanan cok boyutlu küresel,  (tenis topunu andiran) bir agacin üzerinde gösteriliyorlar. En ortada, agacin kökü ve gövdesi kabul edilebilecek bir yerde  tüm türlerin ve yasamin kaynagi oldugu tahmin edilen ilk basit yasam formlari yer aliyor. Bu gösterimde, yasayan ve nesli tükenmis tüm türler bir yere sahip. Birbirleriyle baglantilari genetik özellikleri üzerinden kuruluyor. Bu agacta en büyük yer bakteri ve mantarlara ait; cünkü gezegenimizde en zengin cesitlilik onlarda. Buna karsilik insan agacin milyonlarca dalindan birinin ucuna komsulari maymunlarla beraber yerlesmis olan herhangi bir tür. Bu "yasam agaci"ni gözümüzde canlandirmamiza yarayacak bir diagram surada görülebilir. 

Zekamiz, icgüdülerden bagimsiz olarak bir sey tasarlayip insaa edebilme becerimiz bizi diger türlerden ayiriyor elbette. Fakat bu bizi sandigimiz kadar dogadan ayri ve ondan yukarida bir yere yerlestirmiyor. Biyolojik olarak pek cok türden daha kirilganiz hala. Doganin devasa gücleri (depremler, tsunamiler, kasirgalar, yanardag patlamalari, iklim degisiklikleri vb) karsisinda zekamizin ürünleri kolaylikla yikilip gitmeye devam ediyor. Önemli olan bu türden "düsmanliklar" karsisinda ayakta kalabilmek olsaydi, dünyanin asil sahibi genis bakteri ve mantar ailesi olurdu.

Kimin daha güclü oldugu, kimin kime hakim oldugu meselesi degil elbette önemli olan. Daha önemlisi insanoglunun doganin bir parcasi olmasi ve ayrilmaz baglarla ona bagli olmasi. Dogayi yendigimizi sandigimiz her seferinde kendimizi de yenmis olmamiz, kazanmis gibi görünmemize ragmen kaybetmis olmamiz bu yüzden.   Kimyasal ilaclarla, gübrelerle, herbisitlerle ve genetigini degistirdigimiz tohumlarla doganin bize gönüllü verdiginden kat kat fazlasini almakla övündük; bedenimiz yediklerimizin gida degil gida gibiymis gibi yapan bir seyler oldugunu kisa sürede duyurdu bize. Hastaliga sebep olan bakterilerle doganin sundugundan daha sert bir silahla savasmaya karar verdik, daha kötüsü onu ölcü bilmeden yerli yersiz kullandik. Simdi direnc kazanmis bakterilerle savasmak zorundayiz. Gelistirdigimiz ulasim, üretim ve iletisim araclariyla hiz rekorlari kirdik ve gurur duyduk bununla. Daha hizli ürettik, daha hizli tasidik, daha uzaklara ilettik, mecburiyetten ama öyle oldugunu bilmeden daha cok tükettik.  Capi daha genis ama derinligi daha az bir günlük yasam kurduk kendimize. Ama bunun icin gerekli enerjiyi yan etkileri olmadan saglayamiyoruz bir türlü. Ihtiyacimiz olan miktarda enerjiyi saglamak icin hangi yöntemi kullanirsak kullanalim (atom, su, günes, rüzgar, ...) dogaya zarar verecegiz ve sonunda tür olarak da zarar görecegiz. Bunlar sadece bir kac örnek.

Peki ne yapalim? Magaralarimiza, kovuklarimiza, sazdan kulübelerimize geri mi dönelim? Dönebilir miyiz? Dönmeli miyiz? 

Bir iki ay önce agaclarla ilgili bir yazida okudum. Himalaya daglarinda yasayan yerel halk agaclari kesmeden önce onlara sarilirmis. Bir kez agaclara sarilmaya baslayinca isinmak icin gerekli olandan daha fazlasini kolayca kesemezsiniz cünkü. Dogayla bu türden bir iliskiyi yeniden kurmaliyiz. Daha baris icinde, farkindalik seviyesi yüksek ve uyum dolu bir iliski. Gökdelendeki ofisimizde bir kösede duran Ficus benjamin'e bir dekorasyon objesi olarak bakmaktan vazgecip, bizi birbirimize baglayan 3 boyutlu, milyonlarca dalli yasam agacini düsünmekle baslayabiliriz bu perspektif degisikligine. Kisin soguk günlerinde yasamsal enerjilerini korumak icin kiyida baslarini kanatlarinin icine gömerek hacimlerini kücülten ve yavaslayan, bunu yapmakla ördekliklerinden bir sey kaybetmeyen ördekleri düsünerek baslayabiliriz. Bütün insanligimiza, bütün zekamiza ragmen bazen kendimizi zayif düsmüs, cözümsüz kalmis ya da düsmanca muamele edilmis hissedebiliriz. Care olarak yüzümüzü dogadan cevirmek yerine her firsatta ona dönmeliyiz. Anlattiklarini dinlemeliyiz; gercekten, gönülden anlamaya calismaliyiz. Tüm sorularimizin yanitinin dogayi yenmekte degil, dogada oldugunu görebilmeliyiz. 
  

Zencefil sekerlemesi

Tarif ethnobotanist James Wong'un Meine Naturapotheke adli kitabindan. Ingilizce orijinalinin adi Grow Your Own Drugs. Daha önce de bahsettigim gibi bu kitap kütüphanede buldugumda beni bayram öncesi rugan ayakkabilar edinmis bir kiz cocugu kadar mutlu etmisti. Icinde denemeyi istedigim bir cok tarif var. Su ana dek sadece zencefil sekerlemesini deneyebildim. Zencefil sekerlemesi aslinda yol tutmasi ve hamilelik bulantilarina karsi öneriliyor. Ne birinden, ne digerinden muzdaribim. Ama zencefili seviyorum ve uzun zamandir ev yapimi seker ve sekerlemelerle ilgileniyorum. Bu sekerlemeleri yapali uzun zaman oldu. Buzdolabinda duruyor. Evde benden baska yiyen yok; sincap acisindan, babasi tatlisindan hazzetmedi. Ben de arada bir, cayin yaninda örnegin, agzima bir iki tane atiyorum. Özellikle bugünlere , yani insanin tatli yiyip tatli konusmak istedigi, ama gercek yasamin aci gercekliklerinden tamamen kopmak da istemedigi günlere gayet uygun düsüyor.

Malzemeler: (250 gr. sekerleme icin)
350 gr. taze zencefil kökü
pismis zencefillerle ayni miktarda esmer seker, bir miktarda üzerine serpmek icin. (Ben esmer sekere de pek güvenmedigimden ham seker kamisi sekeri kullandim)

Yapilisi:
  1. Zencefilleri yikayin, soyun ve dilimleyin.
  2. Dilimlenen zencefilleri bol su ile tencereye alin. Kaynatin. Tencere kapagi kismen kapali olsun, su cok buharlasmasin. Yaklasik 1 saat düsük isida pissin. Zencefiller yumusamali ama erimemeli.
  3. Zencefili süzüp tartin. Ayni miktarda seker ve iki yemek kasigi su ile yeniden pisirmeye baslayin. Orta isida yaklasik 20 dakika pissin. Bu sirada tahta bir kasikla karistirmayi ihmal etmeyin.
  4. Zencefiller camsi, parlak bir görünüm kazandiginda ve yapiskan bir hal aldiginda isiyi düsürün. Zencefiller kristallesmeye baslayana dek karistirarak pisirmeye devam edin.
  5. Büyük ve derin bir firin tepsisine seker serpin. Zencefilleri firin tepsisine yayin, sekerle kaplayin. Bu arada tek tek tanelerin birbirine yapismamasina dikkat edin.  Soguyunca steril bir kaba koyun.
Mide bulantisinda bir tane sekerlemeyi agziniza atiyorsunuz. Sekerleme zaten aci-tatli oldugu icin öyle cok cok yeme olanaginiz yok. Benim yaptiklarimin acisi basta baskindi. Bekledikce azaldi.
Serin ve karanlik ortamda 3-6 ay dayanirmis.

