"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Cuma, Temmuz 30, 2010

Birbirine benzeyen beyaz cicekler ve detayda kaybolunca anlattiklari

Yasadigimiz cevrede beyaz cicekleriyle civanpercemine cok benzeyen ama dikkatli bakildiginda farkli oldugu anlasilan iki bitki var. Birisi su:


Yapraklari görüldügü gibi civanperceminden tamamen farkli. Dikkatli bakinca cicekleri de...

Digeri de bu:


Yapraklari civanpercemine daha cok benziyor ama yine de farkli. Dikkatli bakilinca zaten bunun ciceklerinin de daha ince oldugu anlasiliyor.



Cicekleri yakindan bakilinca böyle. Doga söz konusu olunca "detayda kaybolmak" deyimi olumlu anlamlar kazaniyor gözümde. Mümkünse sürekli detayda kaybolmak istiyorum :)


Bu bitkinin cicek kurullarinin kapali halinde bir de böyle karakteristik bir görünüsü var. Merak ettigim sey, bunun cicek acmadan önceki mi, yoksa solarkenki hali mi oldugu. Bana ilki gibi geliyor.

Bu cicekleri, adini sanini bilen var mi?

Inanin denk getirmek icin özel caba harcamadim. Ama dogadaki Son Cocuk'tan bir sonraki alintimiz söyle: "Sehirde hicbir sey duyamiyorsun cünkü her seyi duyuyorsun. Sehirde her sey apacik. Burada ne kadar yakindan bakarsan o kadar cok sey görüyorsun."
Ormana giden sehir cocuklarindan biri söylemis bunu...

Perşembe, Temmuz 29, 2010

Dogada oynamanin suc haline gelisi, sonuclari ve turnagagalari

Dogadaki Son Cocuk'tan devam:
"Dogada Oynamanin Suc Haline Gelisi" adli 3. bölümde Louv'un sözü biraktigi babaya kulak verelim: "Cocuklarimiza disarida oynanan geleneksel oyun bicimlerinin yasalara aykiri oldugunu söylüyoruz. Sonra da televizyon önünde oturduklarinda tepelerine cöküyor ve cikip disarida oynamalarini istiyoruz. Iyi ama nerede? Nasil? Yeni bir organize spora baslayarak mi? Bazi cocuklar sürekli organize olmayi istemiyor. Hayal güclerini calistirmak istiyorlar, bir su akintisinin onlari nereye götürecegini görmek istiyorlar"

Bu bölümde ayrica Amerika'da cocuklarin dogada veya en azindan "disarida" oynama olanaklarinin asiri imar, iyi niyetli güvenlik önlemleri, cevre koruma düzenlemeleri, gürültüden rahatsiz olan yetiskinler vb. sebeplerle nasil da giderek kisitlandigi anlatiliyor. Detaylar kesinlikle okumaya deger. Tüm bunlar bana cok da yabanci degil. Burada da benzer egilimler var. Sincapla hep gittigimiz bir oyun parkindaki salincaklar gectigimiz günlerde kaldirildi. Ben bakim veya tamir gibi bir sebeple alindigini düsünmüstüm. Sonradan ögrendigime göre cevrede oturan bazi kisiler özellikle aksam saat 8'den sonra parka gelen cocuklarin gürültüsünden rahatsizmis ve cocuklarin ayagi parktan kesilsin diye yapilmis bu. Sincap neden gündüz makul saatlerde gittiginde salincak da sallanamasin? Daha da ötesi, bir cocuk, oyun parkina saat kaca kadar gidebilmelidir? Buradaki yaygin kaniya göre (bir keresinde bunu bana sert bir sekilde ifade etmeye kalkan birinin sözleriyle) "bir cocuk saat 7'den sonra yataga aittir!". Bana kalirsa, özellikle günesin batmak bilmedigi yaz günlerinde, bir cocugun yatis ve oyun zamani bir az daha gec saatlere kayabilir. Yaz aksamlarinda yemekten sonra büyüklü kücüklü bir mahalle dolusu cocukla disarida oynamaya devam ederdik biz. Hicbirimizin gelisme geriligi gösterdigini sanmiyorum. Evet, biz de biraz gürültü yapardik. Anne-babalarimiz uyarirdi bizi. Ama engellemeye kalkmazdi. Bir dolu güzel oyunumuz vardi bizim. Bir ara hepsini yazmistim.

Gecenlerde Stern dergisinin kapagina konu oldu bu mesele. Cocuklarin gürültü ve rahatsizlik kaynagi olarak görülmesinin gittikce yayginlastigindan, toplumun en kücük üyelerinin adeta dislanir hale geldiginden, oyun parklarinin ve hatta anaokullarinin! sürekli gürültü sebebiyle sikayet aldigindan bahsediliyordu. Uzun yillar bir ilkokulun hemen yaninda oturduk. Evimize gelen konuklar bazen fazla gürültü olup olmadigini sorardi. Annemin yaniti hep aklimda: "Yoo, insan alisiyor bir süre sonra. Hatta yaz tatili gelince suyu cekilmis cesme gibi, cöl gibi oluyor burasi". Hakliydi da. Cocuk sesinden yoksunlugu cöl kurakligina denk sayan o anlayis bazi ülkelerde (ya da genelleme yapmayalim, bazi bölgelerde) coktan kaybolup gitmis. Umarim Türkiye'de tüm canliligi ile devam ediyordur. Sormadan edemeyecegim; cocuklarin mahalle aralarinda ve dogada serbest oyunlar oynamalarina bakis nasil bugünlerde?

Peki bütün bunlarin sonunda vardigimiz sonuc ne? Louv'a bakilirsa  "Doga Yoksunlugu Sendromu". Tibbi litratüre gecmis bir tanim degil bu. Yazarin dogadan ayri düsen cocuklar neslinde gittikce artan rahatsizliklara verdigi genel isim. Gelismis ülkelerin cocuklarinda Dikkat Eksikligi Hiperaktivite Bozuklugu Sendromu artiyor. Kitapta okul öncesi cocuklara antidepresan verilme oranindaki artis rakamlarini okudum. Dudagim ucukluyordu neredeyse! Ben bu yastaki cocuklara antidepresan verilebilecegini , buna ihtiyac duyulabilecegini hayal bile edemezdim!  Oysa  cocuklarda kaygi, davranis bozuklugu ve depresyon oranlarinda artis oldugunu acikliyor sözü gecen arastirmalar. Benzer bilgilere gecen gün bir dergide rastladim. Almanya'da ergoterapi, psikoterapi ve davranis terapisine basvuran hastalarin yasinin gittikce düstügünden, cocuklarda teshis edilen psikolojik sorunlarin gittikce arttigindan bahsediyordu. Bu durum kismen hem Louv'un kitabinda, hem de okudugum dergide belirtildigi gibi, cagimizda ailelerin ruhsal sorunlari teshis ve tedavi olanaklari konusunda daha bilgili ve daha acik bir tutum sergilemesi ve bu tür hizmetlerin daha kolay erisilebilir hale gelmesi ile aciklanabilir. Ama yine de, her iki kaynakta da, yasadigimiz ortamlarin cocuk-dostu olmayisinin da bir faktör oldugu söyleniyor. Baby un Familie'de okuduguma göre mutlu cocugun sirri, bakimini üstlenen sevgi dolu bir kisi, sicak bir aile ortami vb. faktörler yaninda sunda da sakli : "Hoplayip ziplamak icin ortam.  Dogada ve parklarda bol zaman gecirmek. Anne-baba olmaksizin dogada yasanacak maceralar. Cocuklarin büyük tehlikeler olmaksizin dört duvar disinda yasayacagi, kisisel deger duygularini güclendirecek tecrübeler."

