"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Çarşamba, Nisan 30, 2008

Malta: Başkent Valletta

Gezip gördüğümden bahsedeyim biraz da. Aşağıdakiler bir Pazar günü yapılmış Valletta gezisinden fotoğraflar. Valletta dolmuşu ile gittik, yürüyerek geri döndük. Malta'yı ziyaret edecek bebekli ailelere Valletta-Sliema arasında işleyen bu vapura bebek arabası ile binebileceklerini hatırlatmak isterim. Biz bir süre emin olamamıştık çünkü. Hatta Wikitravel sitesinde Sliema-Valletta arasını 3-5 dakikaya indiren bu rahat ve ucuz yolculuk, pahalı liman turlarına para vermek istemeyenlere de öneriliyordu. Ben de katılıyorum bu görüşe. O turlarda göreceklerinizin büyük kısmını zaten bu yolculukta da göreceksiniz. Aynı mesafeyi yürüyerek aşmayı ise sadece iyi yürüyüşçülere ve hava çok sıcak değilse öneririm. Girintili çıkıntılı kıyı boyunca hedefe ulaşmak bir saati geçebilir. Yürüyüş ve tekne dışında Sliema'dan Valletta'ya ulaşmanın diğer yolu ise otobüsler.

Valletta'ya ilk ve kısa gezimizi Kasım ayında yapmıştık. Daha sonra bebekle ulaşım güçlüğü, havaların soğuması ve her öğle tatilinde Valletta'ya yürüyen eşimin "İnan, görecek bir şey yok" iddiası yüzünden ertelendikçe ertelendi bu gezi. Görecek bir şey olup olmadığına siz karar verin.

Valletta gerçi Malta'ya inen uçakların penceresinden baktığınızda tamamını görebileceğiniz kadar minyatür bir şehir ama Unesco Dünya Mirası listesinde. Avrupa'nın sokakları birbirini dik olarak kesen (ızgara şeklinde deniyor galiba) ilk şehirlerinden biri. Malta tarihinde büyük yeri olan Osmanlı kuşatmasından (Great Siege of Malta) hemen sonra, 1566'da kurulmuş. Adını St. John şövalyelerinin önde gelenlerinden olan Jean Parisot de la Valette 'den alıyor. Her iki yanı doğal ve büyük iki limanla (Marsamxett Limanı ve Büyük Liman) çevrili bir burunda kurulmuş. Dört yanı yüksek duvarlarla çevrili, tek ve büyük bir giriş kapısı var.

Bu kadar laf yeter, fotoğraflara geçelim.

Önce Sliema tarafından Valletta'nın genel bir görünüşü:
IMG_0410
Büyük kubbe Carmelite Church'e, kule ise St. Paul's Anglican Cathedral'e ait. İkinci kilisenin koyu Katolik Malta'nın ilk protestan kilisesi olduğunu okudum.

Bu da sözkonusu kiliselerin bulunduğu sokaktan bir binanın köşe detayı. Malta'nın pek çok armasından biri:
IMG_0875

Tam karşısında Carmelita Kilisesinin köşe detayı. Kucağında İsa ile Meryem ana.
IMG_0876
Bu kilisenin yakından tam bir fotoğrafını çekmeyi beceremedim. Valletta sokakları öylesine daracık ki, biraz geniş bir açı yakalamak için bir iki adım geri gidince sırtınız karşı binanın duvarına dayanıveriyor. Genel bir fotoğraf çekebilmek için epeyce geri gitmeniz (örneğin Sliema'ya kadar) gerekebiliyor :)
Bu iki köşe detayının bulunduğu sokakta (Old Theatre Street) biraz daha yürüyünce ünlü Manoel Theatre'ın yanından geçiyorsunuz. İçini merak ettiğim bir yapı bu. Bir diğeri ise St.John's Co-Cathedral.

