"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Perşembe, Temmuz 31, 2008

Atma, ek!

Lütfen kitabın adına bir bakar mısınız?

Don't Throw It, Grow It! 68 Windowsill Plants From Kitchen Scraps

Kafasını geri dönüşüm fikirlerine takmış, mutfakta eline geçen her türlü sebze, meyve, tahıl ve hatta baharatla tezgah üstü bahçesi kurmaya kalkan biri için tek kelimeyle kış-kır-tı-cı! Hangi 68 bitkiymiş kitapta bahsedilenler merak ediyorum. Aralarında denediklerim var mı? Deneyebileceklerim? Ya daha önce hiç duymadıklarım? Hiç aklıma gelmemiş olanlar? Me-rak e-di-yo-rum!

Fakat artık alışkanlık haline gelmiş bir alışveriş kuralı gereği hiç bir şeyi ilk duyduğum veya gördüğüm anda satın almamaya çalışıyorum. Bir süre bu kitabın etrafında dolaşacağım. Hakkında yazılmışları okuyacağım. İçeriğini koklamaya, neler anlattığını tahmin etmeye çalışacağım. Üzerinde düşüneceğim. Tek bir sayfasına bile dokunmadan bende yaratacağı ilhamları, yeni fikirleri salıvereceğim. Bu fikirlere dair bir şeyleri internette bulabilir miyim diye aranacağım. Bekleyeceğim. Alacak olursam evde yaratacağı fazlalığı abartacağım. Buradan taşınıp giderken muhtemelen yanıma alamayacağımı telkin edip kendimi vazgeçirmeye çalışacağım. "Zaten açıp baksan hepsi bildiğin şeylerdir" diye kötüleyeceğim. Üç vakit sonra eğer hala ondan vazgeçemediğimi anlarsam... Ve o günlerde ödüllendirilmeye layık bir iş de görmüşsem.. Sipariş edeceğim!

Gidişattan haberdar ederim...

Salı, Temmuz 29, 2008

Ben çocukken... (2)

...severek oynadığımız bir başka oyun da yakantoptu.
Gerekli olanlar sadece bir top, güvenli bir oyun alanı ve bir sürü çocuktu. Hoş kimse bulunamazsa 4 kişiyle bile oynanabilecek oyundu yakantop.
İki takıma ayrılırdık. Birine vuran, diğerine kaçan takım diyelim bu sefer. Vuran takım tekrar ikiye ayrılır, aralarına bir kaç metre mesafe koyarak yerlerine yerleşir. Kaçan takımın bütün üyeleri de bu ikisinin arasında yerini alır. Oyun vuruculardan birinin topu atmasıyla başlar. Amaç? Ortadaki kaçanları vurmak elbette. Kaçanların amacı da vurucularla sınırlı bölge içinde kalırken hiç vurulmamak. Topu sakin sakin, düşüne düşüne atarsanız karşı takım sıyrılıp kaçmayı becerecektir tabii ki... Hızlı oynamak, kaçanları yormak, bir önceki atıştan kurtulmak için sizin tarafınıza yaklaşmışlarsa uzaklaşmalarına izin vermeden topu hemen tekrar atmak, topu hiç beklenmedik birine doğru fırlatmak kullanabileceğiniz taktikler. Peki ya kaçanlar? Onlar da hızlı olmalı, topu sürekli takip etmeli ve mümkün olursa topu yakalayabilmeli. Evet, tutayım derken yere düşürmediğiniz sürece buna izin var oyunda. Kaçanların yakaladığı her top bir "can" demek. Can sahibi oyuncu bunu ya vurulup oyundan çıkmış bir takım arkadaşını oyuna geri alabilmekte kullanır veya vurulduğunda kendisi kullanmak üzere saklar. Bütün canları tükenmedikçe bir oyuncu oyundan çıkarılamaz. Bu noktada sık sık "takım mı, ben mi?" sorusu gelir akıllara. Elinizdeki tek canı saklarsanız oyunda kalır, tadını çıkarırsınız. Oyun dışı kalmış güçlü bir oyuncu için kullanırsanız bir sonraki sefer oyundan çıkma riskine girer, ama belki de takımı kurtarmış olursunuz. Sokak oyunları da bal gibi stratejiktir bilgisayar oyunları gibi ve üstüne üstlük biraz yaşam dersi de vardır içinde. Sonunda bir oyuncu hariç tüm kaçanlar oyun dışı kalmışsa ve o da bütün canlarını tüketmişse 10'dan geriye doğru sayarak atmaya başlanır top. Son oyuncu 10 atıştan da kaçabilirse kaçan takım kazanır oyunu, yoksa vuran takım.

Bir sonraki turdan önce su içmek için eve bir gitsek mi? Yok gitmeyelim en iyisi. Annenin "Çok terlemişsin" veya "Hadi, akşam yemeği zamanı" deyip bir daha sokağa salıvermemesi olasılığı var. En iyisi evlere dağılmadan önce hızlı bir tur daha...

Önceki oyun

Cumartesi, Temmuz 26, 2008

Görsel kakafoni

Bir marketi bulmanız için binanın cephesinin üçte ikisini kaplamak şart mıdır?

Nicedir aklıma takılan soruyu Yeşim Demir sormuş. Yeşim Demir kim? Grafikerler Meslek Kuruluşu Başkanı ve MSÜ’de grafik tasarım bölümü öğretim görevlisi. Hürriyet Cumartesi ekinde 14.06.2008 tarihinde yayınlanan röportajda şöyle demiş:

Grafik tasarım gereklidir. Hükümetin, yerel yönetimlerin, kobilerin, ticaret odasının, kısacası herkesin çevresindeki vasat görüntüden rahatsız olması, uzmanına başvurması gerekir. Büyük bir hayalim var: Tabela bakanlığı kurmak! Mimarlığın, grafik tasarımın, kentsel tasarımın bütün disiplinlerini buluşturup kentlerin hatta mahallelerin sosyolojik tarihsel ve geleceğe yönelik yapıları ele alınarak bu kakafoniden, bu kötü görünümden kurtulmak. Ankara’da Kızılay Meydanı’nda sac tabelalardan binaları göremiyorsunuz. Bir marketi bulmanız için binanın cephesinin üçte ikisini kaplamak şart mıdır? Özenerek de tabela yapılabilir. Avrupa’da yaşayanlar dükkanları bulamıyorlarlar mı? Tasarım hayat kurtarır, doğru bir kent yönlendirmesi doğru bir ilaç kutusu tasarımı gibi.