--O--

Ev yapimi recel, tursu, makarna, sekerleme vb. askim en az 4-5 yillik. Ilk denemelerimi sincap dogmadan önce yapmistim. Sonra öyle teskilatli mutfak isleri hayal olmustu tabii. Azimle ekmek, eksi maya, yogurt, kefir yapmaya devam ettiysem de diger ev yapimi güzelliklere kitaplarda, internette bakip ic gecirmek zorunda kalmistim. Sincabin anaokuluna baslamasiyla, benim de mutfakta büyük projeler dönemim yeniden basladi. Bir hafta önce kütüphaneden aceleyle sectigim bir kitabi karistirirken farkettim ki sadece recel ve tursudan bahsetmiyormus. Icinde aromatik yaglardan ev yapimi makarnaya, baharatli sirkelerden Alman usulü ekmeklere, kurutulmus elmadan yagda enginara kadar bir milyon sey var.  Körün istedigi bir göz, Allah verdi iki göz.

Perşembe, Mart 17, 2011

Bize misafir gelmis!

Haber bugünkü Süddeutsche Zeitung'dan. Adi "Radyoaktiver Tee schmeckt leckerer" ("Radyoaktif cay daha lezzetlidir.") Konusu tahmin edilecegi üzere Türkiye'nin nükleer enerjiye bakisi. Basin karsisinda radyasyonlu cay icen bakandan aygaz tüpüne kadar tüm nükleer tarihcemizi anlatan yazinin satirik tadindan yanina yaklasilmiyor. 

Keske zamanim ve hakkim olsaydi da, bütün yaziyi cevrip burada aktarabilseydim. Ama en carpici kismini söyleyeyim. Mart ayi boyunca Ankara'da misafilerimiz varmis. Bilin bakalim kimler? Karadeniz kiyisinda, Sinop'ta planlanan ikinci bir nükleer santrali insa edecek olanlar. Taa, uzaktan Japonya'dan geliyorlarmis. Toshiba ve Tepco firmalarinin temsilcileriymis. Tepco kimdi, hatirladiniz mi? Su anda Fukushima'da 6 reaktöründe tarihin en büyük nükleer krizlerinden biri yasanan, depremin siddetinden öte teknolojisinde ve is yapis seklinde de hatalari/eksikleri oldugu tartisilan Japon atom enerjisi kurulusu.

Türk basinini düzenli takip etmedigim icin benim haberim olmadi, sizin oldu mu bilmem. Gecen Cuma günü Enerji Bakanimiz  Japonya depreminden sonra "Japon atom reaktörleri sinavi gecti" demis; Cumartesi günü Fukushima'da ilk reaktörün granit kabugu havaya uctugunda "problem radyoaktivite degil, bilgi kirliligi" demis; Pazartesi günü yani nükleer erimenin tespit edildigi gün ise "3. jenerasyon atom santrali insaa edecek degiliz, tabii ki en iyisini istiyoruz" demis. En iyisini Tepco ile yapacaklarini da zaten taaa Aralik ayinda bizzat beyan etmismis. Ben Süddeutsche Zeitung'un yalancisiyim. Kendi ülkem hakkinda en detaylı ve en dolu haberleri de habire bu gazeteden okuyup durmaktan utanç duyuyorum.
Bu arada Türk basini da nihayet depremin sesini duymus, yogun bakimdaki bir adamin sesini duymus, Ankara'ya  gelen Tepco'nun sesini nedense duymamis. Bir tuhaf sagirlik ki, hayra alamet degil.

Güncelleme: (18.03.2011 08:05) "demismis" degil, "demis". Varsa böyle beyanlar en azindan uluslararasi haber ajanslarina yansimistir deyip Reuters'a baktim, bunu buldum. Tek farkla, 3. jenerasyon atom santrali insaa edecek degiliz dememis, 3. jenerasyon atom santrali insaa edecegiz demis. "2030'a kadar en az 20 tane daha atom santrali planliyoruz" da denmis hatta Bakanligi tarafindan. Memleketin dört tarafini atom santralleriyle donatin, müstehaktir, demistim, zaten olacagi söylüyormusum bilmeden. Aptala (abdala degil) malum olurmus. 

Çarşamba, Mart 16, 2011

Insan istiyor ki...

"Mersin Akkuyu'da atılacak adım dünyaya örnek olacak. Tabii ki her yatırımın olumsuz bir neticesi olabilir. Olumsuz neticesi olacak diye yatırımdan vazgeçmezsiniz"


"Deprem olmaz diye bir şey yok, olabilir. Ama bu yatırım depreme dayanıklı olarak yapılmaktadır."

"Riski olmayan hiçbir yatırım yok. Yani o zaman evinize Aygaz tüpü de koymamak gerekir."

Insan istiyor ki, kendisi yerine karar verenler ciddiyetle konussun, yaptiginin dogrulugunu savunmak icin daha ciddi, akla hitap eden argümanlar getirsin. Okurken kara mizah tadi birakmasin agzimizda.

Halkinin büyük cogunlugu uyumadigi zamanlarda dünyaya  kaderci-magazinel gözlüklerden bakarken fazlasi gerekmiyor demek ki.  Yine dünyaya örnek olacagiz, onlara enerji sorunu nasil cözülür gösterecegiz demek ki.  Ne mutlu bize...

Simdi haberler: (Aklima gelen gazetelerin ana sayfalarindan secmeler, cimbizla aradan secmeler degil, ilk anda dikkat ceken haberler)

Türkiye:
Doktorlarindan iyi haber (40 yil düsünsem, bu blogda I. Tatlises hakkinda bir yaziya link verecegim aklima gelmezdi; bu da oldu. Korkulandan iyiymis durumu, endise buyurmayiniz.)
Nükleerden dönüs yok! (Yukaridaki alintilar bu yazidan)
Rusya ile vizesiz dönem basliyor (Yasasin! Her Türk evladi Rusya'yi zahmetsiz gezip görebilecekmis artik. Onlar tekrar vize koydugunda biz de Akkuyu'yu paketler, Moskova'ya gönderiveririz, olur biter. )
Türkiye'nin nükleer aski sasirtiyor (Bu haber özellikle okunmali)

Ingiltere ve ABD:
Japan nuclear crisis and tsunami aftermath - Live updates
Japan says 2nd Reactor May Have Ruptured With Radioactive Release
Experts Had Long Criticized Potential Weakness in Design of Stricken Reactor
Watching the smoke
The nuclear family

Almanya:
Drohender super-GAU, Verzweifelter Kampf gegen die Katastrophe (Süper GAU tehdidi, Felakete karsi süpheli mücadele)
Wer soll das alles zahlen? (Zarari kim ödeyecek?)
Anti-atom Demo in Muenchen,50.000 gegen die Atomkraft  (Münih'te atom karsiti gösteri, 50.000 atom enerjisi karsiti)

Pazartesi, Mart 14, 2011

Oyunu bilincle kullanmak, oyunu bilincle oynamak

Reaktör kazasinin meydana geldigi Blok 4'ü merkez alan 30 km. capinda bir alan terkedilmis gibi gözüküyor. Burada yasayan cok az sayida insanin hepsi yasli ve kimsenin haberi olmadan ölmekten korkuyorlar. Tarihi sehir kimsesiz, komsu sehrin yikintilari bos, manzara bir mezarligi andiriyor. Bir zamanlarin zengin kültür bölgesinden 300 köy bosaltildi, 100 tanesi daha yüksek radyasyon degerleri yüzünden kaderine terkedildi. Felaketten sonra 35.000 kisi tahliye edildi. Ingiliz atom enerjisi uzmani John Large'a göre tahliye edilen bölgenin eski haline dönmesi pratik olarak mümkün degil ve büyük olasilikla önümüzdeki 100-300 yil boyunca izole ve kontrol altinda tutulmasi gerekecek.

