Çarşamba, Nisan 30, 2008
Malta: Başkent Valletta
Valletta'ya ilk ve kısa gezimizi Kasım ayında yapmıştık. Daha sonra bebekle ulaşım güçlüğü, havaların soğuması ve her öğle tatilinde Valletta'ya yürüyen eşimin "İnan, görecek bir şey yok" iddiası yüzünden ertelendikçe ertelendi bu gezi. Görecek bir şey olup olmadığına siz karar verin.
Valletta gerçi Malta'ya inen uçakların penceresinden baktığınızda tamamını görebileceğiniz kadar minyatür bir şehir ama Unesco Dünya Mirası listesinde. Avrupa'nın sokakları birbirini dik olarak kesen (ızgara şeklinde deniyor galiba) ilk şehirlerinden biri. Malta tarihinde büyük yeri olan Osmanlı kuşatmasından (Great Siege of Malta) hemen sonra, 1566'da kurulmuş. Adını St. John şövalyelerinin önde gelenlerinden olan Jean Parisot de la Valette 'den alıyor. Her iki yanı doğal ve büyük iki limanla (Marsamxett Limanı ve Büyük Liman) çevrili bir burunda kurulmuş. Dört yanı yüksek duvarlarla çevrili, tek ve büyük bir giriş kapısı var.
Bu kadar laf yeter, fotoğraflara geçelim.
Önce Sliema tarafından Valletta'nın genel bir görünüşü:
Büyük kubbe Carmelite Church'e, kule ise St. Paul's Anglican Cathedral'e ait. İkinci kilisenin koyu Katolik Malta'nın ilk protestan kilisesi olduğunu okudum.
Bu da sözkonusu kiliselerin bulunduğu sokaktan bir binanın köşe detayı. Malta'nın pek çok armasından biri:
Tam karşısında Carmelita Kilisesinin köşe detayı. Kucağında İsa ile Meryem ana.
Bu kilisenin yakından tam bir fotoğrafını çekmeyi beceremedim. Valletta sokakları öylesine daracık ki, biraz geniş bir açı yakalamak için bir iki adım geri gidince sırtınız karşı binanın duvarına dayanıveriyor. Genel bir fotoğraf çekebilmek için epeyce geri gitmeniz (örneğin Sliema'ya kadar) gerekebiliyor :)
Bu iki köşe detayının bulunduğu sokakta (Old Theatre Street) biraz daha yürüyünce ünlü Manoel Theatre'ın yanından geçiyorsunuz. İçini merak ettiğim bir yapı bu. Bir diğeri ise St.John's Co-Cathedral.
Aşağıdaki fotoğraf Valletta sokakları hakkında bir fikir verir sanırım:
Bir başka köşebaşı detayı daha. Hangi binanındı, şimdi unuttum:
Malta kapıları deyip duruyorum ya, Malta kapı tokmakları ayrı bir fotoğraf konusu. İlginç bulduklarımdan biri:
Sardunyalı pencerelerden biri:
Bu arkadaş biraz yorulmuş gibi :))
Ünlü "Tüccarlar Caddesi"nın tabelası. Gelmeden önce yaptığım araştırmada bu sokakta pazar kurulduğunu okumuştum heyecanla. Eşim defalarca geçmiş. "Pazar mazar yok" dediyse de kabul etmem güç oldu bu gerçeği :((
Bir başka güzel sokak:
Burası Cumhuriyet meydanı (Republic Square). Havaya asılı huzuru hissediyor musunuz?
Cumhuriyet Meydanı'ndaki telefon kulübesi ve posta kutusu adadaki İngiliz etkili detaylardan. Arka plandaki bina Grandmaster's Palace olup dışarıdan pek belli etmese de Malta cumhurbaşkanı ve meclisinin çalışma mekanı. St. John şövalyeleri zamanından beri de yönetim binası imiş zaten.
Great Siege (Büyük Kuşatma) anıtı :
Republic (Cumhuriyet) Caddesinden bir detay. Papa II. Jean Paul buradaymış. Zjara kelimesine dikkat :))
Bu kapıyı Upper Barracca'dan az önce gördüm. Sevdim. Üstüne başka sardunyalı kapı-balkon fotoğrafı çekmemeye karar verdim:
Dön dolaş Tüccarlar Caddesi'nin öbür ucuna çıktık. Gerçekten pazar yokmuş :(( İşte kanıtı:
Bu fotoğrafın bir özelliği daha var. Ben bu fotoğrafı çekerken Tüccarlar Caddesi'nin bir başında duruyorum. Bu cadde Cumhuriyet Caddesi ile beraber bütün Valletta'yı baştan başa kateden ikinci sokak. Karşıda ise deniz gözüküyor. Yani Valletta bir ucundan bakınca diğer ucunu görebileceğiniz bir şehir :))
Upper Barracca'dan Büyük Liman (Grand Harbour)'a bakış:
Bir bakış daha:
E, bi bakış daha.
Bu da Sicilya'ya nasıl gidiliyor diye merak edebilecek okurlar için bir bakış. Bunlara binilip gidiliyor:
Şimdi başımı geriye çevirip tekrar Upper Barracca Bahçesine göz atıyorum:
Bu yaramazı bir an durmuşken yakaladım. Familyasını Malta'da hep görüyorum. Küçükler, şirinler ama yine de umarım havalar iyice ısınınca bizim eve uğramazlar:
Bu beyefendinin kim olduğunu bilmiyorum. Ben aslında sarı çiçekleri fotoğraflamak istemiştim. Hoş, onu da becerememişim ya... :
Bu pembeli ağaç da ilgimi çekiyor. Hatta bir yerlerden tanıdık da geliyor. Ne olduğunu çıkaramıyorum:
Dönüş yolunda harika bir begonvilin (ben ona konsolos çiçeği demeyi tercih ediyorum aslında) kapladığı bir eski bahçe duvarı gördüm ama fotoğraf makinesinin şarjı bittiği için çekemedim. Bunun yerine Sliema Waterfront'tan bir başka konsolos çiçeğini paylaşayım. Yaklaşık böyle bir şeydi:
Bir de şu mini mini pembeli çiçek var. Yapboz oyunumun yeni parçası. Fotoğrafını yerinde çekemedim. Eve gelip çekene kadar da biraz küsmüştü bana. Yine de bulabileceğimi umuyorum:
Salı, Nisan 29, 2008
Yuppiiiii....Latin çiçeği!
