"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Cuma, Şubat 27, 2009

Sevdiklerim

Akvaryumda İki Balık ve Kitubi, Basit Bir Yaşam'ı sevdikleri bloglar arasında saymışlar. Sevindim, onur ve mutluluk duydum. Bu mim gereği benim de sevdiğim bloglardan 7 tanesini saymam gerekiyor. Aslında biraz kaytarmak eğilimindeyim. Hatta daha önce Işıl benzer bir mim gereği adımı andığında kaytarmıştım bile. Sevdiklerim arasında seçim yapmayı sevmiyorum çünkü.
Sonra başka blog yazarlarının yaptığı gibi blog linklerime referans vermeyi düşündüm. Blog yazılarımın altında sevdiğim ve günlük olarak takip ettiğim blogların bir listesi var. Listedeki hiç bir blog benim isteğim dışında, kendimi mecbur hissettiğim için durmuyor orada. Hepsini seviyorum. Sonra sağ tarafta yolu yolumla kesişen bloglar var; onları da severek ve çok şey öğrenerek okuyorum. Ayrıca başka ağaçların meyveleri var. Herhangi bir blogda basit yaşam felsefesiyle ilgili severek okuduğum bir yazıya rastlarsam, linkini orada veriyorum. Sevmekten öte imrendiğim, keşke ben yazsaydım dediğim yazılar onlar biraz.
Kısaca mutlak olarak diğerlerinin önüne çıkan 7 tane blog yok benim için. Kimse için de yok sanırım. Ama yine de bir kaç blogu anmak istiyorum bu yazıda. Çünkü -dedim ya- ben bu mim çerçevesinde bir blog yazısında kendi adımı anılmış görmekten mutluluk duydum. Bence bu türden bir mutluluğu her blog yazarı hak eder. Ayrıca Kitubi'de Damla'nın söylediğine katılıyorum. Beğendiğimiz bloglara ve blog yazılarına her fırsatta link vererek onların arama motorlarında üst sıralara yükselmelerine destek olmalıyız.
Böylece bu mim konusunu evirip çeviriyor ve bugünlerde hoşuma giden bir kaç blog içeriğine getiriyorum sözü. Evet, bir fikir, bir fotoğraf, bir tarif, bir gözlemle bazen hatta sadece tek bir cümleyle günümü aydınlatan blog yazıları (ve yazarları) var.

Sardunya geçenlerde kendi blog güzellemesini yazarken birisinden "Anne olunca da aktivite annesi olmadığı için bile başımın üstünde yeri kocaman" diye bahsediyordu mesela. Hoşuma gitti, olmaya çok heveslendiğim halde bir "aktivite annesi" olamadığımdandır, içimi rahatlattığındandır belki. Bu cümlenin de benim başımın üstünde yeri var.
Mesimlerden Roma'da sağlıklı kilo vermek ve beslenme alışkanlıklarımız üzerine bir dizi yazı yayınlandı bugünlerde. İlk yazıda bir cümlesi var Mehtap Hanım'ın yürekten katıldığım: "Elinize sadece kalbi alip, karacigeri kenara koyarak, bobrekleri hice sayarak, onu anlamak, degistirmek ya da tedavi etmek mumkun degildir..". Bu hatayı sadece beslenmede değil, sadece vücudumuzla ilgili değil, yaşamın her alanında ve dünyanın her köşesinde yaptığımıza inanıyorum üstelik. Elimize sadece Afganistan'ı alıp, sadece karbondioksit salımını alıp, sadece iflas eden bankaları alıp "hadi bunu çözelim" diyoruz mesela.

Bunun gibi bir cümleyle yüreğimi çalan blogger çok. Bu ikisi şu an aklımda olan iki örnek...

Burcu'nun blogunda sağ üst köşedeki Son Zamanlarda bölümünü alıntı yapamayacak kadar baştan sona seviyorum. Hani neredeyse "keşke bu bölüme yorum bırakabilme imkanı olsa da ben her seferinde bir şeyler yazabilsem" diyecek kadar...

Kitubi'de Ayk budur! serisi pek hoşuma gidiyor. Yenilerini merakla bekliyorum.

Keşke daha sık yazsa dediğim, ama dokunmaya kıyamadığım blog yazarları var: Yaban gibi, Demet gibi...

Keşke yeniden yazsalar dediğim blog yazarları var: Nane ve Limon gibi, Ehlikeyif Bahçe gibi...

Oğluma bugünlerde en çok hangi bloglar dikkatini çekiyor diye sordum. Defne, Ares ve Bulut dedi! Şaşmamalı; çocukları, köpekleri ve kedileri çoook seviyor. İlgisini fotoğrafları işaret edip gülerek "aaaaa!" demesinden anlıyorum :)

Sizin adını herhangi bir sebeple anmaya değer bulduğunuz bloglar hangileri?
İsterseniz kendi blogunuzda, isterseniz bu yazının yorum bölümünde yazın.

Pazar, Şubat 22, 2009

Tea tree oil - Hint defnesi yağı...

...bir kez daha bir dertten kurtardı bizi.