Gecen hafta Alman Yesiller'inin aylik bülteninde okudum bunu. Japonya'da büyük deprem sonrasi meydana gelen atom reaktörü kazasinin öngörüsü mü? Degil tabii ki... Çernobil kazasının 25.yildönümü sebebiyle yazilmis bir yazi sadece.

Sokaktaki insanin kisitli bilgisiyle vakif olabilecegi sekliyle Japonya'daki son durum: Fukushima'daki atom reaktörlerinde iki gün icinde iki büyük patlama oldu.  Toplam 6 bloktan ücünde sogutma mekanizmasi devre disi kaldi. En azindan ikisinde nükleer erime basladigi tahmin ediliyor. Atmosferde artan miktarda radyasyon tespit edildi. Vikipedi'nin ilgili maddesini okuyoruz: "Nükleer erime, bir nükleer reaktörün soğutma sistemlerinin çalışmaması ve reaktörün parçalanabilir yakıtının (uranyum veya plütonyum) tepkimesinin yavaşlatılamaması durumunda, nükleer yakıtın tamamen eriyerek çok sıcak ve çok yoğun bir sıvı haline gelmesi durumudur. Nükleer erime durumunda reaktör yakıtı (uranyum veya plütonyum) reaktör kalbini eriterek dışarıya çok ciddi miktarda radyasyon sızıntısına sebep olabilir. Bu durum bir nükleer reaktörde olabilecek en ciddî kazadır."

Alman televizyonlarinda GAU ve Super-GAU kavramlari ucusup duruyor. GAU Ingilizce'de Design Basis Accident denen kavramin Almanca kisaltmasi. Çernobil bir Süper-GAU imis. Cünkü cekirdek erimekle kalmayip cekirdegi saran granit kabuk da havaya ucmustu. Japonya'daki reaktörlerde ise granit dis kabugun patlamalara ragmen saglam kaldigi söyleniyor. ARD kanalinin bilimsel programlarinin basarili yapimcisi Ranga Yogeshwar'in olayi bir bardak ve bir kalem yardimiyla bir cocugun bile anlayacagi sadelikle acikladiktan sonraki yorumuna ise katilmamak elde degil: "Bu olay su anki sekliyle bile yeterince "süper" (kötü anlamiyla tabii) degil mi zaten?"
Japon hükümeti bu sabah yaptigi aciklamada yapilan son ölcümleri de paylasarak durumun o kadar da kötü olmadigini söyledi. Deutsche Welle Japonya uzmaninin yorumu: "Hükümet bu bilgileri kazanin meydana geldigi tüm reaktörleri isleten TEPCO'dan aliyor. (Ilginc bir sekilde Japonya'da nükleer enerji reaktörleri özellestirilmis!) TEPCO kelimenin tam anlamiyla sektörün karakoyunu. Japonya'da onun verdigi bilgilere güvenilemeyecegi görüsü hakim. Üstelik kazadan önce de böyleydi.  Sahte bakim ve tamirat raporlari yayinladigi bile biliniyor. " Bana kalirsa zaten bu sartlar altinda ortada bir "sektörün karakoyunu" olmasaydi bile resmi agizlar "Durum o kadar da kötü degil"den farkli bir aciklama yap(a)mazdi.

Bu olay uzak diyarlardan gelen üzücü haberler olarak mi kalacak sadece? Bence bu felaket bizim de felaketimiz. Insan olmanin geregi olarak dünyanin öbür tarafinda insanoglunun yasadigi acilari kendi yüregimizde hissetmemiz isin sadece bir kismi. Onlarin yerine kendimizi koyarak benzer sartlarda (yüzyillarin depremi+tsunami+nükleer kaza) neler hissedecegimizi/yasayacagimizi düsünmek, biraz da kendimiz icin endiselenip üzülmek de insan olmanin dogal bir parcasi. Ekonomik, teknolojik, bilissel baglar bizi eskisinden cok daha sıkı bır ağın icinde birbirimize bagliyor. Birbirine gittikce daha cok bagli ve bagimli olan bir dünyada, sistemin bir yerindeki kücük bir yara bile hepimizi yaralara acik ve kirilgan kiliyor. Kaldi ki bu kendi bölgesi acisindan kücük bir yara da degil. Bunlar isin insani yönleri. Bir de Gaia var. Dünya bizim kücük insani aglarimizin cok daha ötesinde, karmasik baglarla birbirine bagli yapilardan olusuyor. Güney Bavyera'nin kirsal alanlarinda yaban domuzlarinin severek yer altindan kazip cikardiklari bir tür mantarda bugün bile yüksek oranda Sezyum'a rastlaniyor. Kaynaginin Çernobil oldugu tahmin ediliyor. Saka gibi ama gercek. Neden cocugum 25 yillik sıklıklarla meydana gelen bu türden saka gibi gercekliklerin dünyasinda yasamak zorunda olsun? Dünkü gazeteler Japon risk yönetimi uzmanlarinin bu türden  bir felaket senaryosu (skalanin bu derece üst tarafinda gerceklesen bir deprem ve ardindan devre disi kalan bu kadar cok atom reaktörü)  olasiligini "son derece düsük" olarak kayda gecirmis olduklarini yaziyordu. "Son derece düsük" gercek oldu ve günlük yasamimizin ortasinda patladi. Mutfakta bir taraftan pirasa ve enginar piserken bunlari yaziyorum. Bu da saka gibi.  Neden risk yönetimi uzmanlari arasinda hic anneler olmaz ki? Annelerin yüregi titrektir, evde oturup pirasa ve enginar pisirirler ve bu capta bir riski, olasiligi yüzbinde bir bile olsa göze alma lüksüne sahip görmezler kendilerini.

Simdi televizyonda Alman Disisleri Bakani Almanya'daki nükleer reaktörleri (bizim yasadigimiz eyalette de bir kac tane var) rasyonalize etmeye calisiyor. Türkiye'de de benzer tartismalarin devam ettiginden eminim. Kanun yapicinin ve enerji sorununa cözüm arayan cevrelerin arasinda hic karakoyunlar, kisa vadede köse dönmeciler ve kisa yoldan cözüme ulasmacilar olmasa bile, herseyin iyi niyetle tartisildigi ve yürütüldügü bir ortamda bile elde neden atom enerjisinden daha etkin bir cözüm kalmiyor? Neden birey olarak bu türden küresel risklerin (olasiligi düsük olsa bile) gercek oldugu bir dünyada yasamak zorunda kaliyorum ve neden anne olarak cocugumu sonunda bu türden bir dünyada birakip gitmek zorunda kaliyorum?

Yasam tarzimizla ilgili olabilir mi? Birey olarak yapabilecegim bir sey var mi?
Genel gecer yargiya bakilirsa hayir. Ben kullanmadigim odanin elektrigini kapatarak enerji sorununa bir yanit bulamam. Küresel dengeleri degistiremem. Ben kücük ve acizim. Üstelik nükleer enerji göründügünden, kötü ününden daha güvenli ve normal sartlarda diger tüm yöntemlerden daha temiz ve etkin. Alternatif enerji kaynaklari küresel capta uygulanabilecek kadar etkin ve düsük maliyetli degil. Himm, evet, tabii...