Perşembe, Temmuz 24, 2008

Ben çocukken... (1)

Bir kuş uçar, gökyüzünde süzülür
Bir çocuk bütün oyunlara yazılır..

... en sevdiğimiz oyunlardan biri dalya idi. Büyüklü küçüklü bir mahalle dolusu çocuktuk. Büyükler sokağa küçüklerle de ilgilenmeye tembihlenmiş çıkardı. Tam onların istediği gibi, strateji kurulabilecek, heyecanlı bir takım oyunuydu dalya. Küçükler de oyuna ve takıma dahil olduğuna sevinir, ortalıkta biraz koşturmanın tadını çıkarırdı.

Gerekenler: Bir top, kiremit parçaları veya yassı taşlar, bir sürü çocuk, trafiksiz bir sokak veya oyun alanı

Oyun, takımların kurulmasıyla başlardı. Tecrübelilerden iki tanesinin "Aldım verdim, ben seni yendim" usulü karşılıklı adımlaşmasıyla ilk oyuncuyu kimin seçeceğine karar verilirdi. İlk seçilenlerden olmak, tercih edilir iyi bir oyuncu olduğunuzu gösterirdi. Biz küçükler genellikle sona kalır, heyecanla adımızın söylenmesini beklerdik. Takımlar kurulduktan sonra ortaya yassı taşlardan veya çoğunlukla düz kiremit parçalarından bir kulecik dizilirdi. Bu oyun mahallede sürekli oynandığından yol kenarında uygun taş veya kiremitler her an bulunur, dalya başlayacağında hemencecik toplanıverirdi. Ne kadar çok parça üst üste dizilirse oyun o kadar zorlu ve heyecanlı geçerdi.
İlk atışı hangi takımın yapacağına nasıl karar verildiğini unutmuşum. Belki de takım kaptanlarından biri "Hadi siz başlayın, nasılsa biz yeneceğiz" derdi. Takımlardan birisi kiremitlerin hemen arkasına dizilirken, başlayacak olan takım yine kaptanların belirleyeceği makul bir mesafeye çekilir; içlerinden birisi (iyi bir atışçı) top ile dizili kiremitleri yıkmayı denerdi. Bazen top kuleyi pas geçer, o zaman takımlar yer değiştirirdi. Bazen de kiremitlerden bir kısmı devrilir ama bu sayılmazdı. Gerçek oyun tüm kiremitlerin devrilmesiyle, büyük çığlıklar eşliğinde başlardı. Kuleyi deviren takım (bundan sonra onlara kurucu takım diyelim) koşup çevreye dağılmaya başlarken, diğer takım (onların adı da vurucu takım olsun) topu bir an önce yakalamak ve kendilerince stratejik noktalara yerleşmek zorundaydı.
"Devrildi, devrildi!" ,
"Evet, hepsi yerde!"
"Heeey, nasıl devirdim ama!"
"Özlem'in arkasını tutun!"
"Hakan, Özgür senin!"
"Esra, arkana dikkat!"
"Küçükler vurulmamaya bakın!"
sesleri bir anda birbirine karışırdı. Bu andan itibaren kurucu ekip yıktığı kuleyi tekrar inşa etmek; vurucu ekip ise topla onları "vurarak" oyun dışı bırakmak ve kulenin tekrar dizilmesine engel olmakla sorumluydu. Top bazen kaş-göz işaretleri, bazen aleni strateji cümleleri eşliğinde vurucu takım üyeleri arasında el değiştirirken; kurucu takım sürekli toptan uzaklaşmaya, kiremitlere yaklaşmaya çalışırdı. Kule çoğunlukla bir veya iki parçanın kaçamak eklenmesi ile yavaş yavaş yükselirken; kurucu takım da isabetli atışlar yüzünden fire vermeye başlardı. Yükselen kiremitler ve azalan oyuncu sayısı ile oyunun heyecanı paralel giderdi. Bazen hatalı bir atış veya beceriksiz bir tutucu yüzünden top oyun alanından uzaklaşır, tekrar çığlıklar yükselirdi. Vurucu takım topu bir an önce tekrar oyuna sokma çabasına girerdi. Bu sırada kuruculardan en soğukkanlısı kiremitleri hızlıca ama dikkatle dizmeye çalışırken, diğerleri topun geri gelmekte olduğunu haber verirlerdi. Risk almayı sevenler "Devam et, devam" diye bağırır, bazıları "Şimdi çekil, kalanını sonra dizelim" diye uyarırlardı. Bu öyle heyecanlı bir andı ki vurulmadan önce son parçayı da yerleştireyim derken, titreyen bir elin bütün kiremitleri tekrar yıkıvermesi işten bile olmazdı. O zaman haydi bakalım baştan! Yok o son parça da itinayla yerine konabilirse bir anda "Dalyaaaaaaaa!" diye bağırmaya başlardı bütün kurucu takım. Bazen önemsenmediği için sona bırakılmış küçüklerden biri başarırdı toptan ustalıkla kaçmayı ve son bir iki kiremiti yıkıp dökmeden yerleştirmeyi. Bir anda günün kahramanı belli olurdu. Takımlar nefeslenir, acil ihtiyaçlar için bi koşu eve gidilir (sakın ben gelmeden başlamayın!!!), oyunun kritiği yapılır, ardından yeni bir tur başlardı.

Çarşamba, Temmuz 23, 2008

Radyo Hindiba Version 1.0

Hindiba usulü blog radyosu Radyo Hindiba'da gelişmeler var. Bundan sonra eğer >> işaretini görürseniz şarkıyı içinizden söylemekle kalmayıp ve de "hangi şarkıydı ya bu?" diye düşünmenize gerek olmayıp şarkıyı dinleyebilirsiniz de...

Nasıl?

>> işaretine tıklayarak tabii ki...

Her şarkıya link vermemi beklemeyin.
Günlüğümün ana fikrine uymuyor.
Hem hepsinin videosu bulunmuyor.
Ayrıca bulunanlar da kaliteli olmayabiliyor.
Üstelik de tembelim.

İşleyişte bir tuhaflık görürseniz haber verirsiniz, değil mi?

Kavuncak

Malta'da küçük, sarı, hoş kokulu yerel kavunların mevsimi. Seyyar manavlarda 4 kilosu makul bir fiyata satılıyor. Minik sincap yeni bir oyuncak edindi. Minicik, tombul ellerini kavunların arasına daldırmayı, kavrayabildiği kavunları yuvarlamayı, sonra peşinden emekleyip tekrar yakalamayı, havaya kaldırıp burnuna (arada bir çaktırmadan ağzına!) götürmeyi seviyor. Sonra ortadan hop diye kesiveriyorum ben o kavunu. Bir küçük kaşıkla ve afiyetle yeniyor.


