"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Cuma, Şubat 29, 2008

Sabah kahveniz nereden geliyor?

Kökten bir küreselleşme karşıtı değilim. Ama kaynakların ölçüsüzce yer değiştirdiği; değerlerin, alışkanlıkların ve adetlerin tektipleştiği bir dünyada da yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünüyorum.

Küreselleşmenin tuhaf sonuçlarına ilişkin şu hikayeyi dil kursundaki öğretmenim anlatmıştı:

Bir yaz tatilinde kızı Güney Amerika'daki bir yaz kampına gidecek olmuş. Guatemala'daki bir çiftlikte (bir kahve plantasyonu idi yanlış hatırlamıyorsam) bir süre çalışacak; insanlarla, kültürle, dille biraz haşır neşir olacakmış. İlk gün çiftlik çalışanlarından biriyle birlikte, sabahları çalışma başlamadan önce topluca kahvaltı edilen bölüme gitmişler. Tanışma faslından sonra, kahve hazırlandığını farkedince "Ah, ne güzel" demiş "Siz burada dünyanın en güzel kahvesini içiyorsunuzdur". Aç parantez : Brezilya dünyanın en önde gelen kahve ihracatçısı olsa da kimilerine göre en lezzetli ve aromatik kahve Guatemala'nın nispeten ılıman iklimli yüksek bölgelerinde yetişmekteymiş : Kapa parantez. "Nerde" demişler "en kaliteli Guatemala kahvesi gelişmiş ülkelere ihraç ediliyor, bize kalan kahve son derece kalitesiz". Gerçekten de çiftlikte çalıştığı süre boyunca lezzetli bir kahve içme imkanı olmamış hiç. Ülkesine geri döndüğünde çiftlikte edindiği dostlarına kendisini hatırlatacak bir şükran hediyesi göndermek istemiş. Ne göndermiş dersiniz?

En kalitelisinden halis Guatemala kahvesi!

Çarşamba, Şubat 27, 2008

Malta'da Bavyeralı bir karahindiba

Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa!"

Bunu önce şaşkınlık tonunda başlayan, sonra sevinç tonuna yükselen bir çığlık olarak alın. Sonra yerimde hoplayıp zıpladığımı, dansettiğimi falan hayal edin. Sonra ciddi bir ifadeyle yüzüme bakıp "Annem çıldırmış olmalı" diyen oğlumu kucağıma alıp şapır şupur öptüğümü bir düşünün.
Üstüne bir de kolay kolay şaşırmayan, tepkileri ölçülü, sakin yaradılışlı bir tip olduğumu ekleyiverin. N'oldu?

Şöyle oldu:
2006 yılının Haziran ayı benim için biraz sıkıntılı geçti. Tezimi yazıyordum ve teslim tarihi çok yaklaşmıştı. Her gün üniversitede bir bilgisayar laboratuarına kendimi kapatıp bazen ara vermeden saatlerce çalışıyordum. Eve dönmek için otobüs durağına 10 dakika yürüyor ve 10-15 dakika kadar da genellikle kaçırdığım otobüsü bekliyordum. Bu süreyi etrafımdaki ağaçları, çiçekleri seyretmekle geçirmek biraz dinlendiriyordu beni. Bir süre sonra durağın yanındaki karahindibaları gözüme kestirdim. Karahindibayı severim, şurada bahsetmiştim. Tohuma kaçtıklarında biraz alıp saklamak, sonra evde kendim ekip yetiştirmek gibi bir fikir gelişmeye başlamıştı kafamda. Çocukken birbirimizin kulağına doğru üfleyip oynamayı sevdiğimiz o tüylü şeyin karahindibanın tohumu olduğunu kimse söylememişti. Galiba hiç bir yerde okumuş da değildim. Ama bir şekilde biliyordum işte. "O tüylü şeyler"in biz üfleyip oyun oynayalım diye değil, karahindiba tohumu rüzgarla birlikte uzaklara uçup yayılabilsin ve gelecek bahar çayırın her tarafını kaplayabilsin diye yaratıldığını biliyordum bir şekilde.
Tohumların yeterince olgunlaştığını düşündüğüm sıcak bir gün bir baş karahindiba tohumunu alıp bir kağıdın içine yerleştirdim. Otobüse bindim, eve geldim, üzerine "Karahindiba" yazıp kağıdı iyice katladım. Satın aldığım başka tohumların yanına koydum ve.... ve unuttum!

