"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Salı, Temmuz 31, 2012

Senin "growth"un ne türlü bir "growth"?

Okudugum kaynaklarda sıkça rastlayip aralarindaki ince anlam farkini merak ettigim iki kavram vardi:
agrowth ve degrowth


Ahmet Atil Aşıcı ve Ümit Şahin'in editörlügünü yaptigi "Yeşil Ekonomi' adlı kitabi okurken (hani şu elimde firindan cikmis taze ekmek gibi tuttugum) bu iki kavram arasindaki tam anlam farkini da ögrenmis oldum.

Kitapta aciklandigina göre degrowth (kücülme) yaklasimi "üretim ve tüketimin mutlak olarak azalarak ekonomilerin kücülmesi gerektigini" savunur. Cünkü "tüm iktisadi faaliyetler  termodinamigin ikinci yasasi  uyarinca entropiyi ve ve dolayisiyla faydali kaynaklarin kaybini arttirir".

Buna karsilik agrowth (büyümeme) hareketi "kücülme yaklaşımını fazlasıyla radikal ve uygulanamaz bulmakta, yapilmasi gerekenin büyüme kavramini kafaya takmamak oldugunu savunuyor". Örnegin büyümenin birincil ölcülerinden biri olarak GSMH'nin sebep oldugu bilgi kirliliginin önlenmesi gibi.  Tim Jackon gibi büyümenin toplumsal refaha belli  bir asamadan sonra katkisi olmadigini ve hedefin sifir büyüme olmasi gerektigini, asil artmasi gerekenin refahin maddi olmayan unsurlari oldugunu savunanlar var.

Oldu olacak growth (büyüme) kavramini da tanimlayalim. En özet sekliyle,  "Ekonomik büyüme, bir ekonomide zaman içinde mal ve hizmet üretimi miktarında artış olmasıdır" diye tanimlaniyor. Geleneksel olarak GSMH ya da GSYH ölcülüyor (ya da bir görüse göre ölcülemiyor).


Her ne kadar bu konularda acikca fikrimizi soran yoksa da,
bilirsin her sey sen ve benle baslar
ve bilirsin, senin ve benim, ikimizin cebindeki paranin oy gücü var..
Özellikle büyüme(me) söz konusu olunca...

Senin oyun nereye gidiyor?
Sence dogrusu ne?
Senin "growth"un ne türlü bir "growth"?

Pazartesi, Temmuz 30, 2012

Yabani 'pusula' marulu

Yeni bir bitkiyle tanistim :)

Latince adi Lactuca serriola.
Türkce'de yabani marul, aci marul, esek marulu, yagli marul gibi adlarla biliniyormus ve Anadolu'da cok yayginmis. Almanca adi Stachel-Lattich (Stachel=Diken). Cünkü yapraklarinin arkasini cevirince ana damar boyunca türü benzerlerinden ayiran dikenler var. Fotograflarini gördügümde burada da kendisini ya da benzerlerini cok gördügümü farkettim ve sıkı takibe aldim. Cünkü bir diger Almanca adinin (Kompass-Lattich) ele verdigi gibi, cok ilginc bir özelligi var: Cok günes alan ortamlarda yetisen bireylerinin yapraklari pusula niyetine, yön bulmakta kullanilabiliyor :)

Bu yasayan ve yenebilen pusulanin calisma mantigi söyle:
Normalde pek cok bitki yapraklarini sapin cevresinde degisik acilarda yayarak büyütüyor. Bu bitki, cok günes alan ortamlarda asiri günes isigindan korunup, su kaybini azaltmak  icin yapraklarini sadece güney-kuzey yönünde büyütüyor. Ayni zamanda (yapraklarini günese dogru acan diger bitkilerin aksine) yapraklarinin genis yüzeyini günes isinlarina paralel tutuyor. Yani yapraklar gökyüzüne dogru degil, yana dogru bakiyor. Bu durumda otomatik olarak yapraklarin uzanis yönü güney-kuzey dogrultusunu gösterirken, genis yüzeyleri de dogu-bati dogrultusunu gösteriyor :)

Photo by chemazgz

Bu özelligi sadece dik ve sürekli günes isigi alan bireyler gösteriyormus. Ayni cevrede ama gölgede yetisen bireyler ise bilindik sekilde büyüyorlarmis. Bitki hangi sekilde büyürse, o seklide kaliyormus. Su var ki,  pusula seklinde büyüyenler günesin durumuna göre, fotosentezde isiktan tam yararlanabilmek icin bazen yapraklarini  günes isinlarina paralel pozisyondan dik pozisyona cevirebiliyormus (ki bu tür yaprak hareketlerini hemen her bitki yapar zaten).

Pusula marulunun varligindan haberdar oldugumdan beri cevremde görmek icin bakiniyorum. Burada taslik alanlarda,otoban kenarlarinda, hatta oturdugumuz sokakta kaldirim kiyisinda yetisen benzerleri var. Sadece iki kez acikca güney-kuzey dogrultusunu gösteren ve topraga paralel degil, dik duran yapraklar gördüm. Ikisinde de yaprak arkasinda ana damar boyunca dikenler acikca görülüyordu. Kalanlarinda ise (ayni tür mü, yoksa akraba mi emin degilim) yapraklar bir yön göstermese bile acikca günes isigindan korunmak icin topraga (ve günes isinlarinin gelis yönüne) dik durusluydu. En azindan bitkilerin bu türden bir korunma mekanizmasi oldugunu ögrenmis ve gözlemis oldum.   


Photo by Dandelion and Burdock
Yabani 'pusula' marulu papatyagillerden ve karahindibayi andiran minik, sari cicekleri var. Sapi kirildiginda icinden beyaz bir lateks sivisi akiyor. Vikipedi'ye bakilirsa sofralarimiza yolu cokca düsen salata marulunun atababasi imis kendisi. Tadi oldukca aci olmasina ragmen yenebiliyor. Yabanda hayatta kalabilmenin yollarini anlatan Almanca bir sitede gerektiginde yenebilecek bitkiler arasinda sayiliyor. Baska cografyalarda  "gerektiginde" degil seve seve yeniyor :) Akdeniz'de cig ya da haslanmis hali salata olarak tüketilirmis. Girit mutfagi'nda da kullanilirmis. Bu bilgiyi okuyunca Tijen Inaltong'un "Bir Ot Masali"ndaki esek marulu ile karsilastirdim. O Sonchus oleraceus adli bir baska türmüs; not düseyim.

Doganin pusula bitkileri bu yabani marulla sinirli degil. Kuzey Amerika'ya özgü  Silphium laciniatum yine Papatyagillerden ve yabani marula benzeyen bir bitki. Yapraklari benzer mantikla kuzey-güney yönünde büyüyor. Cevremizde rastlayabilecegimiz bitkilerden solucanotu (Tanacetum vulgare) ile bazi Iris türleri ve Aster linosyris benzer özelligi oldugu söylenen bitkilerdenmis, gözlemeli :)

Pusula bitkiler hosuna gitti mi? Takvim bitkileri zaten az cok biliyoruz, peki saat niyetine kullanilan/kullanilabilecek bitkilere ne dersin?

Cuma, Temmuz 27, 2012

Bazen dünyayi kurtarmak ne kadar kolay

Yaz basindan beri yazacagim, durmadan öteleyip duruyorum. Belki de biliyorsundur diye düsündügümden biraz da. Ama belki de bilmiyorsun ya da biliyordun unuttun...

Diyecegim su ki, yazin şu sıcak günlerinde çamaşır yıkarken, camasir makinesinin sıkma ayarini en düsüge getirebilirsin. Gercekten... Zamane makinelerinin en düsük sıkma ayarinda bile camasirlar makineden damlama olmayacak sekilde cikiyorlar. Üstelik hava sicak oldugu icin bu durumda bile kolayca kuruyorlar. Sahsen ben hava sicakligi 20'yi gectikten sonra böyle yapiyorum. Bizim evin makinesinde sadece 1200 ve 600 devir secenekleri var ve ben 600'e cekiyorum. Camasiri da ne acik , ne kapali ortamda, cati katinda kurutuyorum. Su ana dek hic kurutma sorunu yasamadim.

Böyle yapiyoruz da ne oluyor?
Makine daha az enerji harcamis oluyor tabii ki :)

Bazen dünyayi kurtarmak ne kadar kolay degil mi? Sadece bir dügmeye basiyorsun, o kadar :)

Hazir o dügmelere basmaya baslamisken, camasirlari her zamanki gibi 40-60 derece ile ciddi yikama ayarinda  (Almanca makinelerde Kochwäsche, Buntwäsche diye geciyor )  degil de , en fazla 30-40 dereceyle hassas camasir ayarinda (Almanca makinelerde Feinwäsche diye geciyor) yikamaya da ayarlayabilirsin. Cünkü yaz günlerinde amaç annemin deyisiyle "zaten sadece ter kokusu, bi sudan gecsin yeter" :) Hatta kışın da özellikle cok kirli camaşır yıkamıyorsam, hep bu ayarı kullanıyorum ben. Bu sekilde yikayinca makine düsük isida ve daha nazik yikadigi icin daha az su ve enerji harciyor.  Kimbilir belki nazik yikandiklari icin, giysilerimizin de ömrü uzuyordur :)

Çarşamba, Temmuz 25, 2012

İncelikli sanat

  Kopya olmasin diye sonra yazacagim :)
Photo by : tomopteris

Şu yukaridaki güzelligin cesitli örneklerini dün aksam yürüyüsünde gördük. Böylece ben de kendisinden bugüne dek hic bahsetmedigimi farkettim. Sonra da isi bir bilmeceye cevirmeye karar verdim (Not: Evet, üzerimde yaz rehaveti var :) )

Bilmece şu:
Yukarida bir örnegi görülen doga olayi nedir?
Kimin eseridir?
Nasil olur?
Iyi midir , kötü müdür?