Bu kez Ocak ortasında hâlâ sincabıma musallat olmaktan vazgeçmeyen sivrisineklere karşı işimize yaradı.


Şöyle oldu:
Sanırım kış geldi diye önlemleri gevşetmiştik biz. Yoksa bu mevsimde hayatta kalmayı başarsalar da gelip bulamazlardı bizi. Neyse, üç gün üst üste elinden ve yüzünden ısırılan sincap bir de kaşıyıp yara etmeye başladı onları. Dördüncü gece bu kez el bileğinden ısırıldığını ve bileğinin kocaman kabardığını görünce...



Şöyle yaptım ben de:
... çok uzun zamandır defterimde duran ama uygulamaya cesaret edemediğim bir notu denemeye giriştim. Diyordu ki o notta, "Sivrisinek aldığınız tüm önlemlere rağmen ısırırsa kaşıntıyı ve mikrop kapmasını önlemek için yetişkinlerde seyreltilmemiş hint defnesi yağını doğrudan cilde uygulayın. Çocuklarda aynı yağı badem yağı ile 1/5 oranında seyreltip öyle uygulayın."


Ben üstelik gecenin köründe kimyager hassaslığıyla ölçüm yapamayacağımdan 1/5'den de az kattım hint defnesi yağını. Sonra da uyuduğu için henüz durumun farkında olmayan sincabın bileğine sürdüm.

Ertesi sabaha şişlik tamamen inmişti. Sanırım hiç de kaşınmıyordu, çünkü diğer ısırıklarıyla fazlasıyla meşgulken bu yeni ısırıkla bir kez dışında ilgilenmedi bile. O da kendiliğinden geçip gitti.

Bu ilk denememizden iyi sonuç aldığımızdan, ileride gerektiğinde tekrarlamayı düşünüyorum.


Dikkat edilmesi gereken şeyler:
-Hint defnesi yağının oldukça keskin bir kokusu var. Bu yüzden bir yaşından önce denemeye hiç cesaret edememiştim. Keskin kokular bebeklerde solunum sorunlarına yol açabiliyormuş. Siz de bebekler söz konusu olduğunda eterik yağları dikkatle kullanın derim.

-Ayrıca eterik yağlar her ne kadar doğal ürünler olsalar da, her doğal madde gibi bazı bünyelerde alerji yapma olasılıkları var. Bu yüzden yetişkinlerde bile önce küçük bir alanda ve gerekirse seyrelterek denemek iyi olur.

-Ben yağı sincabın koluna sürdükten sonra, bir süre uyumayıp takip ettim. Çünkü uykusunun arasında gözünü ovuştururken yağı bulaştırıp gözünü yakabilirdi. Cilde uygulandığında ya üstünü bir şekilde kapatmalı, ya da takip etmeli. Özellikle yüze sürülürse çok dikkat edilmeli.

-Doktora sorduk, bir kez kaşınıp açık yara haline gelmiş ısırıklarda cilde hiç bir şey sürmeyip kendi haline bırakmak gerekiyormuş. Bu durumda hint defnesi yağı hele hiç kullanılmamalı.

Salı, Şubat 17, 2009

Malta: Burayı sevdiniz mi?

Çok şikayet eder gibi durduğundan yayınlamak konusunda kararsız olduğum bu yazı bana yeni Malta yazısı soran Minik Serçe için gelsin:

Ne zaman bir Malta'lıyla 3 cümleden fazla konuşma ortamı oluşsa ve ne zaman aslında Maltalı olmadığımız ama burada yaşadığımız ortaya çıksa aynı soruyla karşılaşıyoruz:


"Burayı sevdiniz mi?"

...veya benzerleri geliyor:


"Nasıl buldunuz Malta'yı?"
"Burada yaşamaktan memnun musunuz?"
"Malta güzel mi?"
...


Soruya fazlasıyla aşinayım aslında. "Dışarı"dan gelenin "bura"yı, "bizi" nasıl bulduğunu kafasına fazlasıyla takan bir başka kültürden geliyorum çünkü. Tuhafıma giden sorunun ters tarafında bulunmak. Soruyu soran değil, yanıtlaması gereken taraf olmak... Her seferinde afallıyorum işte bu yüzden. Bir an duraksıyorum, sonra kafamı toplayıp "evet, çok güzel, pek hoş" gibi bir şeyler diyorum. Konu genellikle kapanıyor böylece...


- Kucağımda 39 derece ateşli sincapla 35+ derece öğle sıcağında, tek bir arabanın bile geçmediği ıssız bir sokakta, bir özel kliniğin önünde 45 dakika beklerken (meğer onlar bile 12-16 arası siesta yaparmış!) "Bu Allah'ın unuttuğu adada, bu Allah'ın unuttuğu sokakta, bu öğle sıcağında NE İŞİM var benim???!!!" diye söylendiğim günden hiç bahsetmiyorum onlara.

- Festa kutlamalarında ne akla hizmet gündüz saat 12 de havai fişek patlatmaya başladıklarını hiç sormuyorum.

- Eninde sonunda herkesi (ve hatta yerlileri bile) sarıp sarmalayan o tuhaf, depressif, izolasyon duygusundan laf etmiyorum.

