"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Cumartesi, Ağustos 28, 2010

Baska türlü bir ekonomi? - III

Durun, durun! Basligi görüp kacmayin :) "Cocuk yetistirirken inandigimiz masallar", "Fedakar davranisin yeniden kesfi" , "Sevgiye övgü" falan da olabilirdi bu yazinin adi. Hepsi sonunda ayni kapiya cikiyor cünkü.

Birileri bana görünmeyen elden ve homo economicus'tan ilk bahsedeli 18 yil olmus. "Rekabet iyidir" demislerdi, "motivasyon/ödüllendirme iyidir" demislerdi bir de. Bir tür kültür soku yasiyordum o yil. Duydugum hicbir sey tam oturmuyordu kafamda. Dogru olduklarina inanmaya calisiyordum, oysa iceride bir yerde o kadar da dogru olmadiklarini söylüyordu bana bir ses.

Simdi bir ricam var. Ne yapip edin, -tünellerden gecin gerekirse- ve zaman ayirip bu video'yu izleyin lütfen.  Royal Society for the encouragement of Arts, Manufactures and Commerce (RSA) tarafindan hazirlanmis. Adi  Emphathic Civilisation (Empatik Toplum)



Eger daha da cok vaktiniz varsa, 'Empatik Toplum' fikrinin sahibi Jeremy Rifkin'in suradaki 51 dakikalik konusmasini izleyin. Yine Youtube üzerinden ama dilerseniz bilgisayariniza indirip izlemeniz de mümkün.

Ve eger Ingilizce bilmiyorsaniz, su anlatacaklarimi bir okuyun öyleyse. Jeremy Rifkin özetle diyor ki;
Son 10 yil icinde evrim biyolojisi, nöro-bilişim ve cocuk gelisimi alanlarinda yapilan bazi arastirmalar ilginc sonuclar verdi. Bugün empatinin beyinde nasil gelistigi ve ayna nöronlarin (mirror neurons / spiegelneuron) bu sürecteki islevi daha iyi biliniyor.  Bu bilgilerin isiginda  toplumsal kuruluslarimizin (egitim sistemi, ekonomik sistem vb) dayandigi temel varsayimlarin yanlis oldugunu da iddia edebiliriz. Cünkü insanoglu siddet, öfke, kisisel cikar ve firsatciliktan cok sosyal iliski kurma, attachment, baglilik, birliktelik ve hepsinden önemlisi ait olma duygulari ve dolayisiyla empati duyacak sekilde programlanmistir; diger bir deyisle dogamiz buna yöneliktir. Insan dogasi geregi,  homo economicus (yani kendi cikarini maksimize etmek icin her daim rasyonel davranan yaratik) degil, bunun yerine (veya bunun yaninda) homo emphaticus (yani empatik, yani baskalarinin duygularini anlayabilen ve paylasabilen yaratik)tir. Veeee... Empati toplumsal yasamimizi düzenleyen asil görünmeyen eldir! Insanlik tarihi  boyunca empati hep varoldu ancak toplumsal gelismeye paralel olarak kapsami farkliydi. Önce ayni kabilenin, sonra ayni dinin, daha sonra -endüstri devriminin ardindan- ayni ulusun mensuplari birbirlerinin duygularini anlar ve paylasir oldular. Bugünün bilgi cagi bizi bilgi okyanusunda boguyor belki ( bu Riffkin'in videosundan degil. Benim kisisel yorumum) ama ayni zamanda bize tüm insanligi ve hatta bu gezegende yasayan tüm canlilari kusatan empatik bir yaklasim icin temel teknik altyapiyi da sagliyor.Catirdayan egitim ve ekonomik sistemlerimizi bu anlayis cercevesinde yeniden tasarlayip, yeniden kurmaliyiz.

Nasil? Cok radikal mi geliyor? Üzerinde düsünmeye kesinlikle deger!

Durun, gitmeyin!  Size son zamanlarda okudugum/dinledigim baska seylerden de bahsedeyim. 2007'de Harvard Üniversitesi'nden Felix Warneken ve meslektaslari tarafindan yapilan bir dizi deneyde 18 aylik cocuklar ile sempanzelerin tanimadiklari kisilere, herhangi bir direk karsilik olmadan yardim etme (yani altruistik davranis) egilimleri izlenmis.  Cocuklarin bir sey yazmak icin ihtiyac duydugu kaleme erisemeyen yetiskine (karsiliginda bir aferin veya bir oyuncak almadiklari halde) kalemi uzattiklari, sempanzelerin de benzer deney sartlarinda arastirmacinin erisemedigi bir tahta parcasini ona uzattiklari görülmüs. Homo economicus degilmis onlar! Deney degisik sartlar altinda (sempanze ve cocuklarin objeye erismekte güclük cektikleri ve objeyi uzattiktan sonra ödüllendirirlip ödüllendirilmedikleri gibi) tekrarlanmis üstelik. Sadece insan yavrularinin degil, sempanzelerin de daha önce karsilasmadiklari sartlar altinda ve gecmiste benzer ödüllendirme deneyimleri olmadiginda bile kendiliklerinden ve tekrar tekrar yardima hazir oldugu gözlenmis. Deneyin detaylari burada. Vakit bulursaniz, lütfen ama lütfen, sonda Supporting Information basligi altindaki videolari bir izleyin.

Elimdeki bir nota göre yine Harvard Üniversitesi'nden bir arastirmaci grup (büyük ihtimalle ayni grup), 20 aylik cocuklarda benzer sartlar altinda bir deneyde, ödüllendirmenin (deneyde bir tahta küp kullanilmis ödül olarak) yardimseverlik egilimini beklenenin aksine azalttigi sonucuna varmislar. Ne yazik ki bu arastirmanin metnine ulasamadim. Ama dilerseniz Warneken ve ekibinin calismalarina dair su makaleyi de okuyabilirsiniz.

Ben bu arastirmayi okudugumdan beri, sincaba yerli yersiz "aferiiiiiiin sanaaaaaa! braavoooooo!" demekten vazgectim. Zaten gayet sacma buluyordum abartili ödüllendirme triplerini. Gercekten memnuniyet duydugum durumlarda "tesekkür ederim, bu yaptigin cok isime yaradi gercekten, cok isimi kolaylastirdin" demekle yetiniyorum. Kendisi huysuz zamanlarini saymazsak, gecenlerde markette yasli bir teyzesinin tespit ettigi gibi gercek bir Muttihilfe (annesinin yardimcisi) dir bu arada :)

Bu türden ödüllendirmeden vazgecmeme bir diger sebep de, Montessori'nin 1912'de yazilmis The Montessori Method adli kitabinda okuduklarimdir. Montessori orada ceza ve ödüllendirmeden "Ruhu sınırlayıcı engeller", "Ruhu köleleştirme araçları"  diye bahseder. "İnsanoğlunun bütün zaferleri, bütün ilerlemeler içsel bir güce dayanır" der. Ona göre eğitimin amacına ulaşması için, ceza ve ödül gibi dış etkenlere bel bağlamaktansa, öğrenmenin hedefini veya öğrenme sürecinin kendisini, asıl ödül ve doyum sağlayan şey haline getirmelidir. "Ödüllendirilen davranislarin tekrarlanma olasiligi artar" mottosunu kafama kazimaya calistiklari o yillara öyle aciyorum ki simdi. Calistigim yillarda bu yazida anlattiklarimdan haberdar olsaydim, neden bazi calisma arkadaslarimin onca ödüllendirmeye ragmen zerre kadar harekete gecmediklerini de daha iyi anlardim sanirim. 

Anladik, empati ve yardimseverlik en kücük cocuklarda bile ve tahminen dogamizda var. Peki yasadigimiz dünya neden böyle? "Rasyonel ve kendi cikarini maksimize eden insan"a fazlasiyla vurgu yapildigi ve bu türlüsü hosgörüldügü icin mi? Peki insan kendini daha cok empati duyabilecek sekilde egitebilir mi? Prof. Dr. Tania Singer'in yaptigi calismalara göre yanit "evet". Kendisi empatinin beyinde nasil gerceklestigini arastirma konusu edinmis bir uzman. 2009 yilinda Budist rahibi Matthieu Ricard ile yaptiklari bir deneyde, Ricard'in yillardir yaptigi meditasyon ve benzeri Budistik uygulamalar sebebiyle beyninde empatiyle ilgili merkezleri diger deneklerden cok daha kolay ve kuvvetli aktive edebildigini gözlemisler.  Tania Singer ile yapilmis söylesiler var, konuyla ilgilenirseniz:

- Im Kopf der anderen (Die Zeit)
- Br-Online 'dan bir söylesi
- Empathischer Schmerz: Wie und warum das Gehirn mitfühlt

Duane Elgin'in Voluntary Simplicity adli kitabini okurken sevgi ile ilgili bölüme geldigimde birden sasirmistim. Evet, baglantiyi az cok görüyordum ama Elgin'in bu denli sevgi güzellemesi yapmasini biraz abartili ve konudan sapmis buluyordum dogrusu. Bugün öyle düsünmüyorum, baglari daha rahat kurabiliyorum simdi. Sade yasamak icin empati ve sevgi duymak gerekli. Hatta bunlar temel duygular denebilir. Baska türlü bazi duygusal, düsünsel engelleri asmak, bazi davranis bicimlerini otomatiklestirmek cok zor.