Latin çiçeği ekildikten 3-4 gün sonra ilk yapraklarını veriyor. 15 gün sonra keyfi yerindeyken:
37 gün sonra. Yapraklardan bazıları sararmaya başladı. "Yerim dar" halleri mi, "güneşim çok" halleri mi, bilemedim. Latin çiçeği bunalımda:
2,5 ay sonra ilk tomurcuk. Sararan yapraklara rağmen. Üstelik kuru yaprakların dibinden yeni yaprak da verdi ki bu daha önceki yıllarda hiç görmediğim bir şeydi:
Kapüşonlu terem benim:
Ve işte çiçek! Üstelik aslında fotoğraftakinden de güzel :)
Bu da yakın çekim:
...ve de iki küçük tomurcuk daha gördüm. Yuppiiiiii!
Bunlar da bir çay bahçesinde gördüğüm, beni çatır çatır çatlatan latin çiçekleri. Bir ara tohum çalmaya gideceğim :)
Pazartesi, Nisan 28, 2008
Bugün ben bir sincap gördüm...
Not: Bu sincabı ben aslında "bugün" değil, bir kaç yıl önce gördüm. Bu hikayeyi de o zaman bir grupta anlattım. Düşündüm ki eğer yaşıyorsa (ki tüm kalbimle öyle olduğunu dilerim) yine öyle meraklı bakışlarla pıtır pıtır koşturuyordur şimdi. Mevsimi çünkü... Fakat attığım başlık tamamıyla da yanlış sayılmaz. Bu familyadan bir küçük sincap da bizim evde yaşıyor çünkü :))
Cuma, Nisan 25, 2008
Bazen insan kendini eksik sanır
"Bazen insan kendini eksik sanır. Oysa sadece gençtir."
Perşembe, Nisan 24, 2008
Salı, Nisan 22, 2008
Telefon faturası
Pazartesi, Nisan 21, 2008
Walden Gölcüğünde Bugün - 4
"İcatlarımız ilgimizi önemli şeylerden uzaklaştıran sevimli oyuncaklar gibiler. Kendileri gelişmiş araçlar ama bizi sadece yeterince gelişmemiş hedeflere ulaştırıyorlar. Boston'u New York'a bağlayan demiryolları gibi ulaşılması zaten çok kolay hedeflere... Büyük bir telaşla Maine'den Texas'a bir manyetik telgraf hattı kurmaya çalışıyoruz. Oysa belki de Maine ve Texas'ın görüşecek önemli bir şeyleri yok."
Otomobil, cep telefonu, bilgisayar, internet, televizyon... Kendi çağımızın "önemli" icatlarına bir de yukarıdaki satırların ışığında bakın. Hepsinin arkasındaki büyük bilgi birikimini, geliştirilmelerine harcanan beyin enerjisini bir düşünün. Ne için? Örneğin şunun için: "Yoldayım, ekmek lazım mı?" Veya şunun için: "Şimdi bu maili oku, bir dilek tut ve bir dk. içinde 10 kişiye daha gönder."
Yaşasın teknoloji!
Walden Gölcüğünde Bugün-3
Cuma, Nisan 18, 2008
Kimyonun (resimli) maceraları 18/04/2008
Perşembe, Nisan 17, 2008
İyi de ben ne yapıyorum?
- Önce şunu söyleyeyim: Herkesin basit yaşam anlayışı farklı, çünkü yaşam anlayışlarımız farklı. İçinde yetiştiğimiz ve yaşadığımız aile, yaşadığımız coğrafya, günlük dertlerimiz, sabah kalkınca camdan gördüklerimiz, evimiz, pek çok şey... Bu yüzden benim yazdıklarım birebir tavsiyeler değil; fikir alınabilecek, ilham ve motivasyon verecek şeyler olarak görülmeli.
- Beni yoran ve kurtulduğum için hala çok sevindiğim ilk şey kredi kartları. Onlarla vedalaşmam basit yaşamla resmi tanışmamızdan da önceye gidiyor üstelik. Bir değil, bir sürü kredi kartım vardı. Sebebini hiç sormayın, ben de bilmiyorum. Büyük borçlar yapmadım, batmadım. Her ay, o ay harcadıklarımı düzenli olarak ödedim. Yine de benim için yüktüler. Posta kutumda fazladan bir zarf, Inbox'da fazladan bir e-mail, takip edilmesi gereken fazladan bir ödeme, her yılbaşı anlamsız sabit ödemeler... Türkiye'den ayrılırken hepsini iptal ettirdim. Büyük bir zevkle. Birini bile bırakmadım geriye. Cebimdeki para kadar harcamanın, o yetmiyorsa istediğim şeyleri almadan eve dönmenin ve buna rağmen yaşıyor olduğumu görmenin güzelliğini tattım :))
- Cep telefonu. Bunu benim kadar problem yapmayanlar vardır kuşkusuz. Yıllarca kullandım. "Neden cep telefonum var benim?" diye sorarak üstelik. Gündüz işte, akşam evde olan, bunun dışındaki zamanlarda (sinemaya, tiyatroya gittiğimde, dostları ziyarette vb.) zaten erişilmek istemeyen biriydim. Neden cep telefonum var(dı) benim öyleyse? Ödenmesi unutulan faturalar, posta kutusunda bir zarf, şarj edilmesi gereken bir cihaz, söylenmesi gereken bir yalan ("evet, evet, yoldayım, geliyorum"), yanıtlanması gereken bir SMS mesajı, ödenmesi gereken bir saçma sabit miktar daha... Kurtuldum! Bugün yeniden cep telefonu edinmem gerekse kesinlikle kartlı olanlardan bir hat ve en ucuz ve basitinden bir telefon edinirim. Numaramı beni gerçekten her durumda bulmasını istediklerime veriririm. Cep telefonumu sadece erişilecek bir telefondan uzaktaysam açarım. Dostlarıma kuralı açıklarım: "Gündüz işten, akşam evden deneyin. Oralarda bulamazsanız cep telefonumu arayın".