Aşağıdaki fotoğraf Valletta sokakları hakkında bir fikir verir sanırım:
IMG_0877

Bir başka köşebaşı detayı daha. Hangi binanındı, şimdi unuttum:
IMG_0878

Malta kapıları deyip duruyorum ya, Malta kapı tokmakları ayrı bir fotoğraf konusu. İlginç bulduklarımdan biri:
IMG_0879

Sardunyalı pencerelerden biri:
IMG_0880

Bu arkadaş biraz yorulmuş gibi :))
IMG_0881

Ünlü "Tüccarlar Caddesi"nın tabelası. Gelmeden önce yaptığım araştırmada bu sokakta pazar kurulduğunu okumuştum heyecanla. Eşim defalarca geçmiş. "Pazar mazar yok" dediyse de kabul etmem güç oldu bu gerçeği :((
IMG_0882

Bir başka güzel sokak:
IMG_0885

Burası Cumhuriyet meydanı (Republic Square). Havaya asılı huzuru hissediyor musunuz?
IMG_0887

Cumhuriyet Meydanı'ndaki telefon kulübesi ve posta kutusu adadaki İngiliz etkili detaylardan. Arka plandaki bina Grandmaster's Palace olup dışarıdan pek belli etmese de Malta cumhurbaşkanı ve meclisinin çalışma mekanı. St. John şövalyeleri zamanından beri de yönetim binası imiş zaten.
IMG_0888


Great Siege (Büyük Kuşatma) anıtı :
IMG_0890

Republic (Cumhuriyet) Caddesinden bir detay. Papa II. Jean Paul buradaymış. Zjara kelimesine dikkat :))
IMG_0891

Bu kapıyı Upper Barracca'dan az önce gördüm. Sevdim. Üstüne başka sardunyalı kapı-balkon fotoğrafı çekmemeye karar verdim:
IMG_0894

Dön dolaş Tüccarlar Caddesi'nin öbür ucuna çıktık. Gerçekten pazar yokmuş :(( İşte kanıtı:
IMG_0895
Bu fotoğrafın bir özelliği daha var. Ben bu fotoğrafı çekerken Tüccarlar Caddesi'nin bir başında duruyorum. Bu cadde Cumhuriyet Caddesi ile beraber bütün Valletta'yı baştan başa kateden ikinci sokak. Karşıda ise deniz gözüküyor. Yani Valletta bir ucundan bakınca diğer ucunu görebileceğiniz bir şehir :))

Upper Barracca'dan Büyük Liman (Grand Harbour)'a bakış:
IMG_0897

Bir bakış daha:
IMG_0902

E, bi bakış daha.
IMG_0904

Bu da Sicilya'ya nasıl gidiliyor diye merak edebilecek okurlar için bir bakış. Bunlara binilip gidiliyor:
IMG_0907

Şimdi başımı geriye çevirip tekrar Upper Barracca Bahçesine göz atıyorum:
IMG_0899

Bu yaramazı bir an durmuşken yakaladım. Familyasını Malta'da hep görüyorum. Küçükler, şirinler ama yine de umarım havalar iyice ısınınca bizim eve uğramazlar:
IMG_0900

Bu beyefendinin kim olduğunu bilmiyorum. Ben aslında sarı çiçekleri fotoğraflamak istemiştim. Hoş, onu da becerememişim ya... :
IMG_0901

Bu pembeli ağaç da ilgimi çekiyor. Hatta bir yerlerden tanıdık da geliyor. Ne olduğunu çıkaramıyorum:
IMG_0912

Dönüş yolunda harika bir begonvilin (ben ona konsolos çiçeği demeyi tercih ediyorum aslında) kapladığı bir eski bahçe duvarı gördüm ama fotoğraf makinesinin şarjı bittiği için çekemedim. Bunun yerine Sliema Waterfront'tan bir başka konsolos çiçeğini paylaşayım. Yaklaşık böyle bir şeydi:
Begonvil

Bir de şu mini mini pembeli çiçek var. Yapboz oyunumun yeni parçası. Fotoğrafını yerinde çekemedim. Eve gelip çekene kadar da biraz küsmüştü bana. Yine de bulabileceğimi umuyorum:
IMG_0915

Salı, Nisan 29, 2008

Yuppiiiii....Latin çiçeği!