Sonra da şöyle oldu:
Geçen ay Almanya seyahatinden dönerken evde ne kadar tohum varsa toplayıp geldiğimi yazmıştım sanırım. 5 Şubat günü bir kaç başka tohumla beraber karahindibayı da küçük bir kaba ektim. Onun ve yine doğadan kendim topladığım bir başka tohumun ne olacağını özellikle merak ediyordum. Bir çeşit "yabani bitki evcilleştirme" procesi! O günden beri bazen günde bir kaç kez kontrol ediyorum ektiklerimi. Bazıları 5 günde çimleniverdi. Onları daha yazamadım bile. Karahindibadan tık yok, kendini biraz ağır satacak tabii ki... Ta ki dün öğleden sonra o minicik, o capcanlı, o taze yeşil yaşam belirtisini görene kadar...

Ne demiştik?
Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa!"

Salı, Şubat 26, 2008

Pek şaşırdım bu işe

Cuma günü akşam yemeğini hazırlarken, ayıkladığım turbun atmak üzere olduğum dip kısmına baktım bir an. Minik, yeşil bir filizlenme işareti vardı. Daha önce okuduğum bir bahçe kitabında havucun aynı kısmını kesip, düz bir kap içinde, biraz suyun içine yerleştirerek filizlendiriyorlardı. "Havuç için işe yarayan turp için neden yaramasın?" diye düşünerek aynı şeyi yaptım ben de. Ertesi gün yeşil kısım biraz daha büyük göründü gözüme, "uyduruyorum galiba" dedim. Ama sonra iyice emin oldum. Fotoğrafta da görüleceği üzere tabakta ve biraz suyla yetişen minik bir turp bitkim var! Hem de 4-5 gün içinde... Pek şaşırdım bu işe. (Fotoğraftaki tabak küçük, 14 cm. çapında bir tabak)

Turp

Ardından zihni sinir sorular gelmeye başladı tabii. Bu şekilde bırakırsam gelişimin bir süre sonra duracağı belli. Peki ya bir saksıya ekersem ne olur? Tutar mı tutar ! Peki turp yaprağı yenir mi? Yenmese de olur, yeşili yeter! Peki yeterince büyük bir saksıda, yeterince uzun süre büyütülürse sonunda bir (veya daha çok) turpçuk verir mi? Olur mu olur! Derdim turp yemek değil ki. İlk defa bir turbun (ve hatta bir yumru köklü bitkinin) nasıl yetiştiğini göreceğim böylece. Denemeye karar verdim. Hatta havuçla da... Dur bakalım n'olacak!

Not: Sözünü ettiğim kitap aslında çocuklara yönelik, bahçecilikten ve bahçe deneylerinden bahseden bir kitaptı. Türkçe'de böyle kitapların olmaması ne yazık. Üstelik her yıl gerekli gereksiz tonla kitap çevirilip yayınlanırken...

Cuma, Şubat 22, 2008

Gıdalara eklenen katkı maddeleri

Satın aldığımız yiyeceklerin içinde ne olduğunu bilmek konusunda takıntılıyım. Alışverişlerimde vaktimin önemli kısmı paketlerin üzerini okumakla geçer. Her ne kadar tüm katkı maddeleri zararlı değillerse de, tüketici olarak benim isteğim dışında ürüne eklenmeleri can sıkıcı. En azından ne olduklarını bilmek isterim.


E kodlarının karşılıklarını veren şöyle bir liste var Wikipedia'da. Türkçe Vikipedi'nin aynı konudaki başlığı ise şurada.

Çarşamba, Şubat 20, 2008

Basit Yaşam 101

Yoncalar çiçek açtı
Şu aşağıdaki bağlantıda ünlü Voluntary Simplicity kitabının yazarı Duane Elgin "neden daha basit bir yaşam?" sorusunu yanıtlıyor özetle ve 10 değişik sadelik/basitlik türü tanımlıyor kendince:
The Garden of Simplicity

Yazının Türkçesi de şurada:
Sadeliğin Bahçesi

Giriş dersi olarak okunabilir :))

Fotoğraf: Kıyıdaki gezinti yolunda, ağaçların altındaki yoncalar çiçek açtı. Benim bildiğim yoncalar yonca yonca dururlar. Bunlar değişik bir tür müdür, yoksa iklimden dolayı mı kolayca çiçeğe durdular, bilmiyorum. Güzeller :)


Güncelleme 27.04.2012: Her iki linkin de güncelligini kaybettigini haber veren Pelin'e tesekkürler :)
Ingilizcesi artik buradan, Türkcesi ise buradan okunabilir :) 