-"Ben aslında bu kadar sıcak iklimden hiç hazzetmem" türü cümleler kurmuyorum (O zaman Türkiye'nin her tarafında sub-tropikal iklim hüküm sürmediğini, bazı yerlerinde adamakıllı soğuk kışlar yaşandığını, benim de aslen oralardan geldiğimi falan anlatmak gerekecek uzun uzun)

-Daracık, yokuşlu sokaklarda bebek arabası ile ilerlemek zaten yeterince güçken, kapı kenarlarına bırakılmış çöp yığınlarının, inşaat malzemelerinin, köşebaşlarına parkedilmiş arabaların benim için bazen içinden çıkılmaz bilmecelere dönüştüğünü (haydi bakalım, nerden geçeceğiz şimdi?!) anlatmıyorum.

- Gözlerimin deli gibi yeşil aradığını, bu kadar çok binayı aşırı bulduğumu söylemiyorum. Sonuçta dünyanın en yoğun nüfuslu yerlerinden biri burası. Özellikle kıyılarda yer bulunamayan tek şey yeşil.

-Marketlerde satılan sebzeleri Türkiye'de satmaya kalkışsanız müşterinin "sen benimle dalga mı geçiyorsun" deyip satıcıyı dövmeye girişeceğini söylemiyorum.

-Akdeniz ortasında bir adada yaşayıp Estonya'dan gelme okyanus balığı yemenin tuhaflığını sorgulamıyorum.

-Her ricamıza "Tabi, tabi, hallederiz" diyen (ama halletmeyen) evsahibinden; kaybolan paketimizi sorduğumuzda "biz sizi ararız, biz sizi ararız" şarkısını söyleyen posta görevlilerinden söz açmıyorum.

-Ada genelinde neden 36 ayrı "Santa Marija" sokağı olduğu bir yana, ne demeye aynı sokak isminden aynı semtte iki tane bulunduğunu hiç sormuyorum. (Paketimizin kaybolma sebebi bu)

Aklıma Türkiye'de aynı soruyu "ra-ki, sis ke-bap, deniz, yine gelecek ben" diye yanıtlayan turistler geliyor. Aklıma takılıyor: Aslında onlar nasıl yanıtlardı bu soruyu?


Ama durun bir dakika! Yine de o kadar dramatik değil durum.

-Bazen bir ara sokakta bir begonvil (veya turkuaz mavisi bir ahşap kapı, veya bir keçiboynuzu ağacı, veya çocukluğumdan fırlama bir tuhafiye dükkânı...) görünce...

-"Haydi bakalım, nasıl geçeceğiz buradan bebek arabasıyla" dediğim anda yetişen herhangi biri, kaldırımdaki kocaman mermer blokları geçebilelim diye yana çekiverince...

-Yolda gördüğü herkese el sallamaya meraklı oğlum aynı sıcaklıkla karşılık alınca...

-Ocak ortasında güneşli, ılık bir günde Lower Barakka Garden'da bir zeytin ağacının altında denizi ve gökyüzünü seyredip "Hangisinin mavisi daha güzel?" diye düşünürken...

-Mevsimi geldiğinde enginara, baklaya doyunca; markette taze adaçayı ve defne bulunca...

-Ev yapımı ravyoli veya bana Türk pidelerini anımsatan dört peynirli gerçek İtalyan pizzası yiyince...

...işte o zaman hiç de şikayetçi olmuyorum halimden :)

Malta mı?
Sevdik.
Acısıyla tatlısıyla her ülke gibi bir ülke...

Cumartesi, Şubat 14, 2009

Soğanlı Bitkiler -III (E, biz sana böyle mi tarif ettik?)

Okuyup öğrenme faslı tamamlanınca hemen uygulamaya geçtim. Çiğdem soğanları zaten çoktan bir kesekağıdı içinde buzdolabının sebzeliğindeki yerlerini almıştı. İçlerinden bir tanesi de "ya tutarsa?" mantığıyla su dolu bir şişenin ucunda karanlık odaya yerleşmişti. Sümbül soğanı sormak için bahçe malzemeleri satan her zamanki amcaya uğradım. Daha önce orada çiçek soğanları satıldığını görmüştüm. Sümbül soğanı vardı, evet, ama paketin üzerindeki toz tabakası en az bir iki yıldır orada durduğunu söyler gibiydi. Fakat nergis soğanı buldum. Internet sitelerinde suda yetişebildiğinden söz edilen paperwhite cinsi nergis. Üstelik daha paketin içindeyken uç vermişti bile. Soğanı genel olarak sümbülden daha taze duruyordu. Bir de paketin üzerinde "fragnant" yazmaktaydı. Şansımı nergisle denemeye karar verdim. Parayı öderken amcaya "suda da yetişir mi bunlar?" diye sordum yine de. "Evet, biraz komposta da ekebilirsiniz" diye yanıtladı. Maltalıları az buçuk tanımaya başladığımdan aslında şöyle demek istediğini anlayıverdim: "Ne suyu, neden bahsettiğini bilmiyorum, benim bildiğim biraz komposta ekmen gerekiyor bunu" :D

Nergis soğanlarını alıp eve geldim. Birini su dolu bir bardağın ucuna yerleştirerek karanlık odaya, kalanını paketiyle buzdolabına koydum. Bu sırada tarih 1. Aralık'tı. Şişe ucundaki çiğdem soğanında henüz bir hareketlenme yoktu. Bu arada okuduğum uyarılara kulak asmayıp hem çiğdem, hem de nergis soğanını kök kısmı suya değecek şekilde yerleştirdiğimi itiraf etmeliyim.