Ne oldugunu tam olarak bilenler çekinmeden yazabilir. Cünkü yorumlari yayinlamadan bekletecegim. Oyunbozanlık etmiş sayılmayacaklar :)

Ne olduguna dair hic bir fikri olmayanlar da gayet desteksiz atabilir. Doganin mucizeleri de zaten çogunlukla desteksiz atan aklin dolastigi uç noktalarda dolaşır :)

Ödüle gelince...
Keşfin tadı tabii ki :)

Cuma, Temmuz 20, 2012

Zaman ve hiz üzerine

Scobel'da dün aksamki konu : Zaman Diktatörlügü ve Hizlandirilmis Yasamlar

Tüm yayin burada .

Özetler, dikkat cekici ifadeler:
  • "Zaman kazanmak" : Güzel kavram ama dogru degil. Hizlandirilmis bir toplumda yasadigimiz dogru ama hizlanmak zaman kazandirmiyor.
  • Toplumsal yasamda göreceli zaman algisi. Günler ve geceler bir yüzyil öncekiyle ayni uzunlukta. Ama modern yasamin frekansi gecmistekinden farkli.
  •  "Zaman paradir. Paraysa güc" (Hindibanin notu: Sahi neden tartismadan dogru kabul ediyoruz bu cümleyi hep?)
  • Zamanimiz azalmiyor, arz edilen seyler artiyor. Arz edilen herseyi yapmak isteyen icin cözüm: Multitasking mecburiyeti. 
  • Goethe ve Thoreau'un kendilerince cevrelerindeki toplumsal yasamda hizlanmadan sikayet ettigi 18. -19. yüzyildan bu yana ulasim, iletisim ve üretim süreclerinden sürekli bir hizlanma var. Hizlanma algisi da zaman algisi gibi göreceli. (Hindibanin notu: Thoreau trenlerden ve telgraf tellerinden sikayet ediyor. Ben ve cagdaslarim trenlerin ve telgraflarin hizina geri dönsek memnun olacagiz :) )
  • Kitlesel baski, herkes hizliyken yavas oldugunda "bir sey kaciriyor olma" endisesi. Bu bazen ekonomik endiselerden bile ön planda.
  • Toplumsal saat- Dis saat- Ic (biyolojik) saat. Nüfusun belli bir kismi gec uyuyanlardan, bir kismi ise erken uyuyanlardan olusuyor. Bundan bagismiz olarak bir kismi "az uyurlar", bir kismi "cok uyurlar". Bu ic saat ve bireysel egilimler dis saatle (günes ve doganin belirledigi) senkronize ediliyor. Toplumsal saat sorunlu. Nüfusun en az %20'si meslekleri icabi ic saatleri geregi dinlenme ve uykuya ayrilmasi gereken saatlerde calisiyorlar. Bu fenomene "sosyal jetlag" deniyormus. Bedensel ve ruhsal bir cok rahatsizligin sebebi oldugu kabul ediliyor ya da tahmin ediliyor (Kanser, diyabet, burn-out,depresyon, vb) . Gece vardiyalarinda hata yapma olasiligi da daha fazlaymis. Bu konu genel olarak Kronobiyoloji denen bilimin inceleme konusuymus. Bir uzmana göre toplumsal yasam ve is hayati bireylerin biyolojik saatleri göz önüne alinarak organize edilmeli. Bir digerine göre bu zor cünkü büyük senkronizasyon baskisini beraberinde getirir. 
  • Calisma zamaninin biyolojik saate ters olmasina ek olarak modern iletisim teknolojileri sebebiyle "sürekli erisilebilir olma" da bir diger sorun. Su anda calisan nüfusun ücte biri amirleri tarafindan 24 saat erisilebilir durumda. (Hindibanin notu: Böyle bir iste bir süre calistim. Berbat bir deneyimdi. Bugün yeniden calisacak olsam, elimden gelen her sekilde mesai saatleri disinda erisilebilir olmaya direnirim. Türkiye'de henüz herkesin cep telefonu olmayan yillarda belli pozisyondaki calisanlarini cep telefonu yok diye asagilayan ve sürekli erisilebilirlik icin bir tane edinmesi gerektigini ima ya da acikca ifade eden amirler biliyorum. Bu düsünce tarzini tartisabiliyor olmaliyiz)   
  • Mekanik saatin icadina dek, zaman öylesine dogayla örtüsen bir kavramdi ki, bazi eski dillerde zaman(time) ve hava (weather) ayni sözcükle ifade ediliyordu. Mekanik saatin icadiyla zaman soyut ve boslukla özdeslesen bir anlama büründü. (Hindibanin notu: Güncel Türkce'de zamana ya da zaman birimlerine karsilik gelen bütün sözcüklerin baska dillerden ödünc alinmis olmasina ne demeli? Bu konu uzun zamandir aklimi mesgul ediyor. Önüme dilden biraz anlayan kim ciksa sorarim :) Yil ve ay sözcüklerini haric tutarsak, "Zaman", "vakit", "mevsim" hafta", "saat", "dakika", "saniye" ve hatta "an". Bu sözcüklerin hicbiri Türkce degil ve örnekler cogaltilabilir. Türkler Arap-Fars kültürüyle tanismadan önce zamana dair meramlarini nasil anlatiyordu? Dil düsünce seklinin canli bir yansimasidir. Zaman eski Türk kültüründe bir tema degil miydi???)
  • Zaman elestirisi ayni zamanda sistem elestirisidir. Kapitalist sistem hizdan ayri düsünülemez. Hizla üretilmeli, hizla tüketilmeli, tüketimi hizlanidrmak icin hizla yeni ve gercek olmayan ihtiyac duygusu yaratilmalidir. 
  • Küresel ekonominin islem hizi (özellikle finans sektöründe) baska alanlarda baski yaratiyor. Politikanin ekonomi kadar hizli olamadigini ve hatta demokrasinin tanimi geregi totaliter rejimlere göre (karar alma sürecinin hizi acisindan) dezavantajli oldugunu düsünenler var. Egitim sürecini ekonominin hizina uydurmak gerektigini düsünenler de. 
  • 2008 yilinda Isvicre Borsasi saniyedeki islem sayisini 3000 olarak acikladi. Daha 1996 yilinda saniyedeki islem sayisi sadece 45'di.
  • Test edilmeden hizla piyasaya sürülmüs finans ürünleri krize yol acti. Ilac ve otomobil sanayilerinde gittikce daha cok ürünün üretim hatalari sebebiyle geri cagrilmasi da ayni sebepten. 
  • Einstein'den beri bilinen bilimsel gercek, zamanin göreceli oldugu. Günlük yasayisimizdaki zaman algilamamiz da öyle. Acelemiz varsa hizli akabiliyor, beklememiz gerekiyorsa yavas akiyor. Cocuklar zamanin yavas aktigi algisina sahip, yaslilar ise cok hizli aktigindan sikayet ediyor. Bilinen su ki, zamani dogrudan algilayan bir duyu organimiz yok. Zaman beyinde "insa ediliyor". Beyin bize zamanin belli  bir yönde, degisen hizlarda,  sürekli aktigi "illüzyonunu" sunuyor. (Hindibanin notu: Pek cok bilgelik gelenekleri de ayni seyi söyler.
Ayni konuda dün aksam Scobel'in tartisma programindan önce yayinlanmis bir diger belgesel Beschleunigte Welt (Hizlanan Dünya) burada.
Ondan özetler:
  • Iletisim hizimiz büyük anne-babalarimizdan yüz kat daha hizli. Ulasim hizimizdaki artis ise yüz kattan bile   fazla (Hindibanin notu: Bu cümleler bana henüz cok taze okudugum bir Ayse Kulin röportajindan su cümleleri animsatiyor: "Ben anneannemin annesi olan Behice hanımı da, babası Maliye Nazırı Ahmet Reşat'ı da gördüm. Ahmet Reşat öldüğü zaman 8-9 yaşındaydım, Behice hanım öldüğünde de orta 3'üncü sınıftaydım. Çok net algılarım var. Bir çağ farkını onlara bakınca hissediyordunuz. Sanki her şey biraz daha yavaşlıyor, dil başka, kıyafetler başka, edalar başka. Yani başka bir dünyanın insanları. Şuraya uzaylılar inse adeta onlar gibiydiler ".  Carpici ve üzerinde düsünmelik.)
  • Endüstri ve bilimin tek amaci herseyi daha hizli yapabilmek ve zaman kazanmak gibi.
  • Hizlanmak, islerin daha hizli akmasini saglayabilmek bizlere bir güc ve otonomluk hissi veriyor. Sorun su ki bazen belli  bir amaca hicmet etmeden, bir hedefe yönelmeden de hizlanabiliyoruz. 
  • Bilimsel calismalara göre modern insanin "ulasim icin ayirdigi zaman bütcesi" (böyle bir bilimsel ölcü varmis) bir saatten biraz az.Ilginc olan su ki, bu süre zaten binyillardir yaklasik sabit. Bir saatten eksisiyle artisiyla biraz az. Burdan anliyoruz ki, ulasim araclarindaki hizlanmayi zaman kazanmak, daha cok bos zaman sahibi olmak, yollarda daha az zaman gecirmek icin kullanmiyoruz, buradan kazandigimiz zamani tekrar daha uzaklara seyahat edebilmek icin kullaniyoruz. (Hindibanin notu: Evimizle isimiz arasindaki mesafe gittikce büyüyor örnegin. Gittikce daha uzaklara tatile gidiyoruz örnegin.)
  • Modern caglarin sorunu: Kalabaklar icinde kesintiye ugramadan hizla hareket etmek. (Gecen haftasonu büyük sehirdeydim. 250.000'den fazla nüfuslu sehirlerde yasayamanin bir lüks degil, eziyet oldugunu farkettim. Özellikle herkesin ayni anda ayni yerde hareket ettigi durumlarda).  Bu isin de bilimi var ve insan kalabaliklarinin hizi konusunda bir sinir oldugunu belirlemisler. Fiziksel olmaktan cok psikolojik bir hiz. Bazen iki kati yürüyerek cikmak (bekleme süreleri de göz önüne alinirsa) asansörler cikmaktan daha hizli.  