Salı, Şubat 19, 2008

Her zaman böyle olmuyor

Dün...
...henüz öğle olmadan yapılacak işler listemdeki işlerin hemen hemen yarısının üstü çizilmişti bile. Yalancıktan da olsa bir başarı duygusu verdi bu.
...haftasonunun buz gibi ve keskin rüzgarlı havası (12 derece) yerini güneşli ve keyifli bir havaya bırakmıştı.
...öğleye doğru dışarı çıktık. Dışarıda halledilmesi gereken işler de sorunsuzca bitti. Hatta listemde yer almayanlar bile.
...kıyıda oğlumla oturduk. Sırtımızı gürültülü caddeye, yüzümüzü denize ve Valletta'ya döndük.
IMG_0410
...havada çocukluğumdan hatırladığım ama yıllar geçtikçe daha az duyduğum; baharın habercisi o tarifi zor koku vardı. Sevinçle içime çektim. Bazen insan yaşadığını unutacak neredeyse, böyle derin nefes almasa.
... dönüşte bitirilen işlerin ödülü olarak; yanyana dizilmiş, hareketli sokak kahvelerinin birinde bir kahve ısmarladım kendime. Oğlum arabasında kestirirken ben yoldan gelip geçen insanları, onların ilginç yerli ve turist hallerini seyredip kahvemi yudumladım.
...deniz kenarında biraz daha yürüyüp eve geldik.

Her şeyin sorunsuzca, su gibi akıp gittiği; çok pürüzsüz, çok dalgasız, sakin ve huzurlu bir gündü dün. Bir çoklarına neredeyse sıkıcı gelebilecek bir gün. Geçmişte iş yaşamındayken bazı bazı burnumda tütmüş, ileride tekrar çalışmaya başladığımda muhtemelen sıklıkla anacağım türden bir gün...

"Neyse ki..." diye başlayacak değilim son cümleye, "ne yazık ki..." diyecek de değilim.
Sadece şu: Her zaman böyle olmuyor.

Fotoğraf: Sliema'dan Valletta'ya bakış

Pazartesi, Şubat 18, 2008

Doğal tatlandırıcılar

Tatlıyı hayatımızdan tamamen çıkarmak galiba mümkün değil, hiç olmazsa rafine şekere doğal bir alternatif bulsaydık. Bazı denemelerim olmadı değil. Stevia, bal, pekmez, kuru meyveler... Hepsinin yeri ayrı anlaşılan. Bazen bal, bazen diğerleri daha iyi sonuç veriyor.

Şu aşağıdaki bağlantıda bazı doğal tatlandırıcılar sayılmış. Üstelik rafine şekere karşılık hangi oranda kullanılmaları gerektiği de belirtilmiş. Hepsini her ülkede bulmak mümkün değil ya, en azından aklımın bir köşesinde olsun, belki yaşadığım yerlerdeki başka doğal tatlandırıcılarla ilgili çağrışımlar da sağlar diye saklamışım:


Care2 Directory of Natural Sweeteners

Pazar, Şubat 17, 2008

Yapabileceğimiz 10 şey

Bilgisayarım %100 doluluk oranı uyarıları verince biraz temizlik yapayım dedim ben de. Bu temizlik sırasında sabit diskin gizli labirentleri arasında kaybolup gitmiş bir çok ilginç yazı ve bağlantı buldum. Şu verimsiz saklamacılık huyumdan bir vazgeçsem...

Önümüzdeki günlerde bunları günlüğüme eklemeye karar verdim.


İlki Açık Radyo web sitesinde yayınlanmış Mikdat Kadıoğlu'nun şu yazısı:

Yapabileceğimiz 10 şey


Küresel ısınmaya karşı birey olarak yapılabilecek 10 şeyden bahsediyor. "Aaaa, sen o 10 şeyi hala yapmıyor musun?" demeyin. Yazı eski ama gereksinim hala güncel. Arada bir hatırlamakta ve hatırlatmakta ne zarar var?


Yazarın iklim değişikliği ve küresel ısınma üzerine yine aynı sitede yayınlanan başka ilginç yazıları da var. İlgilenenler için: şurada.

Cuma, Şubat 15, 2008

Malta: Çöp ayırmaya devam...

Malta'ya ilk geldiğimizde çöp ayırma alışkanlığından vazgeçtik. Bilenlere geri dönüşüm ve ayırılmış çöp toplama sistemi olup olmadığını sorduğumuzda "Henüz yok ama yakında başlayacak" demişlerdi çünkü. Biz de beklemeye karar vermiştik. Uzun süre plastik, kağıt, organik, cam, vb. çöpleri ayırınca kendini otomatiğe almaya başlıyor insan. Böyle yapmamak ve her şeyi tek bir çöpe dolduruvermek tuhaf bir rahatsızlık duygusu veriyor. Özellikle cam şişeleri atarken...