Bildigim bütün ipleri getirip koydum önünüze. Kendi baglantilarinizi kurmayi, kendi dügümlerinizi atmayi size birakiyorum. Ben bir sonraki sefere vakit ve enerji bulursam kendi dügümlerimi anlatacagim size. Teoriden degil, uygulamadan bahsedecegim.

Perşembe, Ağustos 26, 2010

Zıplayan Kurbağa

Bu Mayıs ayında Türkiye'deyken birisi sincaba kağıttan zıplayan bir kurbağa armağan etti. Bizimki çok severek oynamıştı. Bugün sıkıntının kapısını çalmak üzere olduğunu farkettiğim bir anda geldi bu aklıma. Internette arayıp nasıl yapıldığını buldum.



Nasıl yaptıysam, benimki zıplayan değil, takla atan bir kurbağa oldu. Fakat her şekilde sincabın can sıkıntısına derman oldu denebilir. Yaşasın! Sincabın kağıttan oyuncak dönemi gelmiş : )
Güncelleme: Sevdigim bazi cocuklarin ziplayan kurbagadan mahrum kalmasina gönlüm razi olmadi. Pire icin yorgan yakan devletime kiza kiza Youtube disinda arayip buldugum bir ziplayan kurbaga videosunu paylasiyorum asagida. Ilkinden biraz farkli ama zipliyor bu da ! :)

Çarşamba, Ağustos 25, 2010

Baska türlü bir ekonomi? - II



:)

Every individual…generally, indeed, neither intends to promote the public interest, nor knows how much he is promoting it. By preferring the support of domestic to that of foreign industry he intends only his own security; and by directing that industry in such a manner as its produce may be of the greatest value, he intends only his own gain, and he is in this, as in many other cases, led by an invisible hand to promote an end which was no part of his intention.

The Wealth of Nations, Book IV Chapter II

Invisible Hand (Görünmeyen el) ile ilk kez üniversitedeki birinci yilimda tanistim. Dersimiz Mikroekonomiye Giris. Iskocyali ekonomist Adam Smith ilk basimi 1776 yilinda olan "Uluslarin Zenginligi" adli kitabinda bahseder ondan. Kimilerine göre Adam Smith hepi topu üc kez ve cok üzerinde durmadan bahsetmistir "Görünmeyen El"den; bugün anlasildigindan da biraz farklidir onun kastettigi. Bugün anladigimiz sekliyle ise, özetle denir ki; persembe günleri kurulan köylü pazarindan, uluslararasi degerli kagit pazarina dek, her pazar dogal olarak kendi kendini düzenleme becerisine sahiptir. Bunu bireylerin kendi cikarlarini maksimize etme cabasi, rekabetin varligi ve arz/talebin karsilikli etkilesimi saglar.  Eger tüm alicilar neyi satin almak isterlerse onu alir ve bütün saticilar da neyi üretip satmak isterlerse onu satarlarsa; arz edilen ürün, arz miktari, fiyat vb. acidan pazar kendi kendini saglikli bir sekilde devam ettirebilecek yönde düzenler. Birilerinin alici veya saticiya -planli ekonomideki gibi mesela- "sen sunu üretip satacaksin, sen de bundan ancak bu kadar alacaksin" demesine gerek yoktur.

Görünmeyen el ve dolayisiyla serbest piyasa ekonomisi önemli bir varsayima dayanir: Bilgiye engelsiz erisim. "Alici da, satici da pazardaki tüm ürünlerden, onlarin tüm özelliklerinden ve fiyatindan haberdardir ya da istedigi taktirde hic bir engelle karsilasmadan bu bilgilere erisebilir" denir. Alici ile satici arasinda bilgi veya bilgiye erisim acisindan bir dengesizlik bulunmaz. Köylü pazarindan alisveris yapiyorsaniz ve de domates alacaksaniz, önce annem gibi pazarin tamamini bir dolasip hangi tezgahta fiyat daha uygun, hangisinde sectiriyorlar, hangisinde ezik cürük daha az karsilastirip, derhal taktiginiz "Homo economicus" sapkanizla bir takim kar maksimizasyonu analizleri yaptiginiz, domatesinizi öyle aldiginiz varsayilir. Otomobil alacaksaniz önce bol tablolu, bol hesap kitapli  ön arastirmanizi yaparsiniz. Konu komsuya, bir bilene, otomobil dergilerine, sitelerine sorarsiniz. Ikinci el piyasasini, yedek parca durumunu,  kilometre basina yaktigi benzini, hatta toplum gözünde sahip oldugu prestiji ve bunun size ne türden geri dönüsleri olacagini  arastirir, analiz eder, öyle karara varirsiniz. Pazardaki tüm alicilar da sizinle benzer hareket ettiginden kimse cürüklü domatesi pahaliya satip, üzerine bir de "sectirmem" diyemez size. Ya fiyati düsürmesi, ya sectirmesi, yani ürününü satabilmek  icin bir düzenleme yapmasi gerekir.

 Buraya kadar her sey güzel; kulaga hos geliyor, degil mi? Ama kazin ayagi öyle degil.

Birincisi, herkesin sadece kendi kisisel cikarini maksimize etmeye calistigi bir sistem yürümez. Yürümedigi yasanan son büyük küresel krizde görüldü. Kaldi ki, büyük capli bir kriz olmasa bile, pazardaki bazi hareketlerin alici - satici disindaki 3. kisilerin cikarlarini zedeleyecegi ve "bireysel cikar maksimizasyonu" prensibinin bunu göz ardi ettigi aciktir. Örnek?  Süt üreticisi maliyetleri düsürmek ve artan talebi her daim rahatlikla karsilayabilmek adina GDO'lu yemlerden medet umuyor: Sütlü cikolata üreticisi (burada alici oluyor) maliyetini düsük tutabildigi icin durumdan memnun, kullandigi sütün GDO acisindan kaynagini önemsemiyor. Kanun koyucu da "bildigin gibi yap" demis ona zaten. Bir kisim sütlü cikolata tüketicisi de "icindekilerin cok büyük önemi yok, ne kadar ucuza alirsam o kadar kardayim" diyor. Ya ben? Ben cok önemsiyorum! GDO'lu ürünler benim yasadigim cevreye zarar veriyor ve benim sagligima zararli olabileceklerine dair ilk bilimsel veriler de gelmeye basladi bile (Dilek, haberdar ettigin icin cok cok sagol). Ucuz cikolatada alan memnun,satan memnun. Peki ya benim cikarlarim ne olacak?

Ikincisi, -ki bunu daha da büyük bir sorun olarak görüyorum- 'görünmeyen el'in en büyük ön sartlarindan biri olan 'pazardaki her türlü bilgiye kayitsiz sartsiz ulasabilirlik' hicbir zaman gercek olmadi, hicbir  zaman da olmayacak gibi gözüküyor.

Cünkü:
- Bilgi ve iletisim teknolojilerinin gelismesi ve ucuzlamasi, isteyen her kisinin internet üzerinden bilgi girebilir ve bilgiye ulasabilir olmasi ,sonunda bu idealin gercek olabilecegini düsündürdü  bir zaman insanogluna. Öyle olmadigini artik biliyoruz.
- Yerel pazarlardan da bahsetmiyoruz artik, pazarimiz küresel ve orada satin almak üstedigimiz ürünü satan onbinlerce üretici var. Tüm ürünleri tek tek degerlendirmek ve karsilastirmak  zaten en basindan  bilissel (cognitive) kapasitemizin disinda.
- Ürünümüzün kalitesini etkileyen bilgi ve hayal gücümüzün ötesinde faktörler var ayrica.  Biraz merak edip sorgulamasaydim, sincaptan cok benim aklimi celen o cicili bicili yagmur botlarinin icinde neler olabilecegini nereden bilecektim?  Bir cok alici icin görünüsteki albeni, görünüsteki saglamlik/isgörürlük ve fiyatin ucuzlugu "kar maksimizasyonu" icin yeterli kriterler. Uzun vadede cevre ve saglimiza olan zararlarinin ceplerimize de yansiyacak etkileri genelde göz ardi ediliyor.
- Ayrica internetin varligi ve benim sorgulayici/süpheci tüketici olmam durumu cok da iyilestirmiyor. Sadece tek bir üründe kullanilmis kimyasal maddelerin adlari bile siradan tüketici olarak benim hafiza, algilama, telafuz ve degerlendirme kapasitemin kat kat ötesinde. Karsilastirmali analizlere ve ürünün diger niteliklerine hic giremiyorum bile! Güc bela varligindan haberdar oldugum dogal kaucuktan yagmur botlarina erisemedim bildiginiz gibi. Bol kimyasalli, ucuz Cin mali botlarin hakimiyetindeki piyasada saticilardan bazilari neden bahsettigimi bile bilmiyordu.
- Üstelik üreticiler de hicbir zaman bilgi paylasmaya acik olmamislardir. Kismen hakli sebeplerle; kim rakibinin üretim sirlarini bilmesini ister? Ama acikca tüketicinin de bir cok seyi bilmemesi tercih ediliyor. Ne sorarsaniz sorun takilmis plak gibi ayni yaniti veren üreticiler var. "Ürünlerimize gösterdiginiz ilgi icin tesekkür ederiz. Web sayfamizi görmüs müydünüz? bla...bla..bla.."
Patates almaya benzemiyor bütün bunlar diyecegim ama patates almak bile eskisi kadar basit degil artik. Yerel olani var, olmayani var; organik olani var, olmayani var; GDO'lu olani var olmayani var´; desteklemek isteyeceginiz kücük üreticiden olani var, kösteklemek isteyeceginiz uluslararasi üreticiden olani var; büyügü kücügü, kirmizisi  beyazi,  bir kiloya acikta satilani , bes kiloya plastik torbada satilani var; digerlerine benzedigi halde neden onlarin yari fiyatina satildigini bir türlü anlayamadiginiz ve fena halde süphelendikleriniz var.  