Dipnot: Geçenlerde Funda da "barbuncak"tan bahsediyordu. Oğlum henüz onun için küçük. Ama aklımda kalsın diye bu güzel fikir, işte buraya yazıyorum onu da... :)

Salı, Temmuz 22, 2008

Döküp silmeyeyim, biraz bekleyeyim ben

Doğal malzemeler kullanılarak yapılan temizlikte önemli bir faktörün beklemek olduğunu farkettim. Hani yapay ve kimyasal temizlik malzemelerinin reklamlarında "dök ve sil, işte bu kadar basit" diyorlar ya; evde sirkeydi, karbonattı, sabundu, suydu kullanırken, malzemeyi temizlenecek zemine uyguladıktan sonra biraz beklemek gerekebiliyor. Bazen 10-15 dakika, bazen bir saat. O zaman gayet iyi sonuçlar alabiliyor insan. Yaşamın daha yavaş aktığı devirlerde temizlik de böyle bir şeymiş herhalde... Kendi adıma, daha temiz ve sağlıklı bir dünya için 15 dakika fazladan beklemekte hiç sakınca görmüyorum. Beklerken başka şeyler de yapabilecekken üstelik...

*
Nereden çıktı şimdi bu? Mutfak lavabosunu biraz suyla doldurdum (lavabo metal bu arada). Göz kararı beyaz sirke, azıcık karbonat, bir damlacık bulaşık deterjanı ekledim. Bulaşık deterjanı tüm bu karışımı biraz köpürtsün de, ben kendimi olağanüstü büyük bir temizlik yaptığıma iyice ikna edebileyim diye. Laf aramızda bazı temizlik malzemelerine sırf tüketici psikolojik olarak etkilensin diye gereğinden çok köpürtücü madde eklediklerinden şüpheleniyorum. Hatta eminim... Neyse, 15 dakika beklettim bu karışımı lavabonun içinde. Silme, ovma, güç gösterisi ondan sonra. Sonuç? Reklama çıksam ancak bu kadar "Woooooow!" derdim.

Pazartesi, Temmuz 21, 2008

Bazen çok aklım karışıyor benim

11 Temmuz Dünya Nüfus Günü idi. Çeşitli kanallarda bütün gün dönüp duran haberlerin arasında duydum dünya nüfusunun 6.7 milyara ulaştığını... Haberlerin bundan sonrası artan nüfusun gezegene getirdiği yükten, insan kaynaklı çeşitli çevre problemlerinden ve WHO'ın nüfusun kontrol altına alınması gerektiğini bildirdiğinden dem vuruyordu. İyi de neden geri plan resmi hep Afrikalı siyah çocukları gösterip duruyordu? Dünyanın kaynaklarını pervasızca ve dengesizce sömüren onlar mı? Aşırı tüketimle ekolojik sistemi zedeleyen, türlerin yok olmasına sebep olan onlar mı? Yılda 4 milyon ton gıdayı çöpe atan onlar mı? Dünya nüfusunun %5'ini oluşturdukları halde, enerji kaynaklarının %51'ini tüketen onlar mı? Bozduğumuzu düzeltelim derken gıda fiyatlarında sert dalgalanmalara yol açan, açlığı derinleştiren onlar mı? Kim bilir hangi takıntıyla (hijyen?) her şeyi gereğinden fazla paketleyen ve çöplerinin üçte biri paketleme materyalinden oluşan onlar mı? Zararlı ve zehirli atıklarını temizlesinler diye üçüncü dünya ülkelerine atıp kaçan onlar mı?

Üfffff, bazen çok aklım karışıyor benim.

Cumartesi, Temmuz 19, 2008

Beyaz sirke

Meyvelitepe'nin sahibesi sirke ile ilgili iki hoş yazı yazmış. (Bir kaç damla sirke ve 1001 derde deva elma sirkesi) Orada bahsedilen sirke takıntısı doğrusu hiç de yabancı gelmedi. Bir süredir aynı dertten (!) muzdaribim :) Yazıları okurken farkettim ki sirke ile ilgili İngilizce kaynaklarda kaybolup gittiğim dönemlerde tuhaf bir şekilde beyaz sirke (white winegar) ile elma sirkesi aynı şeymiş sanısına kapılmışım. Burada biraz araştırınca anladım ki beyaz sirke adıyla bilinen ürün aslında %5 asetik asit ve su karışımından oluşuyor ve ilginçtir sofra sirkesi ile aynı raflarda satılıyor. Galiba bu Türkçe'de sirke ruhu diye bilinen şey . Yani;

Asetik asit= Sirke ruhu (Bkz. http://tr.wiktionary.org/wiki/sirke_ruhu) ve
White vinegar = %5 asetik asit çözeltisi

Öteden beri beyaz sirkenin çamaşır yıkarken yumuşatıcı ve kireç koruyucu yerine kullanılabilen doğal bir alternatif olduğunu okuyordum. Meyvelitepe'deki yazıda da aynı uygulamadan övgüyle bahsedilince ben de denedim. Çamaşırların makinadan çıktığında yumuşacık olduğu bir gerçek. Gözlerimiz görmese de deterjan artıklarından arınmış olduğunu bilmek - hele de evde bir bebek varsa- rahatlatıcı. Ayrıca kimyasal kireç koruyucu zımbırtısından kullanmak gerekmemesi (aslında bir yıla yakındır zaten kullanmıyordum) sevindirici. Makina şimdilik sağlıklı. Reklamlardaki gibi köpük kusarak arızalanırsa (ki pek ihtimal vermiyorum) onu da yazarım burada. İzci sözü!

Sirke ile yapılabilecek diğer şeyler için linkler:
Versatile Vinegar
1001 uses for white distilled vinegar
(Aslında internette bu konuda yüzlerce sayfa var. Bugünlük bu ikisi :))

Perşembe, Temmuz 17, 2008

Geri dönüşüm fikirleri: Kalemlik

IMG_1131[1]Ben çok eskiden, gazlı-boyalı-şekerli içecekleri içmekten henüz vazgeçmediğim zamanlarda, onların alüminyum kutularından kalemlik yapardım. Bir gün içip bitirdiğim içeceğin kutusuna bakarken birden aklıma gelivermişti. Konserve açacağı ile üst tarafını açarsak sevimli, şık bir kalemlik olur bundan diye... 5 dakika bile sürmemişti. Öğrenciydim, renkli bir sürü kalemle ders çalışmayı seviyordum. Masamın üstü zamanla bütün kalemlerimi yerleştirdiğim 3-4 kutu kalemlikle şenlenivermişti. Öyle canlı, öyle renkliydi ki görüntü beni ders çalışmaya teşvik ediyordu adeta.