Sen ne dersin bu islere? Tecrübelerin,duygu ve düsüncelerin ne yönde?
"Neden daha hizli olmasin?" diyenlerden misin, yoksa tam tersi "neden bu kadar hizli olsun ki?" diyenlerden mi?
Acelemiz yok :) Zamanin olunca yaz :)

Çarşamba, Temmuz 18, 2012

Az önce televizyonda ci.ki.ta muzlarin bir reklamina rastladim. Efendim diger muzlar satin alindiktan sonra 3-4 gün icinde kararip cillenirken, bu markaninki 15 gün sonra bile lekesiz kaliyormus. Reklamda ayni deterjan reklamlarindaki gibi solda "onlarin" muzuyla, sagda "bizim" muz karsilastiriliyordu. Tanrim, biblo gibi lekesiz meyvelere takıntılanmış, nasil bir dünya bu?
İşte bu gerçekten nefıs:
Life is a flowing river, and worrying about every drop is futile. The water you’re in now is the best.
The inflow of objects is relentless. The outflow is not. We don’t have rituals, mechanisms, for getting rid of stuff.

Cuma, Temmuz 13, 2012

Büyümenin sınırlarını ret

Bu olay haftasonu oldu fakat 'bölük pörcük'üme yazmayi unutmusum.
Unutmak istemeyecegim, harika bir diyalogdu :)

Dogumgününde aldigimiz o minik parcali ve temali 5 yas legolarini ceza olarak kaldirmistik. Cünkü büyük yaramazlik yapmisti sincap. Haftasonu cezanin kalkacagindan ümidini keserek, 2 yasinda alinmis eski, büyük parcali legolarini cikardi ortaya. Baba televizyon seyrediyor, galiba ben de. Sincap da legolarla bir seyler insa etmeye calisiyor.

Sonunda tam upuzun, yüksekce bir kule (ya da füze, ya da kale, kimbilir?) insa etmeyi basarmisti ki, bize göstermek icin elini actiginda küüt! diye yere devrilip parca parca oldu. Sincap da kızgınlıkla yaygarayı basti tabii ki.

Tam agzimi acip "e, taban kismini biraz zayıf ve dengesiz insa etmissin, temel önemlidir" diye bıdı bıdılanacaktım ki, hazır cevap babanın yanıtı benden önce geldi:

"Ama oglum, 'Der Wachstum hat immer eine Grenze' " (Büyümenin daima bir sınırı vardır)

Bu yerinde bakis acisi sebebiyle insaat mühendisi kılıklı cümlemden vazgectim ve o kadar cok güldüm ki, sonunda kendisine ve yıkılan kulesine güldügümü iddia eden sincap gelip hıncını benden cıkardı. Haftayı kolumda büyümenin sınırlarını reddeden sincabin tırnak izleriyle gecirdim.

Asıl bu sincabın legodan kule degil de, küresel ekonomi insaa eden versiyonu var ki, onun ayak izleri yaninda sincabin tırnak izleri solda sıfır kaliyor.

Çarşamba, Temmuz 11, 2012

Üç dondurma

Son günlerde üc dondurma denedim. Kullandigim bazi malzemeler uçuk görünebilir, fakat sadece evde olan malzemeleri kullanarak yapiyorum. Dondurma icin özel alisveris yapmiyorum (Son dondurmadaki bisküvi haric) :) Bu tarifleri de buraya hem ben unutmayayim diye, hem de sana fikir verir diye not ediyorum. Bence sen de öyle yap; meyve, sebze, baharat duran dolaplarini bir karistir. Icinden güzel dondurma fikirleri cikacagindan eminim :)

Hokkaido kabak ve kisnis tohumlu dondurma:

250 gr quark (ya da süzme yogurt)
200 gr krema
Orta boy hokkaido kabaginin yarisi. (Tatli yapiminda kullanilan herhangi bir tür kabak olabilir. O zaman miktar göz karari ayarlanmali)
4-5 yemek kasigi seker
Cok az pekmez
1 tatli kasigi kadar kisnis tohumu

Hokkaido kabaginin mevsimi degildi sanirim. Ama yereldi ve organikti. Kabuklariyla birlikte yenebilen bir tür oldugu ve cok da acelem oldugu icin sadece cekirdeklerini ayiklayip kabuklariyla beraber ince ince dogradim. Cok az suda üzerinde biraz pekmez gezdirerek yumusayincaya kadar pisirdim. Hemen hemen hic suyu kalmamisti zaten, pek süzmek gerekmedi. Blender'dan gecirdim. Quark, krema, seker ve bir kasik tersiyle hafifce ezdigim kisnis tohumlarini ekleyip hepsini birden yeniden blender'dan gecirdim. Sekeri deneyerek, agiz tadimiza göre ayarlayarak koydum. Sen de öyle yap bence. Blender yoksa biraz zahmetle de olsa tüm bunlar catal ve kasikla da yapilabilir. Sonra buzluga koymaca, her yarim saatte bir cikarip iyice karistirmaca, dondurma kivamina gelince (4-5 saat sonra) afiyetle yemece :)

Dondurmayi kabakli yapmaya karar verince "peki, evdeki tatli baharatlardan hangisi yakisir buna?" diye sordum kendime. Yanit benim icin kisnis tohumuydu. Baska bir baharat da kullanilabilir elbette :)

Kabak dondurmaya harika turuncu bir renk verdi. Eger renkli dondurmalari seviyor ve yapay gida boyalari kullanmadan rengarenk dondurmalar üretmek istiyorsan, turuncu icin malzemen koyu renklisinden kabak; aklinda olsun :)

Gecen yil bu dondurmanin baska bir versiyonunu yapmistim; o da burada.

Damla sakizli dondurma:
Damla sakizli dondurma aslinda aklima gelip gelip gidiyordu. Fakat kivilcimi yakan Sezer oldu :) Bana "hic damla sakizli dondurma yaptin mi? Ben yapmak istiyorum da" dedigi gün ben de "bugün dondurma yapsam ve fakat icine ne katsam?" diye düsünmekteydim. E, evde damlasakizi da vardi :) Söyle bir tarif cikti ortaya :)

250 gr quark (ya da süzme yogurt)
200 gr krema
1 bardak yagsiz süt
2 büyükce parca damlasakizi (tam miktari nasil tarif edecegimi bilemiyorum, sen göz karari ya da damak tadina göre ayarla bence)
1 silme cay kasigi guarn cekirdegi tozu (belki pirinc unu, belki ona bile gerek yok)
3-4 kasik seker

Damla sakizi havanda dövülüyor; iyice toz haline gelmeli. Benim dogru dürüst havanim olmadigi icin bir tabak icinde agir bir dondurma kasiginin tersiyle dövdüm, tam toz olamadi. Bir bardak süte ekleyip biraz isitayim, iyice erisin dedim ben de. E, sütü ekleyince ve hele isitinca da bir kasik da guarn cekirdegi tozu koyayim, sütü biraz yogunlastirsin, dondurmanin kivami cok sulu olmasin dedim. Yani damlasakizini iyice toz haline getirebiliyorsan belki sütte isitmaca, pirinc unu eklemece giibi adimlara bile gerek kalmayacak. Karar senin.

Sonra damlasakizli sütü quark ve kremayla iyice karistirdim. Agiz tadimiza göre seker ekledim. Dogru buzluga. Disarida biraz islerim vardi. Sincabi anaokulundan aldim derken ilk bir iki saat düzenli karistiramadim. Acigi kapatmak icin aksamüstü yemek hazirlarken her firsatta , bazen 15-20 dk.da bir karistirdim. Sanki ne kadar cok karistirirsak o kadar kivamli oluyor. Yerken kivami da daha cok hosuma gitti. Ve güzeldi tabii, damlasakizi girer de güzel olmaz mi? 


Cheesecake'li dondurma:

Ben damlasakizli dondurmayla mesgul oladurayim, meger Sezer de bu dondurmayi denemekteymis. Dondurma tariflerimizi degis tokus ettik :) Bunu da denedim. Bana cocuklugumdaki seftalili mozaik pastalarin tadini verdi. Zaten seftali pisip sütlü bir tatliya girince bambaska bir seye dönüsüyor. Simdi hem Sezer'in bana verdigi orijinal tarifi, hem de parantez icinde italikle benim kullandiklarimi not edecegim. Biri digerinden daha iyi diye degil, hayir. Bir dondurma tarifinin bir mutfaktan digerine gecerken bile ne kadar degisebilecegini örneklemek icin. Endüstriyel dondurma üreticileri bize dondurma yapmanin tek ve en iyi bir yolu oldugunu ve onu da kendilerinin bildigini söylüyorlar. Bugünlerde blogun basliginda yazan Thoreau sözü aslen kendime olsa da, bu baglamda endüstriyel gida üreticilerine gelsin. Kadiköy'den bilincli tüketicinin istek parcasi: "Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."  