Aralık ortasına kadar hem karanlık odadaki soğanları, hem de buzdolabındakileri gelip gidip kontrol edip durdum. Bir hareket yoktu. Üstelik bir süre sonra kökü suya değerek bardakta bekleyen nergis soğanının küflenmeye başladığını farkettim. Söz dinlemezsem böyle olur işte... Soğanı kurtarmak için aklıma gelen tek şey hint defnesi ( tea tree) yağıydı! Bu yağın küflenmeye karşı çok değişik yerlerde kullanıldığını okumuştum. Ama soğana bir zarar verir miydi acaba? Denemeye karar verdim. Bir kaç damla hint defnesi yağını 200 ml. suya ekleyip soğanı bu karışımla silerek küflerinden temizledim. Dersimi almış olduğumdan doğru şekilde (kökler suya değmeden) tekrar bardağa yerleştirdim ve bardağı bu kez buzdolabına koydum. Nergis soğanı böylece kurtarıldı. Şişe ucunda bekleyen çiğdem soğanından ise çoktan ümidi kesmiştim.


Bu arada 19 Aralık günü buzdolabında paketinde bekleyen nergis soğanlarından iki tanesini plastik su şişesinden bozma saksılara uçları dışarıda kalacak şekilde ektim:

IMG_1648



Evet, sadece iki hafta beklemişlerdi ama çoktan uç vermiş olduklarından buzdolabında bekletme adımının zaten gereksiz olduğu gibi bir his vardı içimde. (evet, ayrıca sabırsızım)


Ama bir hata yaptım ekerken. Soğanın ilk köklenme aşamasında kendini ve üzerindeki toprağı bir miktar yukarı doğru iteceğini tamamen unutmuşum. 22 Aralık günü soğanlardan birinin hali aşağıdaki gibiydi:

IMG_1663



"Kalk gidelim" diyen soğan bundan sonraki bütün aşamalarda (ve nihayet çiçeklenirken) hep diğerinin biraz gerisinde kaldı.

27 Aralık'ta toprağa ekili soğanlarda durum aşağıdaki gibiydi. Sağdakinin ortasında ileride çiçek açacak bölüm şimdiden görünüyor:



IMG_1665



Bütün bunlar olup biterken akşam yemeklerinde eşime durum raporu veriyorum bir taraftan. "Bugün soğan aldım", "Soğanları bugün toprağa ektim", "Yakında çiçek açacaklar, ne güzel kokacak" şeklinde. Sonunda dayanamayıp bir akşam dedi ki "İyi de soğan çiçek açmaz ki, açsa da güzel kokmaz ki!". Meğer kendimi teknik terimlere öyle kaptırmışım ki "Soğan, soğan" deyip duruyormuşum, sözkonusu olanın bir nergis soğanı olduğunu belirtmeden :D

Yılbaşına doğru bir akşam, eşimin buzdolabında yer yokluğuna dair şikayetinin de etkisiyle bardaktaki nergis soğanını dışarı çıkardım. Henüz köklenmemişti ve ondan yana biraz ümitsizdim bu yüzden. "Ne olacaksan ol bakalım" dedim kendisine:


IMG_1676

Buzdolabından çıktığının hemen ertesi günü (31 Aralık) ise sabah manzara şuydu. Yuppiii! :


IMG_1681



02.Ocak günü saksıdaki nergislerden ilki açmaya başladı:


Nergis


Bu arada her iki saksıdaki nergis de tamamı bir fotoğraf karesine güçlükle sığan upuzun bir şeye dönüşmüştü çoktan(03.ocak) :


Nergis



IMG_1685


IMG_1688



Aynı gün bardaktaki soğanda ise durum şuydu:


IMG_1690


7.Ocak'ta bardaktaki nergis de çiçekli başını göstermişti çoktan. Süpriz! Bir soğanda iki çiçek açacak :)



IMG_1695


İşte 16 Ocak'ta açan ilk çiçek:



IMG_1705


Ve 17 Ocak'ta ikinciyi de açmış hali:


IMG_1708



Bu kadar boylanmış ve çiçek açmış olan bitkinin kök gelişimi de işte şöyleydi:


IMG_1709



Bu arada bardakta gün aşırı bir parmak kadar su eksildiğini ve hemen su eklediğimi de söyleyeyim unutmadan. Kokusuna gelince... Türkiye'den bildiğim ve hayal ettiğim gibi değildi açıkçası. Bir daha kokusu için paperwhite yetiştirmeyi düşünmem. Türkiye'de kış aylarında kokulu nergis diye satılan ve katmerli çiçek açan nergis türünün latince adını bilen var mı?