Diyeceğim o ki;

Aslında şu gazlı-boyalı-şekerli içecekleri hiç içmeseniz daha iyi. Sağlığa faydalı ve doğal bir dolu alternatifi varken hele...
Madem içiyorsunuz, o zaman cam şişede olanları tercih etseniz... Alüminyum kutular güya geri dönüştürülebilir ama üretimleri için öyle çok enerji harcanıyor ki her durumda bir çevre zararlısı onlar :(
Diyelim o da olmadı; hiç olmazsa o alüminyum kutuyu çöpe atmasanız... Ona ikinci bir yaşam verseniz... İlkinden çok daha yararlı ve uzun bir yaşam...
Hem bir kalemlik için ayrıca para vermenize de gerek kalmaz. Böyle hoş tasarlanmış, cıvıl cıvıl bir kalemliği kim bilir kaça alırsınız. Eğer öğrenciyseniz, çok taşınanlardansanız, bizim gibi çok göçerlerdenseniz, kalemliğinizi oradan oraya taşımanız da gerekmez. Taşınırken bir eksik eşya bile bir hafiflemedir; bilenler bilir.
Ona kalemlik deyip geçmeyelim üstelik.
Belki resim yapmayı seviyorsunuz, o zaman fırçalarınız yerleşiverir içine.
Boncuklarla uğraşıyorsunuzdur. Renk renk, boy boy boncuklara evsahipliği edebilir. Kapağı yok ama ona da bir çare bulunur.
Dikişle uğraşıyorsanız düğmeler, makaralar, türlü türlü ıvır zıvır....
Kim bilir daha neler neler...

Pazartesi, Temmuz 14, 2008

Basitlik karşısında şaşkınlığın dayanılmaz hafifliği

"Basit yaşam"daki "basit"i daha çok sade, yalın, duru, az, öz, mütevazi, uyumlu, dengeli, doğal anlamlarında; karışık, karmaşık, fazla, aşırı, yapay gibi sözcüklerin de zıttı olarak kullanıyorum. "Basit"i "kolay" anlamında ve "zor"un zıttı olarak bu günlükte nadiren kullandığımı söyleyebilirim. Tam tersine, basit yaşamın "diğer" yaşamdan daha zor olduğunu, daha fazla emek ve enerji istediğini düşündüğüm çok olur (İlgili bir yazı gelecek).

Bir şey hem doğal, az, sade; hem de aynı anda kolay olunca sözünü etmeden duramıyorum tabii.

Örnek?
***
Zencefilli kurabiye tarifi buldum. Açıkçası zencefilli kurabiyenin adını tadından daha çok severim. Bana çocukken okuduğum bir kitabı hatırlatır. Evin çocukları deniz kenarında yağmur altında yaptıkları yürüyüşten eve geldiklerinde dadıları onlara hep zencefilli kurabiye pişirmiş olurdu. Ben de hiç bilmediğim bu baharata türlü türlü tatlar, kokular yakıştırırdım kendimce.
Niyetim kurabiye tarifi falan vermek değil. Kurabiye, "uzmanlıklarım" listesinin çok çok altında yer alır ne yazık ki. Biraz esmer şeker, biraz zencefil, tam-beyaz un karışımı, zeytinyağı ve yumurta kullandığımı söyleyeyim sadece.
Asıl bahsetmek istediğim tarifin sondan bir önceki cümlesi:
" Ceviz büyüklüğündeki parçaları yağlı tepsiye yerleştirin ve şekil vermek için unlu çatalla üzerine bastırın."

Ne?

"...unlu çatalla üzerine bastırın."

Fazladan bir mutfak aletine gerek yok mu?
"Kurabiye üstü çizme zımbırtısı" gibi sadece bu iş için icat edilmiş bir alete?
Üstün hamur kesme, katlama, yapıştırma becerilerine?
Bu beceriksizin mutfağında en az bulunan şeye, zamana?
Gerek yok mu hiç birine?
Bu kadar basit mi?
***
Her gün yüzlerce şey okuyorum. Ne zaman biri içimde "Ne aptalım, bunu ben niye düşünemedim?" tepkisi yaratsa, yaşamın kendisinin de o kadar zor olmadığını; sadece bu türden eksik kalmış basit bir bilgiye ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Aklıma John Maeda'nın 4. basitlik kuralı geliyor (Öğren: Bilgi her şeyi basitleştirir.)

Ne bileyim, pek bi ümitleniyorum.
Kendimi iyi hissediyorum.

Hafifliyorum.

Perşembe, Temmuz 10, 2008

32 kısım tekmili birden kefir yazısı

Kefir de ne? Kefir, sütün özel bir maya ile mayalanması (fermentasyonu) ile elde edilen, tadı yoğurt ve kimilerine göre de ayranı andıran, Kafkasya kaynaklı ekşi içeceğe verilen isim. Bazı kaynaklara göre eski Türkçe'deki keyif (ki aslında Arapça bu sözcük) veya köpür(mek) sözcüklerinin Rusça'ya geçerken aldığı hal imiş kefir.

Peki ya "kefir tanesi"? Kefir içeceği üretmek için sütün mayalanmasında kullanılan, büyüdükçe görüntüsü karnabaharı andıran, sarımtırak beyaz renkteki tanelere verilen isim. Taneler aslında bazı bakteri (laktik asit bakterileri) ve maya türlerinin bir araya geldiği bir ortak yaşama biçiminden başka bir şey değil. İngilizce'de "Kefir grains" olarak geçiyorlar. Susam tanesi kadar küçük olabildikleri gibi, tenis topu büyüklüğünde devasa taneler de olabiliyor. Çoğu zaman taneler bu büyüklüğe erişmeden dağılıp, parçalanarak daha küçük tanecikler olarak yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Taneler sıfırdan üretilemiyorlar, çoğaltılmaları çoğunlukla sütle beslenerek büyüyen taneciklerin parçalanması ile oluyor. Çevre şartlarına bağlı olarak 2 haftada iki katı büyüklüğe erişmelerinin mümkün olduğu belirtiliyor. Kaynaklarda kefir tanecikleri için kefir mantarı, Tibet mantarı gibi başka isimlere de rastlamak mümkün.