Tarife geciyorum:

Bir su bardagi sut
300 gr labne peynir (250 gr. quark. Internette biraz okudum; labne peyniri ve quark'in kardes olduguna karar verdim)
4 kasik seker (2,5 kasik seker)
 bir tatli kasigi pirinc unu (bir cay kasigi guarn cekirdegi tozu)
8 adet eti burcak (ya da benzeri biskuvi) (6 adet tam unlu petibör bisküvi)
3 adet seftali (tarifte 8 adet cilek diyordu, bende olmadigi icin seftali kullandim) (Bende o bile yoktu; canimin ici Türk seftalileri :( Dag seftalisi denen türden vardi. 4 adet ondan kullandim.)

Yine süt, seker ve p. unu tencereye konuyor, biraz kaynadiktan sonra sogumasi icin birakiliyor (Ben guarn cekirdegi sebebiyle sadece ilitip biraktim). Seftaliler kabuklarindan soyulup blendirdan geciriliyor (benimki soyulacak gibi degildi, soymadim). Soguyan sutun icine labne peyniri ve seftaliyi koyup mikserle iyice cirpiliyor. Gerisi bildigin gibi.. Buzluga koyduktan bir saat sonrasinda ise (yani ikinci karistirma sirasinda) biskuvileri icine kiriyorsun ve sonraki asamalarda harika bir tad cikiyor ortaya.  

Salı, Temmuz 10, 2012

Bölük pörçük

Prolog:
Gectigimiz iki Pazar gününden izlenimler yazmak istiyordum aslinda. Ama akmiyor. Anahtar sözcükleri gerceklestikleri sırayla degil, aklıma geliş sırasıyla yazayım. Altina izlenimleri ve olanları not edeyim. Bölük pörçük olsun. Sen onları sıraya dizip, birleştir , bir hikaye kur kendince. Al, senin hikayen olsun.

Çörekotu:
Tohumlarini etrafta sacmadigim pek bir yer kalmadi herhalde. Önümüzdeki yil etrafta acmis çörekotu cicekleri görürsem bahçıvanı benim :)

Yeşil Ekonomi:
Aslında müdahaleci ve korumacı anne rolünü sevmiyorum. O yüzden örümcek aginda mümkün oldugunca yalniz birakiyorum sincabi. Kendi kendine kesfetsin tırmanmanin inceliklerini, dere boylarında tırmanmayı öğrenen eski köy çocukları gibi. Bu yüzden elime bir kitap alıp parkın sincabiyla, bizim sincabin arasında duran banka oturuyorum. Bugünlerde elimdeki kitap Yesil Ekonomi. Cok yeni yayinlanmis bu kitabi bir arkadasim ilgimi çekecegini düsünerek göndermis. Elimde fırından yeni çıkmış taze ekmek tutar gibi tutuyorum :) Henüz çok başlarindayim ama Türkçe'de bu konuda okunacak fazla kitap olmadığını sanıyorum; tavsiye ederim.

Sağanak yağmur:
Nehir kiyisinda yürüyorduk. Inanilmaz bir saganak yagmur basladi. Öyle bir indirdi ki, ormanin orta yerinde ne kacacak yerimiz vardi, ne de yanimizdaki semsiyeyi acabildik. Göz göre göre yola devam etmistik. Göz göre göre islandik. Hayatimda bir yagmurun altinda bu kadar islandigimi animsamiyorum. On dakika sonra iğne başı kadar kuru yerimiz kalmamisti. Eve dönene dek yarım saat boyunca aralıksız yağmur yedik. Bir ara bir köprü altına denk geldik. Pek cok bisikletli yagmurun gecmesini bekliyordu orada. Esime "Bundan daha fazla islanamayiz ki, neyi bekliyoruz? Hic olmazsa yürüyelim de üsümeyelim" dedim :) Eve vardigimizda sırılsıklam ama temiz ve mutluyduk :) Kendimi  ruhumun ince kivrimlarina dek yıkanmış hissettim :) Hele sincap... Bir Huckleberry Finn gibi yagmurun altinda kosturmasi aklimdan hic gitmeyecek. Umarim o da hic unutmaz. Unutulmayacak deneyimlerdendi. Ertesi gün felaketleri seven bulvar gazetelerinin birinde, Almanya semalarinda haftasonu 150.000 simsek ve yıldırım çaktığını, ölü ve yaralilar oldugunu okudum.  Kimse bizden bahsetmiyordu tabii ki... Fakat yine de dogada yıldırım carpmasindan korunma üzerine biraz okudum. Bir ara yazayim onu da.

Sincap:
Bu bahsedecegim bizim evin sincabi degil, parkin sincabi :) Oturdugum bankin  hemen arkasindaki huş agacındaydi. Tıpır tıpır ayak seslerini duyunca dönüp baktim. Sadece bir kac metre ötemdeydi. Benim sincabi da cagirdim. Sessizce izledik bir süre. Agactan indi, yerden findik ya da ona benzer bir sey buldu. Hemen önündeki filbahri çalısına tırmandı. Orada keyifle kemirmeye basladi. Bizim sincap rahat durmadi tabii. Ayagini hizla yere vurup kacirdi sincapcagizi. Zavalli yedigi yemisi firlattigi gibi firladi agacin üstüne. Az sonra tepemizdeki ihlamur dallarindaydi. Bir dakika sonra ilerideki gürgen agacinda. Biraz sonra da cikip gitti hikayemizden. Fakat hayalimde yoluna devam etti; bütün sehri agaclarin üstünde bir uctan bir uca katetti. Aklıma Italo Calvino'nun "Agaca Tüneyen Baron"u geldi... Ve Anadolu'yu meşe agaclarinin üzerinde bastan basa kateden eski zaman sincaplari...

Örümcek ağı:
Sincabin ögretmeniyle yaptigimiz rutin görüsmede bana kaba motorikte biraz geri oldugunu söyledi. Spor salonunda bazi tırmanma, inme çıkma hareketlerini yaparken çekingen ve korkak davranıyormuş. Ben de bir süredir benzer izlenimler icindeydim. "İnce motorik...ince motorik ..." derken oğlanın kaba motoriğini ihmal etmisiz :D Haftasonlari cokca gittigimiz bir parkta ikimizin adını "örümcek ağı" taktığı bir oyun aleti var. Ağ gibi döşenmiş sıkı ve çok sağlam halatlardan oluşuyor. Dikkatle üzerinde yukarı dogru tirmaniliyor. Asagidaki fotograftaki gibi bir sey:

Photo by nachtSonnen

  Dedim ki "Senin kayaktan kaydigin yeter artik, kayma becerin on üzerinden on. Biraz da su örümcek ağında oynayalim". Bana kalırsa bu aletler oldukca dogal. En azından doğal hareket tarzına ve bir çocuğun doğasına  pek cok baska aletten daha yakın. Bir cok beceriyi bir arada gelistiriyor. Dikkat, koordinasyon, sonraki adimlarini hesaplama, kaba motorik, vb. Sincap baslarda "ama bir adim daha cikamam, ama artık bundan daha yukarı gerçekten çıkamam" deyip duruyordu. Ben de "bu 'yapamam' sözcüğü kadar sevmediğim bir şey yok" diyordum sakayla karisik. Simdi benim elim arkasinda hazir durmak üzere en üstlere kadar cikabiliyor. Onunla beraber ciktigim bu oyuncak benim de hosuma gidiyor. Insan üstünde kendini hafif ve güvenli hissediyor gayet. Alti kum döseli; düsülse bile pek tehlike yok. Pek cok parktaki plastik yiginindan kesinlikle daha güzel, islevsel ve yararli bir güzellik :) Belediyeler duyun sesimi :) Plastik yiginlarinizdan daha pahaliya mal olabilir. Fakat göz boyama amacli  halk konserlerinden bir iki tane  daha az verin, sehrin orasina burasina bir kac "sulu" attraksiyon daha az koyun, bir kac lüzumsuz köprü daha az yapin, oy beklediginiz mahallelerde cocuklara top, balon, bayrak vb. dagitma sacmaligindan vazgecin , maliyetini kesin cikarir :)

Kelebek:
Biz örümcek ağında oynarken ağda bize eslik eden bir arkadas daha vardi:

Photo by Ezio Melotti
   Vanessa atalanta; nam-i diger "Kirmizi Amiral" . Örümcek aginda bizimle beraber o da hopladi zipladi. Sonra bir de arkadasini aldi getirdi. Havadaki danslari görülmeye degerdi. Seklini semalini aklima yazdim. Eve gelince sincabin "Kelebekler Cikartma Kitabi"nda aradim buldum kolayca. Diyordu ki kitapta; Avrupa'da hemen her bahcede görmek mümkünmüs :)

Fırıncılık oyunu:
Sincap oyun parkinin belli bir kösesinde bu oyunu oynamayi seviyor. O  fırıncı oluyor, biz müsteri. Bazen de tersi. Ekmekler aliyoruz, "brezel"ler,"krapfen"lar... Öyle bedavaya ekmek yok. Illa ki sonunda parasini veriyor, para üstünü aliyoruz. "Lütfen"li konusuyoruz, gündelik kücük konusmalarimizi yapiyoruz. Bazen aradigimiz ekmek olmuyor, bazen bozuk paramiz çıkışmıyor. Her şey illa ki gercek yasamdaki gibi oluyor :)



Sarımsak otu:
Bankta oturmaktan canım sıkıldıgında kalkıp etrafimi inceliyorum. Parka gelirken yol boyunca gördügüm gibi sağım solum sarımsak otu dolu. Bu ilginc bir ot. Latince adi Alliaria petiolata. Bildigim bütün dillerde adı "sarımsak"lı. Buralarda erken baharda ilk yetisen bitkilerden biri. Nisan-Temmuz arasi cicek aciyor. Yapraklar kendini çiçeklerden önce gösteriyor. Alt yapraklar botanikçilerin tarifiyle "böbrek şekilli". Üst yapraklar yürek seklinde. Kenarlari yuvarlagimsi tirtikli (Alman botanikcilerin deyisiyle "gekerbt"- Türkce dogru terimi bilmiyorum maalesef). Cicekleri minik ve beyaz.