Şubat ayında ektiğim latin çiçeği kah güneşten sararıp kah güneş ararken, sonunda çiçek açmaya karar verdi. Şimdi uzun bir latin çiçeği bilgilendirme yazısı yazmaya çok üşeniyorum. Ama şu güzel ve cefakar çiçeği de paylaşmak istiyorum bir taraftan.

Latin çiçeği ekildikten 3-4 gün sonra ilk yapraklarını veriyor. 15 gün sonra keyfi yerindeyken:

IMG_0672[1]



37 gün sonra. Yapraklardan bazıları sararmaya başladı. "Yerim dar" halleri mi, "güneşim çok" halleri mi, bilemedim. Latin çiçeği bunalımda:

Latin çiçeği bunalımda



2,5 ay sonra ilk tomurcuk. Sararan yapraklara rağmen. Üstelik kuru yaprakların dibinden yeni yaprak da verdi ki bu daha önceki yıllarda hiç görmediğim bir şeydi:

Latin çiçeği - Tomurcuk



Kapüşonlu terem benim:

Latin çiçeği -tomurcuk



Ve işte çiçek! Üstelik aslında fotoğraftakinden de güzel :)

Latin Çiçeği




Bu da yakın çekim:


Meraklı latin çiçeği

...ve de iki küçük tomurcuk daha gördüm. Yuppiiiiii!

Bunlar da bir çay bahçesinde gördüğüm, beni çatır çatır çatlatan latin çiçekleri. Bir ara tohum çalmaya gideceğim :)

Latin çiçekleri

Pazartesi, Nisan 28, 2008

Bugün ben bir sincap gördüm...

...evet, evet siyah, küçücük bir sincap. Yan sokakların birinden fırladı hızla. Yol kenarında park etmiş otomobillerden birinin altında kayboldu. Belli ki yolun karşısına geçecek. İlerden hızla gelen otomobili farkedip, "ayy, şimdi ezilecek!" demeye kalmadan, hooop sincap şimsek hızıyla yolun karşısında. Orada da bir başka park etmiş otomobilin altına gizleniverdi. "Ne zaman çıkacak, dur bakayım" derken ne göreyim, o zaten çoktan hemen yandaki bahçe çitinin üzerine fırlamış, kuyruğunu havaya dikmiş, gidiyor. Hedef sahibi bir sincap, belli. Bahar geliyor, güneş açmış, yapacak çoook iş var. Belli ki gideceği bir yer, yapacaği bir takım işler var sincabın. Benim gibi pazartesi sabahı etrafını seyrede seyrede yürüyenlerle ahbaplık edecek hali yok. Sadece bir an durup çitin üzerinden geriye baktı, neşeyle kuyruğunu salladı, meraklı gözlerle sordu: "Nasıl oldu da kendinizi o büyük, o çirkin, o gri şehirlere hapsettiniz? Büyüüük gökdelenleri olan ve içinden otobanlar geçen şehirler inşa etmek kolay, büyüüük meşe ağaçları ve içinden sincaplar geçen şehirler kurmak zor olandı, nasıl anlayamadınız?"


Not: Bu sincabı ben aslında "bugün" değil, bir kaç yıl önce gördüm. Bu hikayeyi de o zaman bir grupta anlattım. Düşündüm ki eğer yaşıyorsa (ki tüm kalbimle öyle olduğunu dilerim) yine öyle meraklı bakışlarla pıtır pıtır koşturuyordur şimdi. Mevsimi çünkü... Fakat attığım başlık tamamıyla da yanlış sayılmaz. Bu familyadan bir küçük sincap da bizim evde yaşıyor çünkü :))

Cuma, Nisan 25, 2008

Bazen insan kendini eksik sanır

Dün aklıma ilk gençliğimde defalarca okuduğum bir kitaptan sevdiğim bir söz takıldı. Bugünkü aklımla bambaşka bir anlam yükledim ona. O zamanlar bu anlamını yakalayamamış olduğum için ve kendimi başkalarına ait tercihlerle tamamlamaya kalkıştığım için de kızdım biraz.