Özetle, güclü olanin kendi kisisel cikarlarini maksimize ettigi, kücük üreticinin sesinin duyulmadigi, tüketicinin cok önemli bilgilere özellikle arasa bile güclükle ulasabildigi veya asla ulasamadigi, bilgiye ulasacagim derken bilgi okyanusunda bogulup gittigi, önüne pazarlama teknikleriyle sahte kar maksimizasyonu pastalari sunulan bir tuhaf pazarlar devrinde yasiyoruz. 'Görünmeyen el' belki de gercekten var; ama birilerinin sirtini pışpışlamaktan pazari derleyip toplamaya firsat bulamiyor.    

Peki insan gercekten homo economicus mudur, yoksa bundan baska bir sey mi? O da baska bür güne izninizle.

Bu konuda baska bir yazi daha, okumak isterseniz:
Market Failure: The Back of the Invisible Hand

Ayrica web lehte ve aleyhte bir dolu yaziyla dolu, daha da ilgilenirseniz...

Cuma, Ağustos 20, 2010

Gidanin fiyati

Su hemen araya girsin; konudan cok da uzaklasiyor degiliz zaten :
"gerçek gıda, gerçek insanlar tarafından üretilir.
gerçek insanların sizin ve benim gibi gerçek ihtiyaçları vardır. gerçek ihtiyaçlar için bugünün dünyasında gerçek para gerekiyor, hem de çok miktarda! gerçek gıdanın fiyatı, gerçek üreticinin son derece gerçek ihtiyaçlarını karşılayabilen bir fiyat olmalıdır."

Baska türlü bir ekonomi? - I

Alman 3sat kanalinda öteden beri severek izledigimiz bir program var: Scobel
Program yapimcisi hep cok ilginc konular bulur ve konuyu hep birbirinden farkli ve ilginc acilardan irdeleyebilecek uzmanlarla görüsür.  Dün aksamki konu "Ekonomik kriz ve Budizm" idi. Eskiden olsa ekrana yapisir ve tek bir sözcügü bile kacirmadan izlerdim. Simdi sincapla mümkün degil tabii. Halinin üstünde tahta oyuncaklardan ciftlik yaparken, ancak kulak misafiri olabildigim kadarini dinleyebildim. Uzman konuk uzun yillardir konu üzerinde calisan Karl-Heinz Brodbeck idi. Sadece konusmanin giris cümlelerini aklima yazdim, o bile yeter aslinda. Scobel, Brodbeck'e Dogulu anlayisin ekonomik sistem acisindan Batili anlayistan nerede ayrildigini sormustu. Yanit : "Bati bireycidir, herseyi parcalanamaz son parcasina, atomuna indirger ve öyle irdeler. Batili ekonomi anlayisi da bundan yola cikarak bireycidir; bireylerin sadece kendi ekonomik cikarlarini gözetmelerinin toplamda sistemi düzenlemek icin yeterli oldugunu savunur. Dogu ise bütüncüdür. Evrendeki her seyin birbiriyle bagli olduguna, birbirinden etkilendigine inanir. Dolayisiyla ekonomik anlayisi da  cikarlarin karsilikliligina ve 'karsilikli cikarlarin gözetilmesi'ne dayanir ve bütünseldir."  

Dedigim gibi, konusmayi takip edemedim ama Brodbeck'in web sayfasini buldum internette. Surada tüm yazilarini, sunumlarini, kitaplarini bulmak mümkün. Ingilizce yazilari da burada. Ilk firsatta okumaya calisacagim yazilarini.

Brodbeck'in bahsettigi "bireylerin sadece kendi ekonomik cikarlarini gözetmelerinin toplamda sistemi düzenlemek icin yeterli oldugu" temel varsayimi bilindigi gibi  Ingiliz ekonomist Adam Smith'e ait. O bunu 'görünmeyen el' (invisible hand) olarak tanimlamis. Görünmeyen elin marifetlerinden bahsetmek ve konuyu döndürüp dolastirip sincabin yagmur botlarina getirmek niyetim var. Seri yazi olacak bu da. Cünkü simdi sincapla yilin son günesli günlerinden faydalanmak ve oyun parkina gitmek istiyouz. Basligi cok iddiali attim, farkindaysaniz. Baska türlü bir ekonominin nasil olacagina dair cözümler sunmayacagim elbette. Ama tüketici, sokaktaki insan, anne falan olarak "bu türden ekonomi"ye karsi kendimce cözüm cabalarim var. Vakit olursa onlardan bahsedebilirim.   

Perşembe, Ağustos 19, 2010

Kim demis okul alisverisi eglencelidir diye?

Gelelim yagmurluk ve su gecirmez pantolona.

Ökotest der ki:

"Su gecirmez pantolonlar amaclarina uygunlugu saglamak icin PVC ve diger ucuz, süpheli sentetik materyallerden üretiliyor.Üzerlerindeki Polyurethan kaplamalarin üretiminde saglik acisindan tehlikeli görülen klorlu kimyasallar kullaniliyor."

Bununla ilgili karsilastirmali testleri biraz eski. 2002 yilinda yapilmis. Alman giyim magazalari ve katalogla satis firmalarindan edinilmis 12 pantolondan hicbiri yeterli not alamamis. Test edilen tüm pantolonlarda (bazilarinda eser miktarda) Tributyltinn (TBT) tespit edilmis. Sanirim mantar önleyici bir amaci varmis. Az miktarda TBT bile hayvanlarda ama tahminen insanlarda da hormon ve savunma sistemlerine zarar veren etkilere sahipmis.  Iki pantolonda Triclosan tespit edilmis. Bir tür bakteri önleyici imis bu ve temizlik/kozmetik malzemelerinde de kullaniliyormus. Karacigerde sorunlara sebep oluyormus. Fazla uzatmamak icin diger bulunan kimyasallari listeliyorum, ilgileniyorsaniz tek tek arastirabilirsiniz:
- Iyot, Klor ve Brom iceren halojenorganik bilesikler (kimya bilgim azdir, kavramlarin Türkcesini yanlis yazmis olabilirim)
- 2,4-Toluylendiamin . Renk maddesi, hayvan deneylerinde kanser yapici etkisi kanitlanmis.
- PVC ve klorla islem görmüs diger malzemeler. Cevre zararlilari.
- Phthalat'lar.
- Agir metaller. Kursun. Kadmiyum. Arsenik. Dogrudan temasla cözünüp cocuga zarar verme ihtimalleri yokmus.  Ama cöp olduklarinda, bir sekilde geridönüsüme katildiklarinda, kacinilmaz olarak cözünüp dogada birikecek ve insanlarin besin zincirine katilacaklar.

"Iyi de bu 8 yil öncesine ait, degismistir tüm bunlar" diyeceksiniz degil mi? Yanildiniz! 2008 Haziran'inda Öko-Test 13 yagmur pantolunu ile tekrarlamis testi. Biri haric hepsi en düsük not ile sinifta kalmislar. O bir de gecer not almamis sonucta. 8 tanesinde Phthalat'lara rastlanmis yine. Hemen hepsinde, bir önceki yazida bahsettigim, cogu karsinojen PAH'lar bulunmus. Birinde yine 2,4-Toluylendiamin'e rastlanmis. Son iki yil icinde cok sey degistini ise sanmiyorum.

