"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Perşembe, Ocak 29, 2009

Sincaptan kurtardığım notlar - II

How much is enough?
Alan Durning - 1992
(Bu kitap "Ne kadarı yeterli?" adıyla Türkçe'ye de çevrilip yayımlandı.)
  • "Much packaging is purely cosmetic. Tomatoes and green peppers that last a week are sold in foam and plastik trays that last a century." Paketlemenin çoğu göze hitap eder. Sadece bir hafta dayanan domates ve yeşil biberler, bir yüzyıl dayanan plastik ve köpük paketlerde satılır.

  • "Farmers' markets shorten the distance from field to table, thereby saving energy and reducing the need for packaging." Çiftçi pazarları tarladan sofraya olan mesafeyi kısaltır, böylece enerji tasarrufu sağlar ve paketleme ihtiyacını azaltır.

  • "As Anthony J.F. Reilly, chief executive of the food conglomerate H.J. Heinz told Fortune magazine 'Once TV is there, people of whatever shade culture, or origin want roughly the same things'" - Gıda holdingi H.J. Heinz'ın yöneticisi Anthony J.F. Reilly'in Fortune dergisine dediği gibi 'Bir kez televizyon kendilerine ulaştı mı, hangi kültür veya orijinden olursa olsun tüm insanlar kabaca aynı şeyi istemeye başlar.'

  • "Consumption is almost universally seen as good, indeed, increasing it is the primary goal of national economic policy" - Tüketim neredeyse evrensel olarak olumlu görülür ve hatta tüketimi arttırmak, ulusal ekonomi politikasının birincil amacıdır.

  • Opinion surveys in the world's two largest economies -Japan and the United States- show that people increasingly measure success by the amount they consume. - Dünyanın en büyük iki ekonomisinde -Japonya ve ABD- yapılan kanaat araştırmaları gösteriyor ki insanlar başarıyı gittikçe daha çok tükettikleri miktar ile ölçüyorlar.

  • For urban travel, buses, subways and trolleys we use roughly one eighth as much energy to move someone a kilometer as private cars do. - Otobüs, metro, tramvay gibi kentsel ulaşım araçlarında bir kişiyi bir kilometre taşırken, özel araçlarda taşımak için gerekli olanın sekizde biri kadar enerji kullanırız.

  • ...Manufacturers design them (electronic products) to last a certain period and then be replaced instead of repaired. -Elektronik ürünler belli bir süre dayanacak, daha sonra da tamir etmek yerine yenisini almayı gerektirecek şekilde üretiliyorlar.

  • Harvard university economist Juliet Schor writes in The Overworked American: "Since 1948, the level of productivity of U.S. worker has increased more than doubled. In other words, we could now produce our 1948 standard of living in less than half the time. Every time productivity increases, we are presented with possibility of either more free time or more money. We could have chosen the four-hour day. Or a working year of six months... Instead, Amerikans work the same hours and earn twice the money." - Harvard Üniversitesi'nden ekonomist Juliet Schor The Overworked Amerikan adlı kitabında diyor ki: "1948'den bu yana Amerikan işçilerinin verimliliği iki kattan fazla arttı. Diğer bir deyişle, 1948'deki yaşam standartlarımızı bugün o zamankinin yarısından az bir sürede üretebiliriz. Verimliliğin her artışında daha çok özgür zaman ile daha çok para arasında bir seçim yapmakla karşı karşıya kaldık. 4 saatlik iş gününü seçebilirdik. Veya yılda 6 ay çalışabilirdik. Bunun yerine Amerikalılar aynı miktarda çalışıp iki katı para kazanıyorlar.

Salı, Ocak 27, 2009

Sincaptan kurtardığım notlar - I

Kitap okurken aldığım notları yazdığım küçük defter, sincap tarafından keşfedildi. Sayfalar kaşla göz arası buruşturulmaya, yırtılmaya başladı.Kaybolmasını istemediğim önemlilerini buraya taşımaya karar verdim. Ben ne zaman okusam bir tür tazeleme sağlar bu notlar, aklımda ışıklar yanar. Belki okuyucunun üzerinde de benzer bir etkisi olur, işine yarar. 3-4 yıl önce not almıştım tüm bunları. Bugün tekrar okusam, belki farklı yönleri dikkatimi çeker, farklı noktaları not alırım.


Voluntary Simplicity
Duane Elgin, 1981


  • Feeling less identified with material possessions / Kendini sahip olunan şeylerle ifade etme ihtiyacını daha az hissetmek

  • Recycling of materials / Her türlü materyalin geri dönüştürülmesi

  • The "organic" network of small businesses/small organisations (managable size, no hierarchical structures) /Küçük işletme ve organizasyonların organik ağı (İdare edilebilir boyut, hiyerarşik olmayan yapı)

  • Energy efficient modes of transportation / Enerji açısından verimli ulaşım şekilleri

  • Job sharing / İş paylaşımı

  • Intensive gardening / Kısıtlı alanda yoğun bahçecilik uygulamaları

  • Shifting away from highly processed foods / Fazlasıyla işlemden geçmiş gıdalardan kaçınmak

  • Avoiding from complexity / Karmaşadan kaçınma

  • "The universe as our home, death as our ally" / "Evren yuvamız; ölüm dostumuz, müttefiğimiz" (Elgin'in insaoğlu ve birey olarak ne kadar küçük ve geçici olduğumuzu hatırlamamız için kullandığı ifade)

  • Arranging her/himself according to sun and the seasons / Kendini güneşe ve mevsimlere göre ayarlamak

  • Richard Gregg (1936) Voluntary Simplicity / Gönüllü sadelik kavramının ilk kullanıldığı makale. Daha önce bu makale hakkında detaylı yazmıştım.