Geçen zaman içinde "yakında" kavramının Malta'da "Üç ay ile üç yıl arası belirsiz bir zaman birimi"ne işaret ettiğini öğrendik. Bir de oturduğumuz yere 5-10 dakika mesafede, bir park alanında, arabaların arasına gizlenmiş büyük geri dönüşüm kutuları gördüm. Kağıt, cam ve plastik içindi sanırım. Tekrar çöp ayırmaya başlamayı düşünüyorum. "Benim ülkem değil, bana ne" diyemeyeceğim. Çeşme suyu denizden kazanıldığı ve ne içmeye ne de yemekte kullanmaya uygun olmadığı için her şeye şişe suyu kullanılıyor burada. Günde en az 2-3 şişe su tüketiyoruz. Haftada, ayda, yılda toplam ne kadar atık plastik şişe "ürettiğimizi" hesaplamak dahi istemiyorum. Bütün adada bir yılda çöpe giden toplam plastik şişe sayısını düşünemiyorum bile! Üstelik bu sadece plastik şişedeki durum. Böylesine küçük ama böylesine nüfus yoğunluğu olan bir ülkede geri dönüşümün üç vakte kadar ertelenemeyeceğini, öncelikli olduğunu düşünüyorum.
Her neyse, ben havlu atıyorum. Çöp ayırmaya kaldığımız yerden devam...

Perşembe, Şubat 14, 2008

5 dolar, kırmızı güller ve kadınlar

Ön uyarı: Sevgililer Günü havasındaysanız, gözünüzde gözlüğünüz pembe, elinizde hediyeniz kırmızıysa, ayaklarınız yerden 5-10 metre kesilmişse bu yazıyı okumayın! Bekleyin bir-iki gün geçsin. Sonra okursunuz çok canınız isterse...

Birbirlerine sevgililer günü hediyesi almak için 5 dolar üst sınırı koyan bir çiftten bahsedecektim, vakit yetmedi.

Sevgililer günü ve klişeleri üzerine çok yaramaz, çok oyunbozan bir yazı yazmak istedim. Galiba onu da yetiştiremeyeceğim. Almanca bilenler için şu makaleyi paylaşsam: Bittere Liebesgrüsse

Çin'de, Güney Amerika ve Afrika'da üretilen ama daha çok Avrupa ve Kuzey Amerika'da satılıp hediye edilen...
Sevginin simgesinin mükemmel olması gerektiğinden yola çıkarak ve ulaşım maliyetleri azalsın diye dikenlerinden ve yapraklarından temizlenen...
ve yine aynı sebeple ve dünyanın bir ucundan diğerine yaptığı yolculukta güzelliğini (ve ticari değerini!) yitirmesin diye kimyasallara bulanan kırmızı güllerden...
ve bir de o gülleri uyuşmuş elleriyle dikenlerinden ayıklayan kadınlardan,
ve o kimyasallara her gün maruz kalan,
ve o çiçek seralarında haklarından habersiz, erkeklerden daha az saat ücretiyle çalışmaya dünden razı kadınlardan bahsediyor bu yazı diye kısaca bir de Türkçe özet geçsem...

yeterince oyunbozanlık, yeterince yaramazlık yapmış olur muyum?

Sevdiklerinizle beraber geçirdiğiniz günler bol olsun.

Cuma, Şubat 08, 2008

Acemi bahçıvanın günlüğü: Tere

Malta'da zeytinyağından sonraki hayalkırıklığımı taze otlardan yana yaşadım. Maydonoz, nane, kekik, mercanköşk, biberiye ve kardeşlerinden bahsediyorum. Akdeniz'deyiz, çok şey mi istiyorum? Gerçi yok değiller, ama adanın içerilerindeki çiftlik ve seralarda satılıyorlar, ulaşamıyorum. Marketlerdeki kurumaya yüz tutmuş, pörsümüş sözde ot müsveddelerini ise elbetteki almıyorum.

Bu sefer işe kendim el atmaya karar verdim. Wegwarte Cremona iş başında! Karbon testine falan gerek yok. Son seyahatimde evde ne kadar tohum varsa toplayıp geldim. Mutfak penceresinde bahçe kurmak eski bir projemdir, bilenler bilir. Yol üstünde bahçe malzemeleri satan ve İngilizce'yi ağır bir Malta aksanıyla konuşan yaşlı, komik bir amcadan toprak satın aldım. Saksı niyetine plastik yoğurt kapları, su şişeleri ve evde bulduğum bazı tek kullanımlık saklama kaplarını kullanmayı planlıyorum. Techizat tamam gibi...

İlk denemeyi tere ile yapıyorum. Bir tür el alıştırması olsun diye ve kendi kendimi teşvik etmek için. Biraz da çabuk sonuç alacağımı bildiğimden.