2009 Ocak ayinda cocuk ürünlerine özel sayisinda ise demis ki  Öko-Test; "Das praktischste Kleidungsstück der Welt gehört eigentlich direkt auf den Sondermüll". Türkcesi : " Dünyanin bu en pratik giysisinin yeri aslinda direk, özel kimyasal atiklarin toplandigi cöpler olmali".

Bir ara ciddi ciddi "cocuklar yagmurda islansa, camurla kirlense sagliklarina ne kadar zararli olabilir ki?" diye düsünmeye basladim. Daha sicak ve günesli bir iklimde yasiyor olsaydik, "benim cocugum yagmurluk mont-pantolon takimi olmadan ciksin oynamaya" diyecektim anaokuluna. Onu da diyemedim. Biraz arastirdim, piyasadaki ürünlerin hepsinin fiyat ve görünüs olarak birbirine yakin oldugunu gördüm. Fazla zamanimiz olmadigi icin iclerinden birine -cok da icimiz sinmeyerek- karar verip aldik. Sincap anaokuluna basladiktan sonra daha sakin kafayla arastirip, uygun bir alternatif bulabilir miyim, ona bakacagim. Bu yil sonbahar az yagmurlu, cok günesli gecsin diye diliyorum bu yüzden... Yagmurluk takimini aldigim firmaya "beslenme kutularinizda ve suluklarinizda BPA var midir?" diye sordum. Ertesi gün "Ilgili üretici departmana sorup size dönecegiz" dediler, yanitlari tam 4 is günü sonra geldi; ki firmalara ürünleri ile ilgili cok mektup yazan biri olarak yanit süresini ortalamanin üzerinde buluyorum. Yanit "hayir, BPA yok" seklinde. Hala kalmissa gidip alacagim o beslenme kutusunu da. Ama ürettiginin icinde su veya bu olup olmadigini (BPA gayet güncel konu bu arada, hic de zor soru sormadim) ögrenip bana yanit vermesi dört gün süren firmaya da eskisinden biraz daha az güveniyorum denebilir.

Anne babalarin tüketici olarak, ince, zarif taktiklerle sürülüp, hareket alani, cikis kapisi  olmayan köselere sıkıştırıldığı pis bir oyuna dönüsüyor alisveris.  Gidadan giyecege, oyuncaktan bakim malzemelerine her alanda oynaniyor oyun. O, eskiden benim cocuklugumdaymis, simdi kim demis okul alisverisi eglencelidir diye?

Salı, Ağustos 17, 2010

"Ananol" düsünceleri - III

Dedigim gibi anaokulundan elimize "bunlari ilk gün getirin" diyerek bir liste verdiler. "Her hava sartinda disarida oynamak" prensibi geregi yagmur botlari, yagmurluk ve su gecirmez kumastan yagmurluk pantolon var mesela listede. Sonunda sincap ve arkadaslarini söyle bir seye cevirme niyetindeler. Ic mekanda giymeleri icin bir ev ayakkabisi, bir de beslenme kutusu edinmeliyiz haliyle. Her zaman yaptigim gibi alisveristen önce internetten arastirmaya basladim. Genellikle baslangic noktalarim tarafsiz degerlendirme kuruluslari Stiftung Warentest ve Öko-Test'in yapip yayinladigi karsilastirmali ürün testleridir. Orada sözü gecen ürünler artik piyasada olmasa bile, degerlendirme kriterleri bir fikir verir, alisveriste neye dikkat etmem gerektigini söyler bana. 

Yagmur botlarindan baslayalim. Öko-Test'in Ocak 2009 tarihli test sonuclarina göre, test edilen 15 bottan hicbirisi gecer not (5 üzerinden 3)  bile alamamis! En düsük iki notu paylasmislar her biri. Raporda belirtildigine göre Alman piyasasindaki plastik yagmur botlarinin %85'i Cin'den gelmekteymis ve gerekli esnekligi saglamak icin Phthalat kullanilmaktaymis! Phthalat ben en son arastirdigimda, hakkindaki bilimsel olarak son karar verilmemis ama kötü ünü olan bir kimyasal maddeydi. Kanser yapiyor mu bilinmez ama hormonal dengeyi bozdugu söyleniyordu. Üstelik akliniza gelebilecek pek cok yerde, -bebeklerin dis kasiyicilarindan plastik banyo perdelerine dek- kullaniliyor bu madde! Tüm test edilen botlarda kanser yaptigi kanitlanmis Polycyclic aromatic hydrocarbons (PAH) tespit edilmis. Bazilarinda hayvan testlerinde karsinojenik ve DNA yapisina olumsuz etkileri kanitlanmis Benzo(a)pyrene'ler bulunmus. Bazi botlarda ise tehlike sinirinin üzerinde Arsenik ve Kadmiyum varmis! Anlayacaginiz, cicili bicili, renkli sevimli halleriyle bonbon sekerlerine benzeyen o botlarin her biri, saglik ve cevre icin uzun vadeli kimyasal bombalar gibi etki edebiliyor. Abarttim mi? Belki, cocugum sözkonusu olunca abartmaya meyilliyimdir.

Biraz arastirinca, -her ne kadar biz onlara plastik bot desek de-, yagmur botlarinin orijinalinde dogal kaucuktan üretildigini ve bazi üreticilerin cevre ve saglik konusunda bilincli tüketicilerin beklentisi dogrultusunda dogal kaucuktan botlar üretmeye devam ettigini ögrendim. Elbette plastik botlardan daha pahaliya mal oluyorlarmis. Bot alisverisine ciktigimizda bütün ayakkabicilara dogal kaucugu sordum. Bir cogu uzaydan gelmisim gibi baktilar bana. Bazilari ise sadece yetiskinler icin yagmur botlarinda dogal kaucuk kullanildigini söylediler. Ümidimi kaybettigim bir anda, ayakkabicinin birinde careyi "ben mümkün oldugunca az kimyasal kullanilmis bir bot ariyorum" demekte buldum. Satici kadin basini sallayip gitti ve bana üzerinde "kadmiyum ve kursun icermez" garantisi tasiyan bir bot getirdi. Meger kursun da bulunuyormus bazi botlarda! Sonunda bulabilecegim en iyi bot olduguna karar verip bu botu aldim. Piyasadaki Cin mali botlarin iki kati fiyata satiliyor ve onlar gibi cilali parlak ve cicili bicili degil. Görünüsü mat, gayet siradan ve tek renkli. Sincabin yasamini botlari renklendirmeyecek belki ama dogada daha renkli, daha yasam dolu bir seyler bulup telafi edecegimize eminim :)

Kamuya acik alanda reklam yapmak istemem ama ilgilenen olursa botun markasini e-mail ile paylasabilirim. Reklam gibi degil de, bir anne digerine öneride bulunuyormus gibi...

Yagmurluk ve pantolondan da sonra bahsedeyim.       

Cuma, Ağustos 13, 2010

Oyuncaksiz anaokullari ve Patagonya yolcusu oyuncaklar

Oyuncaksiz Anaokullari konusunu biraz daha arastirmaya karar verdim ve projeyi gelistirenlerin web sitesini daha detayli okudum. Projeyi gelistirenlere göre, oyuncagin cocugun gelisimindeki yeri yadsinamaz. Ancak bugünün dünyasinda cocuklarin gereginden fazla oyuncakla karsi karsiya. Ayrica oyuncak satin almak cocugun  baska konulardaki hayalkirikliklarini ve karsilanmamis ihtiyaclarini örtmek icin bir yöntem olarak kullanilabiliyor. Oyunlar gittikce daha az, cocugun ihtiyac ve hayalgücünden doguyor, buna karsilik daha cok hazir satilan oyuncaklarla önceden belirlenmis oluyor. Bu acidan cocuklara gecici bir süre icin de olsa yeterince serbest alan saglamak ve alisik olduklarinin disinda bir deneyim yasatmak önem kazaniyor. 

 Önemli yapitaslari ise söyle aciklanmis:
+ Oyuncaksiz ve materyalsiz! 

Kisitli bir süre icin -örn. 3 ay- ortamdaki tüm oyuncaklar kaldiriliyor. Sadece hazir oyuncaklar degil, kalem ve kagit gibi akla gelebilecek her türlü materyalde kaldiriliyormus, sadece mobilyalar kaliyormus sinifta. Bu kadarini ben de beklemiyordum dogrusu! Ancak "temizlik" uzun bir hazirlik döneminden sonra ve cocuklarin da katilimiyla yapiliyormus. Bugünden yarina oyuncaksiz bir ortamla karsilasmiyor yani cocuklar.  Projenin oyuncaga karsi olmadigi önemle vurgulaniyor. Amac cocuklara belli bir süre icin becerilerini, yeteneklerini, zayif ve güclü yönlerini kesfedip taniyabilecekleri yeni bir hareket(oyun) ve tecrübe alani sunmakmis. Ben konsepti gelistirenlerin yalancisiyim!  Örnegin cocuklar böyle ortamlarda grup dinamiklerini daha iyi taniyabiliyor, grup icinde belli roller edinmek ve grupla beraber hareket etmek gibi becerileri gelistiriyorlarmis. Iletisim becerilerinde ve yaraticilkta artis da cabasi. Projenin asil yola cikis noktasi da yetiskinlige uzanan nesnelere bagimli davranis sekillerini önlemek.