Cuma, Ocak 23, 2009

Sorular, düşünceler, kararlar...

Bir süredir aklımı meşgul eden bir kaç soru var:
1-Sık sık ziyaret ettiğim ve yorum bıraktığım bir blogger bana hiç uğramasaydı, rahatsız olur muydum?
2-Bir bloga bıraktığım yorumlara hiç yanıt verilmese rahatsız olur muyum?

3-Her ziyaretçimin bloguna ziyarete git(e)mesem karşı taraf rahatsız olur mu?
4-Her yoruma yanıt ver(e)mesem okuyucu ne düşünür?
5-Yazdığım yazılara hiç yorum bırakılmasa rahatsız olur muyum?
6-Basit bir yaşama gelip giden olmazsa rahatsız olur muyum?

Aslında topu topu 2 soru var karşımda. Sadece daha iyi değerlendirebilmek için evirip çeviriyor, 3 ayrı bakış açısından bakmaya çalışıyorum ( ben-okuyucu olarak, sen-okuyucu olarak, ben blog yazarı olarak)
Son zamanlarda oğlum yeni bir döneme girdi. Bu yaşlardaki her çocuk gibi hem daha hareketli, hem de çok meraklı. Erişebildiği yerlerin çapı gün be gün büyürken, keşfetmek istediği şeyler de artıyor. O bu süreçten geçerken benim de internet üzerinde çapım büyüyor. İlgilendiğim konular, blog komşularım, söyleyeceklerim, okuyacaklarım artıyor. Ve açıkça itiraf etmem gerekirse ikisi bir arada gitmiyor... Üstelik zamanının çoğunu bilgisayar başında -blogu için bir tür PR çalışması olarak- oraya buraya yorum yetiştirerek geçiren bir blog canavarına dönüşmek istemiyorum.Bu soruları kendime bugünlerde çokça sorma sebebim bu.
Aslında ilk iki soruyu kendime yönelttiğimde her ikisini de iç rahatlığıyıyla "hayır" diye yanıtlayabiliyorum:
Hayır, her ziyaretine gittiğim blogger beni ziyaret etmek zorunda değil. Onun yazdığı konular bana ilginç gelirken, benim yazdıklarım onun ilgi alanında olmayabilir. Onun ilgisini daha çok çeken başka konular, tarzını daha çok beğendiği blogcular olabilir. Onun vakti benimkinden daha az olabilir.
Hayır, ziyarete geldiğini bir yorumla kanıtlamak zorunda da değil. Sırf bu yüzden bırakılan yorumları farkettiğimde rahatsız oluyorum hatta.
Ve hayır, bloguna bıraktığım her yorumuma ister kendi blogunda, ister benimkini ziyaret ederek ille de bir karşılık vermek zorunda değil. Benim anlayışıma göre bloglar (web günlükleri) özünde kişinin yaşamından gelip geçen birtakım şeyleri kayıt altına alma güdüsünün bir sonucudur. Temelde kişisel bir şeydir. İkinci şahısların konuya dahil olabilmesi teknolojinin bize sunduğu hoş bir olanaktır. Ama web günlükleri aslında ikili iletişim aracı değildir; bunun için e-mail ve sohbet programları var. Çoklu iletişim aracı da değildir; bunun için de tartışma grupları ve forumlar var.

Öte yandan değerli okuyucunun benimle aynı fikirde olup olmadığından emin değilim. 3. ve 4. numaralı soruları o nasıl yanıtlıyor? Yorumuna her zaman karşılık vermesem bunu saygısızlık, ilgisizlik olarak algılar mı? Ziyaretine gitmesem veya ziyaretimi bir yorumla taçlandırmasam saygısızlık, ilgisizlik olarak görür mü? Sevdiğim öyle bloglar var ki yazılanlar üzerine söyleyecek söz bulamıyorum. Ne söylesem fazlalık görünüyor gözüme. Öyle bloglar var ki aklımın ucundan bile geçmemiş konulara değiniyor. İlk kez dikkatim çekilmiş bir konuda ne söylesem yüzeysel kalacağını hissediyorum. Öyle zamanlar oluyor ki bir yazı üzerine söyleyecek çok şeyim oluyor ama sincabın ilgi istediği bir ana denk geliyor. Bazı günler hele ne okumak, ne üzerine söz söylemek için havam olmuyor. Ve bazı günler de havam öyle yerinde oluyor ki zamanımı bilgisayar başında harcamak istemiyorum. Bilmiyorum size de böyle oluyor mu, bilmem söylediklerim tanıdık geliyor mu, bilmem saçmalıyor muyum?