Bardaktaki nergisin sonu biraz hazin oldu. O kadar boylanmıştı ki bardakta bir denge sorunu oluştu sonunda. Duvara dayayarak destek vermeme rağmen bardak onu taşıyamaz hale geldi ve üzerinde durduğu dolaptan devrildi bir akşam. Ortalıkta dönüp duran sincabın dolaba çarparak hafif yollu bir sarsıntı yaratmış olması da mümkün. Bardak tuzla buz, zavallı nergisçik dal gibi yere serili. Hemen bir kavanoza yerleştirip daha güvenli bir yere aldım. Ama zaten çiçeği geçmek üzereydi, bir daha pek kendine gelemedi. Böylece bardakta veya vazoda soğanlı bitki yetiştirme denemelerinin neden daha çok sümbülle yapıldığını daha iyi anlamış oldum. Hem daha güzel kokuyor, hem de ev kazalarına yol açacak bir azmana dönüşmüyor sonunda.


Buzdolabında bekleyen çiğdem soğanlarından komposta ekerek de sonuç alamadım. Onların tamamen canlılığını yitirdiğini varsayıyorum.


Özetle yapılmaması gereken her şeyi yapmama rağmen kış ortasında -ve hatta topraksız ortamda- nergis açtırmayı başardım. Aslında benim sayemde mi, bana rağmen mi açtıklarından şüpheliyim ya...


Bu denemeden çok şey öğrendim. Gelecek sonbaharı iple çekiyorum :)

Perşembe, Şubat 12, 2009

Soğanlı bitkiler - II (Buzdolabında yer açın, soğanlarım geliyor)

Nerede kalmıştık?
Provakasyonlara karşı duramayan ben, varolmayan Malta kışını yaratmak, saksıda çiğdem ve hatta şişede sümbül yetiştirmek derdine düşmüştüm. Sağolsun Dilek konuyla ilgili bildiği adresleri gönderdi. Biraz da ben araştırdım.

Şunları öğrendim:
*Pek çok değişik kaynakta belirtildiğine göre iç mekanda (vazo veya saksıda) zamanından önce çiçek açtırılabilen soğanlı bitkiler sümbül ile sınırlı değil. Sümbül, çiğdem ve nergis suda; bunlara ek olarak kardelen, scilla (bir üyesinden şurada bahsetmiştim), müşkülüm, amaryllis (Türkçe adını bilen var mı?), müge (?), lale soğanları da saksıda erken çiçek açtırılabiliyor. Önemli olan hangisinin hangi iklim düzenlemesine ihtiyaç duyduğunu (veya duymadığını) bilmek. The gentle art of forcing bulbs adlı yazıda bu konuda detaylı bilgi verilmiş. Amacımız normalde ilkbaharda açması gereken soğanlı bitkiyi daha erken ve iç mekanda açtırmak olduğundan, burada tarif edilenleri soğan türüne göre sonbaharda, en geç yılbaşı civarı yapıyoruz. Her zaman en kaliteli soğanları tercih etmeye çalışıyoruz. Çünkü başarımız toprak ve benzeri faktörlerden çok buna bağlı.

Vazoda (Suda) çiçek açtırmak için:
*Piyasada bu iş için özel tasarlanmış vazolar bulunsa da mutlaka bunlardan edinmeye de gerek yok. Soğanın genişliğinden daha küçük ağızlı bir vazo, kavanoz veya bardak (hatta bir çay bardağı) aynı işi görebilir.
*Vazoya başlangıçta biraz su koyup üzerine soğanı yerleştiriyoruz ama suya değmeyecek şekilde. Kökler uzamaya başlayınca kendiliğinden suya değmeye başlıyor. Önceden suya değerse soğan küflenip çürüyebiliyor.
*Soğanı vazoya kökü aşağıya gelecek şekilde koymak gerektiğini söylemeye gerek var mı? Hımm, galiba var.
*Soğanı bu şekilde vazoya oturttuktan sonra eğer soğuk ihtiyacı duyan bir tür ise buzdolabına yerleştiriyoruz. (Değilse doğrudan karanlık ve mümkünse serin bir ortama yerleştiriyoruz). Bir süre sonra kökler belirerek kendiliğinden suya erişiyor. Nihayet soğanın üst kısmı büyümeye başlayınca (bu 6-10 hafta alabilir, soğanın cinsine göre daha uzun da sürebilir) buzdolabından çıkarıp karanlık bir ortama (örneğin bir mutfak dolabı) alıyoruz. Uç kısmın rengi yeşile dönünce, çıkarıp direk güneş ışığı almayan bir pencere kenarına yerleştiriyoruz. Çiçeklenmesini bekleyip tadını çıkarıyoruz :)
*Buzdolabı konusunda dikkat edilmesi gereken bir küçük detay var. Çok da anlayamadığım bir sebeple buzdolabında elma, domates vb. varsa bunların saldığı bir gaz soğana zarar verebiliyormuş. Bu durumda ne yapılmalı bilmiyorum. Okuduğum bir forumdaki öneri şuydu: "Domatesleri buzdolabından çıkart gitsin. Zaten orada saklanmaları gerekmiyor."