Bugünlük bu kadar. Sincap uyandigi icin, sizi bu yazida bahsedilen tatsiz seylerin etkisinden biraz uzaklastiracak bir iki fotografla bitiriyorum hemen yazimi. Dün cekildiler. Turnagagalari öyle güzel ki, üzerlerine söylenecek fazla söz bulamiyor insan...


Bunlar üc kardes turnagagasi...



Bu da onlardan birine yakin bakis...

5 dakika sonra gelen dipnot: Sincap yukaridaki fotograflari gördü tam simdi. Söyle dedi: "Aaa, onlar neymis? Sincabin bahcesiymis orasi!" :)

Çarşamba, Temmuz 28, 2010

Yiyeceklerin teoride ve pratikte geldiği yerler ; market şerrinden korunmuş meyveler

Louv, Dogadaki Son Cocuk'ta cocuklarin dogadan kopuk yasadigi yeni dönemin özelliklerinden biri olarak "toplumsal ve bireysel aklimizin yiyeceklerimizin kaynagindan habersiz olusu"nu sayiyor. Onun deyisiyle "cocuklara göre yiyecekler Venüs'ten, ciftcilik Mars'tan".  Bunu okudugumda cok sasirmadim.Cünkü yillar önce seyrettigim benzer konulu bir belgeselde bezelyelerin bir bitkiden geldiginden habersiz, fabrikada üretildigini zanneden cocuklar oldugundan bahsedilmisti.

Aslinda sadece cocuklarin degil, biz büyüklerin de sorunu bu.  Birbirinin esi ve mükemmel görünüslü elmalar, havuclar, biberler talep etmemiz bu yüzden olsa gerek. Yine de meyve-sebzelerin nereden geldigine dair az cok bir fikrimiz var denebilir. Ama et, süt, balik ve yumurtanin fabrikada imal edildigini düsünür gibi davraniyoruz bazen. Tüketim aliskanliklarimiz bunu gösteriyor. Hos, tüketiciler böyle davrandigi ve böyle bekledigi icin de, hayvansal gidalar doganin degil fabrikanin bir ürünü, üretim bandinin konusu haline dönüsmüsler coktan.  Üretim bandinda akan civcivleri ve fabrika ortaminda ete dönüsen besi hayvanlarini* kastediyorum (* Bu videonun ikinci bölümü biraz reklam gibi, ama asil aradigim video'yu bulamadim. Idare edin lütfen). Paketlerin üzerindeki resimlerdeki gibi cayirlarda otlayip büyüyen mutlu inekler ve mutlu tavuklar olmadiklarini anlatmaya calisiyorum...

Sincaba her gün soframiza gelen gidalarin -teoride de olsa- nereden geldigini gösterme olanagimiz olmadi simdiye dek. Evdeki resimli ciftlik konulu kitaplardan biliyor biraz. Özellikle doga konulu kitaplari olmasina dikkat ediyorum. Secimi ona birakirsam mutlaka icinde araba resimli olanlari tercih ediyor oysa :) Ama dogadaki gezilerimiz ona ve bize baska bir sey sunuyor: Soframiza gelenler disinda, seri üretimin ve market raflarinin serrinden korunmus meyveleri...

Henüz olgunlasmadilar ama gecen yil sonbaharda bolca bahsettigim kizilcik ve mürver var. Her ikisini de surup ve marmelat olarak konuk etmistik mutfagimiza. Sincap toplamamiza kendince yardim etmisti. Digerlerini fotograflarla anlatayim:


Bu fazla dikkat cekmeyen bitki bizim buralarda cok yetisiyor. Özellikle orman icindeki yürüyüs yollarinin kenarlari bununla dolu.


Yaklasik yaz ortasinda böyle cicekler aciyorlar...


Ardindan da böyle meyveler veriyorlar. Ilk kez 5 yil kadar önce farketmistim. Genellikle dogada gördügüm meyveleri denemek konusunda gayet cekingenimdir. Dogrusu da bu zaten. Fakat bu meyve dut ve bögürtleni cagristiran görüntüsüyle gayet yenilebilir duruyordu. Denedim. Tadi onlar kadar tatli degilse de güzel. Nitekim daha sonra ormanda elinde sepetle bu meyvelerden toplayan bir aile görmüstük. Bir botanik kitabinda adina bile rastlamis ve yenilebildigini oradan da teyit etmistim. Ne yazik ki bir yere not etmemisim o adi. Büyük olasilikla marmeladi yapilabiliyordur. Biz rastladikca orman yürüyüslerinde atistirmayi tercih ediyoruz simdilik:)

Ayrica cevrede bolca erik agaci var.


Bu fotograf yaklasik iki hafta öncesine ait. Bugün gecerken baktim, bu erikler coktan kizarmis. Ne yazik ki nehir kiyisinda erisemiyecegimiz bir yerde bu agac. Ama erisebildigimiz yerlerdekilerin tadina bu haftasonu baktik. Dogada meyve yemekle ilgili bir gözlemim var. Siz de onaylarsiniz eminim. Bir kere agactan toplanan erik (veya elma veya ...) her zaman marketten alinandan daha lezzetli. Burasi kesin. Ama ayni erik toplayip eve getirdiginizde de lezzetini yitiriyor sanki. Ayni agacin meyvesini topladiginiz anda yemekle evde yemek arasinda kesinlikle lezzet farki var! Inanilmaz!

Baska acilardan bakildiginda da bazi meyveler kesinlikle dogada kalmali ve dogada yenmeli. Bazi meyveler acikca binlerce sehirlinin oturma odalarinda bacaklarini uzatip yemesine digerleri kadar uygun degiller. Kesin ve net bu! Bakin son günlerde rastladigim bir haber ne diyor: Alman süpermarketlerinde bu yaz satilan frenküzümlerinde yapilan testler bu meyvelerin ciddi sekilde tarim ilaclarina maruz kaldigini göstermis. Ortalama 6 degisik tarim ilacina rastlanmis test edilen her meyvede! Greenpeace basligi "Frenküzümleri kücük tarim ilaci kokteylleri" diye atmis. Bu da inanilmaz!