+ Ögretmenlerin yeni rolü:
Is oyuncaklari kaldirmakla bitmiyor tabii. Ögretmenlerin de bu yeni sarta göre yeni roller edinmesi gerekiyor. Artik oyun temalari sunmak, hizli cözümler getirmek, göstermek yerine bir tür sessiz, ilgili ve sadece gerektiginde destek veren "gözlemci "rolü biciliyormus onlara da. Montessori yöntemin de oldugu gibi.

+Anne babalar:
Elbette anne babalarin projenin temelleri konusunda bilgilendirilmesi ve okula sürec hakkinda gözlemleri ve deneyimleri ile geribildirim saglamasi gerekiyormus. Asil hosuma giden, büyük anne ve babalarin projeye dahil edilmesi. Bir ögleden sonra torunlariyla oynamak ve kendi cocukluk anilarini paylasmak üzere anaokuluna davet ediliyorlarmis :)

Tüm bunlar Ingilizce olarak suradan da okunabilir.

Her ne kadar evlerin oyuncaktan temizlenmesi projenin kapsaminda olmasa da, bazi cocuklar böyle olmasini bekliyormus. Proje sirasinda cocuklar evden okula oyuncak götüremiyormus. Peki sıkıldıkları olmuyor muymuş? Oluyormuş tabii. Ama bunun 'oyuncaksız anaokulu' konsepti icinde anlamli oldugu ve cocugun bu durumda kendi cözümünü kendi bulmasinin amaca uygun oldugu savunuluyor. Buna kesinlikle katiliyorum. Zamane cocuklarinin hic acikmadan sürekli atistirmaliklarla ve ara ögünlerle mesgul edilmek gibi, bir de her sıkıldıklarında yetiskinlerin sundugu oyun, oyuncak ve eglencelerle mesgul edilmesi sorunu var bence. Aynen siteden alintiliyorum: " Eglence, sıkılmak, hicbir sey yapmamak, fonksiyon görmemek biz yetiskinlerin cokca özlem duydugu gerekli aralardir. Cocuklarimiza bu yasamsal ihtiyaclari tecrübe etme firsati vermeliyiz."
 
Surada bir oyuncaksiz anaokuluna dair Almanca bir video var. Bu uygulamada sadece satin alinan hazir oyuncaklar "tatile gönderilmis",  oyuncaksizlik her yil bir kac hafta sürüyormus. Videodaki ögretmenin ifade ettigi gibi biz yetiskinlerin kafasinda "oyun esittir oyuncak" gibi bir yargi var ki, o kadar da dogru degil aslinda.
 
Biliyorum bazi yönleriyle kulaga tuhaf geliyor ama üzerinde düsünüp degerlendirmeye, uygulanabilir yanlarini alip kullanmaya deger bir konsept bu. Evdeki uygulamasina gelince, sincap bir seylerle oynamaya basladigindan beri düzenli olarak ortamdaki oyuncak sayisini sınırlı tutmak ve eldeki bütün oyuncaklari dönüsümlü olarak sunmak gibi bir aliskanligim vardi. Son zamanlarda ipin ucu biraz koptu. Evin nasil kaotik bir durumda oldugunu tahmin edebilirsiniz. Belirgin olarak tercih ettigi oyuncaklari var ve onlari kaldirsam bile farkedip hemen soruyor. Arabalari böyle. Legolarin yoklugunu bazen farketmiyor ama tahta oyuncaklarini da kaldirsam hemen sorar, eminim. Anaokuluna basladiginda evde gecirecegi süre azalacagi icin, yeni bir rotasyon plani yürürlüge koyabilirim diye düsünüyorum. Yasina uygun olmayan (büyüdü artik onlar icin) ve ilgilenmedigi bazi oyuncaklar var ki görsel, duyusal fazlalik yaratmaktan baska bir ise yaramiyorlar kanimca. Sadece onun icin degil, bizim icin de... Onlari tatile falan degil, temelli yerlesmeye Patagonya'ya göndermeyi düsünüyorum.

Perşembe, Ağustos 12, 2010

"Anonol" düsünceleri - II

Sincabin anaokuluna baslamasi islerimizi elbette zorlastiracak. Su ana dek bazi yiyeceklerle hic tanismamasini (sekerleme, dondurma, vb) , bazilariyla kontrollü olarak karsilasmasini (cikolata) bir noktaya kadar basardik. Az oyuncakla cok eglenceli zaman gecirme konusunda da epey tecrübelendik. Giyim kusam konusunda bugüne dek hic problemimiz olmadi. Bunun bazen toplumsal yasamda kritik degere sahip oldugunun henüz farkinda degil :) Neyse ki... Anaokulu baslangici bir kirilma noktasi demek. Baska cocuklarla, onlarin giydikleriyle, onlarin ellerindekiyle, onlarin ailelerinin tercihleriyle tanisacak. Denemek isteyecek, engelledigimizi hissederse daha da cok isteyecek.

Su ana dek anaokuluyla iyi anlasacagimiz gibi bir hisse kapildim. Ögle yemegini anaokulu veriyor ve tüm cocuklar ayni seyi yiyecek. Kusluk vakti kahvaltisini biz hazirlayip gönderecegiz ama sekerleme, cikolata vb. seylerin hos görülmedigi, elimize verilen tanitim ve hazirlik kitapciginda özellikle not düsülmüs. Yine ayni kitapcikta belirtilen bir baska sey de, cocuklarimizi okula "şık" giysilerle göndermememiz. "Her gün bahcede veya dogada oynuyor olacaklar, bolca kirlenecekler, mümkün oldugunca eski giysilerini giydirin" deniyor.  Harika! Bana kesinlikle uyar. Sincabin da aldiracagini sanmam. Mesele diger ailelerin konuya nasil yaklasacagi. Cocuk giyimi magazalarinin kreasyonlarina fazlasiyla kapilan, bebeklerin ve cocuklarin "kücük yetiskinler" olmadiginin ayirdina varamamis ve cocuklarini dogumdan itibaren süs bebegi gibi giydiren bir anne-baba tipi var. Dolayisiyla bir de 3 yasinda sabah evden cikarken ne giydigini fazlasiyla önemseyen bir cocuk tipi bulunmakta... Onlarla nasil basa cikacagiz bakalim.

Oyuncak konusunda gelince... Ön kayittan, alistirma sürecine dek anaokuluna bir kac kez gittim ve her seferinde ortada fazla oyuncak olmadigini gördüm. Emin degilim ama, bizimki ya "Spielzeugfreier Kindergarten" (oyuncaksiz anaokulu) veya onlarin prensiplerini kismen uyguluyor. Bu Almanya'daki kimi anaokullarinda uygulanan bir sistem. Ilk kez 1995/1996 yilinda Bayern eyaletinde uygulanmaya baslamis. Konunun uzmanlari anaokullarini ziyaret ederek oyuncaklardan "temizliyor". Oyuncaklar elbette cocugun dünyayi ögrenmesi ve kendini gelistirmesi icin cok önemli araclar. Ancak farkedilmis ki, günümüzün oyuncaklari hem nitelik hem nicelik olarak kücük cocuklarin gereginden fazla duyusal uyarana maruz kalmasina sebep oluyor. Seri üretim bantlarindan cikan, birbirinin aynisi oyuncaklar, cocugun belli oyun bicimlerinin disina cikmasini, dolayisiyla spontan gelisen oyunu ve yaraticiligi engelliyor. Üstelik tüketimi körüklüyor. Bazi cocuklarda bir tür "oyuncak bagimliligi" oldugu bile gözlenmis. Bu türden bir bagimliligin yetiskin dönemde sorunlarini kendi basina asamama ve daima dissal teselli araclari (örnegin nesne bagimliliklari, örnegin alisveris tutkusu) arama türünden egilimlere yol acabilecegi savunuluyor.  Oyuncaksiz anaokullari oyuncaga temelde karsi degiller, ancak cocuklarin kendi oyuncaklarini ve oyunlarini kendileri yaratmalari icin uygun ortamin yaratilmasini benimsiyorlar. Konuyla ilgilenler icin proje gelistiricilerin hazirladigi söyle bir PDF dökümani var.

Size daha anaokulunun elimize verdigi alisveris listesinden ve basimdan asagi dökülen kaynar sulardan bahsedecegim. Ama o da baska bir gün olsun.