Saksıda çiçek açtırmak için:
* Soğanı bir kesekağıdına sarıp buzdolabına koyuyor ve önerildiği kadar bekletiyoruz. Soğuk bir iklimde yaşıyorsak dışarıda da tutabiliriz. Dikkat edilmesi gereken kural: Soğan asla donmamalı.
* Soğanı saksıya ekip uç verene dek serin ve karanlık bir ortamda (örneğin üzerini örterek fazla ısıtılmayan bir odada ) bekletiyoruz. Uç verip rengi yeşile dönmeye başlayınca güneş gören ortama alıyoruz.
*Bu arada ekim şöyle yapılmalı: Soğan büyüklüğünün en az iki katı büyüklükte bir saksı uygun derinliğe kadar toprakla gevşekçe doldurulmalı. Üzerine soğanlar yerleştirilmeli, üzerleri tekrar uygun miktarda toprakla örtülmeli. Soğanlar toprağa fazla bastırılmamalı. Ekimin hemen ardından sulanmalı ve toprağın kurumasına hiçbir zaman izin verilmemeli.

*Soğanlı bitkilerle ilgili temel bilgiler için şu ve şu sayfalar (ingilizce) ve agaclar.net'te soğanlı ve yumrulu bitkilere ayrılmış şu forum ziyaret edilebilir.


Sonraki yazı: E, biz sana böyle mi tarif ettik?

Bu yazıda kullanılan diğer kaynaklar:
Forcing Bulbs for Indoor Beauty in Winter
Forcing Bulbs Indoors
Forcing Bulbs: Tips & Techniques


Fotoğraflar:
1)gierszewski
2)cbcastro
3)grevillea
4)la fattina
5)sidereal

Salı, Şubat 10, 2009

Soğanlı bitkiler - I (Provokasyon)

Ben aslında bu sene soğanlılardan uzak durma kararı almıştım.

Turhan Baytop'un Anadolu Dağları'nda 50 Yıl adlı kitabını okuduğumdan beri her yıl sonbahar-kış aylarında aklıma düşer soğanlı bitkiler. Özel olarak soğanlı bitkilerden bahsetmez bu kitap ve ben de soğanlı bitkilerle ilk onun sayfalarında karşılaşmış değilim . Ama onların büyülü dünyasına girmemi sağlayan ve "tanış onlarla" diye fısıldayan da odur. İlk denemelerimi bir tür üç renkli çiğdem olan Crocus sieberi ssp. tricolor ve Türkçe'de dağ sümbülü, üzüm sümbülü veya müşkülüm olarak bilinen Muscari ile yapmıştım. Her ikisinin soğanlarını da yoğurt ve dondurma kaplarına ekmiş, pencere önünde kaderlerine bırakmıştım. Çiğdem harika çiçekler açarak beni havalara uçurmuş, diğeri yeşillenmiş ama çiçek açmamıştı.
Malta'ya geldiğimiz sonbahar, yanımda bir kaç parça eşyanın yanında çiğdem soğanlarımı da getirdiğimi söylememe gerek var mı? Ama ya iklimden, ya da artık yaşlanmış olduklarından (iki yıldır dolap bekliyorlardı) çiçek açmak şöyle dursun, sürmediler bile. Ben daha çok iklime bağladım bunu; çünkü soğanlı bitkilerin bir çok türü canlanıp çiçeklenmek için dondurucu soğuk istiyor ve bunu da mümkünse toprakta yaşamayı tercih ediyor. Kış gelmeden, özellikle ilk dondan önce toprağa ekilmiş olmalarının tavsiye edilmesi bundan. Malta'da ise ısının sıfır dereceye yaklaştığı en son 1960'lı yıllarda görülmüş.
İşte bu yüzden bu yıl soğanlı bitkilere uzak durma kararı almış, kendimi sukkulentler ve keçiboynuzu gibi iklim bitkilerine vermiştim. Sonra Dilek, yazışmalarımızdan birinde bu konudan bahsettiğimde, neden gerekli iklim şartlarını kendim yaratmadığımı sordu. Soğanları buzdolabına koyarak... Sakın gülmeyin, bir gece vakti uyku tutmadığında benim de aklıma gelmiş ve bana "Acaba, hımm, bilmem ki" dedirtmiş olan bu yöntem, yaygın olarak uygulanır ve tavsiye edilirmiş meğer. Çiçek açtırmak istediğiniz soğanları bir kesekağıdına koyarak en az bir ay süreyle buzdolabına koyuyor ve mümkünse unutuyorsunuz. Toprak altında zamanını bekleyen soğanlar gibi vaktini bekliyor onlar da.
Ve hatta sonra Dilek, oldu olacak soğanların bazılarını neden vazoda, suda çiçek açtırmayı denemediğimi de sordu. Bu daha önce de okuduğum ama hiç denemediğim bir şeydi. Sadece özel geliştirilmiş bazı sümbül türlerinde işe yaradığını sanıyordum. Ama araştırınca başka soğanlı bitki türlerini de bu şekilde yetiştirip çiçek açtırmanın mümkün olduğunu gördüm. Bu hevesli bahçıvanın bu kadar provakasyona karşı duramadığını, bir taraftan elindeki çiğdem soğanlarını buzdolabına koyarken, diğer taraftan sümbül soğanı aramaya giriştiğini söylemeye gerek var mı bilmem.