Eskiden kefir mi vardı? Evet, hem de çok eskiden beri. Kefirin tarihçesi biraz karışık. Kaynağı olan Kafkasya'da binyıllardır değilse de, yüzyıllardır biliniyor. Kafkas halkları kefiri çok değerli, adeta Tanrı'dan kendilerine bir armağan gibi gördüklerinden; başka coğrafya ve halklarla hemen hiç paylaşmamışlar. Bu yüzden ilk kez ne zaman ve nasıl üretildiği bilinmiyor. 1900'ların başında özellikle akciğer hastalıklarını tedavide kefirin mucizevi bir etkisi olduğunu duyan Rus doktorların girişimi ve hoş bir Rus kadınının yardımıyla bir Kafkas beyinden elde edilen kefir, zamanla batı dünyasına da ulaşmış. Doğruluğu çok da kesin olmayan bu hikayeyi dilerseniz şurada okuyabilirsiniz. Sovyet Rusyası'nda ucuz ve sağlıklı bir içecek olarak yaygınlaşan kefirin, alternatif bir sağlık içeceği olarak Batı ülkelerinde de 20-30 yıldır tüketildiği anlaşılıyor. Türkiye'ye gelince; kendi adıma adını ilk kez 2000'li yıllarda duymuş olsam da, 20 yıl önce ortaokuldayken (ben o kadar yaşlı mıyım yahu?) "sütü yoğurt gibi mayalayan ve karnabahara benzeyen bir şey"den bahseden öğretmenimi çok çok iyi hatırlıyorum. İnternette Türkçe kaynakları tararken de 20-30 yıl öncesinde ailesindeki kefir mayalama geleneğinden bahsedenlere rastladım. Bu açıdan kefirin hem dünyada, hem de Türkiye'de öteden beri, yaygın olmasa da bilinen bir içecek olduğu; son dönemde özellikle endüstriyel üretiminin yaygınlaşması ile de biraz "trendy" hale geldiği söylenebilir.

Öyleyse bir geleneksel, bir de endüstriyel üretimi var kefirin, öyle mi?
Aslında bir geleneksel, bir ev tipi, bir de endüstriyel üretimi var denebilir sanırım. Geleneksel üretim şekli yüzyıllar önce Kafkaslar'da olduğu gibi genellikle keçi veya inek sütünün keçi derisinden tulumlarda, kefir taneleri ile ortalama 24 saat fermentasyonu ile gerçekleşiyor. Bir taraftan taze süt eklenirken, diğer taraftan oluşan kefirin alındığı sürüp giden bir süreç bu. Havadar olması sebebiyle tulum Kafkas evlerinde kapının yakınına asılırmış. Hatta gelip gidenin tuluma bir vurup geçmesi de adettenmiş ki bu kefirin tutmasını ve kıvamını etkilermiş. Büyük miktarlarda üretilen kefir, bundan sonra oda sıcaklığında bekletildiği ikinci bir fermentasyon sürecine geçermiş. Ancak -henüz buzdolabı keşfedilmediği için-oda sıcaklığında beklemesi çok da büyük sorun değil. Tam tersine, kefir mayalaması zaten çabuk bozulan sütün dayanıklılığını arttırmak için kullanılan bir tür gıda saklama yöntemi imiş.

Bugünkü ev tipi üretime gelince; bu, sütün içine kefir tanelerinin eklenmesi, ortalama 24 saat oda sıcaklığında ve ışık almayan bir ortamda mayalanmaya bırakılması, bu süre sonunda kefir tanelerinin süzülerek ayrılmasından ibaret. Taneler hemen tekrar bir miktar sütün içine eklenerek mayalama süreci tekrar başlatılırken, üretilen kefir hemen içilebilir veya bir süre bekletilerek ikinci bir fermentasyona alınabilir. Bu tür bekletilen kefirde folik asit miktarının büyük ölçüde arttığı ve bekletilen kefirin daha faydalı olduğu söyleniyor. Bu aşama buzdolabında da gerçekleştirilebilir (Ben öyle yapıyorum).

Endüstriyel üretim hakkında fazla bir bilgim yok. Tek bildiğim, ürünün tad ve kıvamında standardizasyonu sağlayabilmek için kefir tanesindeki bakteri ve mayaların ayrıştırılarak sabit bir kombinasyon üretildiği; fermentasyon için gerekli ısı ve sürenin de sabit tutulduğu. Fakat normalde kefir tanelerinde bulunan her bakteri veya maya bulunmuyormuş endüstriyel üretimde.

Ne faydası var? Internetteki pek çoğu bilimsel olmayan kaynakta kefirin insan sağlığına etkisine dair bir çok bilgi yer alıyor. Akciğer hastalıklarından mide hastalıklarına, kolestrolden reflüye, astımdan allerjiye uzayıp gidiyor iyi geldiği hastalıklar. Kimi bilgiler birbiri ile çelişiyor hatta. Tokluk hissi vererek kilo verdirdiği söylenirken, kilo almak için içenlerin de olması gibi... Benim okuduklarımdan, özellikle bilimsel kaynaklardan edindiğim izlenim kefirin daha çok genel sağlık durumunu iyileştiren, önleyici tıp açısından önemli işlevleri olan bir gıda olduğu. En azından ben mucizevi tedavi hikayelerini bir yana bırakıp kefiri böyle görmeyi tercih ediyorum. Örneğin pek çok yerde kefirin probiyotik bir gıda olduğundan bahsediliyor, yoğurt ise prebiyotikmiş. Bu açıdan kefir aynı zamanda bir fonksiyonel gıda sayılmaktaymış.
Şu satırlar İngilizce Kefir_making grubunun SSS (Sıkça sorulan sorular) bölümünden: "Kefirin sağlık için bir çok faydaları vardır. Bu faydalar özetle iki gruba ayrılabilir: 1) Kefir taneleri bakteri ve mayaların da dahil olduğu 4 sınıftan çok sayıda mikroorganizmayı içerir. Kefirin bu kendine özgü mikroflorası vücudumuzun ihtiyaçlarına uygun bir yapıdadır. Kefirdeki mikroorganizmalar bir taraftan sindirim organlarını dengeleme becerisine sahipken, diğer taraftan daha iyi bir sindirimi sağlar; zararlı bakteri, maya (mide ülseri ve ishale sebep olanlar dahil) ve virüsleri berteraf ederler. Kefir tüketiminin vücudun savunma sistemini uyardığı, sadece kefirde bulunan bir lipid (phingomyelin) sayesinde vücut hücrelerinin virus kontrolünde etken madde olan interferon üretimini arttırdığı kanıtlanmıştır. 2) Kefirin diğer faydaları: Yararlı mikroorganizmalar sütteki laktoz gibi maddeleri parçalarlar ve bunun sonucunda laktik asit ve Kefiran (kefir ve kefir tanelerine özgü sağlığa faydalı bir polysaccharide) üretirler. Kefiranın belli kanser türlerinin büyüklüğünü azalttığı ve anti-inflamatuar özellikleri olduğu kanıtlanmıştır. Kefirdeki bazı organizmalar laktozu (süt şekerini) parçalayan lactase enzimini üreterek vücudun kefirle birlikte alınan gıdalardaki süt şekerini de parçalayabilmesini sağlarlar."
(Kefirin laktoz intoleransı olanlarca içilebileceği bir çok yerde geçiyor. Bu alıntıda bana ilginç gelen kefirin beraberinde alınan gıdalardaki laktozun parçalanmasına da yardım ettiğinin belirtilmesi)
Kefir ve kefir tanelerinin mikrobiyolojik yapısı ve bunun insan sağlığına etkilerine ilişkin bir makale var şurada. Şu yazı da kefirin sağlığa etkileri ve bazı önyargılar hakkında aydınlatıcı bilgiler veriyor.