Photo by Virens

Bitkinin asil özelligi -adından anlaşılacağı üzere- yapraklarının sarımsak tadinda ve kokusunda olmasi. Hep okur ve merak ederdim. Bu yil baharda denedim. Önce çekingen yaklaşarak koklamakla yetindim, özel bir koku alamadım. Sonra elimde ovalayarak deneyince aldım sarımsak kokusunu :) Sonra cesaretlenip tadina baktim. Orman gezilerimizde rastladıkca esime de gösterdim. O hatta denemekte benden daha girisimci oldugu icin sonunda gayet sarimsak kokuyordu :) Eskiden Avrupa'da cok kullanilan bir baharat bitkisiymis. Sonra unutulmus.Antiseptik etkileri varmis. Simdilerde ayı sarımsağı gibi o da yeniden keşfedilip, yabani otlara yer açan mutfaklarda hak ettigi ilgiyi görüyormus. Genellikle ısırganotuyla beraber , onun yetistigi yerlerde yetisirmis. Onun gibi de yayılmacı biraz gözledigim kadarıyla :) Kuzey Amerika'da istilaci (invasive) kabul ediliyormus. Sarımsak otunun sarımsak tadı, gerçek sarımsak bitkisinde oldugu gibi Allicin maddesinden degil, lahana ve hardal ailesinde rastlanan başka eterik yaglar ve maddelerden geliyor. Zaten kendisi de bu aileden. Bu yüzden de sarımsak kokusu gibi kalıcı değil kokusu, hemen geçiyor. Pişirildiginde de kayboluyor. Genellikle salata, pesto, sos olarak tüketmek daha uygunmus bu yüzden.   


Simdi uzun lafın kısası, şunu söylemek istiyorum. Duramadım, kendi kendini etrafa saçar tarzda tohumlarının olgunlaştıgını görünce, onlardan da toplamaya basladim. Bir kacini saksiya ekmeyi düsünüyorum. Sen de bahcede, cevrendeki yabani alanlarda ya da saksida yetistirmeyi denemek icin ister misin? Sarimsak otu kardesligine var misin? Bir mail at ya da yorum gönder, yettigi kadariyla elimdekilerden göndermeye calisayim. Fakat dedigim gibi; yayılmacıdır, uyarmadi deme :)

Sinir otu:
Eşim koşusunu bitirince yer hareketleri yapıyor. Bu sırada çimler üzerinde ne oldugu anlaşılmayan küçük bazı sinekler bacaklarını ısırıyor. Sivrisinek gibi kabartıp kaşındırıyor. Bazen bir hafta sürüyor. Ona sinirotunu ögrettim. Nasıl olsa her yerde var. Sineklerin ısırdığını hissedince hemen etrafinda bulup bacaklarina sürüyor yapraklari. Iyi geliyormuş :) Doğanın dertleri icin çare yine doğada. Derdin hemen yani basinda :)

Bulutlar:
Basimi kaldirip bulutlari seyrediyorum. Basimin üstünden akip gidiyorlar. Bulutlari seviyorum. Kim sevmez ki?


Kurabiye:
Bunu dışarı çıkmadan önce sincapla yaptık. Feride'nin kurabiyesi. Pinar'in keciboynuzuyla ve pekmezli. Saf mutluluk. 5 dakikada bitti, sincap hızımıza şaşırdı. Keza ben de. Parka giderken yanımıza aldık. Sincap ertesi gün anaokuluna giderken beslenme cantasina koydum. "Daha 5 yasinda ve atıştırmalıklarını kendi hazirliyor beyefendi" diye de tipik anne gururlanmalarina giristim bu arada :D

Resim:
Bunu da kurabiyeden önce yaptik :) Sincap ilk dogdugu siralar parmak boyasini kendim üretmek iddiasindaydim. Bir türlü yapamadim. Ya renk yeterince canli degildi, ya da yapiskan bazi bulamaclar elde ettim. Kabus gibiydi. 3 yas civari inadim kirildi; gidip ekolojik oldugu iddia edilen bir markaninkini aldim. Yine de icim pek razi gelmedi; sincaba vermedim, dolap beklediler. Simdi simdi ortaya cikarmaya basladim. Sincap firca kullanarak suluboya gibi resimler yapiyor onlarla. Boyanin yogun dokusunu ve canli renklerini seviyor. Üstelik üc temel renk karisinca gerçek ara renkler çıkıyor ortaya. Arada eline bulasinca dert etmiyorum; cünkü zaten parmak boyasi aslinda :) Bazen sadelik ve dogal annelik siyah-beyaz netliginde olamiyor. Grinin tonlarında yaşıyoruz. Bir yaşında "asla, evden iceri bile giremez!" dedigime,  üc yaşında içimin razı olmadığına, beş yasında memnun oluyorum :) Sincabın yaptigi resimler mi? Onları oturma odasindaki camlı dolabın camlarına yapıştırıyorum. İçlerindeki dağınıklık gözükmüyor, genel görüntü derli toplu oluyor.  Evin dekorasyonu icin anlastigim kücük sanatci hem dogasi geregi cok yetenekli, hem de kurabiyeler disinda herhangi bir ücret almiyor :D

Marion:
Hikayesini bir dergide okudum. Hamburg yakinlarinda bir ormanlik alanda yasiyormus. En azindan 25 yildir. Tam nerede yasiyor, bilinmiyor. Gerçek adı ne, ne zaman doğmuş, nereden geliyor; bilinmiyor. Kendisi de bilmiyormus bunları. Bir kimsesiz cocuklar yuvasında büyümüş. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Alman cocuk yuvalarının durumu malum; ülke zaten geçmişinin bu tatsız sayfalarından biriyle yeni yeni hesaplaşıyor. 12-13 yaşındayken yuvadan kaçmış; Hamburg'da sokak cocuğu olmuş. Köprü altlarında uyumuş, küçük geçici işlerde calışmış. En son birlikte oldugu adam biriktirdiği bütün parasını çalıp ortadan kaybolunca, insanlara bütün güvenini yitirmis. Ormana gitmis. Ne kadar zaman önce, kendisi de bilmiyormuş. Son 25 yildir Hamburg civarindan bir rahiple kontaktaymis. Bazen her gün ararmış, bazen aylarca aramazmış. Her zaman bir telefon kulübesinden... Agactan düsüp yaralandiginda rahip ona bir cep telefonu teklif etmis acil durumlar icin. "Cok yakın ve cok fazla kontrol" gerekçesiyle reddetmis. O kadar yabaniymiş ve toplumdan o kadar korkuyormus ki, telefona rahibin karısı çıktığında bile hemen kapatırmış eskiden. Simdi onunla da havadan sudan konustugu oluyormus.

Bende doğa iyi bir ögretmen olmanin yaninda, olaganüstü bir şifacıdır  izlenimi vardi hep. Örnegin en tatsız günlerde bile bulutlara bakiyorum, ıhlamurları kokluyorum, karatavuklarin ötüşlerini dinliyorum ve günüme tat geldigini hissediyorum. Dışarıda olmak iyi geliyor. İyi de Marion neden iyileşemedi? 25 yıldan fazla zamandır başını otlardan bir yastıga dayadığı, rüzgari dinleyerek uyuduğu, kuş sesleriyle uyandığı halde, Marion neden iyileşemedi? Insanlığın açtığı bazı yaralar bu kadar mı derin?

Ihlamur toplayıcı:
Nehir kiyisinda yürüyorduk. Yolun biraz ilerisinde bisikletini durdurmus,  bir agactan bir seyler toplayan genc bir kadin gördük. "Ne topluyor olabilir?" dedim. "Fındık, tabii ki" dedi esim. "Olamaz, fındıklar daha olmadı ki" dedim. Yanindan gecerken merakla baktim. Ihlamur topluyordu. Bir seyler toplarken cevremdekilerin tepkisinden yana hafif bir huzursuzluk hisseden ben, kadinin yüzünde de ayni huzursuzlugu okudum. Nasil ki koşucular birbirinin kardeşidir ve yolda birbirlerini tanimasalar bile selamlarlar, bence toplayıcılar da birbirinin ruh kardesidir ve tanışmasa da selamlaşmalıdır :) "Merhaba" deyip gülümsedim bu yüzden kadına :)  Biraz uzaklaşmıştık ki, eşim "Ne topluyordu? " diye sordu merakla. "Ihlamur" dedim. "Durup biz de toplasaydık ya" dedi. Bence toplayıcı kardeşler birbirinin hasadina engel olmamalidir :) Ayrica ne icin topladigini bilmiyorduk ve her ihlamur türü caya uygun degildir. Bunu bir kac yil önce amcamdan duydum. Sanırım oturup bir de ihlamurlarin nasil ayirt edildigini calissam iyi olacak.