"Bazen insan kendini eksik sanır. Oysa sadece gençtir."
Italo Calvino (İkiye Bölünen Vikont)

Salı, Nisan 22, 2008

Telefon faturası

IMG_0474
Dün akşam bankamızın internet bankacılığı sayfalarını çözmeye çalışırken birden farkettim ki telefon faturamızı da oradan ödememiz mümkün. Önce "Ne iyi, postaneye gitmeye gerek olmadan buradan hallederim ödemeyi" diye düşündüm. Ama sonra vazgeçtim hemen. Telefon faturasını internetten ödersem hangi sebeple yolumu postanenin olduğu Manoel Dimech caddesine düşüreceğim? Kapıları, kapı tokmakları, balkonları, sukkulentleri, sardunyaları, pencereleri ve adını bilmediğim türlü mimari detayıyla benim için tam bir seyirlik olan bazı Malta evlerini nasıl göreceğim? Sabahları kendimi hoş bir yürüyüş yapmak için evden ne bahane ile dışarı atacağım? (Malta'da postaneler sadece öğlen 12'ye kadar açık). Postanenin merdivenleri yüzünden içeriye alamadığım bebek arabasının başında, başka işi olduğu halde sırf ben rica ettim diye bekleyen, geri döndüğümde laf olsun diye değil, gerçekten ilgilenerek "Hallettiniz mi işinizi?" diye soran, sonra da el sallayarak vedalaşan yaşlı amcalara nasıl rastlayacağım?
Internet şubeleri pratik, hızlı, güvenilir yerler olabilir. Fakat insan http yollarında ne güzel evlere, ne çiçeklere, ne de böyle insanlara rastlayabiliyor.
Fotoğraf: Malta sokaklarından bir güzel. Bütün kış çiçek açtı, şimdi dinlenmeye geçti.

Pazartesi, Nisan 21, 2008

Walden Gölcüğünde Bugün - 4

...Thoreau teknoloji ve ilerleme hakkındaki fikirlerini anlatıyor. "Modern gelişmeler"in her zaman olumlu olmadığını, bunun bir yanılsama olduğunu düşünüyor.

"İcatlarımız ilgimizi önemli şeylerden uzaklaştıran sevimli oyuncaklar gibiler. Kendileri gelişmiş araçlar ama bizi sadece yeterince gelişmemiş hedeflere ulaştırıyorlar. Boston'u New York'a bağlayan demiryolları gibi ulaşılması zaten çok kolay hedeflere... Büyük bir telaşla Maine'den Texas'a bir manyetik telgraf hattı kurmaya çalışıyoruz. Oysa belki de Maine ve Texas'ın görüşecek önemli bir şeyleri yok."

Otomobil, cep telefonu, bilgisayar, internet, televizyon... Kendi çağımızın "önemli" icatlarına bir de yukarıdaki satırların ışığında bakın. Hepsinin arkasındaki büyük bilgi birikimini, geliştirilmelerine harcanan beyin enerjisini bir düşünün. Ne için? Örneğin şunun için: "Yoldayım, ekmek lazım mı?" Veya şunun için: "Şimdi bu maili oku, bir dilek tut ve bir dk. içinde 10 kişiye daha gönder."

Yaşasın teknoloji!

Walden Gölcüğünde Bugün-3

Cuma, Nisan 18, 2008

Kimyonun (resimli) maceraları 18/04/2008

Sardunyalı Pencere

Yokuşun başından bakınca görünen turkuaz deniz, ak deniz. Amber sokak sakin, huzurlu, neredeyse uykuda. Kıpır da öyle... Öğleden sonra sessizliğinde bir tek kimyon uyanık sanki, bir de karşı evin penceresi. Pencere sokağa bakan canlı, meraklı bir göz gibi. "Aşağıda, turkuaz denizin kıyısındakilere inat ben hep böyle kalacağım ve güzel, hep çok güzel olacağım" der gibi. Üstüne üstlük bir de pembe, bir de yeşil, bir de sardunya...