Son iki soruya gelince (bloguma yorum bırakan ve ziyarete gelenler azalırsa rahatsız olur muyum?), çuvaldızı kendime batırıyorum ve evet, görüyorum ki birazcık rahatsız olurum. Söylediklerimin kubbede ne türden bir seda bıraktığını merak ediyorum çünkü. Yazdıklarımın öyle ya da böyle birilerinin işine yarayıp yaramadığını, başkalarınca yanlış bulunan fikirler, bilgiler olup olmadığını bilmek istiyorum. Dahası bırakılan yorumlardan da çok şey öğreniyorum ben. Ama birilerinin sırf kendini mecbur hissettiği için (belki bir tür karşılıklılık duygusuyla) ziyarete geldiği, link verdiği, yorum bıraktığı bir blog olmasını da istemiyorum. Sadece ilgi duyulduğu için ziyaret edilsin, sadece sevildiğinde link verilsin, gerçekten istendiğinde yorum bırakılsın... Blogumun ilk yazısında belirttiğim gibi bu blog herşeyden önce bir basit yaşam güncesi olarak düşünüldü. Berbat bir hafızam var ve unutmamak için, herkesten çok kendim için yazmak ihtiyacındayım. Bu açıdan yazdıklarıma geribildirim almamak, fazla ziyaretçi sahibi olmamak ihtimalinde bile demotive olmadan, neşeyle yazmaya devam ederdim sanırım. Nitekim bu blogun ilk ayları öyle geçmişti. Dolayısıyla 3 ve 4 nolu sorulara "ben de sana gelmem o zaman, ben de sana fikrimi söylemem o zaman" diyecek okuyucuyu saygıyla karşılıyor ve bu riski de göze alıyorum.

Bu karmaşık ve uzun süredir aklımda dolaşan düşüncelerin sonunda vardığım karar ve sonuçları açıklıyorum şimdi:
1) Zamanım olmadığında veya cevaben söyleyecek özel bir şeyim olmadığında bloguma bırakılmış yorumları veya onlardan bazılarını yanıtlamamak hakkımı saklı tutuyorum.
2)Kendime, zamanım olmadığında şu veya bu şekilde ilgi alanıma girmiş blogları ziyaret etmeme serbestliğini tanıyorum.
3)Her okuduğum yazıya yorum bırakmak çabasına girmeme konusunda kendimi uyarıyorum.
4)Blogculuğu sen-gelirsen-ben-de-gelirim, sen-link-verirsen-ben-de-veririm, sen-yorum- bırakmazsan-ben-de-bırakmam türünden bir tür komşuculuk olarak gören varsa, blogum konusunda canı her ne istiyorsa onu yapma özgürlüğünü tanıyorum. Durun durun, bu saçma oldu, zaten bu özgürlüğe sahip olduğunu hatırlatıyorum.
5)Okuyucunun benim bloguma gelip yorum bırakmak dışında da bakması gereken bir çocuk, okuması gereken bir makale, pişirmesi gereken bir yemek, ikna etmesi gereken bir müdür, seyretmesi gereken bir günbatımı, planlaması gereken bir yolculuk, kurgulaması gereken bir blog yazısı, bitirmesi gereken bir proje, düşünmesi gereken bir dünya ahvali ... var, biliyorum. Bildiğimi bilmesini istiyorum.
6) Internetteki en değerli dostlarımı, pek çok sevdiğim blogu, bloguma bıraktıkları yorumlar sayesinde tanıdım. Yine de arada bir yorumlarınızı, değerli fikirlerinizi esirgemeyin demeden geçemiyorum.
7)Yeri gelmişken bu blogun yorum bölümü ille de beni, fikirlerimi övmek, takdir etmek, göklere çıkarmak için değil. Okuyucuya, bu yazı dahil, aklına yatmayan bir fikir, yanlış/eksik bir bilgi, bozuk imlayla karşılaştığında eleştirme, düzeltme, karşı çıkma hakkı olduğunu hatırlatmadan geçemiyorum.
8)Sorulara zaten her zaman açığım.

Çarşamba, Ocak 21, 2009

Tanıştığım bir kaç sukkulent

Sukkulentlerden ilk kez şurada bahsetmiştim. Asortik Krep'ten sözünü aldığım sukkulent yazısını sabırsızlıkla beklerken, elimde hazır başka yazı da bulunmadığından, Sukkulento günden bu yana tanıştığım bir kaç sukkulentten bahsedeyim biraz. Öncelikle bu sağda görmekte olduğunuz bitki var. Türkiye'nin de özellikle sıcak iklimli bölgelerinden tanıdığım bu sukkulent Türkçe'de kazayağı adıyla bilinmekteymiş. Yalnız dikkat edilmeli, çünkü Türkçe'de yine aynı adla bilinen ve yenebilen bir de ot var. Bu kazayağı, o kazayağı değil. Bu kazayağı Latince adıyla Carpobrotus türleri diye bilinen . Buz çiçeğine benzeyen ama ondan daha iri pembe çiçekler açıyor. Webde IMG_1581gördüğüm kadarıyla sarı, beyaz renkte açan türleri de var. Buz çiçeği gibi kazayağı da sıcak iklimlerde yer örtücü olarak kullanılıyor sanırım. Burada pek çok balkondan aşağı sarkıtılarak yetiştirildiğini de görüyorum. Bir parktan utana sıkıla kopardığım bir parça Carpobrotus'u ne yazık ki köklendiremedim. Şu ana dek deneyip de başarısız olduğum tek sukkulent oldu kendisi. Fotoğrafta görüldüğü üzere toprakta gayet sağlıklı ve canlı durarak haftalar geçiriyor, ancak daha sonra köklenmeden kuruyup gidiyor. Belki de tek bir yaprak ile denemeliyim. Bu kadar çok yaprak köklenebilmesi için fazla. Emin değilim. Bu arada Wikipedia'da yazdığına göre meyveleri yenebiliyormuş Carpobrotus'un. Yine de dikkatli olunmasını tavsiye ederim.