Kayın:
Ormandan getirdigim kücük kayin yavrusunu anımsıyor musun? Iri ve parlak kotiledon yapraklari vardi. Gercek yapraklarini daha sonra vermisti. O zaman anlamistim kayin yavrusu oldugunu. Sadece bir çift yaprak verdi. Onlar da bir süre sonra sararmaya basladi. Anladım. Ormanın çocugu saksıda zorlaniyordu elbette. Epeyce zaman yeni bir yaprak daha verebilir mi diye gözledim. Vermedi. Pencere kenarindaki saksilarda kuru yaprakları toplarken onunkini de aliverdim bir gün. Tek gercek yapragiydi. Kotiledon yapragi kendi basina kalakaldi. Ve benim kısıtlı botanik bilgimce, kotiledon yapraktan gerçek yaprağa geçememis bir bitkinin işi bitiktir.

Öyle değilmiş :) Kotiledon yaprakların dibinden ve koparıp aldığım eski yaprağın kıyısından, bir değil, iki yeni  yaprak sürgünü veriyor bugünlerde. Şaskınlıkla, hayranlıkla, aşkla seyrediyorum. Doğa ki, kotiledon beşiklerde alınmış "onmaz"  yaraları bile iyileştirir. Giden birken iki, ikiyken beş verir hem de. Iyileş Marion, mümkündür!

Epilog:
Ya yasam da önümüze anahtar sözcükleri ve bölük pörcük hikayeleri koyuyorsa böyle.
Ya biz aralarindan secip secip bir ipe diziyorsak, kendi hikayemizi yaziyorsak.
Ya sonra yazdigimiz hikayeye bakip bunu ben secmedim, benim sucum degil, bu haksizlik diyorsak. 

Pazartesi, Temmuz 09, 2012

Ayırıcı tanı: Akçaağaç

Akcaagaclari gerci uzun zamandir taniyordum. Büyükce bir aile olduklarini, degisik türleri oldugunu biliyordum. Fakat hangisi hangisidir karistiriyordum. Birbirinin aynisi oldugunu sandigim iki akcaagac baharda iki ayri cicek aciyordu örnegin; sasiriyordum. Oturup akcaagaclari bir ders gibi calismaya karar verdim. Calistikca sasirtici seyler ögrendim. Örnegin sadece yapraklarinin büyüklük ve seklinden degil,  sadece ciceklerinin renginden ve seklinden degil, sonbaharda tohumlari taşıyan kanatların ("samara") birbiriyle yaptığı açıdan bile ayırt edilebileceklerini ögrendim :)

Akçaağacları neden öğrenmeli?
Bu soru aklıma hemen aksini getiriyor: Akçaağaçları neden öğrenmemeli?
Biz insanlar yanimizdan geçen aynı marka iki arabanın model ve yıl farkını ayırt edebilirken;
yanımızdan geçip giden kadınların parfümlerini burnumuzda bıraktığı izden marka ve ismiyle taniyabilirken;
göz ucuyla bir an gördügümüz cep telefonlarinin hangi marka oldugunu tahmin edip, oradan da sahibini beynimizde bir çekmeceye yerli yerince oturtabilirken;
beynimiz bu bilişsel kapasiteye sahipken;
yanlarindan geçip gittigimiz akçaağacları neden tek tek isimleriyle tanimamali?

Doğada hicbir sey tesadüfi degil.
Akçaağaçlar...
ve onların sarı ya da kırmızı çiçekleri...
ve onların 3 ya da 5 loplu yapraklari...
ve onlarin 45 derece ya da 180 derece açılı kanatları...
bize bir seyler anlatiyor olmali.
Ne oldugunu henüz bilmiyorum.
Fakat kimbilir, dersimi yeterince iyi calisirsam, belki bir gün onu da anlatmaya baslarlar.

Akcaagaclari calisirken ve bu yaziyi hazirlarken, Türkiye'nin Agaclari ve Calilari'ndan, agaclar.org'dan, baumkunde.de'den, wikipedia'dan ve flickr'dan yararlandim. Amatör bir botanik meraklisinin yanindan gectigi bir akçaağaçta eğitimsiz merak ve saf gözlem yetenegini kullanarak görebilecekleri dışında hicbir sey yazmamaya calistim. Her tür icin yaprak, cicek ve kanatli tohumlarin ayirt edici yönlerini yazdiktan sonra, genel bir fotograf ekledim. Ardindan baharda cicek ve sonbaharda kanatli tohum hallerini  gösteren birer fotografla, yapraklara dair bir ya da iki ayirt edici fotograf daha... En cok görülen (en azindan benim etrafimda en cok gördügüm) türlere daha cok yer verdim. Bazilari burada sözü gecenlere cok benzeye baska türler de var elbet. Fakat dogal yasam alanlari disinda nadiren rastlanilan türler. Onlari ayirt edebilmeyi uzmanlarina birakiyorum :)

Umarim notlarim senin de isine yarar. Ayirt edebildigin her yeni akçaağaca benden de selam söyle. Ve mümkünse bana da onun hikayesini (nerede rastladigini, nasil bir agac oldugunu, tanisma öykünüzü)  anlat, olur mu?

Acer platanoides / Norway Maple / Çınar yapraklı akçaağaç / Spitzahorn

Çiçek: Sarı renkli. Küçük, dik duruşlu demetler halinde.
Yaprak: 5-7 loblu. Lop uclari sivri. Her iki yüzü tüysüz. Yaprak sapi koparildiginda süt benzeri, lateks iceren bir sivi cikar. Yapraklar sonbaharda sari, turuncu, kirmizi renkler alir.
Tohum kanatlarinin uzunlugu  5 cm'ye ulasabilir. Kanatlar arasindaki aci :130-180 derece .   

Photo by spellmaster42


Photo by rudi.s 


Photo by rudi.s

Photo by rudi.s
Photo by rudi.s


Acer pseudoplatanus / Sycamore Maple / Dağ  akçaağacı / Bergahorn

Çiçek:  Sarkık, sık salkımlar halinde, açık sarı yeşil renkte.
Yaprak: Lop uclari sivri, üst yüzü koyu yesil, alt yüzü mavi, gri yesil renkte. Sapı koparıldığında süt çıkmaz.
Tohum: Yeşil, kırmızı kanatlı, 3-5 cm uzunlukta. Kanatlar dar açı ile asagiya bakar. Salkımlar halinde .

Photo by Willow


Photo by rudi.s


Photo by Phil Sellens

Photo by rudi.s
Photo by rudi.s


Acer campestre / Field maple / Ova akçaağacı / Feldahorn 

Çiçek:  Açık yeşil renkte, dik duran kücük kurullar halinde.  
Yaprak : 5-8 cm boyunda 3-5 küt loplu. Üst yüzü mat koyu yesil, alt yüzü soluk yesil, ince tüylü. Sonbahar rengi sari. Yaprak sapi koparilinca lateks sivi akar.
Tohum: Yesil kirmizi kanatlar 2-3 cm uzunlugunda, 180 derece acili. (Eger kanatlar 180 dereceden daha büyük açılı  ise, bir alt tür olan A.campestre subsp. leiocarpum . Bunun yapraklari da daha büyük ve lop uclari daha sivri.)

Photo by dnnya17

Photo by AnneTanne

Photo by anemoneprojectors

Acer rubrum / Red maple / Kırmızı akçaağaç / Rot-Ahorn 

Anavatani Kuzey Amerika. Eski Dünya'da da park ve bahcelerde yetistiriliyor.


Çiçek: Şemsiyemsi salkım, parlak kırmızı veya bazen sarı renkli.
Yaprak: Yüreğimsi, 3-5 oval loplu, üst yüzü yazin koyu parlak yeşil, alt yüzü mavimsi yeşil renkli.  Sonbaharda parlak kirmizi 
Tohum: Kanatları dar açılı ve kırmızı renkli 

Photo by jweisenhorn


Photo by wlcutler

Photo by Mary Keim
Yaprak -yaz hali:
Photo by Jamie Richmond
Yaprak - Sonbahar hali
Photo by bobrpics


Acer palmatum / Japanese maple / Japon   akçaağacı / Fächer-Ahorn 

Anavatani basta Japonya olmak üzere Uzak Dogu. Batida süs amacli olarak park ve bahcelerde yetistiriliyor.
Çiçek: Küçük kırmızı çiçekler, dik veya sarkık kurullar olusturur.
Yaprak: Derin, dişli , uçları sivri loplu. 5-7 lop. Birbirinden farklı form ve renklerde yapraklari vardir. 
Tohum: 3-4 mm capinda küresel meyve , 2-3 cm uzunlugunda kanatlara sarili, kanatlar arasindaki açı geniş. 