- Beslenme. Büyük farklardan birini burada yaşadım. Ama birdenbire olmadı. Adım adım. Margarin ve tereyağ gitti, zeytinyağı başta olmak üzere sıvıyağ geldi. Daha sonra tereyağ da geri döndü. Ama gerçek, katkısız, boyasız ve tuzsuz olarak; az miktarda . Kırmızı et çok çok azaldı. Yeri biraz tavuk, çokça balıkla kapatıldı. Balığın çiftlikten değil, balıkçı teknesinden gelmiş olması tercih edildi. Sebze yemekleri ve salatalar ağırlık kazandı. Meyve yemek benim için hala tam bir alışkanlık değilse de kuru meyveler ve ceviz-fındık-badem-vb ailesi gündelik abur cuburun yerini aldı. Büyük istisnalar dışında her zaman evde yemeye başladık. Dışarıda geçirilecek öğünler için sandviç yapmayı, önceden poğaça hazırlamayı, elma, muz gibi kolay yenen meyveler ve küçük bir şişe su taşımayı öğrendim. Çantamın demirbaşları oldular :))
- Gıda alışverişlerimiz basitleşmedi, karmaşıklaştı. Her paketin okunması, üzerindeki gizli kodların deşifre edilmesi gerekiyordu çünkü. Bu her yeni şehirde sadece bir süre devam ediyor ama. Belli ürünlerden oluşan bir beslenme düzeni bir kez tutturulunca alışveriş de birden kolaylaşıveriyor. Neden bu kadar takıntılıyım gıdalar konusunda? En kötü oyunlar gıdada oynanıyor, en inanılmaz numaralar (özellikle Türkiye'de) gıdada çekiliyor çünkü. Peynir yapılırken yağı alınıp yerine kalitesiz margarin ekleniyor, bal ve pekmeze glikoz ekleniyor, susamın dış kabuğu alınıp tahin kabuksuz susamdan üretiliyor, meyve suları şekerle şişiriliyor, pekmeze glikoz ekleniyor. Kayısılar kurutulurken sözde böcekleri uzak tutmak için kükürtleniyor. Oysa kükürtlü kayısı su çektiğinden ağırlaşıyor. Kayısıya verdiğimizden çok suya para veriyoruz. Daha neler neler... Aklıma gelenler şimdilik bunlar.
- Gıda paketlerini incelerken bir taraftan da bazı şeyleri evde kendim denemeye başladım. Ekmek, yoğurt, kefir, dondurma, reçel, turşu, meyve suyu, bisküvi ve benzeri hamur abur cubur. Bolca başarısız denemem oldu bu arada. Şunu öğrendim: Her türlü hazır gıdaya uzun süre dayanması için, belli bir kıvamı tutturmak için, daha cazip bir renk veya koku sağlamak için, tadını güçlendirmek için; yani tamamen yan unsurlar için, çeşit çeşit maddeler katılıyor. En basit ve doğal tat güçlendiriciler olan şeker, tuz ve yağ gereğinden fazla kullanılıyor. Özellikle yapay gıda boyaları konusunda takıntılıydım. Zararlı olmadıkları söyleniyordu ama sırf görsel bir amaç uğruna gıdaya fazladan bir madde eklenmesi, fazladan bir üretim prosesi, ne bileyim yanlış geliyordu bana. Bu hafta içinde bir yerde okudum (bulamıyorum yine yazdığım kağıdı) İngiltere'de saygın bir bilim dergisinde yayınlandığına göre yapay gıda boyalarının çocuklarda hiperaktivite sebebi olduğu kanıtlanmış. Hadi bakalım!
- Kendi denemelerimden dışarıda yediğim şeyler hakkında da bir sürü şey öğrendim. Üreticisi ne derse desin gıda boyası katılmadan hiç bir fıstıklı dondurma o kadar yeşil, hiç bir çilekli dondurma o kadar pembe, hiç bir limonlu dondurma o kadar sarı O-LA-MAZ. Çocukluk düşlerimin sonu. Ama gerçek. Bir gerçek daha: Ekmek de öyle pof pof olamaz. Mayada da bir numara çekiyorlar kesin. Ne olduğunu tam çözemedim.
- Kendi yaptıklarımdan dolayı gurur duydum, kendimi iyi hissettim. Gıda üretim zincirinde ne zaman bir adım daha geri gidebilsem mutlu oldum. Boğazımdan aşağı temiz bir şeyler gittikçe, temizlenmiş hissettim. Uzun vadede sağlığım üzerindeki faydasını hissetmeye başladım. Hafifledim.
- Kuru maya değil yaş maya kullanıyorum. Bir gün kendi ekşi mayamı üretmeyi hayal ediyorum.
- İnsanın iki farklı boyutta tencere, bir yanmaz tava, bir keskin bıçak, bir tahta kaşık ve pürüzsüz yüzeyli bir bardakla mutfakta mucizeler yaratabileceğini keşfettim. Patates ezici, kabak oyucu, yumurta fırçası, kavanoz açacağı, mikser, mutfak robotu, yoğurt yapma makinası, yumurta pişirme makinası, kurabiye kalıpları,... ilginç icatlar. Ama onlar olmadan da yaşanıyor.
- Tam tahıl kavramıyla tanıştım. Ben tanıştığımda Türkiye'de henüz tam buğday unu yoktu. Sorduğumda kepekli unu gösteriyorlardı. "Kepekli un, kepeği, kabuğu her şeyi alınmış buğdayın öğütülmesinden elde edilmiş beyaz una, sonradan bir miktar (üreticinin tercih ettiği miktar) kepek eklenmesi ile üretilir. Tam un başka şeydir." diye anlatmaktan vazgeçtim. Almanya'da tam tahıl cennetine eriştim. Tam buğday, tam çavdar, tam arpa unu, tam buğdaydan irmik, tam pirinç, tam yulaf ezmesi, tam undan makarna, tam tara tam tam! Tam tahıldan üretilen gıdaların daha çabuk tokluk hissi verdiğini, daha az yedirdiğini yaşayarak gördüm. İçerdiği vitamin ve minerallerin ne kadar yaşamsal olduğundan bahsetmeyeyim. Başlarda harıl harıl tam una göre verilmiş tarif aradım, her zaman bulamadım. Vazgeçtim. Bulduğum tarifleri verilen un miktarıyla, bazen de biraz beyaz un karıştırarak yaptım. Özel tarif gerekmediğini farkettim.
- Şekerden kurtulmak istedim. Her zaman başarılı olamadım. En önemli adımı zaten atmıştım. Yıllardır çay ve kahveyi şekersiz içiyorum. Gıdalara rafine şeker yerine eklediklerimden pek memnun olmadım. Bu biraz zevk ve alışkanlık meselesi. Rafine şeker öyle saf ki (zararı da burada) kendine has bir tadı yok. Diğer tüm alternatiflerin (bal, pekmez, kuru meyveler, vb.) kendilerine has bir tadı var. Hazırlanan gıdaya da borç veriyorlar o tadı. Ayrıca sıvı tatlandırıcılar kullandığımda kıvam tutturmakta başarısız oldum. Bu konu beceriksizce çırpınıp durduğum bir konudur hala... Tatlı şeyler yemekten vazgeçtim.