Durun ama size inanilmaz bir baska sey göstereyim ben:


Findik! Ilk kez gördügümde gözlerime inanamamistim ama cevrede bir cok findik agaci var. Yabani olduklarini saniyorum. Gecen yil denemek icin bir avuc kadar toplamistim. Cogunun ici bos cikti ama dolu olanlar gayet lezzetliydi. Sanirim dogru agaci ve dogru zamani bulmak gerek ;) 


Bu arada akdikenleri de takipteyim. Henüz kizarmadilar bile ama mevsimi geldiginde surup veya marmaledini denemek gibi niyetlerim var :)

Bu yaz gözlerimizi biraz acarsak sincapla, belki baska meyveler de kesfederiz doganin kucaginda, kimbilir :)

Pazartesi, Temmuz 26, 2010

Kanalin kenari, dev yapraklar, sari cicekler, "şşiişşt" oyunu ve diger seyler


"Acaba bizim nehire "nehir" demekle baska nehirlere, örnegin Tuna nehrine, haksizlik mi ediyorum?" diye düsünüyordum ama Internet'te baktim, gercekten de nehirmis :) Bizim evin yakinlarinda ona paralel bir de kanal akip gidiyor. Mevsime ve  yogunluguna göre iki tarafa aktarip duruyorlar suyu. Bu yukaridaki fotograf kanalin yanindaki yaya yolundan.  Ormanin icinden kilometrelerce gidiyor. Asil güzel tarafi gittigim marketlerden birine buradan bir baglanti yolunun olmasi. Hem sehrin icindeyiz, hem disinda bir cesit :)



Kanalin kenarinda belli ki cok su icmeyi seven ve ictikce de böyle devasa yapraklar veren bir bitki yetisiyor.


Biraz daha ileride bir agacin dibinde ona cok benzeyen bir bitki var. Bu kez "cicek" de vermis üstelik.


Bu da ciceklerin daha yakindan görünüsü...


Biraz ileride kanalin yanindan baglanti yoluna cikiyoruz ve birden sanki bozkir bitki örtüsüyle burun buruna geliyoruz. Sari iri cicekler burada cokca rastladigim ve önceki nehir yazisinda bahsettigim Nachtkerze. Degerli, cilt bakiminda kullanilan bir yagi var sanirim. Diger sari cicegin ne oldugunu bilmiyorum ve cok merak ediyorum dogrusu. 
28.07.2010 - Güncelleme: Biraz önce bir siteye rastladim ve iki kesifte bulundum bu yukaridaki fotografa dair. Birincisi, ne oldugunu merak ettigim sari cicek, adini hep duydugum Johanniskraut / St.John's Wort / Sari Kantoron/ Hypericum perforatum imis. Bir cok sifali etkisi oldugunu duymustum bu bitkinin. Kullanmasam bile cevremde olmasindan mutluluk duyarim :) Ikincisi, fotografta 2 degil, 3 sari cicek varmis. Benim Nachtkerze'nin (bu arada Yogurtland'da bu bitki üzerine yazilmis yaziyi da mutlaka okumak gerek!) cicek acmamis dallari sandigim, fotografin üst ksimindaki uzun dallar aslinda bir baska bitkiye aitmis. Adi Kleinblütige Königskerze/Common Mullein /Verbascum tapsus / Sigir kuyrugu :)
Bütün yol boyunca sincapla kargalari, karatavuklari birbirimize gösteriyoruz. Bazen bitkilere de dikkatini cekiyorum ama hareket etmedikleri icin daha az ilgisini cekiyorlar. Aslinda iyi bir yürüyüscü ama sık sık da yorulup kucagima gelmek istiyor. Bazen ona okudugumuz bir kitaba gönderme yaparak "Şşşiiiiişşşt! Ses çıkarmayalım, sessizce etrafı dinleyelim. Rüzgari duyuyor musun? Serceyi duydun mu?" diyorum. Oynadigimiz oyunun ne oldugunu anlamamis ama yine de eglenir bir yüz ifadesiyle bana katilip fisiltiyla "şiiiiiş! kuş!" diyor o da... Benim gördüklerimi ve duyduklarimi o da görüp duyuyor mu, hep merak ediyorum.

'Dogadaki Son Cocuk' sunu diyor bu konuda:
"Doga, hangi bicimde görünürse görünsün, bir cocuga anne ve babasinin dünyasindan farkli, daha yasli ve daha büyük bir dünya sunar. Televizyondan farkli olarak, zamani calmak söyle dursun, onu genisletir. Yikici bir aile ortaminda ya da cevrede yasayan bir cocuk icin sifa sunar. Cocuga, üzerine kültürün hayal ürünlerini cizip yeniden yorumlayabilecegi bos bir yazboz tahtasi verir. Görsel imgelem gücünün ve duyularin tam kullanimini tesvik ederek cocugun yaraticiligini destekler. Kendisine bir sans taninan bir cocuk dünyanin karmasasini kirlara götürecek, derelerde yikayacak, tersyüz edecek ve ardinda ne olduguna bakacaktir. Doga bir cocugu korkutabilir de ama bu korku da bir amaca hizmet eder.Cocuk dogada özgürlük, hayal gücü icin alan genisligi ve mahremiyet bulur: yetiskinlerin dünyasindan uzak bir yer ve farkli bir huzur."
Son bir kac gündür "Saldim cayira, mevlam kayira" sözüne baska anlamlar yüklemeye basladim. O kadar da olumsuz degil...

Dogadaki Son Cocuk, nehir kenari, benim cocuklugum ve sincabinki...


Dogadaki Son Cocuk'u o kadar sevdim ki, sincabi her firsatta alip nehir kenarina gitmemek icin kendimi güc tutuyorum. Gecen hafta gayet sicak bir gün kayalara oturup ayaklarini suya soktu. O kadar cok su sıcrattı ki, sonunda beline kadar islanmisti. Cumartesi günü yagmur (ama ne yagmur!) altinda tekrar nehir kenarina gittik. Sular o kadar kabarmisti ki, önceki sefer üzerinde oturdugumuz kayalari örtüyordu. Sincap önce hoslandi ama sonra "Anne, ben neden islak oldum?" sikayetleriyle eve dönmek istedi. Kirmak istedigim gereksiz de bir titizlik var bu cocukta :)

Her neyse, iki haftadir cektigim bir dolu fotograf ve Dogadaki Son Cocuk'tan anlatmak istedigim bir dolu sey var. Önce hangisini yazsam derken bir orta yol buldum. Bu hafta nehir kenarindan fotograflar, kitaptan alintilar, sincapta gözlediklerim ve benim cocuklugumdan hatirladiklarim birlikte gelecek.

Geranium Pratense yani su mavi turnagagasi benim en sevdigim ciceklerden biri bildiginiz gibi. Coktan ciceklenmeye basladilar. Her firsatta fotograflarini cekiyorum. Fakat su yukaridaki en sevdigim pozlarindan biri oldu turnagagasinin :)

Richard Louv'un durum tespitiyla baslayalim:
"Bir kac on yillik zaman zarfinda cocuklarin dogayi algilama ve deneyimleme bicimlerinde radikal bir degisiklik ortaya cikti. Bu iliskinin yapisi tersyüz oldu. Bugün cocuklar dogal cevrenin karsi karsiya oldugu küresel tehditlerin farkindalar. Ancak doga ile fiziksel temaslari ve yakin iliskileri giderek kayboluyor. Bu benim cocuklugumdaki durumun tam tersi."

Bu benim cocuklugumdakinin de tam tersi. Büyük sehrin kiyisinda ama tasrada büyüdüm. Apartmanda oturdum ama genis cayirlara acilirdi kapisi. 5 yasindayken annem beni diger bazi anneler gibi ögle uykusuna, eve cagirmadigi icin büyük ve güclü bir sükran duygusu duyuyordum.  Ögle saatlerini cayirdaki gelincikleri, papatyalari ve adini bilmedigim bir sürü cicegi, otu incelemekle gecirirdim. Evet, adlarini da cok merak ederdim. O siralar baska bir mavi cicege asiktim. Dogada da iyi ve kötülerin oldugunu inaniyordum. Ugurböcekleri iyi, ates böcekleri kötüydü. 13 yasina kadar "sokakta oynamak" denen seyi dolu dolu yasadim. Bazen aksam yemeginden sonra cikip gece 9'a kadar eve girmedigimiz olurdu. Sokak cocuguyduk yani. Iyi ki de öyleydik.