Sonraki yazı: Buzdolabında yer açın, soğanlarım geliyor...


Fotoğraflar:
1-Crocus sieberi subsp sublimis 'Tricolor' - Sericea
2-Muscari - louisa catlover
3-Hyacinth(Sümbül) - ~K~

Cuma, Şubat 06, 2009

Senin adın umut olsun mandalina bebeği...

Mandalina

Ekim Tarihi: 20 Aralık 2008
Doğum Tarihi: 17 Ocak 2009

Malta: Nerden çıktı bu Lampedusa?

Malta'daysanız, Avrupa'nın en güney ucundasınız demektir. Sicilya'nın 93 km. güneyindeki Malta takımadaları Avrupa Birliği'nin güney sınırını oluşturur. Bu güney uç coğrafyanın tuhaf bir cilvesiyle Afrika'nın en kuzey ucundan da daha güneydedir.

Böyle biliyorduk. Afrika'dan önceki son durak olmak, hatta bir nebze Afrika'nın kucağında olmak ilginç geliyordu.

Akşam haberlerinden öğrendik ki öyle değilmiş tam.
Lampedusa varmış bir de.

Harita: BBC


Lampedusa, Sicilya'nın 205 km. güneyinde, 25,5 km2 büyüklüğünde ve yaklaşık 6025 kişinin yaşadığı bir ada(cık). Politik ve idari açıdan İtalya'ya aitmiş. Afrika'ya yakınlığı sebebiyle bir çok Afrikalı kaçak göçmen için bir atlama tahtası işlevi görüyor.Bu yüzden yaşanan sorunla da akşam haberlerimize konuk oluyor. Daha düzgün bir harita yayınlamak isterdim ama Malta bile genel ölçekli haritalarda gösterilemeyecek kadar küçükken Sicilya, Malta ve Lampedusa'yı net olarak gösteren bir harita bulmak neredeyse imkansız.

İdari açıdan İtalya'nın elinde olsa da, tektonik olarak Afrika kıtasının bir devamı sayılıyor Lampedusa . Yani politik açıdan Avrupalı olsa da, aslen Afrikalı. Belki sorun da tam burada çıkıyor. Bize gelince... Afrika hâlâ sadece güneyimizde değil, batımızda da dikilmeye devam ediyor. Kim demiş coğrafya sıkıcıdır diye?



"He he, ne Malta'sı? En güneyde Kıbrıs var" diyen okuyucuya not: Bu yazı için araştırırken öğrendim ki Avrupa Birliği'nin en güneyinde olmak ayrıcalığı(!) ne Malta'nın, ne Lampedusa'nın, ne de Kıbrıs'ın. O onur bir Yunan adası olan Gavdos'a ait!

"Çok mu önemli şimdi bu?" diyen okuyucuya not: Hımm, belki de haklısın...

Çarşamba, Şubat 04, 2009

Sincaptan kurtardığım notlar - V

Freedom of Simplicity
Richard J. Foster

(Yazarı hatırladığım kadarıyla bir din adamıydı ve konuya daha çok Hristiyan sadeliği açısından bakıyordu. Ama yine de bir çok açıdan faydalanmıştım bu kitaptan)

  • Gıdalarınızı konserve yaparak, dondurarak, kurutarak saklayın.
  • Ulaşım için gerekli enerjiden tasarruf edebilmek için mümkün olduğunca yerel olarak üretilmiş yiyeceklerden alın.
  • Yapabildiğiniz her şeyi geri dönüştürün.
  • Bir elma ve süt, fast-food lokantalarından bile daha hızlıdır.
  • Amerika dünya nüfusunun %6'sına sahipken dünya kaynaklarının %33'ünü tüketiyor.
  • Adam Smith'in "invisible hand" (görünmez el) kavramına eleştirel bakış. ("Görünmez el"e yönelik eleştirilere başka yerlerde de rastladım. Ayrı bir yazıyı hakediyor.)

Sincaptan kurtardığım notlar -IV

Aşağıdaki öneriler çok eski bir gazete yazısından. Simple Living kavramıyla tanışmadan önce okuyup ilginç bulmuştum üstelik. Daha sonra bir çoğunu uyguladım ve çok faydasını gördüm. 1. ve 12. maddeler favorim. Sanırım bundan daha fazlası da vardı yazıda ama ben aralarından bana uyanları seçmiştim. Gazete arşivlerinde aransa tamamı bulunabilir.

1)Sinmeyin, geçiştirmeyin. İfade edin.
2)Standartlarınızı yükseltin.
3)Günlük küçük projeler geliştirin.
4)Yaşamınızdan dağınıklığı çıkarın. Dağınıklıktan kurtulmak sağaltıcıdır.
5)Hayatınızı sadeleştirin.
6)Herşeyi kendiniz yapmaktan vazgeçin.
7)Para kaçaklarını giderin. Tasarruf yapın.
8)Televizyonu kapatın.
9)Her defasında bir iş yapın.
10)Yapmanız gerekeni hemen ve tam yapın, geciktirmeyin.
11)Dedikoduya son. Herşeyi anlatmayın, derinlemesine dinleyin.
12)İnsanları değiştirmeye çalışmaktan vazgeçin.