Salı, Ağustos 10, 2010

Kimyonun -resimli- maceralari / 10.08.2010

Kahvalti ediyorduk. "Biliyor musun, mutluluk yazın erken kalkmaktır..." dedi kimyon birdenbire.
"... ve sabah serinliğinde kahvaltı niyetine taze pişmiş ev ekmegine bal sürmektir".
"Kapının çalmasıdır sonra..." diye devam etti.
"...Postacının geldigini kapıyı açmadan bilmektir.
Ne getirdigini de...
Paketi merakla açmaktır.
Kitaba şaşkınlıkla bakmaktır.
Zaten okuma listende olan bir kitabın armağan edilmiş olması değildir mutluluk.
O kitabın 'okumak istediklerim' listesinin başında durduğunu bilmeden hissedecek bir arkadaşa sahip olmaktır.


Bir cocugun bir papatya resmine bakmasi ve  'ben de böyle bir resim yapmak istiyorum' demesidir.


Hı hı, evet, yaklaşık böyle bir şeydir mutluluk."

Cuma, Ağustos 06, 2010

"Anonol" düsünceleri - I

Sincap Eylül ayinda anaokuluna basliyor. Onun deyisiyle "cok cüyel bir anonol cocugu" olacak. Bugünlerde bol bol son üc yilin muhasebesini yapiyor ve bir taraftan da okula hazirlik yapiyoruz.

Muhasebeyi yapan tek basima benim elbette, sincap daha cok hazirlik kisminda :) "Bugün bildiklerimle yeni dogmus sincabi elime verseler, neleri farkli yapardim, neleri tam da simdiki gibi?" diye düsünüyorum.

Dogumdan sonraki 24 saatte tatsiz ve nadir bir komplikasyon yüzünden iki kez operasyon gecirmem gerektiginden, oglumu kucagimda tutmama da, emzirmeme de izin verilmedi. Bugünkü aklimla, emzirmesem bile, yyatagimin yaninda duran o tuhaf, seffaf kutu/besikte degil, kucagimda durmasi icin israrci olur; bunun icin gerekirse hastaneyi ayaga kaldirirdim. Anne sütünün gelmesi ve bebekte emme refleksinin kaybolmamasi adina cok önemli olan ilk saatleri kaybettik. Sonuc olarak, sadece anne sütüyle besleyebilmek, formül sütlerden uzak durabilmek icin tam 1,5 ay savasmamiz gerekti.

 Ayrica ilk dört ay kendi yataginda yatirdik. Bunun uykuda ani bebek ölümü sendromuna karsi en önemli önlemlerden biri oldugunu biliyorum. Ancak bu ilk dört ayda bile sabaha karsi yorgunluktan baska türlüsünü yapamayacagimdan, bizimle uyumaya basladi. 4. aydan sonra ise ayri yatakta uyumanin sacmaligini farkettik ve 2,5 yasina kadar birlikte uyuduk. Simdi bile tamamen kendi odasinda, kendi yataginda yalniz yattigi söylenemez. Hele de yeni dogmus bir bebegin "kendi odasinda, kendi yataginda" yattigi düsüncesini dayanilmaz ve kabul edilmez buluyorum. Bizim yaptigimiza gelince, "ayni odada, kendi yataginda" yatmasi yerine, hem onun icin daha güvenli, hem de en basindan itibaren bizimle birlikte uyuyacagi bir düzen kuramaz miydik diye düsünüyorum. Yapabilirdik, yapmaliydik. Örnekleri var. (Isil, co-sleeping icin kullanilan harika bir bebek ek yatagi fotografi görmüstüm blogunda, simdi bulamadim. Bizimle paylasir misin?) Cok düsük bir olasilik da olsa,  bebegin havasiz kalmasi ya da yataktan düsmesine önlem olarak, gerekirse geleneksel usulde, genis bir yer yatagi ayarlamayi bile düsünmeliydik kanimca. Hepimiz icin daha huzurlu, daha mutlu bir uyku demek olurdu bu. Yeni dogmus, annesinin karnindan ve teninden yeni ayrilmis bir bebegi kendi basina parmaklikli bir yatakta uyumaya birakmaktan cok daha makul, cok daha mantikli geliyor bana. Bugünkü aklimla...

Yaptigim en iyi seylerden biri bir tasima bezi (sling) ve bir kanguru (mei-tai tarzi, Ergo) almakti. Bugünkü aklimla ,tasima bezini kullanmayi keske daha iyi ögrenseydim, kendime daha cok güvenebilseydim ve dogumdan itibaren sincabi hep onunla tasisaydim diye düsünüyorum. Digerini 4,5 aydan itibaren yogun olarak kullandim. Ama yine de agirligimiz bebek arabasindaydi. Sincap yürümeyi ögrendikten sonra bile, günlük kosturmacanin ve modern sehir yasamini planlayanlarin gazabina ugrayarak gereginden fazla bebek arabasinda  kapali kaldi. Alisverise giderken arabasiz olmazdi, hem onu hem yükleri tasiyamazdik. Bir haftasonu gezisine cikmissak, saatler boyu kucagimizda tasiyamazdik. (Yoksa tasiyabilir miydik?) Bir yerde yemek icin mola verdigimizde, arabada bagli oturmasi, sandalyede oturmasindan daha güvenliydi. Yürümeyi ögrendikten sonra, bir randevuya yetismeliysek, kendimizi onun yürüme hizina ve merakla saga sola takilmasina teslim edemezdik. Marketlerde, magazalarda, toplu ulasim araclarinda 1,5 -2 yasinda bir cocugun saga sola kosturup, her seyi ellemesi, karistirmasi, kurcalamasi hos görülmezdi. O yasta bir cocuk da burasinin yeni bir kesif ve oyun alani degil, "kismen 3. sahislara ait kamusal alan" oldugunu anlayamazdi elbette. Sonuc? Careyi sincabi cok gerekmedigi durumlarda bile arabasinda oturtmakta bulduk. Bazen yürümeye bu kadar gec baslamasinda (17 ay!) etkisi ne kadardir, diye düsünmeden edemiyorum. Baska ne yapabilirdik, bilmiyorum? Ama bu günkü aklimla henüz yürümeye baslamadan önce bile arabasinda mümkün oldugunca az tutar, disarida daha cok hareket imkani tanirdim. Bizim icin daha eziyetli, daha huzursuzluk verici, daha sinir bozucu olsa da yapmaliydik bunu. Bir cocuk icin (en azindan bu cocuk icin!) hareketin hayatin anlami oldugunu ögrendim cünkü! Farkettiniz mi? Sehirler cocuklar icin tasarlanmiyor artik. Cocuklar yetiskinlerin dünyasina uyum saglamayi ögrenmekle mükellef.

Yaptigim en iyi sey, sincabi emzirmek, hem de bu yasina dek emzirmekti sanirim. Bu uzun ve aramizdaki bagi kuvvetlendiren sürecin meyvelerini simdiden aldigimizi hissediyorum. Evde tam bir anne kuzusu gibi davranmasi, bir odadan digerine bensiz gitmek istememesi baslarda beni endiselendirmisti biraz. Oysa disarida bundan tamamen farkli. Kalabaliklara karismaktan, bizimle göz kontagini bile kaybederek uzaklasmaktan hic korkmuyor. Oyun ve oyun arkadasi söz konusu oldugunda beni hic aramiyor. Cok endiselenmeme karsin, gecen ay anaokulundaki deneme saatinde benden hic aglamadan ayrilip, bir saat boyunca beni hic sormamis olmasi da (ilk kez dilini hic bilmedigi ve hic tanimadigi bir grup cocuk ve egitmenle beraber yalniz kalmasina ragmen)  bir baska hikaye. Bütün bunlari dünyaya karsi ve kendine dönük güclü bir güven duygusuyla dolu oldugu seklinde yorumluyorum. Anne sütü olmadan da verilebilir bu güven duygusu elbette. Ama emzirmek, hele de uzun süreli emzirmek özel bir caba harcamadan, kendiliginden bu sonuca getirdi bizi. 

Bir diger dogru da sanirim sincabi evde kendim büyütmemdi. Kendisi de erkek cocuk sahibi bir arkadasim bana erkek ve kiz cocuklarin yetistirilmesinde bazi ince farklar olmasi gerektigini savunmus ve bununla ilgili bir kac kitap vermisti okumam icin. Birini yarisina dek okudum, bu türden bir ayirimi cok da dogru bulmadim. Aklimda kalan sadece bir cümle var o kitaptan : "Bir erkek cocuk 3 yasina dek annesine aittir." . Simdi düzeltiyorum bana dogru gelen sekliyle: "Bir cocuk 3 yasina dek annesine aittir". Yasadigimiz cag, cocuklarin en azindan 3 yasina dek anneleri tarafindan bakilip yetistirilmelerine pek imkan tanimiyor bazen. Buna da saygi duyarim. Hatta ortada bununla ilgili bir suc varsa, anneye degil, toplumun ve sistem kurucularin, kanun yapicilarin sirtina yüklemeyi tercih ederim. Cocuguna bir yilcik olsun kendisi bakabilmek icin özel sektördeki isinden ücretsiz izin dahi alamayan bir ülkenin sistem kurucularini ve kanun yapicilarini kastediyorum! Bir cocugun yasaminin ilk yillarinda MUTLAKA sevgi dolu, yakin ve saglam duygusal bir bag kurabilecegi biri tarafindan bakilmasi gerektigine ve bunun sonraki yasamini kökten etkiledigine gönülden inaniyorum. Anne olamiyorsa, bir büyükanne veya bir baba da olabilir bu. 