Perşembe, Nisan 17, 2008

İyi de ben ne yapıyorum?

Yaban yaşamımı basitleştirmek için benim ne yaptığımı sormuş. Bu soruya hak vermemek elde değil. Yola çıkarken internetteki "bla..bla..bla" dan ziyade birilerinin tecrübelerini dinlemeye ben de ihtiyaç duymuştum. Gruplara, forumlara üye olma sebebim de buydu. Bu blogda da kendi öğrendiklerimi, okuduklarımı unutmamak ve denediklerimden diğer insanları haberdar etmek için yazıyorum. Yaban'ın sorusu çok işime geliyor, bir tür iç hesaplaşma da yapacağım kendimle. Şimdi uzun ve biraz karışık bir liste geliyor, hazır olun...

  • Önce şunu söyleyeyim: Herkesin basit yaşam anlayışı farklı, çünkü yaşam anlayışlarımız farklı. İçinde yetiştiğimiz ve yaşadığımız aile, yaşadığımız coğrafya, günlük dertlerimiz, sabah kalkınca camdan gördüklerimiz, evimiz, pek çok şey... Bu yüzden benim yazdıklarım birebir tavsiyeler değil; fikir alınabilecek, ilham ve motivasyon verecek şeyler olarak görülmeli.

  • Beni yoran ve kurtulduğum için hala çok sevindiğim ilk şey kredi kartları. Onlarla vedalaşmam basit yaşamla resmi tanışmamızdan da önceye gidiyor üstelik. Bir değil, bir sürü kredi kartım vardı. Sebebini hiç sormayın, ben de bilmiyorum. Büyük borçlar yapmadım, batmadım. Her ay, o ay harcadıklarımı düzenli olarak ödedim. Yine de benim için yüktüler. Posta kutumda fazladan bir zarf, Inbox'da fazladan bir e-mail, takip edilmesi gereken fazladan bir ödeme, her yılbaşı anlamsız sabit ödemeler... Türkiye'den ayrılırken hepsini iptal ettirdim. Büyük bir zevkle. Birini bile bırakmadım geriye. Cebimdeki para kadar harcamanın, o yetmiyorsa istediğim şeyleri almadan eve dönmenin ve buna rağmen yaşıyor olduğumu görmenin güzelliğini tattım :))

  • Cep telefonu. Bunu benim kadar problem yapmayanlar vardır kuşkusuz. Yıllarca kullandım. "Neden cep telefonum var benim?" diye sorarak üstelik. Gündüz işte, akşam evde olan, bunun dışındaki zamanlarda (sinemaya, tiyatroya gittiğimde, dostları ziyarette vb.) zaten erişilmek istemeyen biriydim. Neden cep telefonum var(dı) benim öyleyse? Ödenmesi unutulan faturalar, posta kutusunda bir zarf, şarj edilmesi gereken bir cihaz, söylenmesi gereken bir yalan ("evet, evet, yoldayım, geliyorum"), yanıtlanması gereken bir SMS mesajı, ödenmesi gereken bir saçma sabit miktar daha... Kurtuldum! Bugün yeniden cep telefonu edinmem gerekse kesinlikle kartlı olanlardan bir hat ve en ucuz ve basitinden bir telefon edinirim. Numaramı beni gerçekten her durumda bulmasını istediklerime veriririm. Cep telefonumu sadece erişilecek bir telefondan uzaktaysam açarım. Dostlarıma kuralı açıklarım: "Gündüz işten, akşam evden deneyin. Oralarda bulamazsanız cep telefonumu arayın".