Bahsettiğim tere Lepidium sativum. İngilizce Garden Cress, Almanca Gartenkresse diyorlar. Türkçe'de bahçe teresi diye bir şey var mı, bilmiyorum. Ama en azından bunun bizde pazarlarda satılan su teresinden başka bir tür olduğunu tahmin ediyorum. Su teresi, Nasturtium officinale, sanırım.
Dönelim Lepidium sativum'a. Yılın her zamanı iç mekanlarda yetiştirilebiliyor. Toprağın sadece üzerine serpiştirilmesi yeterli olan tohumları 24 saat içinde patlıyor, en fazla 5-6 gün içinde de yemeğe hazır ve keskin tadı bizim su teresini çok andıran filizlere dönüşüyor. Hatta bir yerlerde tohumların gerek duydukları tüm besin maddelerini bünyelerinde bulundurduklarını ve bu yüzden toprağa gereksinim duymadıklarını; herhangi bir nemli ortamda (nemli pamuk belki!) yetişebileceklerini okumuştum. Bunu hiç denemedim, bu bilgiyi tekrar teyit etmeliyim. Filizler önemli miktarda demir, kalsiyum, folik asit, A ve C vitaminleri içeriyormuş.
Bizim bahçe terelerinin gün be gün fotoğraflarını da çektim. İşte böyleyken böyle oldular:

30.01.2008

30.01.2008

Bu fotoğraf öğle saatlerinde tohumlar toprakla buluştuktan ve elimle yağmurlama usulü sulandıktan hemen sonra çekildi. Toprak ıslak değil nemli tutulmalı. Aynı günün akşamı tohumlar tamamen şiştiler, bazı öncüler henüz 24 saat dolmadan patlamıştı bile :))

31.01.2008

31.01.2008


İkinci gün hemen hemen bütün tohumlar patladı ve meraklı başlarını tohum kabuğundan uzatmaya başladı :))

01.02.2008

01.02.2008

Onlara "baş" dediysem de bu bir hata. Aslında yetişmekte olan bitkinin kökleri olacaklar çünkü. Tohum toprağa hangi açıyla, hangi yönde düşerse düşsün bu başcıklar kök olduklarını ve meraklı burunlarını toprağa sokmaları gerektiğini biliyorlar. Bugünü bunun için türlü akrobatik hareketler yaparak geçirdiler. Diğer yandan da bitkinin minik yaprakları sökün ediyor kabuğun içinden. İlk çıktıklarında sarı renkliler, sonra yeşerecekler... Bugün toprağın hafifçe kurumaya başladığını farkedip yine yağmurlama usulü nemlendiriyorum.


02.02.2008

02.02.2008


Şu büyüme hızına da bakın hele! Arada gün mü atladım diye kontrol ediyorum, hayır, atlamamışım. Filizler hızla büyüyüp yeşermeye başlıyorlar. Yaprakların bazısı söküp atamadığı tohum kabuklarını da beraberinde yukarı doğru kaldırıyor. Minik halterciler gibiler :))

03.02.2008

03.02.2008


Bir çok yaprak tohum kabuklarını atmayı başardı. Eh, ben de biraz yardım ettim. Haydi bakalım, kim tutar artık sizi?


04.02.2008

04.02.2008


İşte yetiştiler bile, yanlarından geçerken keskin tere kokusunu duymak bile mümkün.
6. günden itibaren cacık, salata içinde veya tek başlarına soframıza konuk oldular.
Şu linkte de başka bir blogcunun çektiği kesintisiz bir film var büyüme maceraları üzerine. Bu filmde filizlerin güneş ışığını takip ederek dansedercesine hareket etmesini olağanüstü buluyorum.
Bir aralar adeta başucu kitabım haline gelmiş olan Lesley Bremness'in The Complete Book of Herbs'inde (ki vaktini kütüphaneden çok bizim evde geçirir olmuştu), bahçe teresinin çocuklarla birlikte kurulacak bir bahçenin olmazsa olmazlarından sayıldığını hatırlıyorum. Şaşmamalı, yetiştirmesi çocuk oyuncağı çünkü. Ayrıca bir çocuğun bile kolaylıkla gözleyebileceği bir yetişme süreci var. Çocuklarını TV önünden çekip almak, şehirde bile olsa biraz doğaya yaklaştırmak isteyen anne-babaların aklının bir köşesinde olmalı bu bitki. Kaldı ki büyüklerin bile alacağı yaşam dersleri var bu minikten.

Tasarımın özü...

Son bir kaç gündür Microsoft tarafından Yahoo'ya yapılan teklifle ilgili yazıları okuyorum. Pek çoğu arama makinalarının geçmişi ve bugününe dair ilginç bilgiler de içeriyor. Asıl ilginç olan bu yazıların bazılarında Google'ın bu alanda bir numara olmasının önde gelen sebeplerinden birinin neredeyse tamamen boş giriş sayfası olduğunun söylenmesi. www.google.com adresine girildiğinde Google logosunun altında sadece giriş yapılacak bir kutucuk ve bir "Ara" tuşu vardır (hemen hemen).