Hamileler, bebekler, yaşlılar kefir içebilir mi? Kimi internet sitelerinde kefir, sindirimi kolay olduğundan yaşlılar ve bebekler için özellikle önerilse de ben olsam bir uzman doktora sormadan vermezdim. Nitekim Doğu Avrupa'da bebeği anne sütünden keserken verilen ilk gıdalardan biri olduğunu okumama rağmen bir yaşındaki oğluma henüz kefir vermiyorum. Hamilelik söz konusu olunca da gıdalarla ilgili soruların ilk (ve tek) adresi bir uzman doktor olmalı bence.

Peki ikna oldum. Ben de evde kefir üretmek istiyorum. Şu meşhur tanecikleri nereden bulabilirim? Abartılı bir sterilizasyon gerekmese de, ev ortamında kefir üretirken belli hijyen kurallarına dikkat edilmeli. Aslında her gıda için geçerli değil mi bu?... Bu yüzden kefiri güvenilir bir kaynaktan elde etmek önemli. Türkiye'de bazı üniversitelerin (benim bildiğim Ege Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi örneğin) ziraat fakültelerinde kefir taneleri uygun ortamlarda üretilip uygun fiyata satılıyor. İkinci adres hijyen alışkanlıklarınıza güvendiğiniz eş, dost, tanıdıklar olabilir. Kefir taneleri eğer doğru şekilde fermentasyona tabii tutulursa oldukça hızlı büyüyüp çoğalıyor. E, sahipleri de onları dağıtacak birilerini arıyor haliyle. Çevrenizde böyle birileri varsa mutlaka haberiniz olur :) Yine Türkiye'de baharatçılarda da satıldığını duydum. Ama pek çok kişi baharatçılardan yüksek fiyata aldıkları kefir taneciklerinin kalitesizliğinden, sütü hiç mayalamadığından veya kötü sonuç elde ettiklerinden bahsediyor. Bu yönteme mecbur kalmadıkça başvurmamak daha mantıklı. Internet üzerinde kefir kardeşliği diye tanımlayabileceğim hoş uygulamalar var. Kefir tanesi aradığınızı ilgili forum, tartışma grubu veya sitelerde duyuruyorsunuz. Sizinle aynı şehir veya ülkede yaşayan bir kefir tanesi sahibi de çoğunlukla sadece posta ücreti karşılığı adresinize gönderiyor taneleri. Kargo dışında ücret talep edenlere veya fahiş fiyata kefir tanesi satan sitelere bence hiç tenezzül etmemeli. Türkiye'de kefir tanesi için adres kefirtaneleri adlı Yahoo grubu. Son dönemde eskisi kadar aktif olmasa da bu grupta aradığınızı bulabilirsiniz. Diğer ülkeler için Google'da bir aramanın işe yarayacağından eminim.