Gelelim sıradaki diğer sukkulente. Özellikle çiçekleri sebebiyle son Aloe Vera (?)Aloe vera (?)zamanların ünlü bitkisi aloe vera olduğunu tahmin ediyorum bunun. Aloe vera değilse bile büyük olasılıkla aynı aileden (Aloe) olmalı. Hem park-bahçelerde yetiştirilenlerini , hem de denize bakan kayalıklarda kendiliğinden yetişmişlerini gördüm. Kesinlikle bu iklimin bitkisi olduğu anlaşılıyor. Anavatanı Afrika imiş zaten. Aloe vera Türkçe'de Sarısabır adıyla biliniyor. Etli yaprağındaki jelin kullanıldığı pek çok alan var.

Sukkulent? Bu sol taraftaki turuncu çiçekler açmış sukkulentin semizotu ile aynı aileden (Portulacaceae) olduğunu kendisini görmeden önce tesadüfen gaertnerblog.de de okumuştum. Kendisi en sevdiğim bahçe blogcularından biridir bu arada. Orada küçük bir dalının -üstelik bir taraftan da çiçek açarken- kolaylıkla köklenebildiği yazıyor. Aynı özelliği ben de buz çiçeğinde gözlemlemiştim. Bu açıdan tipik bir sukkulent. Latince adı Portulaca umbraticola . Almanca'da Portulakröschen, İngilizce'de Wingpod Purslane adı veriliyor. Türkçe adını bulamadım. Oysa Türkiye'de de yetiştiğinden neredeyse eminim. Adını bilen varsa öğrenmekten mutlu olacağım. Burada ayrıca açık sarı ve krem renkli çiçek açanlarını da gördüm. Yine semizotu ailesinden olmalılar ama tam ne olduklarını bilmiyorum.IMG_1562

Bu sukkulentin ne olduğunu bulmakta ise oldukça zorlandım. SanırımIMG_1652 çok yaygın bir tür değil. Bitkinin dibine kendiliğinden düşmüş yapraklarını görünce aklıma sukkulentlerin bir yapraktan bile kolaylıkla çoğaltılabileceğine dair okuduklarım geldi. Ne zamandır orada durduklarını bilmesem de, içlerinden en canlı görüneni alıp evde toprağa yerleştirdim (sağdaki fotoğraf). Bir süre hiçbir gelişme olmadan durdu öylece. Nereden biliyorum? Çünkü arada bir merakla toprağı biraz kaldırıp bakıyordum. Haftalar sonra bir gün köklendiğini farkettim. Yeni bir yaprak da vermiş değil. Neyi beklediğini bilmiyorum. Belki bir atılım yapmak için daha fazla güneşe ve sıcağa ihtiyaç duyuyor. Ama tuttu işte. Sukkulentlerin tek bir küçük yapraktan bile tuttuğu doğruymuş. Bu açıdan gerçekten olağanüstü bitkiler bunlar. Bu arada tam Latince adını bulamadım ama Adromischus türlerinden biri olduğunu tahmin ediyorum. Internette gördüğüm kadarıyla bu grupta bendekine benzeyen bir çok sukkulent var.

Bu yapraktan köklendirme başarısından aldığım cesaretle sık sık gördüğüm bir benzer sukkulenti daha köklendirme projelerime ekledim. Tam adından yine emin değilim ama bana biraz araştırınca dwarf jade plant veya elephants food denen bitki gibi geldi. Dwarf jade plant'e ait şu sağdaki fotoğraf Flickr'dan (Foto:Blush Response) ve benim yaprak çaldığıma bire bir benziyor. Özellikle bonsai meraklılarının sevdiği bir bitkiymiş bu arada. Webde bir çok bonsai jade plant örneği var. Latince adı Portulacaria afra. Bu isme çok şaşırmıyorum, çünkü gerçekten yapraklarının semizotunu andıran bir havası var. Bundan henüz sonuç alamadım. Gelip gidip toprağını kurcaladığım için olabilir.
IMG_1661
Bu yazının son sukkulenti de bu. Gzira'da bir ara sokakta bir evin duvarında gördüm. Her şeyiyle öyle güzeldi ki, bir yaprak da olsa koparıp zedelemek istemedim. Zaten genelde yaprak, dal, tohum ihtiyacımı böyle özel şahıslara ait bitkilerden değil de; park, bahçe, çevre düzenlemelerinden sağlamaya çalışıyorum. Onlar nihayetinde kamu malı, değil mi? ;) Henüz ne olduğunu araştırmaya fırsatım olmadı. Tam cinsini merak ediyorum.