Cumartesi, Temmuz 24, 2010

Sahip olmak üzerine... (II)

Bu yazida bahsedecegim seyleri tekrar düsünmeme Benden ve Bizden sebep oldu diyebilirim. Mayis ayinda kösebasindaki agacin fotograflarini yayinladiginda, yorumlara gidip "o senin agacin!" yazdim hemen. Bu duyguyu taniyordum cünkü.

Bir agaci mevsimler boyunca izlemek...
Gelip gecerken selamlamak...
Yeni verdigi yapraklari, cicege durusunu, meyveye dönüsünü, sonbahari karsilamasini ve sonra herseyden vazgecisini gözlemek...
Biliyordum ben bu duyguyu.

Bazen öyle bir an gelir ki, bir bag olusuverir aramizda o agacla; kimin bahcesinde dikildigi önemini kaybeder, benim olur o agac. Daha önce cok eski bir yazida "...bir ağaca veya bir çiçeğe sahip olmanın yolu bahçesinde bulundurmaktan mı, yoksa mevsimler boyu onu izlemekten ve sevmekten mi geçiyor; kafam bu konuda biraz karışık" demistim. Yalan söylüyordum! Hic de kafam karisik degildi bu konuda. Ben o leylak agacinin da bana ait oldugunu biliyordum. Simdi burayi bir yol ayrimi kabul edin. Burada ikiye ayriliyor düsüncelerim. Birini simdi anlatacagim. Digerini de sonra...

Düsündüm de, biz bugünün insanlarinin sahip olmakla ilgili sorunu burada basliyor belki de. Bizim sahip olduklarimizla aramizda özel bir bagimiz yok!

Birincisi, Bir üretim bandindan akip geliyorlar, bir markette veya magazada bizi buluyorlar. Aliyoruz. Isin duygusal yani bir yana, üzerinde fazla düsünmüyoruz bile bazen. Kimi zaman da, evet, cok isteyip, cok düsünüp, cok arastirip aliyoruz onlari ama üretim sürecinde rol almadigimiz icin hep bir seyler kopuk oluyor. Bir bag kurabilmemiz icin ondaki mucizevi dönüsümleri gözlemis olmamiz gerek oysa. Pamugun bir bitkinin tac yapraklari arasinda nasil büyüdügünü bilmek, toplamasak da toplanisini izlemek, nasil yikandigini , nasil egirildigini, nasil dokundugunu , nasil boyandigini ve sonunda her gün giydigimiz tisörte nasil dönüstügünü biraz yakindan bilmek gerekiyor.
Atalarimiz da sahip olduklari herseyi kendileri üretmezlerdi, bu dogru. Ama sahip olduklari seylerle, onlari elde etmek icin verdikleri emek arasindaki bagin, güclü ve direk olmasini saglayan bir takas sistemi vardi. Keci peyniri icin emek vermezdim belki ama onu almak icin karsiliginda verdigim üzüm pekmezini ben üretmis olurdum. Onun icin akittigim teri, harcadigim enerjiyi bilirdim. Bugün de calisip ter döküyoruz aldigimiz seyler icin. Ama karsiliginda kazandigimiz paraya cogu kez elimiz bile degmiyor. Bir bankaya yatiriliyor dogrudan. Bankamatik veya bilgisayar ekranindaki bir rakam oluyor bizim icin. Hatta harcarken bile elimiz degmiyor ona. Plastik bir seye dokunuyoruz onun yerine. Sahip olduklarimiz icin emek verdigimize, ter döktügümüze, zaman harcadigimiza dair isaretlerle bir bir ayrilmis yollarimiz. Dolayli olmus her sey. Bu keci peynirini satin almak icin ne kadar enerji ve zaman harcadim, gerekli parayi tam olarak nerede kazandim ben? Pazartesi sabah toplantisinda üretim müdürüne istedigi seyin neden iki haftada olamayacagini anlatirken mi? Haftalardir beklenen sevkiyatin teslim islemlerini tamamlarken mi? Bir tusa basmis, bir programi baslatmis, ögle yemegini yerken mi? Tam olarak ne zaman? 

Sunu ögrendim: Kendi yaptigim ekmegin firinda satilanlardan daha lezzetli ve hatta daha saglikli oldugunu iddia edemem. Ama bana hep iyi gelir. Cünkü degirmenden degilse de, marketten unu ben tasidim. Mayanin kabarmasini bekledim. Baska bir isim yoksa saniye saniye izledim köpüklenisini. Büyümek, cogalmak üzerine düsüncelere daldim hatta. Malzemeleri ben sectim; icine keten tohumu katilmali mi, yoksa susam mi olmali ben karar verdim. Zeytinyagi koydum sonra. Sirf bu yüzden bile bir lokmasini bosa götürmem o ekmegin. Yogurdum, yogurdum, yogurdum. O ekmege dair kolumda ve ellerimde bir izlenimim var benim. Tekrar kabarmasini bekledim, bekledim, bekledim. Kabarip kabarmayacagina dair endiselerimi kattim kimi zaman ekmege. Piserken belki baska seylerle ilgilendim ama aklimin bir kösesini hep firindaki ekmege ayirdim. Firindan cikip sogudugunda un, tuz, su, maya ve susamdan, haa bir de zeytinyagindan daha fazla bir sey o benim icin. Vaktiyle is dönüsü marketten/bakkaldan/firindan almis oldugum yüzlerce ekmekten de baska bir sey. Enerjimin, zamanimin, emegimin tam olarak hangi bölümü o bir somun ekmege aittir, biliyorum cünkü.  

Ikincisi, bugünün ekonomi politikalari ve üretim teknolojileri bizi hep az kullanip, kisa zamanda kullanip atmaya; "kullanmaya" degil "tüketmeye" itiyor. 10 yilda arizalanip atilmak üzere tasarlanmis bir televizyona sahipsem veya bu tür bir "uzun ömürlü" üründe bile modalar ve trendler varsa, 20 yilin sonunda cocugumla ortak anilarimizi paylasabilecegimiz, hala oturup birlikte seyredebilecegimiz bir televizyonumuz olabilir mi? Tamam, televizyonuma duygusal baglarla baglanmam gerekmedigini iddia edeceksiniz simdi. Ama sizin hic mi 15 yil önce aldiginiz, modasi coktan gecmis, rengi biraz solmus, dikisi de kaymis, yegeniniz dogdugu gün hastaneye gittiginizde üzerinizde olan, kendinizi icinde baska herseyden daha rahat hissettiginiz, giysi dolabinizi elden gecirirken asla ve asla "atilacaklar/verilecekler" yiginina dahil etmeyeceginiz bir tisörtünüz yok? Hadi, itiraf edin!