Farkina varmadan bir cesit attachment parenting propagandasina dönüstü bu yazi :) Fena da olmadi :) Yalniz cok uzadi. "Anonol" düsüncelerine yarin devam edeyim.

Perşembe, Ağustos 05, 2010

Mükemmel anne-baba? Mükemmel cocuk?

Tam su anda bir cümle okudum. Mutlaka yazmam gerektigini hissettim. Bütün anne-cocuk bloglarina ikinci baslik olmali belki de:

"Basitce ifade etmek gerekirse, bircogumuzun, cocuklarimizla yaptigimiz herhangi bir seyin, dogru yapmadigimiz sürece yapilmaya deger olmadigi düsüncesini asmamiz gerekiyor."

Malum kitaptan.

Bir pedagog babanin yazdigi cümleyi de unutmadim hic. Sincabin dogumundan önce bir dergide okumustum. "Cocugumu yetistirirken yaptigim ne varsa, ücte biri yanlisti" diyordu. Biz ne bekliyoruz, ne umuyoruz öyleyse?

Çarşamba, Ağustos 04, 2010

Bazen...


Sincap: Neden uctu anne?
Ben: Biraz da kendisi gezmek istemis.
Sincap: Geri gelsin!
Ben: Kendi karar verir gelip gelmeyecegine, biraz elinde durdugu icin mutlu olmalisin.
Sincap: Bazen gelir, bazen gelmez.
Ben: Evet, bazen gelir, bazen gelmez.  

Salı, Ağustos 03, 2010

Isirgan otlari, korkusuz sincap, korkak annesi ve daginik parcalar

"Doga, kusurlari da iceren bir kusursuzluk sunar. Camurla, tozla, isirgan otlariyla, gökyüzüyle, askin deneyim anlariyla ve dizlerdeki siyriklarla, daginik parcalar ve olanaklar sunar."
Dogadaki Son Cocuk
Richard Louv

Bu satirlardaki "kusurları da içeren bir kusursuzluk" ifadesi, yaşadığım dünyanın mükemmellik takıntısından sıkılmış yetişkin ruhuma nasıl da hitap ediyor. Ben 'o' çayırlarda büyüdügüm icin belki de. Dizlerimde cocukluk yaralarinin izleri var hala, isirgan otuyla elimin aci tanisikliklari var bir de. Isirgan otu dedim de...

...bakin, isirgan otlari:


Öbek öbekler, her yerdeler burada. Buraya tasindigimizda  ilk dikkatimi ceken bitkilerdendi. Bir yerlerde resmini gördüm. Altinda Brennnesseln yaziyordu. Isirganotu yani. Cocuklugumda hatirladigimdan biraz farkliydi. Izmir günlerinde salata olmak üzere mutfagimiza giren "dikenotu"ndan da baska gibiydi. Ama o zamanlar benim gözüm bitkilere bu kadar acik da degildi, itiraf edeyim. Uzun zaman bilir ama inanmaz gezdim cevrede. "Bak bu isirganotu" dedim kendime , pek inanamadim yine de...


Gecen gün sincapla nehir kenarinda yürürken, o birden yere yikilmis kütüklerin arasina dogru atildi. "Anne, hadi gel saklanalim buraya" diyerek... Bir kac gün önce babasiyla saklambac oynadiklarindan haberim vardi. Demek ki burasiymis oyun yerleri. Sincap, itiraf etmeliyim ki, dogada benden daha korkusuz. Dogayla benden daha direk bir cocukluk iliskisi gecirmis babasindan almis olmali bu yönünü. Bir anda patikadan cikmak; dizlerime kadar gelen, sık, ıslak otların arasına dalmak bir panik duygusu yarattı ben de.  Aklimin bir tarafi da sincabi öngöremedigim tehlikelerden korumak cabasinda oldugundan, pek dikkat etmeden attim adimlarimi. Elim dikkatsizce bazi otlara degdi hizla. Isirganmis onlar!  Gercekten. Simdi yüzde yüz biliyorum, icimde bir yerde inaniyorum buna. Isirganmis gercekten. Ellerim söylüyor cünkü ;)

Unutmadim, ekleyeyim hemen. Ingilizce Nettle deniyor. Gözlerinizi dört acarsaniz, genis Urtica ailesinin bu ilginc bireylerini her yerde görebilirsiniz. Sehirdeyseniz, yikik virane evlerin bahcelerinde olacaklar, unutmayin! 

Ama siz belki de hala "daginik parca" nedir, onu merak ediyorsunuz. Durun kitaba geri dönelim ve okuyalim oradan. Simon Nicholson adinda bir mimarin gelistirdigi bir kuram bu. Söyle ki, " Herhangi bir ortamdaki bulus ve yaraticilik derecesi ve kesif olanaklari, ortamda yer alan degiskenlerin sayisi ve niteligi ile dogru orantilidir. Nicolson'un tanimiyla daginik parcali bir oyuncak acik ucludur; bir cocuk onu cesitli sekillerde kullanabilir ve hayal gücünü ve yaraticiligini kullanarak baska daginik parcalarla birlestirebilir".

Peki tüm bunlarin cocuklarin doga deneyimleri ile ilgisi ne? Cok basit. Hep tembellik edip, Louv'dan alintilayacak degilim ya, söyle alayim sizi.

Hindibanin halleri, zayiflayan duyular ve kaybolan bilgi üzerine...

Cichorium intybus/Chicory/Wegwarte/Hindiba
Sadece kırların mavilisi degil, sofranizin salatasi, sohbetinizin kahvesidir ayni zamanda...


"Teknolojik ilerlemenin oldukca ender söz edilen bedellerinden biri, duyularimizin zayiflamasidir."

"Yirmi birinci yüzyilin Bati Kültürü, yayginlasan teknoloji sayesinde bir veri bollugu icinde yasadigimizi var sayiyor. Ama bu bilgi caginda, yasamsal öneme sahip bilgilerden yoksun kaliyoruz. Doga koklamakla, isitmekle, tatmakla, görmekle taninir."

Dogadaki Son Cocuk
Richard Louv

Not: Bu konu ilginizi cekiyorsa, oldukca eski bir kitap olmasina ragmen (TV devrinden bahsediyor) Bill McKibben'in The Age of Missing Information adli kitabini tavsiye ederim.  Yazarin resmi web sitesi surasi. Daha yeni tarihli kitaplari da benim okuma listemde:)

Bir tür thistle / Disteln /dikenli ot. Ama hangisi bilmiyorum.

Pazartesi, Ağustos 02, 2010

Bir doga koleksiyoncusunun günlügünden!


Buna inanamayacaksiniz! Sincap Cumartesi günü aksam yürüyüsünden elinde ne ile geldi dersiniz? Kendi boyundan daha büyük ve kendi kolundan daha kalin, kocaamaaaan bir agac dali ile. O kadar büyük bir sey ki, kendi basina tasiyamiyordu ve o kadar büyük bir sey ki, fotografini bile cekemedim. Yolda gelirken görmüs; babasina "ben bunu eve götürmek istiyorum" demis. Oglunun doga koleksiyonculuguna saygi duyan baba da "peki, olur" demis, kapip gelmisler.

Karton kutudan falan bahsediyordum ya, ne karton kutusu? Bir konteynir kiralasak, okul yasina kadar toplayip eve getirecekleri icin yeter mi diye düsünmekteyim simdi :O

Not: Fotografin konuyla ilgisi yok. Annesinin arsivinden, ne oldugunu merak ettigi beyaz meyveli bitki. Demek ki beyaz meyveli bitkiler o kadar da nadir degilmis dogada. Bir digeri de su.

Pazar, Ağustos 01, 2010

Mutfaktan ara nağme

Simdi suracikta "Hindiba nehir kenarindan bildiriyor" sapkami cikarip, bir yaziligina "Hindiba mutfaktan bildiriyor" sapkami giyiyorum izninizle. Mutfakta ilginc kesiflerde bulundum, onlari anlatacagim. Bir yapbozun parcalari gibi bir araya gelip ilginc bir resim cikardi ortaya bazi seyler. Onlari anlatacagim simdi, buyrun:

Parca 1: Krem santi
Almanya'ya ilk geldigimiz sene bir sey kesfettim ben. Krem Santi yok bu ülkede! Markete gidip aldiginiz, o süte karistirip mikserle cirpinca krem santi elde ettiginiz toz karisimindan yok yani. Ama Schlagsahne var. Bildiginiz krema. Onlarin paketlerinin üzerinde bazen krem santi resmi görüyordum buna karsilik. "Schlagen" Almanca carpmak, cirpmak falan demek. Bu kadar Almancam vardi o siralar. Söyle bir mantik dizisi olustu kafamda. "Bu kremayi alip mikserde yeterince cirparsam büyük olasilikla krem santi olacak. Ama mikserim de yok benim. Eger bir kavanozun icine koyup , kavanozu da hizlica sallarsam ayni cirpma etkisini saglayabilirim. Olur mu, olur!"