  • Beslenme. Büyük farklardan birini burada yaşadım. Ama birdenbire olmadı. Adım adım. Margarin ve tereyağ gitti, zeytinyağı başta olmak üzere sıvıyağ geldi. Daha sonra tereyağ da geri döndü. Ama gerçek, katkısız, boyasız ve tuzsuz olarak; az miktarda . Kırmızı et çok çok azaldı. Yeri biraz tavuk, çokça balıkla kapatıldı. Balığın çiftlikten değil, balıkçı teknesinden gelmiş olması tercih edildi. Sebze yemekleri ve salatalar ağırlık kazandı. Meyve yemek benim için hala tam bir alışkanlık değilse de kuru meyveler ve ceviz-fındık-badem-vb ailesi gündelik abur cuburun yerini aldı. Büyük istisnalar dışında her zaman evde yemeye başladık. Dışarıda geçirilecek öğünler için sandviç yapmayı, önceden poğaça hazırlamayı, elma, muz gibi kolay yenen meyveler ve küçük bir şişe su taşımayı öğrendim. Çantamın demirbaşları oldular :))

  • Gıda alışverişlerimiz basitleşmedi, karmaşıklaştı. Her paketin okunması, üzerindeki gizli kodların deşifre edilmesi gerekiyordu çünkü. Bu her yeni şehirde sadece bir süre devam ediyor ama. Belli ürünlerden oluşan bir beslenme düzeni bir kez tutturulunca alışveriş de birden kolaylaşıveriyor. Neden bu kadar takıntılıyım gıdalar konusunda? En kötü oyunlar gıdada oynanıyor, en inanılmaz numaralar (özellikle Türkiye'de) gıdada çekiliyor çünkü. Peynir yapılırken yağı alınıp yerine kalitesiz margarin ekleniyor, bal ve pekmeze glikoz ekleniyor, susamın dış kabuğu alınıp tahin kabuksuz susamdan üretiliyor, meyve suları şekerle şişiriliyor, pekmeze glikoz ekleniyor. Kayısılar kurutulurken sözde böcekleri uzak tutmak için kükürtleniyor. Oysa kükürtlü kayısı su çektiğinden ağırlaşıyor. Kayısıya verdiğimizden çok suya para veriyoruz. Daha neler neler... Aklıma gelenler şimdilik bunlar.
  • Gıda paketlerini incelerken bir taraftan da bazı şeyleri evde kendim denemeye başladım. Ekmek, yoğurt, kefir, dondurma, reçel, turşu, meyve suyu, bisküvi ve benzeri hamur abur cubur. Bolca başarısız denemem oldu bu arada. Şunu öğrendim: Her türlü hazır gıdaya uzun süre dayanması için, belli bir kıvamı tutturmak için, daha cazip bir renk veya koku sağlamak için, tadını güçlendirmek için; yani tamamen yan unsurlar için, çeşit çeşit maddeler katılıyor. En basit ve doğal tat güçlendiriciler olan şeker, tuz ve yağ gereğinden fazla kullanılıyor. Özellikle yapay gıda boyaları konusunda takıntılıydım. Zararlı olmadıkları söyleniyordu ama sırf görsel bir amaç uğruna gıdaya fazladan bir madde eklenmesi, fazladan bir üretim prosesi, ne bileyim yanlış geliyordu bana. Bu hafta içinde bir yerde okudum (bulamıyorum yine yazdığım kağıdı) İngiltere'de saygın bir bilim dergisinde yayınlandığına göre yapay gıda boyalarının çocuklarda hiperaktivite sebebi olduğu kanıtlanmış. Hadi bakalım!
  • Kendi denemelerimden dışarıda yediğim şeyler hakkında da bir sürü şey öğrendim. Üreticisi ne derse desin gıda boyası katılmadan hiç bir fıstıklı dondurma o kadar yeşil, hiç bir çilekli dondurma o kadar pembe, hiç bir limonlu dondurma o kadar sarı O-LA-MAZ. Çocukluk düşlerimin sonu. Ama gerçek. Bir gerçek daha: Ekmek de öyle pof pof olamaz. Mayada da bir numara çekiyorlar kesin. Ne olduğunu tam çözemedim.

  • Kendi yaptıklarımdan dolayı gurur duydum, kendimi iyi hissettim. Gıda üretim zincirinde ne zaman bir adım daha geri gidebilsem mutlu oldum. Boğazımdan aşağı temiz bir şeyler gittikçe, temizlenmiş hissettim. Uzun vadede sağlığım üzerindeki faydasını hissetmeye başladım. Hafifledim.