Ücüncüsü, o kadar cok seye sahibiz ki her biriyle ayri ayri bir bagimiz olmasi mümkün degil! 100 ayri DVD film varsa evimde, bazilarini cok seviyorumdur, ama cogu da fazla iz birakmamistir bende. Acikca fazlaliktir. 75 cift ayakkabisi varsa birinin, iki cift ayakkabisi olan biri kadar yakin degildir ayakkabilarina. Isterse her birine tek tek asik olsun magazada ilk gördügünde.
 
Sanki anlatamiyorum ne demek istedigimi. Tüm bunlari düsünürken, Kücük Prens'ten aklima bir söz gelmisti: "Gülünden sen sorumlusun". Sahip olmak da temelinde sorumluluk demek degil midir? Belki de sorumluluk almadan sahip olmaya kalktigimiz icin yanlis gidiyor bir seyler. Onu yazacaktim buraya. Internet'te ararken su bölümü buldum kitaptan. Sanki benim anlatmaya calistiklarimi dillendiriyor tilki:

"Yalniz evcillestirdigin seyleri taniyabilirsin. Insanlarin tanimaya ayiracaklari zamanlari yok artik. Aldiklarini hazir aliyorlar dükkanlardan. Dost ariyorsan beni evcillestir iste. "

Bir de Kücük Prens'in gül bahcesindeki güllere söylediklerine bakin simdi :
"Buradan gecen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzedigini sansa bile, o tek basina topunuzdan önemlidir. Cünkü üstünü fanusla örttügüm odur, rüzgardan korudugum odur. Yakinmasina, böbürlenmesine ve hatta susmasina kulak verdigim odur. Cünkü benim gülümdür o."
...

Tilkinin son dersini de unutmamali:
Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır.”
Kücük Prens unutmamak icin tekrarladi:
"Ugrunda harcadigim zamandir"
"Insanlar bu gercegi unuttular, sen unutmamalisin. Evcillestirdigin seyden sen sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun.
Kücük Prens unutmamak icin tekrarladi:
"Gülümden ben sorumluyum."

Belki de diyeceksiniz ki, "Evreeeen, Saint-Exupéry orada sahip olmaktan falan degil, dostluktan bahsediyor!"
Yine de "evcillestirmek"ten veya "tanimak"tan bahsettigi her yerde "sahip olmak" fiilini koyun yerine. Böyle de anlamli degil mi?

Simdi o yol ayrimina dönelim tekrar. Taaa, yukarida, hani o leylak agacinin yanindakine. Orada aklimin bir yani "Iste bu! Ancak düsünsel / duygusal bir bag kurarsan, zaman ve emek verirsen bir seye gercekten sahip olabilirsin" diyor. Baska bir tarafiysa diyor ki "Hayir! Yanlis baglanti kuruyorsun sen. Bütün yola cikis örneklerini canlilardan, dogadan aliyorsun. Agaclardan örnegin. Bir agac da senin gibi, sana denk bir parcasidir doganin. Sen onu gözlemekle, onu anlamakla sahip olamazsin. Olsa olsa onu biraz tanimis olursun ve biraz dost olursun ona. Belki biraz daha zenginlesir, daha büyük bir sen olursun".

Bu yil Haziran ayinda tozlanmis bir kütüphaneden, cook yillar önce okudugum bir kitabi cikarip tekrar okudum. Eric Fromm'un... Sahip olmak ya da olmak adi.  Fromm'a göre cagdas insan önceki dönemlerin hicbirinde olmadigi kadar cok iyelik eki (veya have/haben yardimci fiili deyin ona) kullaniyor. Doktora gittiginde agriyan yerini gösterip "surada bir sorun var" demiyor, "Doktor, bir sorunum var" diye basliyor lafa. Tam hatirlayamiyorum örnegi. Belki de "neresi agriyor?" diye soracagina, "agrin nerede?" diye soruyor doktor. Ardindan  "doktor dedi ki..." demiyor hasta; "doktorum dedi ki.." diye anlatiyor olup biteni. Dogru mu? Dogru. Bizim doktorumuz var, discimiz, berberimiz, kuaförümüz, manavimiz ve kasabimiz... Büyük sorunlarimiz var bizim ve büyük sorularimiz. Bazen "benim meselem degil" dedigimiz oluyor. Ama o bile aidiyet topunu baskasina atabilmek icin. Doganin bagrinda onca zamandir dikilen agaclari bile sahiplenmeye kalktigimiz oluyor iste böyle.

Resim, fotograf yok bu yazida. Kisa deseniz, pek degil. Türkce karakterlerin eksikligi yüzünden, okurken akip gitmiyor da üstelik. Bütün bunlar yetmezmis gibi klavyenin bu tarafinda karisik bir kafa var. Ve demek hala buradasiniz. Sizin de akliniz karisti mi? Iste bu yüzden bir türlü toparlayamiyor, bir türlü yazamiyordum bu yaziyi. Hadi, el birligiyle toparlayalim. Siz ne düsünüyorsunuz? Onu söyleyin bana.

Perşembe, Temmuz 22, 2010


Bunlar da dün "toplananlar". Kozalaklari gündüz birlikte nehir kenarindan dönerken aldi geldi. Tas ve cicek ise aksam gezintisinden. "Bak, ne getirdim!" dedi yine kapidan girince. "Aaaa, cok sevindim, sen bu cicegin adini biliyor musun?" dedim. Bilmiyormus, "ne o?" diye sordu. "Civanpercemi" dedim. Yüzü aydinlandi birden, güldü. "Cüyeellll" dedi; güzel anlaminda ;) Dünkü papatyayi bir kitabin arasina koydum, kurusun diye. Civanpercemini de ona arkadas edecegim galiba. Hatta diyorum ki bir karton kutu edineyim. Ne toplayip getiriyorsa icine koyayim. Hatira olsun minik toplayicinin cocuklugundan yetiskinligine. Adi da "sincabin topladiklari" olsun; daha da iyisi "sincabin gizli hazinesi"...

Çarşamba, Temmuz 21, 2010

Su fotograf hemen araya girsin lütfen:

Bu kozalakla papatyayi dün aksam yemeginden sonra babasiyla ciktigi gezintiden getirdi. Her seferinde "anne, ben geldim!" diye haber verir kapidan iceri girerken. Sanki görmemisim gibi, sanki ondan baskasi gelebilirmis gibi. Bu kez ek olarak "bak, ne getirdim" diyerek uzatti ellerini. Bir elinde kozalak, digerinde papatya. "Oooo, sen de bir sehir toplayicisi olmak yolunda ilerliyorsun emin adimlarla" dedim. O anlamadi ama ben coook mutlu oldum.  Eger fotograftaki kitabi bitirip burada biraz anlatma olanagim olursa, daha da iyi anlayabilirsin neden bu kadar mutlu oldugumu degerli okuyucu.