Not: Tüm fotoğrafların büyütülmüş versiyonlarına üzerlerine tıklayarak Flickr'dan erişilebilir.

Güncelleme-11.02.2009:
Sukkulentlerle ilgili iki link daha:
1) Asortik Krep'in harika yazısı
2) Fransızca bir site ama insan yolunu bulmakta güçlük çekmiyor.

Pazartesi, Ocak 19, 2009

Karbonat ve elma sirkesinin yeni marifetleri

Şu ana kadar saçlarımı zeytinyağlı sabunla yıkamaktan yana bir şikayetim yok. Ama şampuan yerine sabun kullanmak herkesin ısınacağı bir fikir olmayabilir. Peki saçınızı karbonat ile yıkayıp, elma sirkeli suyla durulamaya ne dersiniz? Kullananlar çok memnunmuş, benden söylemesi... Şu detaylı yazıda konuyla ilgili akla gelebilecek her sorunun yanıtı var.

Fotoğraf: 19melissa68

Güncelleme-03.02.2009-: Şampuan yerine karbonat ve elma sirkesi kullanımıyla ilgili bir sayfa da şurada var. Linki gönderen adsız okuyucuya teşekkürler...

Cuma, Ocak 16, 2009

Cola à la Hindiba!

Ne kadar yararlı olduğuna dair tüm okuduklarıma rağmen üzüm çekirdekleriyle yıldızımı barıştıramıyorum. Mevsiminde üzüm yerken çekirdeklerini çıkarmadan duramıyorum. Kuru üzüm yerken, iş iyice içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Üstelik ev, çekirdeğiyle kurutulmuş üzüm dolu. Ne yapmalı?

En iyisi sincaba sağlıklı ve enerji dolu bir "drink" yapmalı. Göz kararı kuru üzümü göz kararı suya eklemeli. Şenliğe bir parça da kabuk tarçın çağırmalı. Belki gelecek sefere biraz da zencefil... Ama o dursun şimdilik... Üzümlü, tarçınlı su güzeelce kaynayınca, ocağın altı kısılarak düşük ateşte biraz daha pişirilmeli. Sonra süzülüp soğutulmalı. Sincap oyunun başından çağırılmalı. "Gel gel, bak sana ne yaptım" denmeli. Sincap başta şüpheyle yaklaşsa da, sonra afiyetle içmeli. "İyi fikirmiş anne, her zaman yap" demeli. Annenin başı göklere ermeli. Hatta bir dahaki sefere daha da çok yapmalı ki anne ve baba sincabın payına da düşsün biraz. E, peki süzülüp kenara konmuş pişmiş üzümler ne olacak? Onları atacak değiliz ya! Hay Allah, biz asıl sorunumuzu çözememişiz yine. Ona da bir şeyler düşünmeli. Ayrıca günlerdir tarçındı, zencefildi, elma kabuğuydu derken ilham perilerimi harekete geçiren Funda'ya teşekkür edilmeli.


Sincaba "Cola dedikleri şey işte budur çocuğum" desem bana kaç yaşına kadar inanır acaba?


Fotoğraf: Mar Mar

Perşembe, Ocak 15, 2009

Çocuklu basit yaşam neden zor?

Zaten hiç kolay dememiştik, değil mi?
Evet bazen çok zor.
Neden mi? Çünkü...
***
-Komşu teyze: Bence bu çocuğa süt yetmiyor. Daha çok mama vermelisin.
-Anne: Mamayı arttırırsam, süt asıl o zaman yetmez, vermeyeceğim.
-Komşu teyze: Bence aç, bak ağlıyor.
-Anne: Bence değil. Uykusu var, ondan ağlıyor.
-Komşu Teyze: Mama!
-Anne: Süt!
-Anne (iç ses): Olabilir mi? :(
***
-Komşu teyze: Bence su da vermelisin.
-Anne: İlk altı ay anne sütü alan bebeklere su vermeye gerek yok.
-Komşu teyze: Bence susamış.
-Anne: Bence sadece aç. Susamışsa bile sütten alır.
-Komşu teyze: Bilmem ki...
-Anne: Anne sütünün %90'dan fazlası sudur.
-Komşu teyze (iç ses): Zavallı çocuk!
*
-Komşu teyze: Ben kızıma iki aylıkken doktor tavsiyesiyle elma püresi vermeye başlamıştım.
-Anne (dış ses): Yok canım!
-Anne (iç ses): Zavallı çocuk!
***
Telefonda:
- Büyükanne: Ben torunuma pantolon alacağım.
-Anne: Sağol anne, bir sürü pantolonu var zaten, masrafa gerek yok.
-Büyükanne: Olsun, ne demek, ben yine de alacağım.
-Anne: Biz aslında çok şeye sahip olarak büyümesini pek istemiyoruz, elindekilerle yetinmesini öğrensin falan...
-Büyükkanne: Olur mu canım, niye yetinsin? Yok, alacağım.
-Anne: Aslında...
-Büyükanne: Hem de askılı olanlarından, bahçıvan pantolonu mu diyorlar ona?
-Anne:Evet de...
-Büyükanne: Canım , ne alacak olsam "o var, bu var" diyorsunuz. Büyükanneyim ben. Tabii ki alacağım.
-Anne: E, al anne o zaman, n'apalım :(