Basit, öz tasarımları kişisel olarak her zaman tercih etmeme rağmen, vaktiyle benim Google'a geçiş sebebim daha iyi arama sonuçları getirmesiydi. Yine de şimdi Yahoo'nun giriş sayfasıyla bir karşılaştırma yaptım ve iki giriş sayfası arasında gerçekten ciddi bir tasarım farkı olduğunu gördüm. Dahası bildiğim başka arama makinalarını da kontrol ettim. Altavista çok önceleri Yahoo'ya benzer bir giriş sayfasına sahipti diye hatırlıyorum, oysa şimdi Google'ınki gibi boş onunki de. Diğerleri de (ask.com, hakia.com, vb.) giriş sayfalarında hemen hemen sadece arama kutucuğu ve düğmesi bulunduruyorlar. Google'dan öğrendikleri bir ders varmış gibi...

Belki de sözkonusu haberlerdeki tespitte biraz gerçek payı vardır ve insanlar internette de bazen biraz nefes alınacak görsel vahalar aramadan edemiyordur.

Perşembe, Şubat 07, 2008

Kimyonun maceraları 07/02/2008

Yaşlı, güzel bir Akdeniz evinin kimyona anlattıklarıdır:

"Ne günler gördüm ve her gün neler görürüm, bir bilsen. Denizi seyrederim çokça. Yorgun mu, öfkeli mi, neşeli mi, huzurlu mu... Her halini bilirim. Çok uzaklardan geçen devasa yolcu ve yük gemilerini, güzel havalarda şu burnun biraz ötesinde süzülen beyaz yelkenli tekneleri, her sabah ekmeğini aramaya açık denize çıkan küçük balıkçı teknelerini seyrederim. Gökyüzü bazen pamuk pamuk bulutla dolar. Pamuk pamuk akıp giderler bütün gün gözümün önünden. Bir an gelir; ada mı akıp gidiyor, bulutlar mı bilemem. Bazen de denize batırıp sanki fırçasını, pürüzsüz bir maviye boyar titiz bir ressam tüm gökyüzünü. Yolun karşısında, kıyıda dolaşan insanları seyrederim sonra... Koşucuları, bebeği ile gezmeye çıkmış anneleri, banklara oturmuş laflayan yaşlıları seyrederim. Hızlı hızlı gidenleri, yavaş yavaş gidenleri, düşünenleri, oturanları, dikilenleri, seyredenleri... Halimden pek şikayetçi sayılmam. Bir de şu iki yanıma diktikleri iki beton yığınını görmese gözüm, güneşimi kesmeseler sağlı sollu, keyfime diyecek olmaz çoğu gün."

Çarşamba, Şubat 06, 2008

Sözün özü...

Az ve öz konuşmak (ve yazmak) az ve öz yaşamanın bir uzantısı mı?
Balta girmemiş internet ormanında o forum senin, bu blog benim dolaşırken sıklıkla aklıma gelir bu. Bazen kendi yazdıklarımı da pek uzun bulurum.

Söyleyecek bu kadar çok sözümüz olması normal mi?

Guardian'da Comment is Free bölümünün moderatörleri uzun yorumlardan pek mi sıkılmış nedir; yorumcularına "hodri meydan" demişler, "tüm zamanların en iyi yorumunu yapın, ama sadece altı kelimeden oluşsun".
İlginç yorumlar gelmiş, vaktiniz varsa buyrun, okuyun.

Benim hoşuma gidenler:
  • Moderator deleted. Comment is now free.
  • It is all about the oil.
  • I came, I saw, I blogged.
  • You cannot argue in six words.
  • I post, therefore, I am.

Yine de akıcı bir dille yazılmış, iyi kurgulanmış, dilbilgisi ve yazım kurallarına dikkat edilmişse uzun bir yazıyı hiç bir şeye değişmem. Sıkılmadan da okurum.

Sadelik sözün miktarında değil, söyleniş şeklinde olsa gerek.

Pazartesi, Şubat 04, 2008

Buna değmem ve bundan fazlasına değerim!

"Siz buna değersiniz."
"Because you're worth it."
"Sie sind es wert."

Bildiğim hangi dilde duysam kulağımı tırmalıyor...
İsmini burada anıp reklamını yapmak istemediğim ünlü bir markanın ünlü sloganı bu.

Neden rahatsız ettiğini düşündüm, üç sebepten hoşuma gitmediğini buldum:
Birincisi, insan olarak bu sloganla kastedilenden çok çok daha değerli olduğuma inanıyorum. Değerimi belirleyen şey o kremi sürmek, saçımı bu boyayla boyamak olamaz ki... Daha üstün şeyleri hakediyorum. Kirletilmemiş havayı, temiz suyu hakediyorum. Adaleti ve barışı, saygı görmeyi, güvenlik korkusu duymadan yaşadığım şehrin sokaklarında yürümeyi hakediyorum.
Güzel kitaplar, iyi bir müzik hakediyorum.