Photo by Maja Dumat

Photo by andreasbalzer


Photo by Abrahami

Japon akçaağacı üç alt türü ve pek çok kültivarı olan cok dekoratif bir ağaç.  Japon akçaağaçları altında bir gezinti icin Beste'yle Paris Arboretum'una ugrayabilir ya da Flickr'da bir gezintiye cikabiliriz :)

Acer saccharinum / Silver Maple / Silberahorn / Gümüşi akçaağaç: 

Çiçek : Kırmızı
Yaprak: Loplar  derin, uclari sivri. Üst yüzü acik yesil, alti gümüsi renkte , tazeyken sık ve ince tüylü. Sonbahar rengi sari
Tohum: Baslangicta tüylü ve kirmizi sonra acik yesil, tüysüz, olgunken sari . 2-3 cm uzunlugunda dar acili. Meyve elips seklinde. Kanatlar üzerinde belirgin damarlar.

Bu kez genel fotograf sonbahardan:
Photo by Wolves68450


Photo by milesizz



Photo by milesizz

Photo by Kristian Peters
Photo by Kristian Peters


Acer saccharum / Sugar Maple / Şeker akçaağacı / Zucker-Ahorn

Aslinda Kuzey Amerika'ya özgü bir tür. Ben de -bildigim kadariyla- gercek bir seker akcaagacina hic rastlamadim. Fakat ünlü akcaagac surubunun elde edildigi tür olmasi ve Kanada bayraginin da ilham kaynagi olmasi sebebiyle bahsedilmeye deger, özel bir tür. Basta Kanada olmak üzere Kuzey Amerika'da yasayan dostlar icin :)

Çiçek: Açık sarı, yeşil renkli Sarkık kurullar şeklinde. Yapraktan önce açar.
Yaprak: 3-5 sivri uçlu loplu. Hem büyüklük, hem sekil olarak "Çınar yapraklı akçaağac" yapraklarıni andirir. Üst yüzü yesil, altı soluk yesil. Sonbaharda sari, kirmizi, turuncu.
Tohum: Kanatlara sarılı meyveler badem seklindedir. Kanatlar neredeyse paralel durur.

Photo by BlueRidgeKitties

Photo by milesizz
Photo by milesizz
  

Acer negundo / Boxelder Maple, Ash-leaf Maple / Dişbudak Yapraklı Akçaağaç / Eschen-Ahorn

Bu akçaagacı fotograflari disinda hic görmedigim icin bu yaziya almayacaktim. Fakat Handan Istanbul Kosuyolu Parkı'nda cekilmis bir iki fotograf gönderdi. Kanatli tohumlarin karakteristik görüntüsünden ve hayal meyal görülen yapraklardan disbudak yaprakli akcaagac oldunu tahmin ediyorum. Mamikoglu'nun kitabina tekrar baktim; Anadolu'da oldukca daginik bir dogal yasam alani oldugunu , ayrica park ve bahcelerde yetistirildigini yazmis. Ek olarak Nalan da Istanbul'da balkonundaki bir saksida kendiliginden yetisen bir d.y. akcaagactan bahsetmisti.  Handan icin, Nalan icin ve Türkiye'de bir gün karsisina cikabilecek herkes icin ekliyorum ;)

Çiçek: Istisnai olarak erkek ve disi cicekler ayri ayri agaclarda. Erkek cicekler kizil pembe renkli sarkik salkimlar halinde. Disi cicekler acik yesil, bazen pembe, bir kac tanesi bir arada sarkik.
Yaprak: Sivri uçlu, yumurtamsı, kenarları dişlidir. Bazen tek yaprak, bazen 3-5'li bilesik yapraklar seklinde. Uçtaki yaprak bazen 3 loplu. Üst yüzü çıplak, alt yüzü tüylüdür. Her durumda klasik akcaagac yapragindan farkli.
Tohum:  Sarkik salkimlar halinde, dar açılı, uclari ice dogru bükük.

Photo by Anthony Mendoza
Photo by INDelight Photography

Acer monspessulanum / Montpellier Maple / Fransız Akçaağacı / Französischer Ahorn

Aslında Orta ve Güney Avrupa'yla kalmayip, genel olarak Akdeniz Havzasinda ve bu arada Türkiye'de de rastlanan bir türmüs. Sanirim Avrupa'nin kalan kisminin bakis acisiyla almis adini :) Türkiye'de tahta esya yapımında kullanılan "Şimşir"in de bu agac olduguna dair bir bilgi var elimde.

Çiçek: Sarı yeşil renkli çiçekler, sarkık demetler halinde.
Yaprak: 3 loplu kücük yapraklar. Ova akcaagaciyla karisabilir. Lop kenarlari düz, uclari küt. Üstü parlak koyu yesil, alt yüzü mat. Her iki yüz tüysüz, derimsi. Yaprak sapi koparildiginda süt cikmaz.
Tohum: Kirmizi kanatlar 2-3 cm, birbirine paralel ya da dar açılı.


Bu kadar cok ders calisip, kanatlı tohum gördükten sonra, teneffüs saati :)

Kanatli tohumlarla yapilan sanat örnekleri icin buraya,
Kanatli tohumlarla yapilabilecek eglenceli seyler icin buraya.
Kanatli tohumlardan ilham alinarak yapilan eglenceli bir oyuncak icin buraya :)

Cuma, Temmuz 06, 2012

Doğanın olağan döngüleri

Çoban geliyor! Kaçma zamanı!

Photo by to.wi

Aklim bu aralar akcaagaclarda ya, yürürken de gözüm onlarda.
Dün alisveristen dönerken yol kenarinda yeni yetismekte olan, boyu boyumu henüz gecmemis bir dag akcaagaci görünce de durup alici gözle baktim. Tepe sürgünlerindeki siyahliklar dikkatimi cekmisti. Daha dikkatle bakinca karinca olduklarini farkettim. Agaccigin tepe kismi yiginla karincayla kapliydi. "Tuhaf sey, karincalar akcaagacin neyini yiyor olabilir ki?" diye merakla incelemeye basladim. Bu arada arkamda cekistirip sabit tutmaya calistigim, agzindan maydonozlar, yesil soganlar falan fiskiran kocaman bir alisveris arabasi var. Disaridan bakinca cok komik görünüyor olabilirim.

Her neyse, daha da dikkatle inceleyince agacin tepe sürgünlerinin aslinda yaprak bitleriyle kapli oldugunu ve karincalarin da onlarla mesgul oldugunu farkettim. Yaprak bitleri tabii agacin sapiyla ayni renkte ve minicik olduklarindan ilk bakista farkedilmiyorlar. "Ha ha ha! Ilahi! Yaprak bitleri agaci yiyor, karincalar da yaprak bitlerini yiyor. Doganin düzeni! Peki karincalari kim yiyor?" dedim, yoluma gittim.

Beynimin bir tarafi, ben orada gözlemcilik yaparken yaprak bitlerinin hic de etrafa kacismadigini ve agzinda  yaprak biti olan bir tek karinca bile görmedigimi kaydetti mi, kaydetti. Ama bunu bana o sirada söylemedi.

Ne sirada söyledi? Aksam yatmis tam uyumak üzereyken :)
Ve bana ugurböceklerini animsatti.
Ve Loki Schmidt'in kitabinda okudugum o hikayeyi...

Efendim, olay aslinda öyle degil söyle: Yaprak bitleri bitkinin özsuyunu emiyorlar. Kiziyoruz miziyoruz ama ne yapsinlar, bu da onlarin dogasi. Emdikleri karbonhidrattan yana zengin özsuyunu sindirince, sekerden yana zengin son ürünü -bütün canlilarin yaptigi usulle- vücutlarindan uzaklastiriyorlar. Bu tatli özsu -her ne kadar üretilis sekli bize ters gelse de- bazi canlilarin tercih ettigi bir gida maddesi. Hangi canlilar onlar? Örnegin karincalar :) Karincalarin yaprak biti etine özel bir ilgileri yok. Fakat balini seviyorlar. Ve yaprak bitlerini "sagiyorlar" :) Evet evet, insanlarin inekleri sütü icin sagdigi gibi sagiyorlar :)

Yaprak bitlerinin durumdan özel bir sikayeti yok. Hatta memnun olduklari bile söylenebilir bu ilgiden. Cünkü karincalar da karsiliginda yaprak bitlerine güvenlik hizmeti sunuyor. Cünkü dogadaki bütün canlilar gibi yaprak bitleri de bir baska canlinin avi.

Kim o yaprak biti eti seven?
Ugurböcekleri tabii ki :)

Ugurböcekleri yan mahallenin karnivor ve kannibalist abisi. Kannibalist derken abartmiyorum, bazen kendi larvalarini ve birbirlerini yedikleri de olurmus. Karincalar ise bu mahallenin efendi, medeni, mandiracilikla ugrasan, is güc sahibi abileri. Yetistirdikleri yaprak biti kolonilerini sahipsiz mi birakacaklar? Tabii ki, hayir.  Bazen bu yüzden karincalarla ugurböcekleri arasinda ciddi catismalar cikiyormus. Ugurböcekleri acikca korkuyormus karinca abilerden  :)

"Bu hikaye bana bir yerlerden tanidik geliyor" mu diyorsun?
Sürüsünü kurtlardan koruyan cobani animsamis olacaksin.
Veya belki de bu sabah gazetenin ekonomi veya dis politika sayfalarina cok daldin.