Pazartesi, Temmuz 19, 2010

Mutfakta clean slate uygulamaları

Hafta sonunu mutfaktaki canımı sıkan bir dolaba clean-slate uygulamasıyla çeki düzen vermekle geçirdim. Tamam, abartıyorum, aslında vaktimin tamamını böylesine fani bir işle geçirmedim tabii, kimbilir kaç yıldan sonra güzel bir konsere gitmeye bile zamanım oldu. Ama şimdilik dönelim mutfağa... Aslında mutfak eşyalarımda hemen hemen hiç fazlalık yok, bunu biliyorum. Fakat dolabın kendi iç yerleşiminden dolayı  işlevsiz bir hali var. Neresine elimi atsam, ne almaya calışsam bir fazlalık hali. Sorunun sebebini de az cok biliyorum. İkinci ve üçüncü raflara erişmek için parmak ucumda yükselmem gerektiğinden, mümkün olduğunca çok şeyi birinci rafa yerleştirdim en başında. Ama oradakilerin çok azını günlük olarak kullanıyorum.
"Herşeyi sıfırla ve en baştan başla" yönteminin işe yarayacağını biliyordum! Cuma akşamı tüm birinci rafı boşaltarak, oradaki her şeyi 2. ve 3. raflara sıkıştırdım; oralara sığmayanları da tezgah üstüne yığdım. Kendime boş rafı şekillendirmek için iki gün verdim. Cumartesi ve Pazar günü boyunca kullandığımız her şey (geçmiste yeri dolabın hangi rafı olursa olsun) haftasonu testini geçmiştir ve yeri ilk raftır diye düşünerek oraya yerleştirdim. Kalanları da 2. ve 3 raflara.

Düz tabakların ve yemek tabaklarının sadece 4'er tanesi, salata süzgeci ve büyük salata tabağı, küçük kaselerin sadece ikisi, hemen hemen bütün su ve çay bardakları (toplamda 8 tane) ilk rafa aitmiş ama geriye kalan tüm düz tabakların, kaselerin, ıvır zıvır küçük mutfak aletlerinin, kupalar ve hele hele kahve fincanlarının hiç birisinin orada yeri yokmuş. Kış gelince belki bir iki kahve fincanına daha yer açarız ama şimdilik güncel durum böyle.

Dünden beri bir ferahlık, bir ferahlık anlatamam.
Konserden mi, mutfak dolabından mı, bilmem.

Dip not: "Mutfak dolapları mı? Kap kacak mı? Ama sade yaşamak bu değil ki! Bundan daha derin, daha içsel bir şey olmalı" diyen değerli okuyucu. Merak etme, gelecek yazıda sanırım senin daha çok ilgini çekecek birşeylerden bahsedeceğim. Hoş gör, ruhen sarkaç gibi bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyorum. 

Cuma, Temmuz 16, 2010

Bugün başlayalım mı?

Düşündüm de, aslında ben bunu daha önce yaptım. Herşeyi elimin tersiyle şööööyle bir kenara itip, sıfırdan SADECE İHTİYAÇ DUYDUKLARIM ile başlamayı denedim. Hiç de fena olmuyor, insana aslında ne az  şeye ihtiyaç duyduğunu ve ne çok şeyin gereksiz olduğunu farkettiriyor.

Malta'ya ilk gidişimiz taşınmadan cok, seyahate çıkar gibiydi. Şartlar öyleydi, öyle gerekti. Bir bavula 4,5 aylik sincapla benim bütün ihtiyaçlarımın sığması demekti ve 4,5 aylik bir bebek eşya olarak kendi ağırlığının kat kat fazlasına ihtiyaç duyuyor, inanın bana! Dolayısıyla bavulda bana kalan bir küçük köşecikti. Dedik ki "dağ başına gitmiyoruz, en acil ihtiyaclarımızı yanımıza alalım, daha sonra bir şey gerekirse oradan temin ederiz."

Böylece oturup gayet radikal bir secim yaptım. Evde, dışarıda ve özel durumlarda giymek üzere, mümkün olduğunca fonksiyonel ve rahat olmasına dikkat ederek, çok az giyeceği götürmek üzere ayırdım.  Eskiden bu kadar eşya ile 15 günlük tatile çıkarken bile huzursuz olurdum ben. Epey gelişme var.

Malta'dan bir şey temin etmek gerekmedi. Dört ay sonra küçük bir tatil icin Malta'dan evimize döndüğümüzde başka neleri götürebilirim diye düşündüm. Gelen mevsim için seçtigim üç beş parça giysi dışında bir şeye gerek duymadım.

Malta'da ev düzenini kurmak ve korumak da kolaydı. Çünkü sadece giyecek değil, her konuda en çok ihtiyaç duyduklarımızı götürmüstük. Azla yetindiğimiz gibi bir hisse hemen hiç kapılmadık.  Azla yaşamanın hafifliğini sık sık hissettik.

İşte bu yüzden, bütün bu kaosu yaratan şeylerden daha azıyla yaşayabileceğimi biliyorum ben. Tek yapmam gereken şu yapışkan bağımlılık duygusundan kurtulabilmek. Bir de başlamadan önce kafamda iyi bir ön hazırlık yapmak. Yapabilirim! Sen de yapabilirsin değerli okuyucu!

Bugün başlayalım mı?
Posta kutumla başlıyorum ben, ya sen?

***

Ayni gün, daha sonra:
 Posta kutumdaki herseyi "Eylülde gel" adinda bir klasöre attim. Kendileriyle en erken Eylül'de görüsecegiz. Belki de bir daha hic görüsmeyiz. Gelen kutusunun bu halini cok sevdim :)


Çarşamba, Temmuz 14, 2010

Çıkaramıyorsan sıfıra ekle!

Mutfak masasinin üzerindeki karmasadan hoslanmiyorum. Mutfak tezgahinin üzerindekinden de...
Baharat ve erzak dolabinin ici öyle karisik ki; ne oldugunu unutup, gidip varolan seylerden bir paket daha aliyorum.
Gardrobun icinde kendimi kaybediyordum az daha. Gecen hafta sonu yazlik - kislik ayirip yerlerini degistirdim nihayet. O kadar dikkatli davranmama, indirim sezonu davullarina kulak tikamama ragmen hala neden bu kadar cok giy(e)medigim, kullan(a)madigim giyecegim var, anlayamadim.
Bu bloga bagli e-mail adresim gayet derli toplu ama bir tane daha var ki, gelen kutusunda elli küsuru henüz okunmamis yüzden fazla mail  temizlenip siniflandirilip arsive kalkmayi bekliyor.
Buraya tasindigimizdan beri -yani yaklasik bir yildir- derleyip, toplayip, düzenleyip, gereksizlerini atip dosyalayacagimiz bir kagit yigini ile yasiyoruz. Aradiklarimizi bulamiyoruz, söylenip duruyoruz.

Ben böyle degildim :(

Sincap Eylül'de anaokuluna basladiginda evdeki üc yillik olaganüstü hal kismen sona erecek ve her sey biraz daha derli toplu, biraz daha SADE, biraz daha güzel olacak diye hayalleniyorum.

Ama o zamana dek beklemeyi de gözüm yemiyor. Bazi alanlarda HEMEN, SIMDI harekete gecmem gerek!

Dün Zen Habits'de su yaziyi okudum, kafamda ampuller yandi.  Bugün sabah mutfak masasindan basladim. Her daim üzerinde duran tüm ivir ziviri (baharat kavanozlari, meyve kasesi, kücük badem-ceviz kaseleri, su sisesi ve burada saymak istemedigim baska bir takim seyler) masanin üzerinden alip bir yerlere kaldirdim. Simdi oralar biraz sıkışık ama mutfak masasına bakmak içimi huzurla dolduruyor ;)

Sorun su ki, gardrobumda ve kagit yigininda Zen Habits'deki radikal öneriyi deneyecek yerim de yok, cesaretim de. Posta kutumda birikmis mektuplari oldugu gibi, okumadan arsive atmaya bile cesaretim yok hatta! Okumadiklarim arasinda tüm yasamimi degistirecek büyülü bir formül falan vardir da, kaciririm diye korkuyorum! Pes yani!