İkincisi, birey olarak o kadar da önemli bulmuyorum kendimi. Bu sloganın benmerkezci havası çok itici geliyor. Dünyanın başka yerlerinde yaşayan milyonlarca insan da değerli. Ama pek çoğu aç, evsiz, işsiz; bazıları savaş, şiddet, terrör, doğal felaket bölgelerinde yaşıyorlar. Onların temel ihtiyaçları bile karşılanmazken hangimiz "buna" değeriz ki?

(Hiç mi bir şey yapmayalım kendimiz için? Kendimizi daha iyi hissetmek, keyiflenmek adına hiç mi bir şey satın almayalım? Elbette, hayır! Sık sık kendime armağan alırım örneğin :)) Abartılı bir önem ve değer duygusuna kapılmadan ihtiyaç duyduğumuz için yaparız çoğumuz bunu. )

Üçüncüsü,
bu sırt sıvazlayan,
bu aklınca cesaret verip teşvik eden,
bu "hadi, ha gayret, git de kendin için bir şey yap, bak iyi gelecek, ben seni düşünüyorum, sen bilmezsin, ben bilirim" der gibi gibi...
...tüketici, birey ve insan tarafımı ayrı ayrı aptal yerine koyan tavrı sevmiyorum.

Çok mu abartıyorum? "Canım, öyle bir reklam sloganı bu da..." diyenler olacağını sanıyorum.
Ama benim gibi düşünenler olduğunu da biliyorum. Şurada örneğin, şurada ve şurada olduğu gibi :))

Cuma, Şubat 01, 2008

Bir torba dolusu kiraz.....çekirdeği!

Çocukken, sıcak yaz günlerinde kuzenlerimle bir araya geldiğimizde en hoşumuza giden şeylerden biri meyve yemekti. Önümüze konan büyük bir tabak dolusu yaz meyvesini kısa sürede bitirir; bir sürü kiraz, kayısı ve şeftali çekirdeğinden oluşan yığına, eserimize, şaşkınlıkla bakardık. "Bunları saklayalım, bir şeyler yaparız" derdi içimizden biri. Her türlü şeyin oyuncak niyetine ve oyun yaratmak için kullanılabildiği yıllardı onlar. Yine de bu çekirdeklerle ne yapılacağı konusunda belirgin bir fikrimiz olmazdı pek. Güneşte kuruyan kayısı çekirdekleri büyükçe bir taşla kırılarak içinden çıkan badem afiyetle yenirdi. Peki ya kiraz çekirdekleri? Çocukça bir içgüdüyle onlardan da bir şeyler yapılacağını bilirdik. Ama ne olduğunu çıkaramazdık.
Kiraz çekirdekleriyle yapılan "şeylere" yıllar sonra Almanya'da bir dükkanda rastladım. Kauçuktan yapılmış sıcak su torbalarının yanında duran kare şeklindeki kumaş torbaların altında "Kirschkernkissen" yazıyordu. Kiraz çekirdeği yastığı veya torbası! Elimi uzatıp tuttuğum torbaların içinde gerçekten de minicik kiraz çekirdekleri olduğunu hissettim. "Hah, işte böyle bir şey!" dedi içimdeki çocuk.
Meğerse Almanya, Avusturya, İsviçre gibi ülkelerde kiraz çekirdeği torbaları öteden beri vücuda sıcak uygulamakta kullanılırmış. Bu yöntem, kiraz çekirdeklerinin hızla ısınmakla kalmayıp ısıyı bünyelerinde uzun süre tutabilme özelliklerine dayanıyor. Genel inanış bu özelliğin ve dolayısıyla kiraz çekirdeği torbalarının ilk kez İsviçre'de kiraz likörü fabrikasında çalışanlar tarafından bulunduğu yönünde olsa da; 90'lı yılların sonunda Almanya'nın Münster kenti civarında yapılan kazılarda bulunan kiraz çekirdeği torbası kalıntıları bu doğal yöntemin ortaçağdan beri bilindiğini göstermiş. (Kendi kendime not: Daha kısa cümleler kurmalısın!) Bugün bu torbalar mikrodalga veya bildiğimiz fırınlarda ısıtılarak kullanılabiliyor.

