"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Salı, Ocak 29, 2008

Malta: Küllerinden doğan zeytinyağı

Malta'ya gelirken hayal ettiğim şeylerden biri zeytinyağıydı. Akdeniz'in tam ortasında, Sicilya'nın dibindeki bu adada ucuz, doğal ve lezzetli zeytinyağları bulacağımızdan emindim. Sonuç? Büyük bir hayalkırıklığı! İlk alışverişimizde şaşkınlıkla tespit ettiğimiz şey doğru çıktı: Malta'da zeytinyağı tamamen ada dışından (İtalya, İspanya, vb.) ithal ediliyor ve açıklaması zor bir şekilde çok pahalı. Kıta Avrupa'sının Akdeniz'e komşu olmayan ülkelerinde, örneğin Almanya'da satılandan 2-2,5 kat daha pahalı zeytinyağı Malta'da. Kötü bir şaka gibi...
Malta'nın varolmayan zeytinyağının ve onun kurtarılışının ilginç öyküsünü daha sonra Air Malta'nın uçuş dergisi Sky Life'da okudum.
Malta'da en azından Roma döneminde büyük çaplı zeytinyağı üretimi olduğu arkeolojik bulgularla kanıtlanmış. Burmarrad civarında yapılan kazılardan çıkarılan ve zeytinyağı ezmekte kullanılan büyük bir taş Mdina Katedral Müzesinde sergilenmekteymiş.
Daha sonra Arap ve St. John Şövalyeleri döneminde ise Malta'da zeytinyağı üretimi olduğuna dair herhangi bir bulgu yok. Özellikle şövalyeler turunçgiller üretmeyi ve zeytinyağını (bugün olduğu gibi) Sicilya'dan ithal etmeyi tercih etmişler. 19. yüzyılda Roma döneminden kalma pek çok zeytin ağacı iyi para getiren pamuğa yer açmak için kesilmiş. Böylece Malta zeytinyağı tarih sahnesinden çekilmiş. Neredeyse...

1990'ların başında Sam Cremona adında biri Malta'nın kuzeybatısında Wardija olarak bilinen bölgede bir arazi satın alıp bir ev yaptırmış. Arazinin kalan kısmına da zeytin ağaçları dikmeye başlamış. Adada toprağın ne derece kıymetli olduğu ve boş bulunan her metrekarenin yabancılara satılmak veya kiralanmak üzere binaya çevrildiği gözönüne alınırsa pek şaşılacak bir şey! Üstelik Sam Cremona başlangıçta sadece bir hayale sahipmiş: Malta zeytinyağı üretmek. Zeytin üzerine tecrübe ve bilgi sonradan gelmiş.
İlk denemeler başarısızlıkla sonuçlanmış. Toscana'dan getirilen zeytin ağaçları adanın toprak yapısına ve iklimine tam uyum sağlayamadığından elde edilen acı ve kalitesiz bir yağmış. Oysa Roma döneminde büyük ölçüde üretimi teşvik edecek derecede kaliteli bir yağ üretildiği kesin gibiymiş. Sam Cremona o dönemden kalan ağaçlar olup olmadığını araştırmaya girişmiş. Bazı söylentilere göre Bidnija denen bölgedeki zeytin ağaçlarının en az bin yaşında olduğunu duymuş. Yapılan karbon testleri söylentileri doğrulamış. Geriye kalan sadece bu yaşlı ağaçlardan alınan çeliklerle yeni zeytin ağaçları yetiştirmek olmuş. Sonuçta oldukça kaliteli bir yerel zeytinyağı üretmek mümkün olmuş.
Sözkonusu zeytinyağı şu anda marketlerde ve Malta havaalanında Wardija markasıyla 250 ml'lik şık şişelerde satılıyor. Alternatif ve doğal ürünler satan bir dükkanda da gördüm sanırım. Diğer zeytinyağlarının dört katı fiyatına. Tadımlık ve hediyelik eşya niyetine. Henüz denemedim ama küllerinden yeniden doğmuş bir zeytinyağı için değer herhalde.
Skylife'daki yazıya göre "Zeytinin yetişmediği yerde Akdeniz biter"miş. Tek bir adamın çabaları Malta'yı Akdeniz'de tutuyor.
Kişisel çabaların yerel değerlerin korunmasında hiç de azımsanmayacak bir öneme sahip olduğuna, "ben ne yapabilirim ki?" nin de boş bir laf olduğuna ne güzel bir örnek!