Nasıl yapıyoruz? Şunu baştan bir daha anlatsana...Yine internette kefir mayalamanın en doğru, garantili adı altında birbirinden farklı uygulamalar gördüm. Aslında kefirin tadı ve kıvamı 3 bileşene göre değişiyor: Tane miktarı (süte oranla), zaman, ısı. Kullanılan tane miktarı, oda sıcaklığı ve mayalama süresi arttıkça kefir daha ekşi bir tad kazanıyor. Mesele sizin sevdiğiniz tad için doğru maya-ısı-süre kombinasyonunu yakalayabilmeniz sanırım. Ben şöyle yapıyorum:
1) Bir önceki gün mayaladığım ve tutmuş olan kefiri plastik bir süzgeç kullanarak bir kaba boşaltıyorum. Süzgecin amacı kefirin içindeki tanecikleri ayırmak. Genellikle 24 saatlik mayalama süresini seçtiğim için kefir yoğun ama süzgeçten rahatlıkla akacak bir kıvamda oluyor. Geriye süzgeç içinde kalan tanecikleri ayırmak kalıyor.
2) Tanecikleri süzgeçten elimle baskı yapmadan, hafifçe tutarak alıyorum. (Ellerimi bu işlem başlamadan önce mutlaka yıkamış oluyorum). Büyükçe bir cam kavanozun içine buzdolabından çıkardığım soğuk sütü ekliyorum. Yaklaşık 0,75 litre. İçine de taneleri nazikçe bırakıveriyorum. Taneciklere karşı şefkatli olmak ön şart! Şu an biri susam tanesi, biri mercimek, biri de küçük bezelye büyüklüğünde 3 tanem var. İdeal mayalama için 1 yemek kaşığı veya 15 gr maya+bir litre süt+ oda sıcaklığında 24 saat kombinasyonu öneriliyor. Ben sadece 3 küçük tanecikle de 24 saat içinde tadı ayrana benzeyen(fazla ekşimemiş) bir kefir elde ediyorum.
3) Kavanozun kapağını kapatarak ışık almayan ve serince bir ortama (= fazla kullanmadığım bir mutfak dolabına) mayalamaya bırakıyorum. Meraklı ve boş bir günümdeysem arada bir gidip kavanozu hafifçe sallıyor, kontrol ediyorum. Yoksa kendi haline bırakıyorum. Bazen mayalanma biraz gecikiyor. Daha sakin ve serin bulduğum bir arka oda var. Oraya götürüyorum. Görüldüğü gibi kefir için sütü ısıtmıyor, mayaladıktan sonra sarıp sarmalamıyor, sıcak mekan aramıyorum. Çünkü kefirin mayalanması için ideal sıcaklık 20-25 (yoğurt için 35-40) derece, yani normal oda sıcaklığı. Üstelik bu sıcak iklimde normal oda sıcaklığından bile fazlası mevcut. Evde serin köşeler aramam bu yüzden. Başka yerlerde ve başka mevsimde uygulama biraz daha değişik olacaktır elbette. Amaç 20-25 derecede sakin ve ışık almayan bir ortam hazırlamak kefire.
4) Şimdi dönelim kefir tanesinden ayırarak bir kaba aldığımız bir gün öncesinin mayalanmış kefirine. Bunu ne yapacağız peki? Dilersek hemen içebiliriz ama herkesin hemfikir olduğu şey, kefirin soğukken daha lezzetli olduğu. Bir süre buzdolabında bekletebiliriz. Ben önerildiği gibi buzdolabındaki bekletme süresini mümkün olduğunca arttırarak kefirin ikinci fermentasyonunu sağlamaya çalışıyorum. Bekleme ile birlikte kefir de biraz daha ekşi bir tad alıyor tabii ki.
Belki biraz uzun anlattım ama hepsi topu topu 5-10 dakika sürüyor bütün bunların. Hoş bazen o kadarcık vakti bile bulamadığım oluyor. O zaman kefiri mayalandığı yerden alıp buzdolabına koyuyorum hemen. Böylece mayalanma yavaşlamış oluyor, ben vakit bulana kadar kefirin iyice ekşimesini önlüyorum. Ekşi sevenler normal mayalama süresini 24 saatin üzerine çıkarabilir. 72 saate kadar mayalayanlar var sanırım. Ama dikkat! 24 saatten sonra kefirde peynir altı suyu ile koyu kıvamlı kefir ayrışacak. Kavanozda altta (adı üstünde) peynir altı suyu , üstte kefir şeklinde bir görüntü oluşacak. Kefirin bozulduğunu sanıp korkmayın. Yapmanız gereken sadece kavanozun içeriğini -ister süzmeden önce, ister sonra- şöyle bir karıştırmak.
Bazı kişiler kefir tanelerini her mayalamadan önce, bazıları ise 3-5 mayalamada bir klorsuz içme suyu ile hafifçe yıkıyormuş. Bazıları bunun kefirin büyümesini hızlandırdığı, bazıları ise dengesini bozduğu görüşünde. Bazıları kefirin normalde az miktarda sütle yıkanmasının yeterli olduğunu; sadece küflendiğinden şüpheleniliyorsa suyla yıkayıp, bir gün su içinde bekletilmesini öneriyor. Ben şu ana kadar sadece bir kez suyla yıkadım. Siz nasıl uygun görüyorsanız öyle yapın.
Unutmadan! Kefir mayalamanın hiç bir aşamasında metal malzeme kullanılmıyor. İdeal olarak plastik kapaklı bir cam kavanoz veya porselen bir kapta mayalama öneriliyor. Süzmek için ince bir tülbent veya plastik süzgeç. Karıştırmak için yine metal olmayan bir gereç. Kimi görüşe göre metal kefir tanelerini öldürüyor, kimi görüşe göre ise kefirin asidi metallerde oksidasyona sebep oluyor. Bazı kefir dostlarının çelik araç gereç ve kapları sorunsuz kullandığı göz önüne alınırsa ikinci görüş daha doğru olsa gerek.

Hangi süt daha uygun? Akla gelebilecek her türlü sütle kefir mayalamak mümkün. Taze, çiğ süt (= pastorize edilmemiş süt) kullanılıyorsa sütü önceden kaynatmak ön şart, bilmem söylemeye gerek var mı? Pastörize edilmiş sütlerden taze olanlar uzun ömürlülere göre daha iyi sonuç veriyor. Hiç de şaşırtıcı değil, değil mi? Tam yağlı süt de, yağsız süt de kullanılabiliyormuş. İnek, keçi, manda, deve sütü gibi her türlü hayvanın sütü ile kefir üretilebildiği gibi; soya sütü, badem sütü vb. bitkisel kaynaklı sütlerle de başarılı sonuçlar alınmış. Yalnız bitkisel sütlerde mayalama süresi uzuyor, taneciklerin gelişimi de yavaşlıyormuş. Yeri gelmişken kefir tanecikleri şekerli su ve meyve suyu gibi sıvıları da fermente edebiliyorlarmış. Üretilen hafif gazlı içeceğe su kefiri (water kefir) deniyor. Hoş bir deneme olabilir ama kefir tanecikleri bir kez suda fermente edilince büyümeleri duruyor; üstelik tekrar süt kefiri üretmekte de kullanılamıyormuş. Yani bu denemeyi yeterinden fazla kefir tanesi olanların yapması daha mantıklı.