Kiraz çekirdeği torbası benim aklıma tekrar bebeğim için ilk alışverişi yaparken geldi. Özellikle yeni doğan bebeklerin üç ay koliği denen gaz sancılarında el altında bir sıcak su torbası bulundurmak öneriliyor. Ben kiraz çekirdeği torbasını tercih ettim, çünkü:
- Kauçuk sıcak su torbaları kolaylıkla kötü kazalara (torbadan kaynar su sızması, vb.) sebep olacakmış endişesi taşıyorum.
- Kauçuk da doğal bir ürün, fakat sonuçta elimize bir sıcak su torbası olarak ulaşana kadar iyi kötü bir üretim sürecinden geçiyor.
- Dünyanın kauçuk yetişebilen bölgelerinde doğal bitki örtüsünün kauçuk ağacı yetiştirebilmek için yokedildiğini duydum. Kauçuğa doğal bir alternatif olduğunda onu kullanmayı tercih ederim.
- Kiraz çekirdeği sonuçta bir yan ürün :) Sadece toplanıp, temizlenip kumaş torbalara doldurulmasından ibaret daha basit ve doğal bir üretim süreci var.
-Kiraz çekirdeği yerel bir ürün, kauçuk dünyanın uzak bölgelerinden geliyor.
- Kiraz çekirdeği torbasını önceden başka bir sebeple ısınmış fırında, kışın zaten yanmakta olan kalorifer üzerinde, yazın doğrudan güneşte bekleterek ısıtmak mümkün. (Enerji tasarrufu!)
- Kiraz çekirdeği torbasını vücuda soğuk uygulamak gereken durumlarda da kullabiliyoruz. Bu durumda da buzdolabında bir süre bekletmek yeterli.

Torbayı şimdi sadece bizim ufaklık değil, gerginlikten kaynaklanan sırt ve boyun ağrılarında ben de kullanıyorum, çok rahatlatıyor.

Özellikle bebekler için kullanırken:
Fırında max. 120 derecede 5-7 dakika, mikrodalga fırında max 300 W'da 1-2 dakika ısıtmaya,
Her zaman önce kendi tenimizde, örneğin yanağımıza değdirerek ısıyı kontrol etmeye,
Bebeğin cildine doğrudan değdirmeyip giysi üzerinden veya 1-2 cm. uzaktan uygulamaya
dikkat etmek gerekiyor.

Peki, bolca kiraz üretilen ve de tüketilen Türkiye gibi bir ülkede kiraz çekirdeği torbasını evde üretmek mümkün mü? Elbette! Bu günlükte henüz kendim denemediğim şeyleri yazmaktan hoşlanmıyorum ama bir istisna yapabiliriz sanırım. Bu konuyu biraz araştırdım ve şöyle yapıldığını öğrendim:

1. Toplama: Burası en kolay ve tatlı kısmı :) Mevsiminde bol bol kiraz tüketiyorsunuz. Ayrıca tanıdıklarınızdan da yedikleri kirazların çekirdeklerini sizin için biriktirmelerini rica ediyorsunuz. 300-350 gr çekirdek normal bir torbayı doldurmak içinyeterli.
2.Temizleme: Burası biraz zahmetli kısmı :( Çekirdeklerin bir şekilde kalan meyva parçacıklarından temizlenmesi gerek. Akan su altında yıkamak bir çare, ama çoğunlukla yeterli değil. Kimileri çekirdekleri sağlam bir torbaya koyup ağzını sıkıca bağlayarak çamaşır makinasında yıkıyormuş. Kimisi de bir tencereye koyup tamamen temizlenene kadar kaynatıyormuş. Ben olsam -birinciyi biraz tehlikeli gördüğümden- ikinciyi tercih ederdim. Bu aşamadan sonra temizlenen çekirdekler güneş altına serilerek tamamen kurutuluyor.
3. Torbalama: Bu adımın zorluk derecesi dikiş becerinize kalmış. Örneğin ben bu aşamada sınıfta kalırdım.
- Herşeyden önemlisi çekirdekler kumaş torbaya tıka basa değil biraz gevşek doldurulacak.
- Kumaş olarak yüzde yüz pamuk veya keten kullanıldığını görüyorum. Fakat ısıya dayanıklı bir kumaş olduğundan emin olmalı. En azından, 120 derece fırında 5-7 dakika ısınmaya dayanacak bir kumaş... Herhangi bir kazaya meydan vermemek için kumaş seçiminde bir bilene danışmak veya ön denemeler yapmak gerekir diye düşünüyorum.
- Torbanın büyüklüğü ve şekli size kalmış. Piyasada satılanlar genellikle 10-15 cm büyüklüğünde ve kare şeklinde. Ama evde yaparken yaratıcılığımızı kullanmamıza kim engel?
- Özellikle bebekli evlerde torbanın sıkı sıkı dikilmesi çok önemli. Bebekler bu torbalarla oynamayı seviyor. Minik ayaklarının dibine ısınsın diye koyduğunuz bir torbayı az sonra eline almış ağzına götürürken görmek işten bile değil. Torbanın açılıp içindeki çekirdeklerin ortaya saçıldığını düşünmek bile istemeyiz, değil mi?
-Flickr'da bulduğum bir örnekte ayrıca bir dış torba/kılıf daha dikilmiş. Hem çok sevimli, hem biraz daha güvenli: Arkadan görünüş, önden görünüş


Dalda kiraz fotoğrafı: Ronile35