- Sadece kakao oranı yüksek (dark, bitter) çikolata yemeye başladım. Çok para verdim, az yedim. Az miktarda acı çikolata yemenin sağlıklı olduğunu öğrendim.
- Evde kimyasal zararlılardan mümkün olduğunca uzaklaşıp doğal şeyler kullanmaya çalıştım. Detaylı araştırma gereken bir konu. Her yazılana inanmamak gerek. Internette sirkenin, karbonatın, limonun 1001 kullanım yöntemini okudum. Eh, ben de denedim bir kaçını. Bu günlükte sadece deneyip memnun kaldıklarımı yazdım. Yer temizliğinde arap sabununa geri döndüm. Aylarca Almanca adını araştırdım. Schmierseife imiş. İngilizce'si ise Potasium soap. İhtiyacı olanlara duyurulur. Bitki bazlı olanını buldum hatta. Sonra yine Almanya'da Gallseife adıyla satılan doğal bir leke çıkarıcı buldum. Türkçe'sinin misk sabunu olduğunu bir yerde okudum. Benim denediğim lekelerde işe yaradı.
- Çöp ayırmaya ve geri dönüşüme dikkat etmeye başladım. Benim yaşamım belki virgülden sonraki bir derecede karmaşıklaştı ama dünya için de bir şeyler yapmalı. Geri dönüşümün her ülkede, her zaman bir nebze mümkün olduğunu farkettim. Ben çocukken anneannem sabah kahvaltısından sonra çaydanlığı ayırır, içindeki artan çayı ve posayı gidip bahçedeki uzak bir ağacın altına dökerdi. Biyolojik olarak dönüştürülebilir çöplere yumurta kabuğu, çay ve kahve posalarının da dahil olduğunu okuduğum gün bunu hatırladım. Belediyeden şikayet etmek yerine bu tür yöntemlere kafa yormaya karar verdim. Reduce-reuse-recycle prensibini öğrendim.
- Evdeki ıvır zıvırı azaltmak için biraz kafa yordum. Biriktirmekten vazgeçtim. Sevdiğim dergilerin eski sayılarını da toplayıp koleksiyon yapardım örneğin. Bazen aylarca açıp bakmadığım sayılar olurdu. Bu tür şeylerin evlerde aylarca, yıllarca beklediğini farkettim. Müzik CD'si ve DVD almaktan vazgeçtim. Sevdiğim CD'leri bilgisayarıma yükledim, çünkü onu her gittiğim yere zaten götürüyordum. Bir filmi herkesin seyredip bahsettiği zaman seyretmemenin o kadar da ölümcül olmadığını farkettim. Hatta hiç bir zaman seyretmemenin de... Aynı şey müzik ve kitaplar için de geçerli. Kaliteli filmler yayınlayan kanalları bulmaya çalıştım, yaşadığım şehrin kütüphanesinden sonuna kadar faydalanmaya çalıştım. Sadece kitap değil, DVD ve CD de ödünç aldım oradan. Her şeyde olduğu gibi müzikte de, filmde de, kitapta da seçici olmaya çabaladım. Internet'ten müzik dinledim.
- Akşamları bir saat haber izlemek dışında televizyon seyretmemeye başladım. Daha önce sevdiğim, izlediğim bir iki program daha vardı, bebeğim doğduktan sonra onlara vakit bulamamaya başladım. Türk televizyonlarını son bir kaç yıldır imkanım olduğu zamanlarda bile izlemedim. İnsanın yaşamını basitleştirmek için atacağı en büyük adımlardan birinin bu olduğuna inanıyorum. Internette aynı başarıyı gösteremedim. Hala istediğimden daha fazla ve daha verimsiz internet kullanıyorum.
- Sadece saç kestirmek için kuaföre gitmeye başladım. İş yaşamından uzaklaşmanın en keyifli gördüğüm yanıdır bu. Saçımda ara ara gördüğüm bir kaç beyaz telin ölümcül olmadığını farkettim. Saçlarımda beyazlar arttığında aynı geniş yürekliliği gösterip gösteremeyeceğimi test etmeyi düşünüyorum. Zaten allerjik ve az makyaj yapan biriydim. Neredeyse hiç yapmıyorum artık. İş yaşamının hijyenik olmayan ortamından uzaklaşıp makyajı da bırakınca, yüzümde geçmek bilmeyen ve doktorun metal alerjisi olduğunu iddia ettiği kırmızılıklar kendiliğinden geçiverdi. Kişisel bakımda bitkisel kaynaklı, doğal ve yeri geldiğinde ucuz ürünler kullanmaya çalışıyorum. Burada da sloganım az ve öz. İnsanın kendi hazırlayacağı sabunlar, şampuanlar, kremler, bakım yağları, losyonlar, şunlar bunlar üzerine elimde türlü tarif var ama hiç birini denemeye imkanım olmadı henüz.
- Burada fazla sözünü etmesem de ruhsal arınma üzerine kafa yoruyorum biraz. Bunun nihayetinde herkesin kendi başına yürüyeceği uzun bir yol olduğunu düşünüyorum. Tevazu, dürüstlük, açıklık, hoşgörü, esneklik, sevgi, ... Ne kadarı öğrenilir, ne hızla öğrenilir bilmiyorum.
- Sahip olduğum şeylere bakıp "Neden" diye sormanın işe yaradığını farkettim. Sırf alışkanlıktan, öyle gördüğümüz için, başkalarının da var diye, bir şekilde evimize gelmiş diye edinip kullandığımız öyle çok şey var ki... Neden çukur tabaklarım var? Çorba koyabilmek için. Neden saç kremi kullanıyorum? Saçlarım başka türlü açılmıyor. Neden dantel örtüm var? ?!? Öyleyse kurtulayım ondan... (Anneme duyurmayayım :P)
- Anlaşılacağı üzere evimizde dantel örtüler, şık masa örtüleri, sevimli biblolar, vazoları içinde yapma çiçekler ve allerjim bahanesiyle halı yok. Ev dekorasyonu söz konusu olduğunda son derece (minimalist ötesi) sıkıcı biriyim. Azlık, boşluk bana huzur veriyor.