Ister inanin, ister inanmayin oldu da gercekten! Bir süre icine biraz da seker ekleyip bu yöntemle krem santi ürettim. Sonra mutfagimizdan yagli, sekerli ve hayvansal gidalari mümkün oldugunca cikardigimiz bir dönem geldi. Krem santiyle yollarimizi ayirdik.

Parca 2: Tereyagi
Tereyagini da yasamimizdan cikarmistik. Artik sadece zeytinyagi vardi. Esim bu konuda oldukca kati olsa da, sincap dogunca ben isyan bayragini actim. Eger tamamen dogal, katkisiz, kimyasiz sütten  üretilmisse ve ölcülü tüketilirse tereyagi o kadar da zararli olmamali diye düsünüyordum. Sincabin bir bebek olarak kolestrol gibi sorunlari yok, buna karsilik tüm gida türlerinden yiyerek dengeli beslenmeye ihtiyaci var diye düsünüyordum. Bir de itiraf edeyim, bütün ömrü boyunca tereyag ve tereyagli yemek yemis, yüz yasina yaklastigi halde hicbir kardiyovasküler problemi olmayan dedemi düsünüyordum. Arada bir eve sincap ve benim icin tereyag alinir oldu.  Yemeklerde degil, sadece kahvalti da yemek üzere. 250 gr.lik paket o kadar cok geliyordu ki ikimize , son kullanma tarihi geldiginde hala bitirememis oluyorduk, kafam bozuluyordu buna.

Gecen  yaz halami ziyaretimiz sirasinda bize ev yapimi tereyagi ikram edince gözlerim parladi. Ev yapimi! Hemen nasil yaptigini sordum, bana uygulamali olarak gösterdi. Önce bir litre süte 2-3 paket Schlagsahne ekleyerek yag acisindan zenginlestiriyor. Burada Almanca adini yaziyorum. Cünkü Türkiye'de buna direk karsilik gelen ürün tam olarak hangisidir, krema midir o, emin degilim. Bilenler söylesin lütfen. Bu arada her paket 200 gr ve icinde en az %30 yag var. Ardindan bu "zengin süt"ten yogurt yapiyor. Ertesi gün yogurdun bir kismini biraz suyla karistirip kivamli bir ayran yapiyor. Bu ayrani ayni benim usulle (tabii aslinda geleneksel yöntemle) ama daha büyük bir kavanozda uzun bir süre carpa carpa salliyor. Bu arada sohbet ediyoruz tabii. Bir süre sonra ayrandan ayrilmaya baslayan sari renkli yag taneciklerini görmeye basliyorsunuz. Kisa süre sonra bütün yag tek bir kütle halinde ayrandan ayrisiveriyor. Alip süzüyorsunuz, agzi kapali bir kapta buzdolabinda sakliyorsunuz. Tuzlanmis olmadigindan cabuk bozulmaya meyilli, bir haftada tüketmek gerekiyor. Ama sorun degil, lezzetli ve katkisiz oldugundan gönül rahatligiyla yiyorsunuz, cabuk tükeniyor. Bu arada geriye kalan ayrani da atmiyor, afiyetle iciyorsunuz tabii, yayik ayrani dedikleri sey belki de bu.
Buaraya kadar her sey harika. Eve gelip ben de deniyorum hemen. Önce Schlagsahne eklemeden %3,5 yagli sütle deniyorum. Ama yogurdu bir türlü tutturamiyorum. Defalarca deniyorum , olmuyor. Daha önce Malta'da cok yogurt mayaladigim icin, sorun ne anlayamiyorum. Bir ziyaretinde halam bizim evde, benim kullandigim süt ve yogurtla deniyor. O da basaramiyor! Nasil yorumlayacagimizi bilemiyoruz.  Evde yogurt ve tereyagi hayalim hüsranla son buluyor.

Parca 3:  Buyur burdan yak! Sonra da unut!
Mayis ayinda Türkiye'deyken bir gün su linke rastliyorum. Üzgünüm Almanca, ama özetle buradaki blogger bir sise organik "Schlagsahne" yi benim usulle cirparak tereyag elde ettigini anlatiyor. "Tereyag mi? Öyle cirpinca krem santi olur ama" diyerek okumaya basliyorum. Yazini devaminda bir aydinlanma ani yasiyorum. Almanya'ya dönünce mutlaka denemek üzere linki sakliyorum. Veeeee....... unutuyorum tabii ki. Hem de tamamen! Bütün detaylariyla...

Parca 4: O da olur, o da!
Gecen hafta aldigim schlagsahne son kullanma tarihine yaklastigi halde, ben hala planladigim  kurabiyeyi yapamamis oldugum icin "bari krem santi yapayim da sincapla bir sekilde tüketiriz" diyorum. Bir kavanoza alip hizli hizli sallamaya basliyorum. Bir süre sonra krem santi kivamini almaya basliyor. Emin olmak icin biraz daha sallamaya devam ediyorum. Ne kadar kivamli olursa, sincap o kadar sever diye umuyorum. Birden kavanozdan gelen ses degisiyor. Simdi bakin söyle: Normalde sivi halinde krema kavanozun  icinde "cok cok"luyor. Krem santi olmaya yakin katilastigi icin bu ses zayifliyor. Tam krem santi oldugu an hemen hemen hic ses duymaz oluyorsunuz. Ben bu noktadan sonra da cirpmaya devam ettim. Birden kavanozdan birbirinden asenkron olarak "cok cok"  ve "lok lok" seklinde iki ayri ses gelmeye basladi. Bu komik tarif icin özür dilerim ama baska türlü anlatmak zor :) Kavanoza bakinca icinde tek bir kütle halinde ayrismis tereyagini ve icinde yüzdügü sütü gördüm! Sütü süzüp kütlenin tadina baktim. Evet, gercekten tereyagi. Buzdolabina koydum. "Ben böyle bir sey okudugumu hatirlar gibiyim" diyerek bilgisayarin basina gectim ve yukaridaki linkteki yaziyi tekrar okudum. Orada da belirtildigi gibi kremsantinin olustugu an tereyagina giden yolun yarisindasiniz demek. Biraz daha sallayinca da kremadaki yag tamamen ayrisarak tereyagina dönüsüyor. Kalan sivi kivam olarak da, tat olarak da yagi alinmis sütü animsatti bana. Bazi kaynaklar "bu buttermilk/buttermilch'tir" diyor.Benim bildigim onun tadi farklidir. Baska bi arastirma konusu bu da.

Tanrim, okudugum her seyi unutmak ve Amerika'yi her seferinden kendim kesfetmek zorunda miyim ben?
Her neyse, bakin söyle bir tereyagi olustu sonunda:


Bu isin güzel tarafi, organik krema/schlagsahne kullaninca otomatik olarak organik tereyag elde etmek. Bir de ben 100 gr. veya daha az miktarda organik tereyagi satildigina hic rastlamamistim. Bu yöntemle bizim evin ihtiyacina uygun, az miktarda, taze tereyagi üretmek her daim mümkün. Dahasi da var! Son bir kac gündür afiyetle ev yapimi tereyagini yerken biraz da fikir jimnastigi yaptim. Birincisi, yogurt tutturmakta güclük cektigim icin dogrudan kremadan tereyag yapmak benim icin cok pratik. Ama yine de yogurt bir fermentasyon ürünü oldugu icin, ondan elde edilen tereyag probiyotik acidan veya besin degeri olarak daha zengin olabilir. Akil yürütüyorum, sadece bir tahmin. Ikincisi, yogurt yapmakta zorlaniyorum ama kefir mayalamakta hic sorunum yok. Aklima söyle "zihni sinir" bir sey geliyor: Krema ile zenginlestirilmis sütten kefir mayalar ve onu kavanozda calkalarsam, probiyotik acidan zengin bir tereyag elde edebilir miyim? Belki de ederim ve belki de sincap onu burun kivirmadan yer. Harika olur iste bu! Son olarak, krema veya kefirin icine cörekotu, mercan kösk vb. otlar , taneler atarsam geleneksel usulde otlu, cörekotlu tereyag elde eder miyim? Galiba bu da olur, pek de hos olur. Simde sirada bunlari denemek var. Heyecanlaniyorum!

Ve son olarak: "Biz bunu zaten biliyorduk" demeyin, kizarim. Biliyordunuz da neden söylemediniz bunca zaman yahu !?