Fakat bu kadar büyük bir enerji ihtiyacini yaratan da bu gezegenin bütün köselerinde yasayan, kullanan, tüketen bizler, bireyler , degil miyiz? Madem olumsuz yönde bu kadar büyük bir etki yaratabiliyoruz, neden olumlu yönde de yaratamayalim? Bireysel önlemlerimle ve tercihlerimle benim yerime bana sormadan karar verenlerin eline (iyi niyetlerine güvenerek ya da güvence altina alarak elbette) bir kart verebilir miyim?

Basit yasam teorisyenleri yaptigimiz her alisveriste, harcadigimiz her cent ya da kurusta icinde yasamak istedigimiz dünya lehine bir oy kullanmis oldugumuzu söylerler. Kitabinizi uluslararasi internet devinden satin alirsaniz, onu beslersiniz. Kösedeki kitapcidan alirsaniz, kösedeki kitapcilarin yasamaya devam ettigi bir dünyadan yana oy kullanmis olursunuz.

Aynisi akla gelen bütün eylemlerimiz icin gecerli degil mi? Kimse bana "nükleer enerji: tamam mi? devam mi?" diye sormuyor. Kimse bu konuda referandum, oylama falan yapmiyor. Ama her gün, attigim her adimda hangi enerji türünü istiyorsam onun lehinde oy kullaniyorum. Öyleyse oyumu bilincle kullanmaliyim. Camasir makinesinin "Zaman tasarrufu" dügmesine her basisimda nükleer enerjiden yana oy kullaniyorum. Isi göstergesini 60 yerine 30-40 dereceye her ayarladigimda  temiz bir dünyadan yana oy kullaniyorum; cünkü "en temiz enerji hic kullanilmamis enerjidir".

E-maillerimi saat basi kontrol ettikce ve bu yaziyi uzatip durdukca oyum atom enerjisine, günde en fazla 2-3 kez kontrol edersem, lafi da biraz kisa kesersem oyum temiz enerjiye.

Üsüdügümde kaloriferi biraz daha acarsam oyum fosil enerjiye, üzerime bir kazak daha giyersem oyum temiz enerjiye.

Örnekler cogaltilabilir ve bütün günümüzün aslinda bu türden kararlardan ve secimlerden ibaret oldugu ortaya cikar. Oyum karar vericinin umrunda degilse? Binler, yüzbinler, milyonlar gündelik oylarini bilincsizce kullanirken, ben yeldegirmenleriyle savasmis mi olurum? Olabilir. Bana Don Kişot, bana Frodo olmak kolay, günlerim zaten böyle geciyor.

Fakat önemli olan, biz kac kisiyiz?
Orada baska Frodo'lar da var mi?

Güncelleme (Ayni gün, saat:18:14): Bütün bu olup bitenler saka gibi demistim ama günün asil sakasini annem patlatti. Az önce telefonda konustuk. Ibrahim Tatlises vurulmus ; bana Türk medyasinin onunla mesgul oldugunu söyledi. "Peki Japonya'daki felaket?" dedim. "Himm, evet, ondan da bahsediyorlar tabii biraz" dedi. Inanamadim, sabahtan beri vakit bulup bakamadigim  Türk internet gazetelerinin basliklarini taradim. Eger hasbelkader lafi geciyorsa 8.-9. sirada Japonya'da yasanan deprem, tsunami ve nükleer kazalar. Buradaki yerel gazetelerde bile ilk haber oysa... Eger radyasyon dedigin bir ülkenin sinirlarinda tutulabilen türden bir bela olsaydi, bu ülkenin dört bir yanina atom santralleri kurulsun, müstehaktir diyecektim. Baska diyecek laf bulamiyorum.

Uzmanindan oyun ve oyuncak üzerine görüsler

"Ebeveynlerin sürekli ve aktif olarak cocugun ilerleme kaydetmesi icin caba harcamalari gerekli degildir. Cocugun "tesvik edilmesi" gerekmez. Fiziksel ve ruhsal olarak uygun sartlar saglandiginda cocuk kendiliginden gelisme gösterecektir. ...
"Günlük yasamimizda mutfak esyalari disinda nelerin oyuncak olabilecegi konusunda kafa yorarsak görecegiz ki, "oyuncak" kavramini carpici sekilde genisletmek mümkündür. Oyuncak sadece oyuncak magazalarindan aldigimiz seyler degildir. Cocugun gözünde oyuna uygun görünen her sey oyuncaktir. 
...
Farkli kültürlerdeki cocuklarin oyun sirasinda ayni tipik davranislari gösterdigini belirledik. Elbette kültüre bagli farkliliklar da var. Avrupa'da bir cocuk doldurma ve bosaltma icin plastik kaplar ve kumu kullanirken, Afrikali bir cocuk cömlek kaplari ve topragi, Bali'li bir cocuk ise ici bosaltilmis kabaklari ve kabak cekirdeklerini kullanir.
...
 
Dr. Remo H. Largo. Tip ve gelisim pediatrisi okumus. Zürih cocuk hastanesinde Büyüme ve Gelisme bölümünü 30 yil boyunca idare etmis ve oradan emekli olmus.  Bebeklik, cocukluk ve okul yasi cocuklari üzerine bir cok bilimsel calisma ve kitaba imza atmis. Hepsinden önemlisi 3 cocuk ve 4 torun sahibi. Alintilar kendisiyle Spiel und Zukunft adli sitede yapilmis, "Das Kind und sein Spiel verstehen" (Cocugu ve Oyununu Anlamak) adli röportajdan. Daha pek cok sey anlatiyor Dr. Largo. Oyunun ögrenmedeki öneminden, ebeveynin oyundaki rolünün ne olmasi gerektigine dek...Sayfanin yapisi sebebiyle röportaja direk link veremiyorum. Sitede bu isimle aratinca karsiniza cikar mutlaka. Kitaplarini takibe aliyorum.  


  

Cuma, Mart 11, 2011

Türkiye'nin bu yilki CEBIT'de ortak ülke olmasi sebebiyle, Süddeutsche Zeitung'da 28. Subat'da yayinlanan yazidan alintilar:
  • Her iki Türk'ten birinin internet erisimi var. Avrupa ortalamasinin (%65) altinda olsa da büyüme hizi inanilmaz. 5 yil önce her 10 haneden birinde bilgisayar vardi; simdi her üc haneden birinde.
  • Ericsson'un yayinladigi bir arastirmaya göre Türkler dünyada cep telefonuyla konusma birincisi. Günde kisi basina 76 dakika!
  • Gecen yil itibariyla Türkiye'den Facebook'a katilim: 23 Milyon kullanici! Bu rakamla Türkiye Facebook kullaniminda dünya dördüncüsü.
  • Türkcell Türkiye'de kuracagi 3G aginin Berlin'dekinden daha hizli yayginlasacagini iddia ediyor.
  • Türk bankalarinin internet bankaciligi yaninda Alman bankalarininki gayet eski moda kaliyor. (Ikisini de kullandim, biliyorum. Kesinlikle dogru!)
"Türkiye ve High-Tech?" diye sorulmus yazida. Yukaridakiler bu sorunun ardindan siralanmis. Ardindan da "Bugüne dek Türkiye sadece bir pazar olarak ilgincti. Burada her seyden önce tüketiliyor, hicbir sey icat edilmiyor" denmis.