- Plastikten ve sentetikten mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyoruz. Giyimde mümkün olduğunca pamuk ve yün. Mutfakta cam, çelik, tahta. Oyuncakta tahta, kumaş. Dekorasyonda cam, ahşap, doğal kumaşlar, metal, belki doğal taşlar.
- Merak ve hobilerimin bende alışveriş tutkusu yaratmasına engel oluyorum. Yeni bir şeye merak saldı mı her insan kendini alışverişe vuruyor. Oysa geçici bir heves olma olasılığı yüksek. Şöyle diyologlar vuku buluyor beyinlerde: "Ben artık klasik müzik dinleyeceğim" "İyi, gidip hemen 3-5 Mozart CD'si alalım." VEYA "Ben artık fotoğrafçılıkla ilgileneceğim" "İyi, gidip en fonksiyonlusundan bir dijital fotoğraf makinası alalım" VEYA "Dalışla ilgilenmeye başladım" "İyi, hemen gidip dalış giysisi, oksijen tüpü, ne lazımsa alıp gelelim." Bahçeye ve bitkilere merak salınca gidip botanik kitapları almamak ve bahçe marketlerini toplayıp gelmemek için güç tuttum kendimi. Sadece fikir edinmek, ilham ve tohum almak için gezdim oraları çoğunlukla. Diğer alet edevatı evdeki ıvır zıvırdan yaratmaya çalıştım. Evde ekmek yapmaya merak salınca ilk işim gidip bir ekmek yapma makinası almak olmadı. Bir süre fırında denemeye karar verdim. O süre bittiğinde fırında bal gibi de olduğunu gördüm, makinasını almaya gerek kalmadı! Her hobi için az çok geçerli olduğunu düşünüyorum bu kuralın.
- Toplu ulaşım araçlarını kullanıyorum. Bol bol yürüyorum, hemen her yere yürüyerek gidiyorum. Yürümeyi zaten severim. Böylece günlük egzersiz yapma derdinden de kurtuldum :)) Beceriksizliğimden bisiklete terfi edemedim, ama gerekmedi de bir şekilde. Türkiye'de yaşasam en çok bu maddede zorlanacağımı tahmin ediyorum.
- Alışveriş merkezlerinden ve onları merkez alan kültürden fazlasıyla sıkılmıştım. Sosyalleşme ve gezinti amacıyla alışveriş merkezine gitmekten vazgeçtim. Alışverişlerimde cadde üstü mağazalarına öncelik vermeye başladım.
- Inbox'ımı temizledim! Başlıbaşına bir yazı konusu olur bu. Lüzumsuz öyle çok e-mail alıyordum ki... Benimle tek iletişimi mail forwardlamak olan "dostlarla" iletişimi kestim.
- Posta kutumuzu temizledik. Bir yere üye olurken reklam istemediğimizi belirtir o kutucuğu her zaman özenle işaretledik. Posta kutumuzun üzerine reklam istemediğimizi belirtir bir not yapıştırdık. Reklamlar sadece posta kutumuzu değil, kağıt geri dönüşüm çöpümüzü de dolduruyor, okuması da vakit alıyordu.
- Kağıt mendil yerine, kumaş mendil kullanmaya başladım. Bahar aylarında inanılmaz mendil tüketiyorum çünkü. İlkokulda kullandıklarıma benzer 10 mendilim var, yıkayıp yıkayıp tekrar kullanıyorum. Bulmam güç oldu, nereden alınacağını bile unutmuşum zira.
- Alışverişte de kumaş çanta kullanıyorum. Her eksik kullanılmış naylon poşette kendimi daha iyi hissediyorum.
- "Bu sorunu anneannem nasıl çözerdi?" diye düşünmeye başladım. "Annem nasıl çözerdi?" diye değil. Çünkü annemin nesli basit yaşam açısından kayıp nesil. Margarinle, plastikle, deterjanla, televizyonla tanışan ve doğal alternatiflerini ya kullanmamış ya da unutmuş nesil...
- Alüminyum folyo kullanmaktan vazgeçtim. Geridönüşümünde sorun yok, fakat üretiminde inanılmaz enerji harcandığını okudum. Kullandığım ürünlerin paketlemesine de dikkat etmeye başladım. Alüminyum yerine mutfakta kapaklı plastik kaplar, cam kavanozlar veya sera kullanıyorum. Sonuncu da tamamen masum değil ama en azından üretim süreci bir çevre faciası değil...
- İnsanlara aldırmamaya, tercihlerini hoşgörmeye, tercihlerimin hoşgörülmesini beklemeye başladım.
- En önemlisi, basit yaşamla resmi tanışıklığı olmayan fakat zaten hep böyle yaşamış, içgüdüsel olarak hep doğal olanı seçmiş ve yaşam tarzından taviz vermemiş bir adamla tanışıp evlenmişim, sonradan anladım :)))) Aynı çatı altındakilerin motivasyon ve katılımı çok önemli.
- "Güneye yerleşmek" gibi hayallerim yok, ne yapacaksam şehirde yapmayı düşünüyorum. Önümüzdeki 20 yılda herkes "güneye" yerleşince şehirlerin bana ve benim gibilere kalacağını hesap ediyorum :)))
- Daha unuttuğum 10 milyon küçük şey yapıyorum, bir o kadarı hakkında kafa yoruyorum.
Çarşamba, Nisan 16, 2008
Bitkisel yapboz
Şimdi karmakarışık yapboz yığınından rastgele bir parça seçiyorum. Bu, yolda giderken bir bitkiyi ilk gördüğüm an. Fotoğrafını çekebilirsem ne ala. Çekemezsem özelliklerini aklımda tutmaya çalışıyorum. Yaprakların rengi, şekli, boğumları, üzerlerindeki çizgiler; çiçeklerin rengi, taç yaprakların şekli, dizilişi, sayısı. Eğer dersimi önceden iyi çalışmışsam veya benzer bir bitkiyi tanıyorsam işim daha kolay. Az çok hangi aileye ait olduğunu tahmin edip doğrudan öyle başlayabilirim aramaya. Ruhr Univesitesi Botanik Bahçesinin sitesinde bu tür bir arama mümkün. Başka botanik bahçeleri ve üniversitelerin de benzer siteleri var tabii ki.