Bu kafayi degistirmem gerek.

Pazartesi, Temmuz 12, 2010

Parlak fikir...ama çok geç...

Son bir haftadir "mevsimin nimetidir" deyip bir sürü kiraz yedik mi? Yedik!
Hatta hızımızı alamayıp şu nefis şeyi yaptık mı? Yaptık!

E, peki çekirdeklerini niye çöpe attık?
Neden aklımıza kiraz çekirdeklerinden sincaba hem bir sıcak torbası, hem de bir oyuncak bebek yapmak gelmedi?

Tüh!

Sen unutma, oldu mu değerli okuyucu?

Kefir hakkinda yeni bir seyler VEYA Ah sincap ah...

Alti üstü "ben kefir hakkinda yeni bir seyler denedim ve ögrendim" diyecegim ama lafa nasil girecegimi bilemiyorum günlerdir. Böyle girmis olayim.

Sincabin kefir icmesini cok cok, herseyden cok istemistim ama o benden inatci cikti. Cilekli, armutlu, muzlu bir sürü nefis smoothie denedim. Her seferinde bardagi görür görmez dudagini bükmekle yetindi. O nefis seylerin hepsini sonunda ben ictim. Kefirin tadini sevmeyen ama nimetlerinden faydalanmak isteyen akli selim sahibi yetiskinler bir de meyveli-kefirli smoothie yapip denesin mutlaka.

Örnegin bugün kendime (ama sadece kendime, sincaba yok!) cileklisini yaptim tekrar. Göz karari biraz kefir, biraz cilek ve biraz bali blender kullanarak karistirdim. Sonra bugün canimin degisik bir tat istedigine karar vererek baharat kutusunu söyle bir gözden gecirdim. Kisnis tohumu mu, kakule mi bir an kararsiz kaldim. Sonunda kakulede karar kildim. Iki tane kakulenin icini kefire bosaltip yeniden karistirdim. Sonuctan pek memnun kaldim ;)

Fakat anlatmak istedigim daha cok kefirin saklanmasi ve tasinmasi ile ilgili. Türkiye'den dönerken kefir tanelerimi sag salim buraya nasil ulastiracagimi biraz arastirmis; sonunda suda ve kücük bir cam sisede tasimaya karar vermsistim. Bu arada daha önce de denedigim icin biliyordum. Kefir taneleri kaynatilip sogutulmus icme suyunda ve buzdolabi sartlarinda 15 gün kadar sorunsuz yasiyor. Ardindan tekrar süte katildiginda, ilk bir iki mayalamada biraz buruk bir tadi olabiliyor ama sonra geciyor. Unutmadan tekrarlayayim, kefir taneleri herhangi bir sebeple suya temas edecekse, bu daima temiz icme suyu olmali. Asla ve asla klor icermesi muhtemel musluk suyu olmamali. Kefirdeki canli mikroorganizmalar (probiyotik bakteriler, vb) klordan hazzetmiyorlar haliyle.

Dönelim kefir transferi konusuna... Yolculugumuzdan bir aksam önce kefir tanelerimi sütten suya aktararak hazirladigim cam sisenin icine koydum. Ama farkettim ki, bir ay icinde kefir taneleri benim hesapladigimdan daha hizli büyümüs ve cogalmislar. Tanelerin yarisi sigmadi cam siseye. Bu hatami cok gec farkettigim icin kefir tanelerini verebilecegim kimse de yoktu cevrede. Elimde sadece kefir tanelerini kurutmak secenegi vardi. Denemeye karar verdim. Okuduklarimdan aklimda kaldigi sekliyle, suda iyice yikayip süt ve kefirden iyice temizlemis oldugum artan kefir tanelerini bir kac kat kagit pecete arasinda (temizliginden eminseniz, kagit mendil veya kagit havlu da olur), oda sicakliginda (ki hic de serin bir gün sayilmazdi) ertesi gün ögleye kadar beklettim. Taneler kurudukca sarimsi krem, kemik gibi bir renk aldi. Yola cikmadan az önce yine kagit peceteler arasinda temiz bir naylon posete koyarak, bavula, giysilerin arasinda güvenli bir yere yerlestirdim. Geceyi buzdolabinda geciren sudaki kefir taneleri de cam sise icinde bavula yerlesti. Eve ulastigimizda cam siseyi hemen buzdolabina koydum ama kurutulmus kefir tanelerini bulup buzdolabina yerlestirmem ertesi günü buldu. Her ikisini süte kavusturmam ise ancak o günün aksam saatlerindeydi. Dolayisiyla, bir kisim kefir tanesi su icinde ve cogunlukla buzdolabinda bekleyerek , bir kismi ise daha travmatik sekilde kurutularak ve hemen hep oda sicakliginda bekleyerek 48 saat sütten uzak kaldilar.

Bir kac saat sonra...
Her ikisinde de tekrar kabarcikli bir hareketlenme baslamisti bile!

Ne olur ne olmaz diyerek, iki ayri usulde tasidigim kefir tanelerini ayri ayri mayaladim. Su ara uygun kavanoz yoklugundan ayni sekilde devam ediyorum. Suda tasiyarak getirdiklerimde hicbir sorun yok. Kurutarak getirdiklerim sanki biraz daha yavas üretiyor kefiri ve sanki hala biraz buruk, peynirimsi bir tat var o kavanozda üreyen kefirde. Renkleri de hala bana digerlerinden biraz daha sari gözüküyor. Yine de tüm bunlarin gözardi edilebilecek kadar kücük farklar oldugunu söylemeliyim.

Bir de su var:  Eger kefiriniz zaman zaman altta berrak, peyniralti suyuna benzer bir su ve üstte yogun-kati, yogurdumsu ve beyaz iki katmana bölünüyorsa endise edilecek bir durum yok. Sadece kefir taneleri cok calisiyor demektir. Ya mayalama süresi uzun, ya süt miktari az ya da hava sicakligi fazladir. Benim basima buzdolabinda mayaladigim kefirlerde bile geliyor. Cünkü kefir tanesi orani süt oranina göre daha fazla ve sincap beyle ugrasmaktan bazen mayalama süresini gereginden kat kat fazla astigimiz oluyor. Üstelik her zaman pastörize süt kullaniyorum. Bakin su yandaki öyle bir kefir mesela. Tek yapilmasi gereken kefiri iyice karistirarak iki katmanin tekrar homojen bir siviya dönüsmesini saglamak. Bu konuda internette bildigim en iyi kefir sitesi olan Dom's Kefir In-Site'daki FAQ bölümünde 29 no.lu sorunun yanitini okuyabilirsiniz.