Sık sık gözledigim ve artik kaniksamaya basladigim bir sey var: Bir magazada sirami beklerken, otobüs veya tramvayda bir yere giderken, yolda yürürken sagimda solumda bitmek bilmeyen bir cep telefonu görüsmesi yapılıyor. Yaptigim tren yolculuklarinda 45 dakika hic araliksiz devam eden cep telefonu sohbetlerini biliyorum. Cevredeki insanlarin bikkinlikla gözlerini devirmekte yerden göge hakli olduklarini düsünüyorum.  Dilini anlamasam bile konusmanin tonundan gayet bos ve gereksiz bir sohbetin sürdügünü anlayabilirdim. Aksilige bakin ki, ben yapilan konusmayi bastan sona anlamak sanssizligina da sahibim. Cünkü bu uzun ve anlamsiz cep telefonu sohbetleri hemen daima Türkler tarafindan (oransal olarak daha az bir kismi da Ruslar tarafindan) yürütülüyor. Sokakta yürürken 500 m. öteden cep telefonuyla konusan birini görsem sesini duymadan, yüzünü görmeden size milliyetini söyleyebilirim.

Biz sadece cep telefonunu ya da interneti degil, teknolojinin her türlüsünü üretmeden tüketen bir toplumuz. Arkalarinda yatan bilimsel calismalardan habersiziz. Kac bilimadaminin, kac arastirmacinin, kac mühendisin uykusuz gecelerinin birikimini kullandigimizi asla tahmin edemeyiz. Bir sesi, bir sinyali, 1 byte'lik bir bilgiyi 100 metre öteye tasiyabilmek kimlerin mütevazi yasaminin biricik amaciydi, o hedefe erisebilmek icin nasil da kivrandilar, nelerden vazgectiler, onu her gecen gün mükemmellestirebilmek icin nasil calistilar hayal bile edemeyiz. 

Türkiye'nin de üyesi oldugu Avrupa Patent Ofisi'nin web sayfasindaki herkese acik veritabaninda keyfi aramalar ilginc sonuclar veriyor. Dünya capinda Alman patentlerinin sayisi (Yayin numarasi DE  ile baslayanlar) 100.000'den fazla oldugu icin veritabani tam rakam veremiyor. Yüzbinlerce olmali, ama tam sayiyi bilemiyoruz. Ayni aramayi TR ile baslayanlar icin yapinca gelen rakam 51.817. Ayni veritabaninda sedece bir tek Alman firmasinin yayinladigi patent basvurularini taratinca (siemens ya da bosch mesela)  yine 100.000'in üzerinde patent geliyor. Kullandigim bilgisayarin üreticisini yaziyorum (hp), 63.486 patent kaydi geliyor. Türkler'in cep telefonu konusmasinda dünya birincisi oldugunu tespit eden Ericsson'un patentleri 90,221 tane. Tek basina bir ülkeden daha cok arastirma-gelistirme ve icat yapan firmalar... Aferin onlara, ülkeleri onlarla gurur duyabilir.

Böyle oldugu icin ve böyle olmaya devam ettigi sürece,
high-tech'ligimizin aldigimiz fotograf makinesine bayildigimiz liraciklarla dogru orantili oldugunu sanmaktan,
iPod'umuzun rengini nasil da giysimize kombin ettigimiz üzerine postlar yazmaktan,
cep telefonunda Ayse ile Ali arasinda cöpcatanlik yapmaktan ve
birileri eliyle vurdugu gibi dijital günlüklerimizin kapagini kapativerdiginde, elma sekeri elinden alinmis cocuk gibi "ama..ama..ama" demekten ileriye gidemeyecegiz.

Perşembe, Mart 10, 2011

Kızılcıkta bahar

Photo by Juergen.Mangelsdorf
Haftalardir tomurcuklarinin kapisini aralamis dünyaya bakiyorlardi. Tam olarak 24. Subat'tan beri. Üc günlük ilik havaya onlar da dayanamadi. Bugün ilk kez kizilcik ciceklerinin uyku mahmuru gözlerinin icine baktim.

Kızılcıkta (Cornus Mas) cicek ve yaprak tomurcuklari ayri ayri. Yaprak tomurcuklari fazla dikkat cekmiyor, cicek tomurcuklari dikkat cekici yesilimsi sari renkte. Her ikisi de karsilikli. Kızılcık çiçekte sabırsız, meyvede sabır taşı. Cicegini önce o acar, meyvesini en son o verir.  Bazen Ekim ayinda meyvelerinin hala yeterince tatlanmadigi olur. Dert degil, olmadi elimizde tarifi var; sirke ve baharata katar, tursu gibi bir sey yapar, adini kizilcik zeytini koyar, salamura zeytin niyetine yeriz.

Bazen de bir dergide (Kraut und Rüben'de örnegin) Türkiye'de  meyvelerinin sekerlemesinin de yapildigini okur; "Benim ülkemde mi? Nerede? Nasil? Hangi kizilcik agacindan?" diye sasar kaliriz.

Çarşamba, Mart 09, 2011

Sokaklarin kimsesiz dallari ve bahcesiz sehir bahcivanligi üzerine...

Bir kez kuru agac dallarinda sakli mucizeyi ögrendik ya, durmadan sokaklardan agac dali toplar olduk. Hani sokakta buldugu kimsesiz kedi-köpekleri toplayip eve getiren insanlar vardir ya; kendimi öyle hissediyorum son zamanlarda. Bu aralar bütün bahcelerde bir hazirlik, bir budamadir gidiyor. Kaldırımlarda sık sık düzgün kesilmis agac dallarina rastliyorum o yüzden. Toplayip geliyorum eve. Sincap bile alisti; "anne bunu eve götürelim, suya koyalim" diye elime tutusturuyor.

Gecen gün ciddi bir görüsmeye giderken yolda karsima budamadan kalma oldugu belli, gayet düzgün ve saglikli bir altin cani (Forsythia) dali cikti. Mutlaka eve götürecegim ama cantama sigmayacak, cantadan sarkinca gittigim yerlerde tuhaf duracak, ne yapsam bilemedim. Sonra hatirladim ki ben sehir bahcivaniyim, sehrin bütün agaclari ve bütün kuytu köseleri benim :) Hemen kaldirim kenarinda fazla dikkat cekmeyen, zarar da görmeyecegi bir köseye sakladim onu. Görüsme cikisinda sakladigim yerden alip getirdim eve. Bir kac gün önce onlar da actilar. Buyrunuz, bizim evde toplanmis kimsesiz dallarin bir toplu gösterimine davet ediyorum sizi:


Kozalak gibi olanlar kizilagac meyveleri,
asagidaki fotografta yesillenmis olan dal bu fotografta solda düz ve kizilimsi olan,
altin cani ise bu fotografta yok henüz...

Yapraklanan ama türünü tahmin edemedigim bir tür...
Iste cicek acan altin cani dali...

Ikisi birlikte...


Bu da yine bir budama sonrasi bizim evin yolunu bulmus bir orman sarmasigi (Hedera helix) dali. O evde yesillenmedi. Zaten herdem yesil :) Meyvesiyle, parlak yapraklariyla ne de güzel. Bu dal kimbilir belki köklenir de umuduyla suya daldirildi. Ayni umutla saksilarin birinde topraga daldirilmis bir de kardesi var. Bir daha sehri avucuna alan budama krizinden sikayet  edersem, bu yaziyi hatirlatin bana :)

Salı, Mart 08, 2011

Güzel bir seyin sonu...

Elime ilk verdiklerinde emzirmek istemistim, olmamisti.

Sonra cok emzirmek istemistim, yetmemisti.

Bebeklerini emzirirken büyük bir mutluluk ve huzurla dolduklarini, bunun insanin hayatindaki en güzel anlardan biri oldugunu söyleyen anneler vardi. "Neresi mutlu, neresi huzurlu, neresi güzel" diye söylendigimi cok iyi hatirliyorum. Aci vardi, stress vardi, yorgunluk vardi. Sirf yararina inandigimdan disimi sıkıyordum. Sonraları aştık teker teker tatsiz sorunlari. Keyifsiz baslayip mutlu sona ermis bir hikayeydi bizim süt hikayemiz.