Cuma, Ocak 25, 2008

Güneş, yoğurt, hodan ve sıkıcı armağanlar üzerine

"Dört ilgisiz şeyi bir araya getir de, bir yazı yaz onlar üzerine" demedi kimse. Deselerdi de bu dört şey gelmezdi aklıma....

Hafta başından beri hava kapalı ve yağmurluydu burada. Dün hatta deniz öylesine dalgalıydı ki kıyıdaki kimi caddelerin tarfiğe kapatıldığını duydum. Gzira'da kıyıdaki otobüs durağında bir adam kendini dalgalarla baştan aşağı ıslanmaktan son anda kurtardı (Ben akıllılık edip yürüyüş için karşı kaldırımı seçmiştim:) ) Bugün sabah ise tüm bulutlar dağılmış ve deniz sakinlemişti. Güneş de her pencereden, her aralıktan girmekle kalmayıp, bu yazıya da kendiliğinden sızmış oldu böylece...

Yoğurt, hayır, süpermarketten alınmadı. O yüzden bu yazıda ya zaten. Onu ben kendim yaptım. Daha doğrusu dün mayalamıştım, bugün baktım ki tutmuş. Hem de ne güzel tutmuş. Kendim yaptığım her şeyde olduğu gibi - ekmekte, dondurmada, bir zamanlar bir alternatif dükkandan aldığım starter ile kurduğum kefirde olduğu gibi- pek bir mutlu oldum sonucu görünce. Bu kadar küçük de olsa bir şeyi üretmek neden bu kadar keyif veriyor, neden dinginleştiriyor ruhu? Çözen varsa beri gelsin...
Bu yoğurt oğlum içindi. Katı gıdalara başlarken kitaba uymadı çünkü. "Önce havuç püresiyle başlayacaksınız, sonra havuç-patates, sonra da havuç-patates-et püresi ile devam edeceksiniz" diyen kitaba... Onları da kendim hazırlamıştım oysa, çok da kolay hazırlaması. Sevemedi güzelim ev yapımı sebze pürelerimi. Ben harika çorbalar yaptım onlardan, boşa gitmediler neyse ki :)) Peki yoğurt? Evet, onu sevdi sanırım. İlerleyen günlerde o ve sayesinde biz bol bol ev yapımı yoğurt yiyeceğiz.
Ev yapımı yoğurdu anlatmaya gerek var mı? Daha en fazla 20 yıl öncesine kadar zaten sadece öylesi vardı. Eskiden kaynatılıp soğutulurdu süt. Ben pastörize süt kullandığım için kaynamaya yakın altını kapattım. Bildiğim kadarıyla 35-40 derece olmalı süt mayalanması için. Kefirde durum bundan farklı. Onda 20-25 derece yeterli idi yanlış hatırlamıyorsam. Hatta daha fazlası kefirin tutmasına engel. Neyse, biz dönelim yoğurda. Sütü birazcık soğutup (işte yaklaşık 35-40 dereceye kadar) bir kaç kaşık yoğurdu yavaş yavaş süte ekledim. Sonra "sevgiyle ve özenle" bebek gibi sarıp sarmaladım. Bilmem faydası var mıdır ama annem öyle yapardı eskiden :)) Sonra da fırınımın içine yerleştirdim. 24 derece idi orada sıcaklık. Ertesi sabah (yani bu sabah) tutmuştu yoğurt. Üzerine temiz bezi yerleştirdim ki, biriken biraz suyu çeksin de daha katı bir kıvamı yakalayabilelim. Ardından buzdolabına kuruldu bizim yoğurt. Öğlen oğlumla tadına baktık. Çok lezzetliydi :))

Hodan? Hayır, o da süpermarketten alınmadı. Ama hayır, onu üretmedim de. Hayal bahçemde her bahar ekerim, o ayrı hikaye. Bu yazıya konu olanı bugün yürüyüş sırasında bir otelin kapısına konmuş kocaman bir küpün içinde gördüm. Aslında minyatür, sıkıcı, kişiliksiz bir palmiye ağacının ev sahibi o küp. Yanından geçerken dönüp bakmazdım ya, dibindeki minik mavi çiçeklere ve tüylü çanak yapraklara takıldı gözüm.