Fakat istersen biz yine su hikayenin en basindaki ünlü sekerli özsuya dönelim. Hani bazen yazin sicak bir gününde arabani gölgeli bir agac altina parkediyorsun ya. Hani, geri döndügünde bütün ön camin yapiskan, yagmur gibi yagmis incecik bir siviyla kapli oldugunu farkediyorsun. Ya da bazen agac altlarinda yürürken,  eline  koluna incecik, yapiskan bir seyin damladigini hissedip, "Aaa, bu da ne?" deyip silip geciyorsun ya.  Anladin ne oldugunu degil mi? :)

Fakat o kadar da titizlik etme derim ben. Doganin olagan döngüleri bunlar. Nihayetinde o kadar incelikli olmaya kalkarsak, bal bile yemiyor olmamiz gerek :)

Çarşamba, Temmuz 04, 2012

Bu ay ben ellerimle - Temmuz 2012

Fazla söze gerek yok :) Bilmeyenler  icin projenin baslangic yazisi burada.
Asagidaki listenin calisma mantigi burada.
Gecmis aylarin listeleri ve ellerimle yaptigim kimi seyler Ellerimle kategorisi altinda.

Buyrunuz Temmuz 2012 listesine:



Not: Henüz okumadiysaniz, lütfen bir önceki yazidaki iki duyuruya da göz atmayi unutmayin.

Salı, Temmuz 03, 2012

Haseki küpesi kardeşliği

Photo by Alwyn Ladell
Haseki küpelerinde tohum zamani.
Ben de buldugum yerlerde topluyorum hep.
Ne yazik ki tohuma gectiklerinde artik hangisinin ciceginin ne renk oldugu belli olmuyor. Ben de  cicek actiklari sira onlari izlerken pek aklimda tutmamisim. O yüzden buldugum bütün tohumlari tek bir kese kagidi icinde biriktiriyorum. Icinden biraz alip serpilince belli bir yerde üc-dört ayri renkte haseki küpesi büyüyecegini düsünmek hosuma gidiyor :)

Ve bir fikir gelistiriyorum kafamda. Gerci su ana kadar fazla tohum toplayamadim. 3-4 kisilik kadar. Fakat toplamaya devam edecegim.

Bir haseki küpesi kardesligine var misin? Tohumlari saçıp gelecek yilki gelismelerini izleyebilecegin, cimleri düzenli bicilmeyen,  ufacik da olsa bir toprak parcasi var mi? Yorum ya da e-mail yazarsan, gelis sirasina göre elimdeki tohumlardan yettigi kadarini göndermek istiyorum. Ayni sehirde yasayanlar varsa, tercihen birine gönderecegim, kendi aralarinda posta ya da sahsen ulastirarak paylasmak üzere...

Bu arada ikinci duyuru: Elinde kendi cektigi akcaagac fotograflari olan (her acidan, her detaydan, yaz hali, kis hali, cicek, yaprak, tohum, vb... olabilir) varsa benimle paylasabilir mi? Paylasirken de yanina bir blog yazisinda kullanip kullanamayacagimi not düsebilir mi lütfen? Tesekkürler...

Pazartesi, Temmuz 02, 2012

Çilek reçeli

Bu aralar buralarda yerel cilegin mevsimi. Ben de mevsimidir deyip uygun fiyata buldukca aldim. Gecen hafta iki kez cilek receli yaptim. Recel yaparken burnuma dolan büyülü cilek kokusunun icinde düsüncelere daldim.

Bence sartlari her ne olursa olsun, her evde yilda bir kez olsun recel pismeli. O recel de mümkünse cilek receli olmali. Bugünlerde cilek kadar recele yakistirdigim baska bir meyve yok. Ve sabah kahvaltisinda acilan recel kavanozundan gelen cilek kokusunda bir ailenin ruhuna, aile ruhuna iyi gelen bir seyler var.

Evet, her evde cilek receli pismeli. Evin cocugu icerden burnunun cagrisina uyup mutfaga girmeli, "Ne iyi kokuyor?" diye sormali, "Cilek receli cocugum" yanitini almali. "Himm, tamam" diyerek tekrar odaya oyununun basina dönmeli. Ertesi sabah isterse burun kivirip yemesin o receli, ben-odada-oynarken-annem-mutfakta-cilek-receli  anisi yerli yerinde olmali.

Kapi calmali sonra. Uzun zamandir ortalikta görünmeyen bir komsu dikilmeli önünde. Bazi seyler bitip yeniden baslamaz. Sadece kaldigi yerden devam eder. O yüzden sasirip "Aaaa! Nerdeydin sen?" dememeliyim ben. Sanki daha en son dün görüsmüsüz gibi "Mutfaga gel, tam bi cay yapicaktim ben de. Recel de yaptim yeni. Mutfak mis gibi kokuyor" demeliyim.

Annemin misafir odasi vardi. Pazartesi günleri biz okuldayken bütün evi temizledigi gibi, orayi da dip köse parlatir cilalar, biz gelmeden önce de kapisini kapatmis olurdu. Bir sey almak icin girecek oldugumuzda, "Bak, yeni temizledim, cok yoruldum, hic olmazsa misafir odasi bi derli toplu temiz dursun" temali söylevine baslardi. Haftanin devaminda da tonu azalarak devam ederdi bu söylev. Cocuklugum güclü bir "misafir odasi misafir icin" duygusuyla gecti. Bizim evde bize ait olmayan bir oda vardi :)

Sanirim cok gönülden bütün odalari bize ait bir ev diledim. Tanri beni evlerinde "oturma" ve "misafir" diye iki ayri odasi olan dünyanin o nadir ülkelerinden birinden alip, hemen hic kimsenin misafir odasi olmayan bu ülkeye sürükledi.

Her neyse, bizim evin bir misafir odasi olmadigi icin degil, bizim evde kadim dostlar zaten mutfakta agirlandigindan, ben de cilek parfümlü mutfaga davet etmeliyim komsumu. O bana "Cayi bosver simdi. Canim söyle orta sekerli kallavi bir kahve cekiyor" demeli. Ben "olur, tabii ki" demeliyim. Evde kahve yanina cikaracak baska tatli olmadigindan ekmeklere tereyag ve cilek receli sürüp ikram etmeliyim.

Recelli ve tereyagli ekmekte cocuklugumun tadi var. Cok sicak bir günü animsiyorum örnegin. Sabah kalkmis, askili elbisemi giymistim. Mutfakta kahvalti ediyordum. Annem ekmegime tereyagla recel sürmüs, ocagin basinda kendi isine dönmüstü. Sonra birden döndü, yanima geldi. "Aaa! Bugün senin dogum günün! Bak, nasil da unuttuk isin gücün arasinda. Bugün senin dogum günün. Artik 5 yasindasin" dedi. Sarildi, öptü. Ben güldüm, hosuma gitti bugün-benim-dogum-günüm-ve-ben-5-yasindayim fikri. Annem isinin basina döndü, ben ekmegimi bitirdim, sokaga oynamaya ciktim. Katilacak bir partim, mumlari üflenecek bir pastam, acilacak armagan paketlerim yoktu. Hayatim partiydi zaten :D

Simdi düsünüyorum da, nasil kolay travmalaniyor zamane cocuklari. 1990'lardan sonra dogmus ve 5. yas günü anne babasi tarafindan unutulmus tek bir cocuk bile düsünemiyorum. Eger varsa mutlaka agir cocukluk travmasi tehdidi altindadir. Oturdugumuz evlerde bize ait olmayan odalar vardi, dogum günlerimiz unutulurdu, bayramlarda gözümüzün önünde kurbanlar kesilirdi. Hic travmalanmaz, hic yara almazdik biz.

Sebebini biliyor gibiyim.
Evimizde cilek receli piserdi.
Ve sabah kahvaltisinda ekmege sürülen recelde, insana huzur ve güven veren bir koku vardi.

Domates-zerdeçal kokteyli

Bu tarifi bir yil kadar önce dogal tedavilerle ilgili bir dergide (Naturarzt) okumustum. Yazinin ana konusu kanser önleyici özelligi bilinen bes sifali gidaydi. Domates, zerdeçal, nar, enginar ve yesil çay diye kalmis bu beşli aklimda. Her birinin düzenli tüketildiginde genel olarak ya da belli kanser türlerine karsi iyi geldigi biliniyormus. ("Iyi geldigi" = "Normal sartlar altında önleyici etkisi oldugu". "Tedavi ettigi" degil. Belki doktor bilgisi dahilinde kullanildiginda tedaviye destek olmasi da mümkündür.)

Domates isiya maruz kaldiginda yapisindaki vücutca kullanilabilir likopenin arttigi ve likopenin güclü bir antioksidan oldugu biliniyor.

Zerdeçal sindirim sisteminin her türlü hastaligina iyi geldigi söylenen ve geleneksel dogu mutfaginda ve tibbinda cok kullanilan bir kök zaten. Bir sorun var ki, bizim alismamis Batili damaklarimiz bazen zorlanabiliyor düzenli zerdeçal tüketmekte.

Bu kokteyl zerdeçali düzenli tüketmenin kolay ve lezzetli yollarindan biri oldugu icin hosuma gidiyor benim.
Ara ara yapip icmeyi seviyorum.

Bu uzun girişten sonra tarif söyle :

Domates-zerdeçal kokteyli:
500 ml domates suyu (tercihen organik) 

1 tatli kasigi (5 gr.) toz zerdeçal
3 yemek kasigi sizma zeytinyagi
Bir tutam karabiber


Ben biraz da limon sıkıyorum icine cogu zaman.
Hepsi blender'dan geciriliyor. Bence kasikla iyice karistirmak da yeterli.
Bir gün icine yayarak iciliyor.
Dolapta üc gün bekletilebilir. Daha fazla bekletilmemeli.


Soğutulduğunda iyi bir yaz içeceği de olacağını sanıyorum. Benden söylemesi :)