Kisisel tecrübemden ögrendigim bir sey var. Anne sütü sandigimizdan daha güclüdür. Dogumdan sonra "cok ugrastim, olmuyor, demek ki ben yeterince süt üretebilecek biri degilmisim" diyen kadinlarin cogu da dahil olmak üzere (ben onlardan biri olmanin sinirinda yürümüstüm, iyi bilirim o duyguyu), hemen her kadin yeterince süt üretmeye muktedirdir. Unutulmus degerli bilgiler var, cok karisip akil karistiran var, kadina anneliginin her asamasinda destek degil köstek olan bir sistem var. Bazen dogum sonrasinda isler hayal ettigimiz gibi gitmiyorsa, sasmamali, süte engel olanlar var.

--§--
Bugüne dönelim.
48 saatten uzun zamandir yanima gelip "anne, süt ver" demedi. Gectigimiz bir kac haftadir pek cok 24 saati anne sütü istemeden gecirmisti zaten. Tamamen biraktik diyemem; sanirim arada yine gelip gidip isteyecegi bir dönem var önümüzde. Anaokuluna alistikca, dis dünyayla baglari arttikca, ilgisi, istegi kendiliginden sönecektir diye düsünmüstüm. Öyle oluyor. 

Güzel bir seyin sonuna yaklasiyor gibiyiz.

Hüzün duymuyorum; sevincliyim.
"Oh, nihayet bitiyor, kurtuluyorum" türünden bir sevinc de degil bu.
Doganin gündelik mucizelerinden birini 3,5 yil yasama sansina sahip oldugum icin.
Kendim hakkinda yeni bir seyler ögrenebildigim icin.
Cocuguma yasaminin ilk yillarinda elimden gelen en iyi baslangici armagan edebildigim icin.
Her sey kendi seyrinde olup bittigi icin. 


Dipnot: Bu yazi  bir "formül süte yergi" yazisi degil, "anne sütüne övgü" yazisidir. Herhangi bir sebeple anne sütü ver(e)memis anneleri yargilama, vicdan azabina sürükleme amaci gütmez. Kisisel tecrübemde sütüm tek basina yetmeseydi gelen her damlayi ogluma eristirmek azmiyle formül sütten destek alacaktim. Elimden geleni yapmis olmanin rahatligiyla zerre kadar da üzülmeyecektim. Herkes kendi tecrübesinde eşsiz, kendi kararlarinda özgürdür.

Pazar, Mart 06, 2011

Sincabin anaokulu atistirmaliklari

Sincap günde üc kez anaokulunda bir seyler yiyor. Ögle yemegi anaokulundan. Kusluk vakti ve ikindi atistirmaliklarini biz hazirliyoruz.

Anaokulu ilk acildiginda aklima gelen saglikli atistirmaliklardan bir liste hazirlamistim. Hatta burada yayinlayacaktim. Sonra alisma sürecinin güclükleri arasinda unutulup gitmis. Son zamanlarda bir taraftan ben bu konuda bir tikanma yasarken, diger taraftan sincabin beslenme cantasindan her gün degisik birseyler cikmasini bekledigini farkettim. O yüzden eski listeye tekrar el attim, güncelledim. Kaybolmasin diye buraya da ekliyorum. Mümkünse sizlerden de saglikli ve lezzetli atistirmaliklar konusunda fikirler bekliyorum.

Sincabin beslenme cantasi her gün ana hatlariyla iki sandvic (biri tatli, biri tuzlu) , iki meyve ve bazen (yaratici günümdeysem) kuru meyve ya da yogurt gibi eklerden olusuyor. Bazen mevsim meyvelerinden birinin yerine kuru meyve koydugum da oluyor. Detayi ise söyle:

Sandvic ve ekmek üstüler:
  • Ekmek - tereyag( veya tahin) - bal (veya recel)
  • Ekmek - peynir- domates sandvic  
  • Ekmek - haslanmis yumurta (cocukken beslenme cantamizdan bunun cikmasini sevmezdik ama sincap simdilik itiraz etmiyor, üstelik saglikli, üstelik diger anneler de koyuyor)
  • Ekmek - cekirdekleri cikarilmis zeytin (Zeytin cekirdeklerini hatirlatmazsak hala yutuyor :( Ne zaman ögrenecek bilmem...)
  • Ekmek - vejetaryen sucuk/sosis (Nadiren ve tamamen sosyal sebeplerle, gruptan ayri hissetmesin diye kendini)
  • Ekmek yerine bazen ev yapimi pogaca ya da susamli simitler
Güclü tatlilar:
  • Kurabiye (Ev yapimi veya organik-hazir)
  • Honigwaffel (Burada alternatif dükkanlarda buldugum balla hazirlanan waffle'lar)
  • Müsliriegel (Müslinin sertlestirilip preslenmis, böylece gofret gibi isirilarak yenebilen sekli. Evde yapmak icin tariflerini de buldum ama henüz tam kivami tutturamadim. Tahilli, kuru meyveli, kuru yemisli, cok besleyici, cok saglikli)
Sebzeler: (Hepsi ince ince dogranmis finger-food seklinde)
  • Salatalik (Ama simdi degil mesela, mevsiminde)
  • Bir lokmalik kücük domatesler
  • Biber (Rengarenk paprika biberler, bunu cok seviyor :)
  • Havuc
Meyveler: (Mümkün oldugunca herkesin alabilecegi meyveler olmasina, bir de mevsim meyvesi olmasina dikkat ediyorum)
  • Mandalina
  • Muz
  • Elma
  • Armut
  • Üzüm
Kuru meyveler ve yemisler:
  • Kuru hurma
  • Kuru kayisi
  • Kuru üzüm
  • Ceviz
  • Bazen aycicegi cekirdegi ve kabak cekirdegi (soyulmus tabii :)
  • Aslinda findik, fistik vb. de vermek istiyorum; uzun zamandir sorunsuz yiyebiliyor.  Ama bu yas cocuklarda tehlikleli olabileceginden anaokulunda diger cocuklara kötü örnek olmasini istemiyorum.
Yogurt
  • Daha cok sade yogurt. Arada bir icine ceviz, aycicegi cekirdegi vb. ekliyorum. Meyveli yogurdu da o arkadaslarindan görüp istemeye basladi. Az katkili ve organigini bulmam gerek.
Bazen kücük kacamaklar da oluyor tabii. Örnegin bugünlerde Fasching sebebiyle meshur Alman Krapfen'larina (Berliner) takti. Yol üstündeki pastanelerde görünce istiyor. Bazen cikolatali gofretler götürdügü de oluyor. Gayet soya lesitinlisinden ve fruktoz glikoz suruplusundan :( Ögretmenlerinin ve diger annelerin bu konuda benden daha toleransli olduklarini farkettim. Bazen ben de esnetiyorum kurali.

Uzun ve zengin bir liste gibi gözüküyor ama bu seceneklerle bile tikandigimiz oluyor bazen. Kismen benim alisveris yaparkenki unutkanligimdan kaynaklaniyor tikanma.

Sizin saglikli, besleyici, pratik atistirmalik önerileriniz nedir bu 3,5 yas cocugu icin? Evde hazirlanmasi engel degil, tercih sebebidir :)

Çarşamba, Mart 02, 2011

Dogumlar ve katmanlar

Bugünlerde dört dogumu bekliyorum heyecanla...

Ikisinin haberi ilk dogumlarinda normal doguma cesaret etmis iki cesur kadindan gelecek...