***
Dede: Ben torunuma oyuncak aldım.
Anne: Aaaa, sağol dedesi!
Anne (1.iç ses): Made in China :(
Anne (2.iç ses): Sen var ya, çok müşkülpesentsin ve de çok nankör.
***
-Babanın iş arkadaşı (B.İ.A): Sincabın diş kaşıyıcısı olmadığını farkettik. Yılbaşı hediyesi olarak aldık, buyrun.
-Anne-baba: Çok naziksiniz, teşekkürler.
-B.İ.A: Aaa! Bakın yine dişi kaşınıyor galiba. Hadi, hemen açıp verelim.
-Anne-baba (dış ses): E, peki verelim.
-Anne (iç ses): E, "Pthalate kullanılmamıştır" yazmıyor* ama bunun üzerinde!
-B.İ.A: Sevdi galiba, nasıl da kaşıyor! Sevimli şey!
-Anne( dış ses): Evet, sağolun.
-Anne (iç ses): Hımm! Yoğun da bir plastik kokusu var. Eve gidince atmazsam ben bunu.

*Pthalate sert plastiği yumuşak, esnek plastiğe çeviren bir tür kimyasal madde olup özellikle Uzakdoğudan gelme çocuk oyuncaklarında ve bu arada diş kaşıyıcılarının üretiminde kullanılıyor. Pek çok açıdan sağlığa zararlı olduğu şüphesi bulunduğundan, sorumluluk sahibi üreticiler tarafından kullanılmıyor, ürün üzerinde (özellikle bebek diş kaşıyıcılarında) kullanılmadığı açıkça yazılıyor.
***
Markette:
-Anne (1. iç ses): Hadi kağıt mutfak havlusu alalım.
-Anne (2. iç ses): Aaa! O da nereden çıktı? Ben hayatımda kullan-at mutfak havlusu kullanmadım.
-Anne (1. iç ses:): Bu aralar çok gerekiyor ama. Sincap durmadan bir şeyleri döküp deviriyor... -Anne (2. iç ses): Olmaz efendim! Çevre kirliliği...
-Anne (1. iç ses): ...Öyle anlarda temiz bez aramaya mı koşacaksın, sincabı mı zaptedeceksin? Mutfakta hazır dursun bir rulo.
-Anne (2.ses): ...azalan ormanlar, kaynakların kötüye kullanılması, yanlış geri dönüşüm politikaları, kullan-at kültürünün yaygınlaşması...
-Anne (1.ses): E, hadi diyorum ama!
-Anne (2.ses): İyi,iyi! Alalım bari bi paketçik :(
***
-Anne: Mutfakta çok işim var, sincabı biraz oyala.
-Baba: Ver bakalım.
Bir süre sonra....
-Anne (başını oturma odasından içeri uzatarak): N'apıyorsunuz siz orada? Hiç sesiniz çıkmıyor?
-Baba: Gel, bak. Biz oğlumla ne güzel haberleri seyrediyoruz.
-Anne: Neeee! Televizyon mu seyrettiriyorsun bu yaşta çocuğa?
-Baba: E, haberler başladı. Hem nasıl merakla izliyor baksana. Akıllı oğlum benim.
-Anne: ...
-Anne (iç ses): Gırrrr! Şu mutfakta yığılmış işler olmasaydı gösterirdim ben sana çocuğa televizyon seyrettirmeyi!
***
Alışverişte
-Anne: Sincaba tişört almak gerek hepsi küçüldü. Bak, bu güzel.
-Baba: Olmaz, o %100 pamuklu değil.
-Anne: Peki ya şu?
-Baba: Olmaz, ondaki renkler pek doğal durmuyor. Bolca kimyasal işlemden geçmiş belli ki.
...
-Baba: Şuna ne dersin?. Fiyatı da uygun.
-Anne: İyi de o Çin'den gelmiş, görmüyor musun? Karbon ayakizi, yerel ekonomiye destek, ürün güvenliği, tekstil sektöründe çalışanların gözardı edilen hakları, vs, vs, değil mi?
-Baba: Hımmm. İyi de bakmadığımız tişört kalmadı ki. Çıplak mı gezecek bu çocuk?
-Anne: Hımmm. O sonuncuyu alalım bari. Yerel ekonomiye de bir dahaki sefere destek oluruz o zaman.
-Baba: Değil mi ya!
***
-Sincap (kendi dilinde): Onu bana ver.
-Anne: Olmaz, bu bir gazete, sana göre değil canım.
-Sincap: İstiyorum.
-Anne: Kullanılan mürekkep kimyasal, sana zararlı sincabım.
-Sincap: İstiyorum.
-Anne: Ağzına götürürsün, biliyorum.
-Sincap: Ver, istiyorum.
-Anne: Aslında benim bile okumamam lazım bu kadar zehirli boyalı bir şeyi.
-Sincap: Auaaaaa! Ver, diyorummmmm!
-Anne:Olmaz diyorum.
-Sincap:Auaaaaaaaa!
-Anne: Ya sabır!
-Sincap: Auaaaaaaaa!
-Anne:...
-Sincap: Auaaaaaaaa!
-Anne: Tamam, tamam, al ve sus :(((
***
-Anne: Sincap deftere çizgiler çizmeyi seviyor, boya kalemi alayım.
-Internette 1. kaynak: Pastel boyalarda şu var, pastel boyalarda bu var, doğal değil, kanser riski olduğundan şüpheleniliyor, allerji riski var, üreticileri içeriği hakkında konuşmayı reddediyor, bla, bla, bla....
-Internette 2. kaynak: Kurşun kalemlerde o var, bu var, şu var, ağır metal var, dış çeperlerindeki boyalar kanser yapabilir. En ekolojik olduğunu iddia edenler bile değil, bla bla bla...
-Internette 3. kaynak: Parmak boyalarına dikkat, özellikle Çin'den geliyorlarsa, bla bla bla...
-Internette 4. kaynak: Mıknatıslı resim panolarındaki toz mıknatıslar ve her türlü mıknatıs içeren oyuncak çocuklar tarafından yutulduğunda iç organlarda hasara yol açabilir. Böyle bir durumda çocuğu özellikle metal eşyalardan uzak tutmalıdır. Bla bla bla...
-Internette 5. kaynak: Oyuncaklar üzerindeki CE işareti oyuncağın sadece bazı Avrupa Birliği kıstaslarına uyduğunu gösterir. Tamamen doğal, zararlı kimyasal ve fiziksel bileşenlerden arınmış, ergonomik, ekolojik, organik olduğu, vb. anlamına gelmez. Çoğu zaman üretici kafasına göre CE işaretini koyar, bir denetleme mekanizması da bulunmaz. Bla bla bla...
-Anne: Püfff! Yaşasın bilmemenin mutluluğu! Sen bir başka bahara resimler yap çocuğum :(
***
-Anne (1. iç ses): Sincabın ateşi var :(
-Anne (2. iç ses): Hımm, bana da öyle geldi :(
-Anne (1.ses): Sana bu kadar eve kapatmayalım demiştim.
-Anne (2.ses): Bu havada dışarı çıkarsak daha mı iyiydi?
-Anne (1.ses): Yine de hastalandı ama görüyorsun.
-Anne (2.ses): Hadi hemen bir ateş düşürücü verelim.
-Anne (1.ses): Dur biraz, henüz çok yüksek değil.
-Anne (2.ses): Birden yükselebilir ama.
-Anne (1.ses): Sevmiyorum o ilaçları. Ateş vücudun doğal bir tepkisidir. Biraz zaman verelim ona.
-Anne (2.ses): Ya birden çok yükselirse ateşi. Sonra kontrol edemeyiz korkarım.
-Anne(1.ses): Bilmem ki? Vücut kendi kendini savunmayı nasıl öğrenecek sonra?
-Anne (2.ses): Verelim
-Anne (1.ses): Vermeyelim
-Anne (2.ses): Verelim
-Anne (1.ses): Vermeyelim