Fotoğraf:
tin.G

Hodan işte, bilmez miyim? Dedim ya, her bahar hayal bahçeme ekerim. Bildiğim bir bahçede her daim yetişir, parmaklıktan sokağa taşanları biraz kendimin bilirim. Bir Ot Masalı'nda da sözü geçen otlardan biridir. İster borretch desinler, ister borage... Güzeldir. Nereden gelmiş konmuş o küpe, bilmem. Ama artık o orada ya, ben gelir gider bakarım, mutlu olurum. Buldum ya bir tanıdık, artık bu adada kendimi o kadar da yalnız hissetmem.

Sıkıcı armağanlara gelince... Kimin gözünden baktığınıza bağlı. Ben bugün bir on yaş çocuğunun gözünden baktım örneğin. Doğumgünü var haftaya. Bir armağan almalı. Meğer onun da hayalini bir cep telefonu süslermiş, babası almış bile. Bütün on yaş çocukları rüyasında cep telefonu mu görüyor, ne? Bense kesin karar verdim. Kafalarını çalıştıracak, ruhlarını besleyecek, onları tüketim ve kolayca sahip olma girdabının içine atmayacak şeyler alacağım bildiğim tüm çocuklara. Sonunda bir kitapçıdan hediye çeki aldım. Böylece iki şey armağan ediyorum aklımca. Hem bir kitap, hem de onu almak için kitapçıda dolaşma, bir sürü kitaba dokunup sayfalarını çevirme ve aralarından birini seçme keyfi... Biliyorum, çoooook sıkıcıyım ben, çok. Fakat nedense bundan hiç rahatsızlık duymuyorum.

Salı, Ocak 22, 2008

Uzun bir "bez" hikayesi

İlk kez 4 aylık hamileyken gördüğümde "Ben de istiyorum, ben de!" dedim.
Anneme anlattım, "Aaaa! Anneannen de böyle yapardı." dedi.
Uzakdoğulu bir arkadaşım "5 kardeşiz, annem hepimizi böyle büyüttü" diye anlattı.
Afrikalı anneler...
Asyalı anneler...
Güney Amerikalı anneler...
Kızılderili anneler...
... yüzyıllardır kullanıyor.
Batılı anneler son bir iki nesildir unutmuştu, onlar da yeniden hatırlamaya başladı.

Nedir bu?
Photo by HoboMama
Türkçe ne ad vereceğimi (verildiğini) bilemiyorum. Galiba eskiden bir ad vermeye gerek yoktu, şimdiler de ise pek kullanan olmadığı için bir adı yok. Eğer varsa, ben anlatayım, bilenler söylesin. İngilizce sling, Almanca tragetuch adıyla biliniyor. Aslında çok basit, yaklaşık 5 m. uzunluğunda ve 70 cm. genişliğinde bir bez parçası.

Peki, ne işe yarıyor?
Tahmin edileceği gibi bu basit bez parçası bebeğinizi kendi vücudunuza bağlayarak taşımanıza yarıyor. Pek çok değişik bağlama tekniği ile doğumdan itibaren ağırlığını taşıyabileceğiniz yaşa kadar bebeğinizi kucağınızda, belinizin üstünde veya sırtınızda taşıyabiliyorsunuz.

İyi de, ne işe yarıyor?
Pek çok faydası var. Aklıma gelenler şunlar:
*Bir bebeği taşımanın en ekonomik, en pratik, en doğal ve en çevreyle dost yöntemi...
*İki elin başka şeyler taşımak ve yapmak için serbest kalması anneye özgürlük sağlıyor.
*Pek çok ülkede sokaklar (kaldırımlar, kaldırımlar...) ve iç mekanlar (merdivenler, merdivenler...) kesintisiz bebek arabası kullanmaya uygun tasarlanmamış. Bebeği böyle taşımak hareket özgürlüğü de sağlıyor.
*Bazı araştırmalar ile her gün bir kaç saat taşınan bebeklerin daha az ağladığı ve daha az gaz sıkıntısı çektiği kanıtlanmış.

*Anne-bebek arasında emzirme ile kurulan özel bağın perçinlendiği savunuluyor.
*Baba-bebek arasında normalde kurulması daha güç olan bağın kurulmasını kolaylaştırıyor. (Evet, babalar da taşıyor!)
*Ebeveyn ile bebek arasında kurulan, güvenlik ve sıcaklık sağlayan bu bağın yetişkinlik döneminde önemli olumlu sonuçları olduğu söyleniyor. (Bkz. Attachment Parenting)
*Her ne kadar aksini düşünenler olsa da, bebeği taşımak için ortopedik açıdan da doğru bir yöntem olduğu savunuluyor. (Hem anne, hem bebek için!) Önemli olan bezin doğru teknikle bağlanmış olması.