Ücüncüsü surada bahsettigim daldaki tomurcuk, son bir kapisi var acilacak...

Biri de bir kac ay önce satin aldigim, Subat basinda topragini degistirdigim, evimizin yasayan taslari, lithopslar. Tam tür adini unuttum, yazili oldugu kagidi da kaybettim. Bu yil ilk kez bir bitki icin "artik hakkimdir, acemiligim geciyor yavastan" deyip özel toprak aldim. Evdeki bütün sukkulentler simdi kaktüs topraginda. Lithopslar hemen ataga gecti topraklari degisince. Pıtır pıtır sessizce aciyorlar katmanlarini:

26 Subat

1 Mart

Haberlerini bekledigim iki cesur kadina, lithopslar kadar dingin, kendiliginden, zahmetsiz, katman katman acilabildikleri dogumlar diliyorum gönülden.

Katmanlar deyince su kücük not da bu aralar bu konuda düsünen ve düsündürten Brajeshwari'm icin :

"Doga düsüncenin aracidir ve basit, iki ve üc katmanli derecelerden olusur:
1)Sözcükler dogal olgularin simgesidir.
2)Belli doga olgulari belli tinsel (ruhsal, spritüel) olgularin simgesidir.
3)Doga ruhun simgesidir."
Nature (Ralph Waldo Emerson)

Dipnot: Fotograftaki yesil sukkulentler lithops degil; Sedum burrito. Lithopsla ikisini kardes kardes gecinsinler diye ayni saksiya ektim. Aklimda hala Asortik Krep'in sukkulent kokteylleri var :) Sincap özellikle Sedum'lari cok eglenceli buluyor. Biraksam gelip gidip minciklayacak. Aklina agzina atmayi falan getirmez umarim...


Salı, Mart 01, 2011

Annem, anneannem, ic seslerim

Bu yaziyi aslinda Dilek icin yaziyorum. Özel bir yazismamizda annemin bir sözünden bahsetmistim, cok sevmisti. Yeri geldikce tekrar tekrar yazmaktan yorulmus, link vermek istiyormus :)
Fakat yaziyi kafamda kurgularken, bugünkü annelik anlayisimin diger ortaklari da lafa karismaya basladi. Onlardan da bahsetmeden olmayacakti. Isbu yazi böylece ortaya cikti.

Annem
Sincap henüz dogmadan önce, bir gün anneme telefonda okudugum kitaplardan ögrendiklerimi anlatiyordum. Annem doguma yanima gelemeyecekti. Ben yalniz doguracaktim, herseyi tek basima halledecektim. Deyim yerindeyse kendi göbegimi kendim kesecektim. Istiyordum ki, uzaklardan endiseye kapilmasin annem, hersey kontrol altinda, iste ben okuyup ögreniyorum herseyi. "Anne sen merak etme, ben okudum onu bla bla bla kitabinda; bla bla bla oluyormus, bla bla bla..." seklindeki cümlelerim karsisinda söyle dedi annem: " Ooo, evladim, güzel hos da, her cocuk icin ayri bir kitap yazmak lazim. Her cocuk her kitaba uymaz. Bunu da unutma."

Kitaplarimi okumaya devam ettim. Ama bunu da unutmadim. Iyi ki söyledi annem ve iyi ki unutmadim ben.
Yoksa kitaplarini iyi okumamis kötü bir anne oldugumu düsünecektim her daim.

Kitaplar ilk dogum uzun sürer diyordu. Benimki sadece 6,5 saat sürdü.

Kitaplar cocuklarin büyük cogunlugu üc ay koligi yasar diyordu. Ben kesin bizim de basimiza gelecek diyerek her türlü hazirligi yaptim, kolik durumunda yapilacaklar listesi hazirlayip görülür bir yere astim. Meshur damlayi bile dogurmadan önce satin alip evde hazir ettim. Bizimkinin bir gün bile kolik derdi olmadi. 

Kitaplar 2 saatte bir 15 dakika bir gögüsten, 15 dakika diger gögüsten emzirmemi söylüyordu. Benim sütüm yetmedi, bizimki süt arsizi cikti. 2 saat hic araliksiz gögsümde kaldigi oldu. Haliyle kitaplarin "son seferinde sag taraftan basladiysaniz, bu sefer solla baslayin" önerisi de havaya uctu. Sag sol birbirine karismisti cünkü.
Bir de ilk günden bebegin düzenini iki saatlik bir döngüye oturtan kitaplar varmis. Sonradan ögrendim, ancak aci aci gülümseyebildim.

Lafi uzatmayayim, sira kati gidalara gecise geldi. Orada büyük bir karmasa hüküm sürüyordu. Alman kitaplarina göre sira havuc püresi, patates püresi, etli sebze püresi, ardindan ek ögün olarak tahil ezmesi seklindeydi. Meyve ve rezene cayini da unutmayalim.  1 yasindan önce inek sütü ve ürünleri kesinlikle önerilmiyordu. Amerikan bebekleri mutlaka pirinc lapasiyla basliyordu. Türk doktorlarinin verdigi listelerde ilk madde yogurttu! Listede sütte ezilmis bebe bisküvisi de vardi, aman Tanrim! Ben Alman kitabina uyacaktim tabii ki. Her hafta yeni bir püreyi menüye ekleyerek olasi alerjenleri belirleyebilecek, asama asama ögünlerin sayisini arttirarak anne sütünün agirligini tereyagindan kil ceker gibi azaltacak, aynen kitaplarda anlatildigi gibi kolayca dengeli bir beslenmenin ilk adimlarini atacaktim. Keske mümkün olsaydi da, ilk havuc püresini sincabin agzina verdigimdeki surat ifadesinin bir fotografini yayinlayabilseydim burada. Patates püresinin adini bile anmayalim. Rezene püresi ve maydonoz kökü püresi bile yaptim! Sonunda onun yemedigi püreleri corbaya cevirip afiyetle yedik. Ben telefonda annemle aglaya zirlaya "yemiyor bu cocuk, ben nerede hata yaptim" konusmalari yaptim. "E, yogurt versen, yemez mi?" önerisi üzerine, inek sütü ürünleri yasagini delerek ev yapimi yogurt teklif ettim sincaba. Bingo! Ondan sonra ne verdiysek yogurda ekleyip verdik. Yine de cok istahli degildi sincap. 1 yasina dek anne sütü agirlikli beslenmeye devam etti. 

1 yasini biraz gece, rutin ögle uykularinin saati kaymaya, bu kayis aksam uyku saatini de etkilemeye basladi. Bebegin gündüzleri bolca mesgul edilmesini, yorulmasini böylece uyku düzeninin daha kolay kurulabilecegini tavsiye eden kitaba gönülden inaniyordum. Aslinda hala inaniyorum. Ne var ki, sincap icin yeterli fiziksel aktivitenin miktarini bir türlü belirleyemedim. O badi badi adimlarla önde, ben arabasiyla arkada günlük market alisverisine diye cikip neredeyse bütün bir sehri dolanip, yorgunluktan bitap düstügüm ve sincabin aksama dogru eve dönmeyi reddettigi bir gün bile var. Aksam uyku saatinde en ufak bir degisiklik olmamisti. Bir cocugu büyütmek icin bir ordu gerektigi fikrine ilk kapilmaya basladigim günlerdi onlar. Hicbir kitap bundan bahsetmiyordu. Sincabin ögle ve aksam uykulari sonradan görece olarak düzene girdi. Üstelik ben özel bir sey de yapmadim.  