Son olarak, kefirin probiyotik etkisinin isiya tabi tutuldugunda (yani kefirle ekmek, kek, bilumum hamurisi, corba, yemek yapildiginda) kaybolup kaybolmadigini arastirdim biraz da. Acikca yazan bilimsel bir kanit bulamadim ama bulduklarim bana aklimin söyledigini dogruluyor: Kefirin probiyotik etkisi, icindeki canli bakterilerden geldigi ve bakteriler de vücudumuzun isisindan daha yüksek isilarda canli kalamayacagi icin, kefir en fazla ılıtılabilir ama daha yüksek isida probiyotik etkileri kaybolur.
Bunlari arastirirken kefirin probiyotik etkilerine dair öyle seyler okudum ki, bu nimeti öpüp alnima koyasım geldi. Bakin, örnegin su var:  Probiotic Effects on Cold and Influenza-Like Symptom Incidence and Duration in Children. Ah sincap ah, sana ne desem, bilmem ki?


Acilisini gayet güc yaptigim bu yaziyi kapatirken, "Kefir hakkinda baska neler biliyordun ki?" diye soran degerli okuyucu icin de bir güzellik yapayim hemen:
- Tombul, ortanca ve minik
- 32 kisim tekmili birden kefir yazisi
- Sincaba kefir sevdirme turlari
- Kefirle mayalanmis ekmek

Çarşamba, Temmuz 07, 2010

Anasinin oglu


Iki gün önce ögle uykusundan "Anneeeeeee!" diye bagirarak uyandi. Endiseyle kosarak yanina gittim. Pencereyi, yari aralik perdeden disariyi göstererek "Bulut, bulut!" dedi. Uyanmis ve  pencereden disariyi seyre dalip, bulutlari farketmis. Güldüm, gidip perdeyi iyice actim, birlikte seyrettik bulutlari biraz da.

"Aaaa, bubabac (kocaman) bulut" dedi biraz sonra.
Durdu, düsündü.
"Aama (araba) bi sey bu bulut" dedi ardindan. Dört tekerlek üzerinde giden her seye deli oldugu icin arabadan baska bir seye benzetmesi beklenemezdi tabii.

Nasil oldu bilmiyorum ama, göge bakan bir oglum var benim :)

Fotograf: turtlemom4bacon

Pazartesi, Temmuz 05, 2010

Nehir kenarindan...

Nehir kenari mevsimle beraber canlanmis ve türlü türlü bitkiyle donanmis. Gecen hafta sincapla güzel bir yürüyüs yaptik orada. Bir cok yabani cicegin ve calilarin fotografini cektim. Büyük bir kisminin adini bilmiyorum. Bu vesileyle ögrenir, ögrendikce de buraya yazarim diye düsündüm. Fotograflarin üzerine tiklayarak büyütmek ve daha ince detaylari görmek mümkün.

IMG_2313

Nehrin bir tarafi bir kac yil önce düzenlendi. Oradaki agaclar, agacciklar, calilar anlamadigimiz bir sebepten temizlendi. Farkettim ki ciplak kaldigi icin bol günes alan bu tarafta bolca  günessever yabani cicek yetisiyor. Diger taraf agaclik ve gölgeli. Orada ise daha cok gölgesever bitkiler ve kücük calilar var.

Günesli taraftan basliyoruz:
IMG_2320

Bu cicege bir kac yil önce Dügün cicegi (Ranunculus)'nin adini ögrenmeye calisirken rastlamistim internette. Sari cicekleri birbirine benziyor cünkü. Adini o zamanlar not etmemisim.  

IMG_2308

Bu fotografta hos bir kaza olmus :) Öndeki pembe minik cicegi cekmeye calisiyordum. Tahminen cok sevdigim Turnagagasi (Geranium) ailesinden bir cicek. Onu net cekmeyi basaramamisim. Buna karsilik arka plan gayet net cikmis. Cilekleri ve o minik mavi cicekleri fotografi cekerken degil, evde cektiklerime bakarken farkettim :) Sag üst kösedeki iki minik cilek bebegini gördünüz mü?

IMG_2310

Cayirlarin olmazsa olmazi: Civanpercemi :)

IMG_2312

Bu da yeni tanistiklarimdan: Sinirli ot

IMG_2314

Bu pembe cicekler bir tür karanfil olmali. Internet'te biraz arayinca Dianthus sylvestris (Stein-Nelke)
cikti karsima. Cicekleri cok benziyor; o olmali. Aklima tek takilan su: Dianthus sylvestris Almanya'da oldukca nadir rastlanan bir bitki olup (sadece Allgäu Alpleri'nde görülüyormus? ) koruma altindaymis.

IMG_2316

Bu mor cicekli bitkinin ne oldugunu bilmiyorum.

IMG_2317

Papatyalar. Ama papatya var, papatya var. Bu tam olarak hangi tür merak ettim. Sincap habire koparip anneye armagan etmeyi seviyor :) 

IMG_2319

Bu ilginc beyaz-acik pembe renkli cicekleri olan bitki de ne oldugunu merak ettiklerimden...

IMG_2321

Oenothera biennis - Gemeine Nactkerze. Aslen kuzey Amerikali. Orta Avrupa'da da yayginlasmis. Lesley Bremness'in kitabinda da söz edilir. Bazi faydalari da var yanlis animsamiyorsam.

IMG_2325

Bu bitkiye bir kitapta rastladigimdan neredeyse eminim ama adi aklimda kalmamis. Gördügüm kadariyla gölgeyi, özellikle agac diplerini seviyor.

IMG_2326

Ayni bitkinin biraz daha yakindan bir görünüsü.

IMG_2327

Bu minik kirmizi meyveli caliyi ilk kez gördüm.

IMG_2328
Nehir kenarinda bu sari ciceklerden o kadar coktu ki... Diger fotograflarda da var geri planda hep.Yer yer renkleri turuncuya dönmüs olanlari  da vardi. Daha cok günes aldiklarindan veya benzer bir sebeptendir diye düsünüyorum.

 
IMG_2330

Civanperemlerinin cevreledigi pembe bir cicek.

IMG_2331

Baska sari cicekler...

IMG_2335

Kokulariyla beni varliklarindan haberdar eden filbahriler. Artik nehrin diger yakasindayiz...

 
IMG_2336

Bu bitki daha önce gilaburu oldugunu tahmin ettigim agaccik. Bu kez yeni meyve veriyor. Ne yazik ki  cicekli halini kacirdim. Yoksa emin olabilirdim.  

IMG_2339

Ihlamurlar nefis kokuyor. Keske kokularini saklamanin bir yolu olsa. Ancak fotograflarini cekebildik. Ihlamurla ilgili dün okuduklarimi paylasayim bir de: 1000 yil yasayabilir, 40 metreye kadar boylanabilirmis. Almanya'da (ama büyük olasilikla baska ülkelerde de) öteden beri saglik ve mutluluk getirdigine, koruyucu etkileri olduguna inanilan bir agacmis. Bu yüzden kücük yerlesim birimlerinde, köylerde merkezi bir yere dikilir ve adina "Dorflinde" (Köy ihlamuru) denirmis. Sosyal yasam dallarinin altinda canlanir; kutlamalar orada yapilir, yas orada tutulur ve hatta suclular dallarinda asilirmis.  

IMG_2346

Bu da akdikenin yeni meyve vermis hali. Akdikenin kalp-damar rahatsizliklarina iyi geldigini okudum gecen gün. Ama yaprak mi , yoksa meyveler mi bilmiyorum. Elbette uzman ellerde hazirlanmissa...

Simdilik nehir kenarindan bu kadar. Bu bitkilerden bildiginiz, tanidiginiz var mi?