Nasıl kullanılıyor?
Bir kez öğrenince kullanılması oldukça basit. Özel olarak bu amaçla üretilip satılan bezlerle birlikte detaylı olarak bağlama tekniklerini gösteren kullanım kılavuzları da sunuluyor. Almanya, Avusturya ve İsviçre'de pek çok şehirde "bebek taşıma danışmanları" var. Ebeler, bebek hemşireleri ve tecrübeli "taşıyıcı" annelerden oluşan bu danışmanlar ufak bir ücret karşılığı veya gönüllü olarak her türlü bağlama tekniğini öğretiyorlar. Sadece bez değil, bizde "kanguru" olarak bilinen diğer taşıma yardımcısı aletler için de danışmanlık hizmeti veriyorlar.

Bazı bağlama teknikleri her seferinde çözüp tekrar bağlamayı gerektiriyor. Bazıları ise bir kez bağlandıktan sonra gerekmedikçe çözülmeden tekrar kullanılabiliyor. Bazı yöntemlerde bebek bezden çıkarılmadan da emzirilebiliyor.
Nasıl ediniliyor?
En güvenilir ama bir o kadar da pahalı olan yöntem bu iş için özel üretilen bezlerden satın almak. Üretici firmalar çoğunlukla kumaşı da kendileri dokutuyor. Kumaşın aynı zamanda hem çok sağlam, hem de çok esnek olması önemli. Ayrıca organik hammadde kullanılmasına ve boyamada zararlı kimyasallardan kaçınılmasına da dikkat ediyorlar. Prensip olarak çocuk işçilerin çalıştırıldığı 3. dünya ülkelerinde üretim yapmayan üreticiler var. Bütün bunlar doğrudan fiyata yansıyor tabii ki. Oldukça iyi üreticiler var, ama reklam olmaması için burada isimlerini anmak istemiyorum. İsteyen olursa e-mail üzerinden verebilirim.
Hazır bez satın alırken taşıyıcının (anne, baba,vb.) bedeni ve bezin kullanılacağı mevsim önemli. Bazı bezler yaz mevsimi için çok kalın.
İkinci yöntem e-bay gibi elektronik pazarlarda ikinci el satın almak. İngilizce ve Almanca isimleri ile e-bay'de arama yapıldığında bu konuda ne kadar canlı bir pazar olduğu ortaya çıkıyor. Bu yöntemde kargo ücretleri ve satıcının güvenirliği hesaba katılmalı.
Bir diğer yöntem bezin dikilmesi. Eskiler bu iş için basitçe bir çarşaf bile kullanmış olsa da, burada kumaş seçimi önem kazanıyor. Bebeğin doğru anatomik duruşunu, bağlama tekniği kadar, çapraz kumaş dokuması da etkiliyor çünkü. Ayrıca kullanım kolaylığı sağlayan bir iki detay var ki hazır bez üreticilerinin tanıtıcı web sitelerinde dolaşmak bu konuda fikir verebilir.

Nelere dikkat etmeli?
  • Bezin anne ve bebek açısından anatomik olarak doğru şekilde üretildiğine ve bağlandığına...
  • Güvenlik açısından düğümlerin doğru şekilde ve sıkıca atıldığına...
  • Üretiminde mümkün olduğunca az kimyasal işlemden geçtiğine...
  • Küçük bebeklerin (özellikle kucakta) doğru ve yeterince nefes alıp verebilecek şekilde bağlandığına...
    dikkat edilmeli.