- agaclar.net (T)
- bahcevan.com (T)
- Bir Ot Masalı (Tijen İnaltong) (T)
- Meyve Ağacından Hikayeler (Tijen İnaltong) (T)
- Mutfakta Zen (T)
- Ehlikeyif Bahçe (T)
- Illegal Garden (İ)
- Gaertnerblog (A)
- Green 24 (A)
- baumkunde.de (A)
- Gardenweb (İ)
- Türkçe Bitki Adları Sözlüğü (Turhan Baytop) (T)
- Anadolu Dağlarında 50 yıl - Bir Bitki Avcısının Gözlemleri (Turhan Baytop) (T)
- A Complete Book of Herbs (Lesley Bremness) (İ)
(T Türkçe, İ İngilizce, A Almanca demek)
(Bu arada çaktırmadan kendim için de bir liste oluşturuyorum farkındaysanız. Okuduğum kitapların, sitelerin adını unutmayayım diye... )
Bazı kenara konmuş bitkilere ya bir başka bitkiyi ararken veya bu tür okumalar sırasında rastlıyorum. O zamanki sevincimi bir düşünün. Bazen bu tesadüfi buluşlar 24 saat içinde gerçekleşiyor. Pittosporum tobira (bizim akpıtrak) 'da olduğu gibi. Ben bunu acemi şansına bağlıyorum. Yeri gelmişken, Türkçe adını bulamadığım bir bitkiyle kendimi tam tanışmış saymıyorum. Sanki parçada bir hata varmış da, yerine tam oturmuyormuş gibi... Hortensia'dan ortancayı üretmiş, Aquilegia'yı kim bilir hangi hasekinin küpesine benzetmiş bir toplumun yaratıcılığında tıkanma olduğuna İ-NAN-MI-YO-RUM! Sadece tembellik ediyoruz bence.
Bazen de dört tarafı zaten çıkmış bir parçayı bulmak için yığına elimi daldığım olur. Adı sanı, latincesi belli, elimde fotoğrafları olan bir bitkiyi gözümü dört açıp etrafımda görmeye çalışırım. Bunun son ve ümitsiz örneği Selluka. İzmir'e özgü, efsanevi bir sarmaşıkmış bu. Yok olmaya yüz tutmuş. Heyecanlı macerasını agaclar.net'te okudum. İklim benzer ya, bir ümit rastlar mıyım kendileri de yok olmaya yüz tutmuş Malta bahçelerinde diye bakınmaktayım etrafa...
Ah, bir yöntem daha var unutmadan! Uzmanına sormak. Bütün bahçe, bitki forumlarında bitki teşhisine yönelik soruların sorulacağı bölümler var, bahçe blogcuları da memnuniyetle yanıtlıyor bu tür soruları. Yakından tanıdığınız bir uzman varsa (Ayça!) o daha da iyi tabii :)) Ben yine de nadiren kullanmaya çalışıyorum bu yöntemi. Birincisi, kredimi zor bitkiler için kullanmak taraftarıyım. İkincisi (ve daha önemlisi!), birine "gel de şu parçanın yerini bul" desem, oyunu kim oynamış olur Allah aşkına???
Selluka fotoğrafı: Teclasorg
Salı, Nisan 15, 2008
İlgilenenler için ekolojik bahar hediyem
Buğday dergisi - Zehirli Maddeler Kullanmadan Evde Temizlik makalesi
Uzun zaman Buğday dergisinin en çok okunan 100 makale sıralamasında üst sıralarda yer alan bu yazıda basit ve zararsız malzemelerle hazırlanacak ev temizlik ürünlerinden bahsediliyor. Boraks beni hep korkuttuğu için (zehirli) onu içeren tarifleri hiç denemedim. Bunun dışında denediklerim var. Aslında bu konuda internette yüzlerce tarif ve benim de söyleyecek çok sözüm var. Ama konu hassas, dikkat istiyor. Yarı hazırlıkla, eksik bilgiyle yanlış şeyler söylemek istemem. En azından bu makaleyi güvenle paylaşabilirim sanırım.
Malta: Peynir, domates, portakal
Peynir:
Yerel olarak Gbejna olarak biliniyor. Gozo cheeselets veya Gozitan cheese adıyla da rastlanabilir. İki türü var. Biri sade. Diğeri karabiberli ve sirkeli bir karışıma bulanıp bir süre bekletiliyor. Bana göre sade olanı sabah kahvaltısı için, karabiberlisi akşam yemeğine giriş için uygun. Sözde koyun ve bazen keçi peynirinden yapılıyormuş. Bana kalırsa bizim yediklerimiz inek sütünden. Malta'da bu kadar çok peynir üretecek koyun olduğundan şüpheliyim. Yine de lezzetli. Eritmeye çok gelen bir peynir. Haftasonu kahvaltıları için ekmek dilimlerinin üzerine yerleştirip 5-10 dakika orta derecede ısıtılmış fırında bekletiyorum. Mıımmmmm! Ama asıl Malta'ya gelmiş ve gelecekler için bir ipucu veriyorum şimdi. Bir öğle vakti Gzira'da sahil yolu üzerindeki Cafe Jubilee'ye uğranıyor. Mümkünse 12'yi fazla geçirmemek gerek. Sonra çok kalabalık oluyor. Her neyse, menü şöyle genel bir inceleniyor. Fakat işe bakın ki, her seferinde aynı yemekte karar kılınıyor: Gozitan peynirli (yani Gbejna) ev yapımı Ravjul (yani Malta usulü ravyoli). Üzerine fesleğen ve sarımsaklı domates sosu, onun da üzerine parmesan peyniri... Hamurişi, peynir, sosta Akdeniz tınıları... Aaaah, daha başka ne isterim ki? (Fiyatı yanlış hatırlamıyorsam 7 Euro) Bir de Gozitan peynirli pizza var. Hemen hemen her pizza sunan lokantanın menüsünde rastlanabilir. Ve de denenebilir... Ben henüz denemedim.
Domates:
Çocukluğunda dalından çok domates yemiş şanslı insanlardan biriyim. Domatesin turfanda çıktığı, eve bir kilocuk tadımlık alınıp geldiği zamanları bilirim. Gerçek bir domatesin tadının neye benzediğini bilirim yani. Hani o, kayıp bir türmüş gibi, efsanevi bir şeymiş gibi anlatılıp durulan şey: Do-ma-tes! İşte ondan var Malta'da. Başka yerlerden gelmiş olanlarına rastlayabilirsiniz. Hayır efendim! Etiketinde "local" yazanlardan alacaksınız. Bir kaç değişik türe rastlayabilirsiniz. En lezzetlileri küçük ve yuvarlak olanları.