......verelim-vermeyelim-verelim-vermeyelim-verelim.......
-Anne (2.ses): Verelim diyorum !!
-Anne (1.ses): Püff! Peki peki verelim :((
***
Her zamanki kafedeki Olga teyze: Ooo, en sevdiğim bebek gelmiş!
Sincap (kendi dilinde): Merhaba Olga teyze
Olga teyze: Hemen bir tabak kurabiye getiriyorum sana. Anneye de kahve, değil mi?
Sincap: Getir, getir
Olga teyze: Al bakalım, kurabiyeler benden.
Sincap: Mımmm, çok da güzelmiş.
Anne: Sağol Olga.
Anne (1.iç ses): Bu kurabiyelerde margarin var sanırım, ayrıca tazeliği şüpheli, ayrıca çok şekerli, ayrıca bol katkı maddeli, ayrıca .... :(
Anne (2. iç ses): Püff, ne çok şikayet ediyorsun sen! Olga mutlu, sincap mutlu, sen de mutlu ol ve de sus!
Anne (1.ses): Sincap doğmadan önce böyle konuşmuyordun ama :(
***

Belki devam edecek...

Çarşamba, Ocak 14, 2009

Pilli oyuncak

Dün oğlumun oyuncaklarını toparlarken farkettim ki ona hiç pille çalışan oyuncak almamışız. "Ne olmuş yani?" diyebilirsiniz. Doğumdan önce aldığımız kararlardan biriydi bu. Çevreye zararı, gereksiz ama toplamda yüksek maliyeti, akşam vakti pil bittiğinde evde kopacak kriz vb. faktörleri gözönüne alarak mümkün olduğunca pil gerektiren oyuncaklardan kaçınalım demiştik o zamanlar. Bu sonuncu özellikle önemli. Çocuklar konusunda tecrübesizken, yeğenime bir hevesle aldığım oyuncağın paketini açınca çalıştırmak için tam dört pil (!) gerektiği ortaya çıkmıştı. Zavallı babası akşam akşam evin içinde pil avına çıkmış, diğer oyuncaklardan ve TV kumandasından çalarak toplamıştı o kadar pili. Ufak yollu bir kriz böylece önlenmişti.
Taviz vermek zorunda kaldığımız bir dolu başka karara karşılık buna, hem de hiç farkında olmadan, uymuşuz bugüne dek. Aferin bize!