Güncelleme -06.02.2009: Nitekim buldum da o yazıyı şimdi. Ama içindeki her maddeye katıldığımı söyleyemeyeceğim >>>

Salı, Şubat 03, 2009

Mim: 161/5

Funda "En yakınınızdaki kitabın 161. sayfasının 5. cümlesi" mimini bana da pas etmiş. Kurallara onun yazısından bakabilirsiniz.

En yakınımda duran kitabı, oğluma anlatmak üzere masal dağarcığımı geliştirmek istediğimden bir kaç ay önce satın aldım: Penguen yayınlarından Brothers Grimm - Magic Tales (Grimm Kardeşler - Büyülü Masallar) adlı kitap. 161. sayfa Golden Bird (Altın Kuş) adlı masala denk geliyor.

5.cümle şöyle:
Tilki dedi ki:"Bunu yapmazsan senden ayrılmam gerekecek; ama gitmeden önce sana bir çift tavsiyem daha var."

Eh, bunu duyup da sözkonusu tavsiyeleri merak etmeyecek yoktur sanırım. Bir sonraki cümleyi de yazıyorum o yüzden:
"İki şeye dikkat et: "Darağacından et satın alma ve sakın bir kuyunun kenarına oturma."

Prensin her iki tavsiyeyi de unuttuğunu ve tilki ne dediyse tersini yaptığını söylememe gerek var mı? Ama merak etmeyin, her masal gibi sonu mutlu bitiyor ve kötüler cezasını buluyor.

Değerli okuyucu,
Senin en yakınındaki kitabın 161. sayfasının 5. cümlesi ne der?

Pazartesi, Şubat 02, 2009

Sincaptan kurtardığım notlar -III

The Last Hours of Ancient Sunlight (Unser ausgebrannter Planet)
Thom Hartmann, 1998

Hartmann kitabının ilk bölümünde bir durum tespiti yaptıktan sonra (tükenen enerji kaynakları, artan nüfus), ikinci bölümde kendi çözüm önerilerinden bahsediyor. Önerlerinin temeli (ilkel yaşama geri dönülmesi) bana okuduğumda çok absürd gelmişti. Hoş şimdi de öyle geliyor. Ama Yabanıl ve benzerlerini okudukça bu bakış açısından öğrenilecek şeylerim olduğunu düşünüyorum.

  • 400 milyon yıl önce: Karbon çağı
  • 300 milyon yıl önce: Devasa bir tektonik patlama Pangaea kıtasını parçaladı.
  • 250 milyon yıl önce: Pangaea yerine iki kıta, dinozorlar
  • 205 milyon yıl önce: Dinozorların sonu (tahminen bir meteor çarpması sebebiyle)
  • <->Isının artması sebebiyle devasa boyutlara ulaşan bitkiler ölümlerinin ardından yeryüzü tabakalarında gittikçe dibe çöktüler. Fosil yakıtların ana kaynağı. Ardından buzul çağı.
  • 900 yıl önce: Kömürün keşfi
  • 1850: Petrolün enerji kaynağı olarak ilk kullanımı (Romanya'da)
  • 1859'dan bu yana tüketilen petrol: 742 milyon varil
  • Bugünkü (kitabın yazıldığı tarihte) dünya petrol rezervi: ~1000 milyon varil
  • Bugünkü tüketim oranının sabit kaldığı iyimser varsayımıyla bu rezervin yeterli olduğu süre: 45 yıl!

  • "Büyük Amerikan petrol ve kömür şirketleri alternatif enerji teknolojilerinin gelişimini bilinçli olarak bloke ediyorlar"

  • Daha az enerji tüketmek için kendimizi güneşe ve mevsimlere göre ayarlamalıyız.

  • Bilgi çağı ve aşırı bilgi yüklemesi bizi bilgi eksikliğine götürüyor.
  • Uyuşturucu olarak TV!

  • 40.000 yıl önce: 5 milyon insan
  • 1000 yılında: 500 milyon insan
  • 1800 yılında: ilk kez bir milyar insan
  • 1930: 2 milyar
  • 1960: 3 milyar
  • 1974: 4 milyar
  • 1987: 5 milyar
  • 1999: 6 milyar
  • Tahminen--> 2030: 10 milyar, 2070: 20 milyar, 2150: 80 milyar -->"Hiç kimse nüfus artış oranının bu şekilde devam edebileceğini sanmıyor" . Bu ne demek? Bir şey(ler) mi olacak?

  • İnsanlığın Amok koşusu!
  • Kaynakların dengeli paylaşımı, %20'ye %80'i vermek değil!
  • En önemli sözcük: "Yeterli"

  • "...bir işletmenin birden fazla şubesi varsa oradan alışveriş etmezdi." (Yazar önemsediği ve örnek aldığı birinin küçük yerel işletmeleri nasıl desteklediğini anlatıyor. Doğru bulduğum ama pek uygulayamadığım bir tavsiye.)