Portakal:
İki yerel portakal çeşidi var. Benim favorim tatlı olanlar. İster marketten alın, isterseniz yol üstündeki mobil manavlardan... "Sweet ones" diye istenecek. Sokak aralarında şans eseri hayatta kalmayı başarmış minyatür bahçelerde portakal ağaçları var, dalları da altın toplarla dolu bu günlerde...
Pazartesi, Nisan 14, 2008
Müjde!
Liçi beni olumlu yönde şaşırtıp durmaya devam ediyor.
Veeeeeee..........yeni yapraklar veriyor!
Sanırım onlar da kızıl doğup sonra yeşile dönecekler.
İki mini yaprağın altındaki üçüncü çıkıntı tahminen bir sonraki yaprak ikilisinin çıkacağı yer olacak. Yani her yaprak kendinden sonrakiyle beraber doğuyor aslında. Ona yakından bakabilsek dördüncü yaprak ikilisinin çıkacağı yeri bile görebiliriz belki. Sonsuza kadar... Kaos teorisinin anlatıldığı kitaplarda detaya yakından baktıkça mikro boyutlarda geneli tekrarladığını gördüğünüz an vardır ya. Yaklaşık öyle bir şey...
Bu dizinin ilk yazısı: Bir de litchi var
Cuma, Nisan 11, 2008
Malta : Şundan bundan
- Turist sayısında gözle görünür artış var. Turistler giyimleri başta olmak üzere her hallerinden şıp diye belli oluyor. İnsanoğlunun kafasında, tatilde hava durumundan bağımsız olarak mutlaka giyilmesi gereken giysilere dair tuhaf bir programlama var galiba. Şıpıdık terlik, hasır şapka, bermuda pantolon, vs.
- Küçük adamızın son zamanlardaki büyük sevinci: Malta'ya Lidl açılıyor! Hem de 3 ayrı yerde: Luqa, San Gwann, St.Venera. Hiç biri her gün gidilebilecek kadar yakın değil bize. Buna rağmen biz bile azıcık heyecanlanıyoruz.
- Günlük yürüyüş rotam üzerindeki semtlerden Gzira'nın Cezira diye okunduğunu farkettim. Neyse ki kimseye yüksek sesle telafuz etmemiştim bugüne kadar. TDK sözlüğünde baktım; cezire Arapça kaynaklı ve ada demek. Çok anlamlı, çünkü Gzira kıyısında karaya küçük bir yolla bağlanmış, Manoel Island adında bir ada var. Malta kendisi minyatür bir adayken bu kara parçasına ada demek komik geldiğinden ben ona Manoel adacığı diyorum.
- Tesadüfe bakın ki El Cezire Malta'da BBC ve Euronews ile birlikte en çok seyrettiğimiz kanallardan. Oldukça kaliteli programları var. Hiç böyle düşünmemiştim, önyargımı geri alıyorum.
- Bu arada kendisi de, dükkanı da asırlık gibi duran bir berberin eşime anlattığına göre Sliema'nın (bir başka semt) adı da Arapça selam sözcüğü ile aynı kökten geliyormuş. Berberleri konuştursak daha neler öğreniriz, kim bilir.
- Aslında ben onlara semt desem de bütün bu yerleşim birimleri Maltalıların gözünde ya bir şehir(city) ya da kasaba(town).
- Laf semtlerden açılmışken bir de Birkirkara var. Kısaca B'kara diye yazılıyor. Buradaki Türkler onu Bekirkara diye telaffuz etmeyi seviyorlar. B'kara'da büyük bir ev dekorasyon mağazası var sanırım. Neye ihtiyacım olsa orayı tarif ediyorlar. Henüz gitmedim.
- Başlarda Malta dilinin Arapça'dan çok etkilendiğini yazmıştım, değil mi? Bazen yanımdan geçip gidenlerin konuşmaları kulağıma çarpıyor da, hayır bu dil adeta Arapça'nın kendisi!
- Sliema'da, Triq Il-Kbira'da alternatif ürünler satan bir dükkan var. Adı Casa Natura. İhtiyacım olan bir çok şeyi orada bulmaya başladım. Organik bebek maması, kükürtsüz Türk kayısıları, deniz tuzu, kabuğu alınmamış susamdan üretilmiş tahin, envai çeşit bitki çayı, sevdiğim bir marka (Weleda) ve ekolojik temizlik ürünleri (Ecover). Fiyatlar epeyce tuzlu ama ne yapalım. Bugüne dek sorup da bulamadığım tek şey kefir starter'ı. Dükkan sahibinin söylediğine göre daha çok Almanlar soruyormuş bunu. Anlaşılan sipariş edip getirtecek kadar büyük talep oluşmamış. Burada her şeyi talep belirliyor çünkü.
- Geçen haftasonu ara sokakların birinde "Nerede bu, nerede bu?" diye arayıp durduğumuz Malta eriğini bulduk. Malta eriği bildiğiniz gibi yenidünya denen meyvenin diğer adı. Buranın adı geçtiğine göre burada yaygın olarak yetişmesi gerektiğini varsayıyorduk da... Her neyse, en sonunda küçük, eski bir bahçede bir Malta eriği ağacı gördük işte. Oh! Yanlış yere geldik diye düşünmeye başlamıştık. Ara sokaklarda keşfedilecek öyle çok şey var ki... Üstelik kıyıya göre de daha gölgeli...
Perşembe, Nisan 10, 2008
Kimyonun (resimli) maceraları 10/04/2008
Kedili bahçeden pembe bahar dalının karşı binaya attığı lafı kimyon geçerken duymuş. Şöyle diyormuş:
Sen durduğun yerde beton beton dur bakalım.
Ben şimdi çiçek...
sonra yaprak olacağım.
Zamanı gelince de...
meyveye duracağım.