Benim taşıma maceram:
Yazımın başında bahsettiğim ilk tanışma faslından sonra sıkı bir araştırma dönemi başladı. Bir kaç ay ve onlarca internet sitesi ve forumu ardından bağlamayı becerip beceremeyeceğimden ve doğru ürünün hangisi olduğundan hala emin değildim. Sonunda e-bay'den bir bez aldım. Bebeğimi sadece bu yöntemle taşıyabileceğimden emin olamadığımdan (bunu yapan anneler var!) bir bebek arabası da almak farz oldu tabii ki. Doğumdan sonraki ilk denemelerim başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü ilk kez anne olduğum için bebeğimi kucağımda taşırken bile incitmekten korkuyordum. Ayrıca hiç yardım almadan kendi başıma bağlamayı öğrenmek istiyordum. Bebeğimin ilk aylarında bez ile taşıyamadığıma, beceriksizliğime hayıflandığım; iki elimin serbest kalmasına çok ihtiyaç duyduğum anlar oldu. Doğumdan dört ay sonra, ilk uçak yolculuğumuzda bol el bagajı ve bavul ile birlikte bebek arabasını da taşımanın imkansızlığı ortaya çıktığında "taşıyıcı anne" olma kararım kesinleşti :) Yolculuk günü bezi tekrar tekrar söküp bağlamanın pratik olmayacağından bir kanguru almaya karar verdim (Uzmanları bu aletleri geleneksel bir Çin ürünü olan Mei Tai'nin varyasyonları olarak tanımlıyor. Bu alanda da pek çok üretici ve dikkat edilmesi gereken bir çok özellik var. Genel olarak bez, bu aletlerden daha doğru ve daha pratik bir çözüm.) Kanguruyu satan hanım aynı zamanda bir danışmandı. Bana satın aldığım bez ile tekrar tekrar çözüp bağlamadan kullanabileceğim basit bir bağlama tekniği gösterdi. Öyle basit ki ben bile iki denemeden sonra kendi başıma bağlamayı öğrendim. İlk izlenimim bezin kanguruya göre doğal olarak çok daha hafif olduğu yönünde. Anne veya genel olarak taşıyıcı kesinlikle daha az yoruluyor ve bebeğin ağırlığını da sırtında hemen hemen hiç hissetmiyor. Şimdi her ikisini de kullanıyorum.
Ufff, amma uzun oldu bu yazı. Özetleyelim bakalım:
  • Bebeğinizi bez ile veya bu mümkün değilse bir Mei Tai varyasyonu ile taşımayı düşünün. Yüzyıllardır milyonlarca anne tarafından kullanılmış bir yöntem olduğunu hatırlayın.
  • Kullanacağınız ürünü satın almadan önce iyice araştırın. Üreticilerin her dediğine ve yazdığına inanmayın. Her ürün ortopedik açıdan doğru değil.
  • Her ürün kullanıcısının göstereceği özen ve dikkat kadar güvenlidir, unutmayın.
  • Özellikle internet üzerinde bu konuda tecrübesi olan annelerden yardım almaktan çekinmeyin.
  • İlk denemeleriniz başarısızlıkla sonuçlanırsa vazgeçmeyin.
Başvurulabilecek Kaynaklar:

Fotoğraflar:
1-
Hobomama
2- Sean Dreilinger
3- Martin Buns





Perşembe, Ocak 10, 2008

Malta: Balıkçı Tekneleri

Malta'da fotoğrafını çekmeyi en sevdiğim şeylerden birisi balıkçı tekneleri. (Diğeri eski evler...)
Luzzu olarak bilinen tekneler sarı, mavi, kırmızı, beyaz ve yeşilin canlı tonlarında boyanmışlar. Bir çoğunun ön tarafına ayrıca iki göz resmi çizilmiş. Gözlerin -bizde olduğu gibi- koruyucu işlevi olduğuna inanılıyormuş. Adanın en ünlü balıkçı kasabası olan Marsaxlokk'u özellikle tekneler yüzünden görmeyi çok istiyorum. Ama bir çok başka yerde de onlara rastlamak mümkün... Bazıları turistik işlerde kullanılsa da, luzzuların çoğu hala balıkçılıkta kullanılıyormuş.

Bu fotoğrafta ortadaki tekne adaya ilk geldiğimizde Spinola Koyu'nda gördüğüm ilk "luzzu"lardan biri:



Bunu da Sliema-Gzira civarında Manoel adacığı ile kıyı arasında gördüm:



"Peki ya koruyucu gözler?" diye soracak olursanız, onlar da şöyle bir şey :)

Fotoğraf: Foxypar4

Salı, Ocak 08, 2008

Malta: ...'da Türk olmak...

...başlıkta durduğu kadar dramatik değil aslında :)

Eğlenceli hatta biraz... Şu yazıya bakılırsa Malta'da "Türk'üm" derseniz, yanıt "Malta yok" olurmuş. Bize öyle diyen olmadı.