Ya hiç kefir tanesi bulamazsam? Yine de kefir tüketmek için iki seçeneğiniz var. Birincisi marketlerden endüstriyel kefir alıp içmek (ki bazıları onu ev tipine oranla pseudo yani yalancı kefir olarak adlandırıyor) veya bulabilirseniz kefir starter'ı alıp evde kefir üretmek. Fakat bu ikinci yöntemin de yalancı kefir ürettiğini söylememe gerek yok sanırım. Kefir starter'ı tanelerdeki maya ve bakterilerden bazılarının standart olarak bir araya getirilip toz haline dönüştürüldüğü bir ürün. Bana bu yönüyle kuru mayayı anımsatıyor. Küçük paketler halinde satılıyor ve bir paketi bir litre süte katılıyor. Bu şekilde mayalanmış bir kefiri tekrar tekrar mayalamada kullanarak 10-15 kez üretim yapabiliyorsunuz. Sonra maya etkisini yitiriyor. Normalde kefir tanesi ile üretilmiş bir kefiri ikinci bir mayalama için kullanamadığımıza göre (çünkü kefir ve kefir tanesinin mikrobiyolojik kompozisyonları farklı) bu yöntemde kefiri tekrar kefir mayalamak için nasıl kullanabildiğimizi bilemiyorum. Üstelik pek de ekonomik sayılmaz. Ufacık bir paket bile ateş pahasına satılıyor. Her şeye rağmen bir önceki yazıma yazdığı yorumda Ayça'nın dediğine katılıyorum: Kefiri üretemezsek de tüketelim!
Kefirle başka neler yapabilirim? Biraz tuz eklendiğinde ayrana çok benzer bir içecek oluyor. Cacığı biraz sulu kıvamda ama en az yoğurt ile yapılan kadar güzel oluyor. Bence süt, yoğurt kullanılan bir çok tarifte kullanılabilir. Daha önce bir iki kez kurabiye vb. yaparken kullandığımı hatırlıyorum, bir fark yoktu. Pişirme gerektiren tariflerde probiyotik etkisinden herhalde faydalanamıyoruz, ısıtmadan tüketmek daha faydalı. Internette meyvelerle kefiri karıştırarak yapılan çeşitli smoothie tarifleri gördüm, henüz denemedim. Sonra içindeki mayalar sebebiyle kefirin mayalı hamur işleri ve ekmek yapımında kullanılabileceğini okudum. Cilt bakımında kullanıldığını, kefirden sabun yapıldığını anlatan siteler buldum. Daha neler neler... Zengin bir konu bu. Denediklerimi daha sonra yazmayı düşünüyorum. Bu yazının sonunda vereceğim linklerden kendiniz de araştırabilirsiniz.

Elimdeki kefir tanesi çok büyüdü, parçalamak istiyorum. Ne yapabilirim? Ne yaparsanız yapın, kesmeye kalkmayın!

Elimde fazladan kefir tanesi var. Zarar vermeden nasıl postalayabilirim? Ben kefir tanelerimi Türkiye'den getirmek için 0, 33 litrelik küçük, plastik bir su şişesi kullandım. Şişenin 3/4'üne kadar süt koyup, taneleri de süte ekledim. Kapağını sıkıca kapatıp bir şeffaf sera ile bir kaç kat sıkıca sardım. Sonra tekrar bir naylon poşetin içine yerleştirdim. Bu yöntemle 24 saatte ulaşabileceği herhangi bir yere postalanabilir de diye düşünüyorum. Yoğurtland'ın sahibesi Fethiye'nin kefirle ilgili yazısında (linki aşağıda) bahsettiği yöntem ise şu: Kefir taneleri ve bir miktar sütü fermuarlı (belki başka adı vardır) bir poşete yerleştiriyorsunuz. Poşeti de küçük havalı baloncukların olduğu zarflardan birinin içine... Önemli olan hava sıcaklığının çok fazla olmaması. Transfer işlemleri için serin havaları tercih etmek mantıklı olabilir :)

Bir süre kefir mayalamak istemiyorum? Ne yapayım? Bu sıcaklarda kefir neredeyse temel gıdalarımızdan biri haline geldiğinden henüz böyle bir ihtiyaç oluşmadı bizde. Okuduklarımı paylaşayım: Taneleri kurutmak veya dondurmak mümkün ama sonradan canlandırması biraz zormuş. Bir aya kadar buzdolabında süt içinde bekletmek mümkünmüş. Daha uzun süreler için üzerini örtecek miktarda su ile (klorsuz içme suyu!) yine buzdolabında bekletmek öneriliyor. Bu suya sakın şeker eklemeyin, kefirinizi su kefirine çevirmiş oluyorsunuz.

Linkler:
Her zamanki gibi Wikipedia girişleri ile başlayalım. İngilizce ve Almanca... Şurada, Wikibooks'da da bir kefir tarifleri sayfası var. Sonra sevdiğim bloglardan Yogurtland'daki kefir yazısı var. Yorumlara da göz atmayı unutmayın! Dom's Kefir In-Site Internet'teki en kapsamlı kefir sitelerinden biri. kefirtaneleri grubundan bahsetmiştim. Ya yine bir Yahoo grubu olan Kefir_making'den? Ha, bir de agaclar.net'teki kefir girişi var. Şimdilik aklımda olanlar bunlar. Keyifli okumalar...

Perşembe, Temmuz 03, 2008

Tombul, ortanca ve minik

Türkiye'den gelirken beraberimde kefir mayası getirdim. Vaktiyle Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nden kefir taneciği almış bir yakınım bir kısmını benimle paylaştı. Türkiye'de kaldığım süre boyunca her gün sütünü değiştirerek canlandırmak ve de canlı tutmak için çabaladığım tanecikler dönüş yolculuğumuza bir gün kala aktifliğini yitirerek yüreğimi ağzıma getirdiler. Zaten tecrübesizlikle taneciklerin bir kısmını kaybedip (yiyip!) sadece 3 tanecik kurtarmayı başarmıştım. Neyse ki uçuşa saatler kala fikirlerini değiştirip tekrar keyifle kefir üretmeye başladılar.
Uzun uçak yolculuğuna, özellikle uçağın kargo bölümündeki düşük ısıya dayanabilirler mi acaba diye biraz endişelendim ama yolda da hiç bir sorun çıkmamış. Bugünlerde hazır kefir satın almak yerine, kendi kefirimizi üretip içmenin keyfini çıkarıyoruz. Bir yandan da kefir hakkındaki bilgilerimi tazelemek için internette araştırma yapıyorum. Kefirin sağlıklı oluşu bir yana geleneksel yanını, benim meşhur gıda-üretim-sürecinde-bir-adım-geri-gitme takıntıma hitap edişini ve taneciklerle sahipleri arasında oluşan sevgi dolu bağı seviyorum. Üç taneciğime şimdiden isim taktım: Tombul, ortanca, minik. Elimde bir plastik süzgeçle mayalanmış kefirin içinden tanecikleri süzüp çıkarmaya çalışırken kendimi balta girmemiş ormanda nadir cins arayan kelebek avcısı gibi hissediyorum :)

Yakında 32 kısım tekmili birden bir (veya bir kaç) kefir yazısı ile geri dönmeyi umuyorum.

Salı, Temmuz 01, 2008

Sen ne güzel bir meyvesin

Bazen tencerenin içine biraz sızma zeytinyağını koyup hafifçe ısıtırken burnuma meyvemsi, hoş bir koku geliyor. Tarifi zor ve bir anlık bu kokuyu keyifle içime çekerken zeytinin de düpedüz bir meyve olduğunu düşünüyorum. Zeytinyağı şişesini sarılıp öpesim geliyor. "Zeytin, sen ne de güzel bir meyvesin" diyesim geliyor.