  • Kuru maya değil yaş maya kullanıyorum. Bir gün kendi ekşi mayamı üretmeyi hayal ediyorum.

  • İnsanın iki farklı boyutta tencere, bir yanmaz tava, bir keskin bıçak, bir tahta kaşık ve pürüzsüz yüzeyli bir bardakla mutfakta mucizeler yaratabileceğini keşfettim. Patates ezici, kabak oyucu, yumurta fırçası, kavanoz açacağı, mikser, mutfak robotu, yoğurt yapma makinası, yumurta pişirme makinası, kurabiye kalıpları,... ilginç icatlar. Ama onlar olmadan da yaşanıyor.

  • Tam tahıl kavramıyla tanıştım. Ben tanıştığımda Türkiye'de henüz tam buğday unu yoktu. Sorduğumda kepekli unu gösteriyorlardı. "Kepekli un, kepeği, kabuğu her şeyi alınmış buğdayın öğütülmesinden elde edilmiş beyaz una, sonradan bir miktar (üreticinin tercih ettiği miktar) kepek eklenmesi ile üretilir. Tam un başka şeydir." diye anlatmaktan vazgeçtim. Almanya'da tam tahıl cennetine eriştim. Tam buğday, tam çavdar, tam arpa unu, tam buğdaydan irmik, tam pirinç, tam yulaf ezmesi, tam undan makarna, tam tara tam tam! Tam tahıldan üretilen gıdaların daha çabuk tokluk hissi verdiğini, daha az yedirdiğini yaşayarak gördüm. İçerdiği vitamin ve minerallerin ne kadar yaşamsal olduğundan bahsetmeyeyim. Başlarda harıl harıl tam una göre verilmiş tarif aradım, her zaman bulamadım. Vazgeçtim. Bulduğum tarifleri verilen un miktarıyla, bazen de biraz beyaz un karıştırarak yaptım. Özel tarif gerekmediğini farkettim.

  • Şekerden kurtulmak istedim. Her zaman başarılı olamadım. En önemli adımı zaten atmıştım. Yıllardır çay ve kahveyi şekersiz içiyorum. Gıdalara rafine şeker yerine eklediklerimden pek memnun olmadım. Bu biraz zevk ve alışkanlık meselesi. Rafine şeker öyle saf ki (zararı da burada) kendine has bir tadı yok. Diğer tüm alternatiflerin (bal, pekmez, kuru meyveler, vb.) kendilerine has bir tadı var. Hazırlanan gıdaya da borç veriyorlar o tadı. Ayrıca sıvı tatlandırıcılar kullandığımda kıvam tutturmakta başarısız oldum. Bu konu beceriksizce çırpınıp durduğum bir konudur hala... Tatlı şeyler yemekten vazgeçtim.

  • Sadece kakao oranı yüksek (dark, bitter) çikolata yemeye başladım. Çok para verdim, az yedim. Az miktarda acı çikolata yemenin sağlıklı olduğunu öğrendim.

  • Evde kimyasal zararlılardan mümkün olduğunca uzaklaşıp doğal şeyler kullanmaya çalıştım. Detaylı araştırma gereken bir konu. Her yazılana inanmamak gerek. Internette sirkenin, karbonatın, limonun 1001 kullanım yöntemini okudum. Eh, ben de denedim bir kaçını. Bu günlükte sadece deneyip memnun kaldıklarımı yazdım. Yer temizliğinde arap sabununa geri döndüm. Aylarca Almanca adını araştırdım. Schmierseife imiş. İngilizce'si ise Potasium soap. İhtiyacı olanlara duyurulur. Bitki bazlı olanını buldum hatta. Sonra yine Almanya'da Gallseife adıyla satılan doğal bir leke çıkarıcı buldum. Türkçe'sinin misk sabunu olduğunu bir yerde okudum. Benim denediğim lekelerde işe yaradı.