Telefon ve internet için eve gelen tesisatçı çocuk "All right" dedi. Baba tarafından Sicilya'lıymış. Bizi önce İtalyan sanmıştı. Bu "all right", "Türk mü? O da olur" anlamında galiba...

Doktora gittim. "Aslen nerelisiniz?" diye sordu. Türk olduğumu öğrenince "Great!" dedi. Buradaki "Great!", "Harika! Demek bulabiliyorsunuz artık Malta'nın yolunu!" anlamında olabilir mi? Ardından daha önce de karşılaştığımız soru geldi. "Bankada mı çalışıyorsunuz?" Malta'ya dil öğrenmeye veya restoran açmaya gelenler dışında bütün Türkler bankada çalışıyor sanırım. Ve sanırım bu tuhaf gerçek tüm Maltalılarca da malum...

Dün aynı soruyla (bankacı mıyız?) tekrar karşılaştım. Bu sefer soran rastlantı eseri karşılaşıp sohbete başladığım bir Türk'tü. Hayır, değiliz ve hayır, o da değilmiş.

Türk bankaları ve bankacıları Malta'da ne arıyor hiç bir fikrim yok!
Fakat yolunuz buralara düşerse kendinizi ne yalnız, ne yabancı hissedeceksiniz.
Bankacısı, restoran-cafe işletmecisi, dil okulu öğrencisi, turisti derken zaten adım başı Türk'e rastlamak olağan burada.
Kaldı ki kendilerine benzettikleri için çoğunlukla söze Maltaca başlayacak adalılar... Ve pek çok küçük detay da size yabancılığınızı unutturmak için yarışacak :) (Bkz. Aidiyet duygusu)

Sözün özü; Malta var...

Cuma, Ocak 04, 2008

Hakkımdaki gerçekler...

Ayçobanı beni ebeleyip sobeledi. "Hakkındaki gerçekleri biiiiir bir sayıp dök bakalım" dedi.
"Peki" dedim ben de.

Buyrun :

1. Hakkımdaki ilk gerçek: Annemin verdiği bilgilere göre çok erken yürüyüp biraz geç konuşmuşum. O zamandan beridir çok yürür, az konuşurum.

2.Hakkımdaki aleni gerçek: Evliyim, şimdilik evdeyim, "dünyalardan tatlı"nın annesiyim :)

3.Hakkımdaki gizli gerçek: Evet,itiraf ediyorum, o müzik setini bozan da bendim. Çocukluğum kırıp döktüklerimi saklamak, ortaya çıkanlarda kendimi savunmak ve lakin başarılı olamamakla geçti. N'apıyım, sakarım işte...

4.Hakkımdaki tuhaf gerçek: Katmerli gurbette yaşamama rağmen deli gibi uçuş korkum vardır. Mümkün olsa uçağa hiç binmemeyi tercih ederdim. Uçağın sağ salim yere inmesi için biricik şartın; benim yol boyunca korku içinde, hiç gevşemeden oturduğum koltuğa yapışmam olduğuna dair tuhaf bir fikrim vardır. Uçak kazalarına ait haberleri okumam, izlemem, dinlemem. Yanımda anlatanı sustururum.

5. Hakkımdaki acı gerçek: Mutfakta vakit geçirmeyi ve yeni şeyler denemeyi çok sevmeme rağmen berbat bir aşçıyımdır. Yaptığım bir şey lezzetli olursa ben bile şaşırırım. O derece yani...

6. Hakkımdaki sevmediğim gerçek: Bir şeyi aklıma geldiği anda yapmamak için kendimi güç tutarım. Gece yarısı olsa dahi... Biraz dur, bi soluklan, bi daha düşün, belki aklına bi şey daha gelir, değil mi? Nerdeeeee....( 6.5 Hakkımdaki sevdiğim gerçek: Bununla biraz çelişse de, bir kez karar verip işe girişince yavaaaaş yavaaaaş çalışmayı severim. Aceleye, germeye ne gerek var? Şöyle sakin sakin, koşturmadan...)

7. Hakkımdaki son gerçek: Çok soru sorarım. Bazen yanıtını bildiğim halde sorarım. Bazen insana bildiğini unutturacak türden sorarım. Bazen bayıltana kadar sorarım. Eşime sorabilirsiniz :))) (Bu yedinciydi, değil mi; bitti yani şimdi, değil mi? Şimdi n'apıcaktık?)

Haaa! Hatırladım...
Mrl'ciğim, senin hakkındaki gerçekleri dinlemiş miydik?