1,5 yasinda tantrum/aglama krizleri basladi. Ben daha kitabin o kismina gelmemistim oysa. Iki yasini bekliyordum. Hizlica duruma vakif olmak icin yaptigim okumalar yararsizdi. Önerilen yöntemlerin hemen hicbiri (mantikla aciklama, ortamdan uzaklastirma, dikkatini baska yöne cekme, tepkisiz kalma, ortamin güvenliginden eminsek cocugun yanindan ayrilma, vb vb) ise yaramadi. Ya da nadiren ise yariyor, cogunlukla yaramiyordu. Sonunda sincabin öfkesinin dogasini anlamaya basladim. Nelerin ilk kivilcim olabilecegini farkedip, onlari ustalikla bertaraf etmeyi ögrenmeye basladim. Bir kez aglama krizi basladi mi belli bir tepe noktasi vardi bir de. O tepeye varmadikca hicbir caba ise yaramiyordu. Yaninda oturup sabirla tepe noktasina ulasmasini bekliyor, ondan sonra taktiklerimi siralamaya basliyordum. Annemin "her cocuga bir kitap" derken ne demek istedigini gittikce daha iyi anliyordum.  

Anneannem
Anneannem dünyalar tatlisi ve karakter olarak etliye sütlüye karismayan biriydi. Cocugumu nasil yetistirmem gerektigine dair en ufak bir yönlendirmesi olmadi. Zaten bir kez gördü oglumu. O zaman da bu konu hakkinda hic konusmadik. Fakat oglum dogmadan az önce edindigim bir aliskanlik vardi. Yasamimi sadelestirmeye calisirken karsilastigim her sorunda kendi kendime "Anneannem olsa ne yapardi?" diye soruyordum. Fikrimce anneannemin nesli annemin neslinden daha sade, daha dogaya yakin yasamis bir nesildi. Özellikle onun cözümleriyle ilgilenme sebebim buydu. O kadar icsellestirmistim ki bu soruyu, sincabin bakimi ve yetistirilmesi meselelerinde de sormaya basladim kendime: "Sahi, anneannem olsa ne yapardi?" Tuhaf yanitlar gelmeye basladi sorularima.

Anneannem cocugunu iki saatlik bir düzene oturtarak büyütmezdi. Istese bile yapamazdi; kol saati bile yoktu.
Anneannem yenidoganin bakimi icin hangi markanin bakim setini kullanmali diye düsünmezdi.
Anneannem kati gidalara baslarken hangi ekolü takip etmeli diye düsünmezdi. Mutfagi söyleyecekti ona ekolün adini.
Anneannem kontrollü aglatma uygulayamazdi. Dedim ya, saati yoktu herseyden önce. Ayrica diger cocuklarinin gecenin köründe vizildayip duran bir bebek yüzünden uykudan uyanmasini da tercih etmezdi. Tahminen bebek zaten anneannemle ayni odada uyuyordu. Ayni odada aglayip duran bir bebek varken, dakikalar boyunca tepkisiz kalmayi anneannem pek mantikli bulmazdi eminim.
Anneannem cocuklarinin gelisiminde su ya da bu pedagojik yaklasimi takip etmezdi. Cocuklarinin ince-kaba motor, koordinasyon becerilerini falan gelistirmek icin özel oyunlar, etkinlikler kurgulayacak zamani yoktu. Bu türden etkinliklerden uzak kaldilar diye gelisimleri konusunda endiseye de kapilmazdi anneannem. Olsa olsa o hamur yogururken hamurla oynardi cocuklar, biraz büyükler yumurtasini kendi soyardi. Biraz daha büyükler zaten coktan günlük islerde yardim etmeye baslamis olmaliydi. Bahcede anneannemle zaman gecirmisligim coktur. Herhalde kendi cocuklari da cok zaman gecirmistir.
... 

Ic seslerim:
Annemle anneannem icimde bir kirilmaya yol actilar.  Sadece onlar da degil.  En basindan itibaren her kitap her kitaba uymuyordu. Ekoller, akimlar vardi. Alman doktorlar pürelerde kati bir siralama önerirken, sonrasinda karismiyor; buna karsilik Türk doktorlar tam da o noktada anne-babanin eline uyulmasi gereken menüler ve listeler tutusturuyordu. 1 yasinda oglumu götürdügüm Ingiliz ekolünden Maltali bir doktor "pürelerden sonra simdi ne vermeliyim artik?"  diye sordugumda "artik siz ne yiyorsaniz, o da yiyebilir" deyip menüsüz listesiz yasaksiz gönderiyordu beni eve. Ekoller kendi icinde de degisikliklere ugruyordu durmadan. Ben oglumu dogurmadan önce "bebekler daima sirtüstü yatmalidir, yan yatirinca bile uykuda ani ölüm sendromu orani artar" diyen ekol, oglum daha iki yasindayken fikrini degistirmis, "sürekli sirtüstü yatirmak kafa yapisinda deformasyona yol acar, arada bir yan yatirmali" diyordu.

Oysa ki annelik Aşil topugumuzdur bizim. Mutlaka en dogrusunu bilmek, en dogrusunu yapmak isteriz. En kolayca anneligimizden yara aliriz. "Ben hergün 5 ögün meyve yiyorum, ögrenme becerilerimi canli tutmak icin de egzersizler yapiyorum" diye yazan olursa kilimiz bile kipirdamaz da, "ben her gün cocuguma 5 ögün meyve yediriyorum, her gün beynindeki nöral baglantilari arttiracak etkinlikler yapiyoruz" dendi mi icimizde bir sey kipirdamaya baslar. Kim dogru yapiyor? O mu, ben mi? Eksik mi yapiyorum, fazla mi yapiyorum? Güleyim mi, aglayayim  mi? Anne-bebek bloglarinda süre giden gergin havanin sebebi kanimca budur. Mümkünse her firsatta bebislerden degil, tomurcuklardan bahsetmeyi tercih etmem de bundandir.

Icimde iki annenin sesi vardir denebilir. Aslinda sık sık eglenerek kendime itiraf ettigim gibi "ben bir internet annesiyim". Pek cok seyi kitaplardan, dergilerden ve internetten okuyarak ögrendim. Kafasina göre cocuk büyüten biri degilim. Harfi harfine kitaba uydugum cok konu vardir. Özellikle saglik söz konusu oldugunda... Icimdeki annelerin ikisi de sincap icin en iyisini ister. Biri kitaplara cok takilir, her okudugu kendi cocugunda da olsun ister, yöntemli gitmek ister, her öksürükten, her yerden alinip agiza atilan ekmekten nem kapar. Digeri annesinden duymus, "her cocuk bir degildir" der; anneannesinden bellemis "birseyin tek bir dogru yolu yoktur, olsa ona ulasamayanlara haksizlik olurdu" der; bazen olaylari dogal gidisatina birakmanin erdemine ve herseyden cok doganin gücüne inanir. Ikincinin sesi biraz daha cok cikar. Birincinin okudugu ve hemen inanmak istedigi seyleri ince ince irdeleyen; "ama olmaz, mantikli degil, binlerce yillik insanlik tarihinde cocuklar böyle büyümedi, bu tek dogru yol olamaz" diye itiraz eden odur.  Ikisi bir orta yol bulmaya calisirlar genelde. Ve bilirler ki bulduklari yol ne o akimin, ne bu akimin annelik anlayisidir. Yazilan kitap ne birinin, ne digerinin annelik anlayisini yansitir. Hatta "Bizim Evde Böyle Yetisir Cocuk Dedigin" bile koyamazlar kitabin adini. Bilirler ki, bugün bu evde baska bir cocuk daha yetistirmek gerekse, onda kitap yeni bastan ve bambaska yazilmalidir. Bu olsa olsa sincaba özel yazilmis bir kitaptir.

Okurken de öyle okunmalidir.