Fotoğraf: Joseph Brauer

Salı, Ocak 06, 2009

Küllerinden doğan liçide...

... son durum şudur:


Liçi

Sağdaki yaprak yaz başında geçirdiği büyük sarsıntıdan aylar sonra verdiği ilk yaprak oluyor. Bunun dışında da bir dolu sürgünü var fotoğrafta görüldüğü üzere. Canlanmaya karar verdiğinde en kötü durumdaki iki yaprağını -ki aylardır şiddetli rüzgarlara bile dayanmışlardı balkonda- bir gecede döktü. Bir kalemde vazgeçti onlardan. İnsanların dünyasında nankörlük, kadir bilmezlik sayılacak şey, bitkilerin dünyasında normal olmalı.

Cuma, Ocak 02, 2009

Biberiye dezenfektanı

Dolaptaki baharatları gözden geçirirken biberiyenin son kullanma tarihinin "önemli değil, biraz daha kullanabiliriz" sınırını dahi fazlasıyla aştığını farkettim. Bir şekilde tüketmenin yolunu ararken bir iki yıl önce okuduğum bitki kitaplarından birinde rastgeldiğim bir doğal reçeteyi hatırladım. Biberiyeden elde edilen bir tür doğal dezenfeksiyon sıvısı bu. Aslında taze biberiye ile hazırlanıyor ama ben elimdeki kurutulmuş biberiyeleri kullandım. Şöyle yapılıyor:

"Taze biberiye yapraklarını ve dallarını 30 dakika boyunca suda yavaş yavaş kaynatın. Ne kadar az su kullanırsanız, elde ettiğiniz sıvı o kadar güçlü olur. Süzün ; banyo ve mutfakta yüzeylerin temizliğinde kullanın. Bir sprey şişe içine koyarsanız, uygulaması daha kolay olur. Bu sıvı buzdolabında bir hafta dayanır. Aynı amaçla adaçayı, kekik ve ardıç da kullanılabilir."

Kaynak: The Complete Book of Herbs - Lesley Bremness

Ben biberiyeli su kaynama noktasına geldikten sonra, kısık ateşte 30 dakika kadar kaynattım. Mutfağın mis gibi, taze, temiz biberiye koktuğunu söylememe gerek yok sanırım. Bir haftadır kullanıyorum. Elbette mikrobiyolojik test sonuçları sunarak işe yaradığını kanıtlayamam size. Üstelik internette doğal dezenfeksiyon maddelerinin (sirke, karbonat, vb) hijyen sağlamakta ticari kimyasallar kadar başarılı olmadığına dair kaynaklar da var. Yine de biberiye dezenfektanım hakkında iyi hislere sahibim. Kimyasalların sağlayacağı %99 oranda hijyene; biberiye, sirke, karbonat ve dostlarının sağlayacağı %90 hijyeni tercih ederim.

Fotoğraf: Yashima

Tarçınlı şimdiki zaman

Sabah, öğle, akşam her fırsat bulduğumda ıhlamur-tarçın çayı içiyorum. Demliği ıhlamurla dolduruyorum, içine bir parça da tarçın kabuğu atıyorum. Ihlamurla tarçının tadını birbirine pek yakıştırıyorum. Öyle ki demliğe, yanlarına başka ne koysam yakışmaz, fazlalık olur gibi geliyor. Tarçın kabuğunu atmayıp tekrar tekrar kullanıyorum. Sanki tadı, aroması azalacağına gittikçe artıyor. Bir ağaç kabuğunun böyle kokmasını olağanüstü buluyorum. Demliğe her sabah bir parça mucize koyduğumu düşünmek hoşuma gidiyor. Tropik güneyin, eli açık doğunun, soğuk iklime, karanlık mevsime bir armağanı olduğunu düşünmek de hoşuma gidiyor. "Tarçın ağızdaki bir tür bakteriyi öldürürmüş, ağız sağlığı için faydalıymış" diyecek oluyor içimdeki bir ses. "Aaa, ne gerek var şimdi bu ansiklopedik bilgilere ?!" diye karşı çıkıyor bir diğeri. Tarçını sadece tarçın olduğu için, bir parça mucize olduğu için alıp kabul etmeyi seviyorum. Tarçının bir bilge olduğunu, vereceği yararları ben bilmesem de onun bildiğini düşünmeyi de seviyorum. Tam şimdi bu satırları yazarken "Türk kahvesinin içine de bir parçacık atıversem ne olur?" diye düşünmeden edemiyorum.

Ihlamurun kıskanacağını hiç sanmıyorum. Öyle biri değil o.

Fotoğraf: Whirling Phoenix