Çarşamba, Nisan 09, 2008
Bahçeler, bahçeler, bahçeler
Balkon bahçe:
Şu balkon sık sık alışverişe gittiğim marketin karşısındaki binanın ikinci katındadır. Her seferinde ilgiyle izlerim. Her telden çalışı hoşuma gider; sade değil belki ama mütevaziliği hoşuma gider; çiçeklerin yerini sevmiş, sağlıklı hali hoşuma gider. Bir kauçuk bitkisi, çocukluğumdan kahkaha çiçeği diye bildiğim çiçek, kadife çiçeği, arkada galiba sardunya, altta parmaklıkların arasından başını merakla uzatmış sukkulentler ve ne olduğunu tam anlayamadığım bir sürü başka bitki... Sahibini -sahip değil de sahibe olduğunu içten içe bilerek- uzun zaman merak ettim. Bu fotoğrafı çektiğim gün gördüm kendisini. Çiçeklerin arasından ancak görünen başını gördüm diyeyim daha doğrusu :) Düz, çenesi hizasındaki siyah saçlarına henüz beyaz düşmemişti ama yüzü ele veriyordu yaşını. Elleriyle, yerlerini ezbere bilir gibi, sararmış yaprakları ayıklarken bir yandan da biraz asık bir suratla sokağı izlemekteydi. Rahatsız etmekten korkarak o anda çekmedim fotoğrafı. Daha sonra, o yokken çekmeyi tercih ettim. Balkon belli ki tutkuyla bitkilere terk edilmiş, oturup balkon sefası falan yapmak amacı güdülmemiş. Öyleyse insansız haliyle, "doğal" haliyle fotoğraflamak da daha mantıklı geldi bana.
Bahçe dergileri ve gerçek bahçeler üzerine:
Bir zaman ağzım açık bahçe dergilerini inceledim. Her gittiğim kitapçıda veya gazete satıcısında elim otomatik onlara uzanır, içlerindeki harika bahçelere hayranlıkla göz atar, sayfalarında her gördüğüm çiçeği edinmek isterdim. Örneğin sarı çiçekli bir civanperçemi ile mor renkli top şeklinde çiçek açan bir soğanın birlikte önerildiği bir düzenleme vardı ki hayal bahçemin bir köşesinde hala ekilidirler. Sonra farkettim ki bahçe dergileri aslında moda dergilerine benziyorlar. (Ve dekorasyon dergilerine, ve gezi dergilerine ve yemek dergilerine...). Nasıl ki moda dergilerinde mükemmel vücutlarına mükemmel elbiseler giymiş, mükemmel aksesuarları mükemmel şekilde taşıyan mükemmel adam ve kadınlar gösterilmekteyse, bahçe dergilerinde de mükemmel güneş alan, mükemmel toprak ve su imkanlarına sahip, mükemmel bahçelerde mükemmel mükemmel büyüyen, genetik açıdan hatasız, mükemmel bitkiler resmedilmekte. Keyfinizi kaçırmış olmayayım, hiç mi yok öyle bahçeler? Çimleri eşit boyda, eşit yeşilde, yabani ot tanımayan, yaprakların hiç sararmadığı, sardunya ve kasımpatı öbeklerinin simetrik ve dolu dolu çiçeklendiği, latin çiçeklerinin iki yaprağa bir çiçek verdiği bahçeler... Var tabii ki. Her gün sokakta yanınızdan geçen yüz kişiden kaçı moda dergilerinden fırlamışçasına mükemmelse, sokak aralarında bahsettiğim türden bahçelere rastlama olasılığınız da o kadar yüksek!
Pazartesi, Nisan 07, 2008
Liçide son durum
Cuma, Nisan 04, 2008
Çocuk İstismarını Durdurun!
She walks to school with the lunch she packed
Nobody knows what she's holdin' back
Wearin' the same dress she wore yesterday
She hides the bruises with linen and lace
The teacher wonders but she doesn't ask
It's hard to see the pain behind the mask
Bearing the burden of a secret storm
Sometimes she wishes she was never born
Through the wind and the rain
She stands hard as a stone
In a world that she can't rise above
But her dreams give her wings
And she flies to a place where she's loved
Concrete angel
Somebody cries in the middle of the night
The neighbors hear, but they turn out the lights
A fragile soul caught in the hands of fate
When morning comes it'll be too late
A statue stands in a shaded place
An angel girl with an upturned face
A name is written on a polished rock
A broken heart that the world forgot
Çocukluk şarkıma gelince...
Hatırladığım en eski şarkı sanırım annemin güzel sesiyle söylediği (Bütün annelerin sesi güzeldir!) "Bir küçücük aslancık" şarkısı. Ama bu şarkının "Baba aslan harpte vurulmuş, küçük aslan ağlar dururmuş" kısmını hiç sevmezdim. Babamın mesleğinden ötürü çok gerçekçi gelirdi, her defasında ağlamak isterdim. Ne kederli milletiz biz, çocuk şarkılarımız bile böyle. Şimdiki aklım olsa anneme "sus, söyleme o kısmı" diyeceğim ama o zamanlar aklıma gelmiyor tabii. Şimdi bu şarkıyı oğluma şöyle değiştirip söylüyorum:
"Baba aslan çarşıya gitmiş,
Küçüğüme neler getirmiş,
Meyve getirmiş, balık getirmiş,
Oğlum onları yer dururmuş, oğlum onları yer büyürmüş"
Oğlumun bakışları "Sen istediğin kadar uğraş; ben kızarmış patates-hamburger çocuğu olacağım" tadında...
Bir de ilkokul öğretmenimin öğrettiği ve başka hiç bir yerde duymadığım bir şarkı var. "Nar gibi domatesle peyaz peynir, bir parça ekmekle ne güzel yenir" diye başlayan... Başka bilen var mı bu şarkıyı? Bilen kimse onu sobeliyorum!
Çocuk İstismarı ve İhmali konusunda bilgilenmek isteyenler için linkler:
Mimi başlatan yazı Bu yazıdan başlayarak ileri veya Yaban'ın yazısından başlayarak geri giderseniz konu hakkında bir çok bilgilendirici blog-mim yazısına rastlayacaksınız.
Vikipedi (Burada zengin bir link listesi de var)
Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Derneği
Hatırla(t)ma: Yağmur suyu hasadı
Yağmurlu mevsim geliyor, bahçeli-bahçesiz hepimizin işine yarayabilir. Tekrar hatırlatayım ve Dilek'e de teşekkür etmiş olayım dedim :))
Fotoğraf: julie70
Perşembe, Nisan 03, 2008
Walden Gölcüğünde Bugün - 3
Araya sıkıştırdığı doğa tasvirlerini ve günlük detayları ise zevkle okuyorum:
Salı, Nisan 01, 2008
Hoş kokulum, her dem yeşilim
Cumartesi günü her zamanki rotamızda yürüyüş yaparken resimdeki bitkiyi keşfettim. Daha önce gözümden kaçmış ama bu sefer burnumdan kaçamadı. Küçük, beyaz çiçeklerinin yaydığı koku bana çokça nergisi, biraz da filbahriyi anımsattı.