  • Çöp ayırmaya ve geri dönüşüme dikkat etmeye başladım. Benim yaşamım belki virgülden sonraki bir derecede karmaşıklaştı ama dünya için de bir şeyler yapmalı. Geri dönüşümün her ülkede, her zaman bir nebze mümkün olduğunu farkettim. Ben çocukken anneannem sabah kahvaltısından sonra çaydanlığı ayırır, içindeki artan çayı ve posayı gidip bahçedeki uzak bir ağacın altına dökerdi. Biyolojik olarak dönüştürülebilir çöplere yumurta kabuğu, çay ve kahve posalarının da dahil olduğunu okuduğum gün bunu hatırladım. Belediyeden şikayet etmek yerine bu tür yöntemlere kafa yormaya karar verdim. Reduce-reuse-recycle prensibini öğrendim.

  • Evdeki ıvır zıvırı azaltmak için biraz kafa yordum. Biriktirmekten vazgeçtim. Sevdiğim dergilerin eski sayılarını da toplayıp koleksiyon yapardım örneğin. Bazen aylarca açıp bakmadığım sayılar olurdu. Bu tür şeylerin evlerde aylarca, yıllarca beklediğini farkettim. Müzik CD'si ve DVD almaktan vazgeçtim. Sevdiğim CD'leri bilgisayarıma yükledim, çünkü onu her gittiğim yere zaten götürüyordum. Bir filmi herkesin seyredip bahsettiği zaman seyretmemenin o kadar da ölümcül olmadığını farkettim. Hatta hiç bir zaman seyretmemenin de... Aynı şey müzik ve kitaplar için de geçerli. Kaliteli filmler yayınlayan kanalları bulmaya çalıştım, yaşadığım şehrin kütüphanesinden sonuna kadar faydalanmaya çalıştım. Sadece kitap değil, DVD ve CD de ödünç aldım oradan. Her şeyde olduğu gibi müzikte de, filmde de, kitapta da seçici olmaya çabaladım. Internet'ten müzik dinledim.

  • Akşamları bir saat haber izlemek dışında televizyon seyretmemeye başladım. Daha önce sevdiğim, izlediğim bir iki program daha vardı, bebeğim doğduktan sonra onlara vakit bulamamaya başladım. Türk televizyonlarını son bir kaç yıldır imkanım olduğu zamanlarda bile izlemedim. İnsanın yaşamını basitleştirmek için atacağı en büyük adımlardan birinin bu olduğuna inanıyorum. Internette aynı başarıyı gösteremedim. Hala istediğimden daha fazla ve daha verimsiz internet kullanıyorum.

  • Sadece saç kestirmek için kuaföre gitmeye başladım. İş yaşamından uzaklaşmanın en keyifli gördüğüm yanıdır bu. Saçımda ara ara gördüğüm bir kaç beyaz telin ölümcül olmadığını farkettim. Saçlarımda beyazlar arttığında aynı geniş yürekliliği gösterip gösteremeyeceğimi test etmeyi düşünüyorum. Zaten allerjik ve az makyaj yapan biriydim. Neredeyse hiç yapmıyorum artık. İş yaşamının hijyenik olmayan ortamından uzaklaşıp makyajı da bırakınca, yüzümde geçmek bilmeyen ve doktorun metal alerjisi olduğunu iddia ettiği kırmızılıklar kendiliğinden geçiverdi. Kişisel bakımda bitkisel kaynaklı, doğal ve yeri geldiğinde ucuz ürünler kullanmaya çalışıyorum. Burada da sloganım az ve öz. İnsanın kendi hazırlayacağı sabunlar, şampuanlar, kremler, bakım yağları, losyonlar, şunlar bunlar üzerine elimde türlü tarif var ama hiç birini denemeye imkanım olmadı henüz.

  • Burada fazla sözünü etmesem de ruhsal arınma üzerine kafa yoruyorum biraz. Bunun nihayetinde herkesin kendi başına yürüyeceği uzun bir yol olduğunu düşünüyorum. Tevazu, dürüstlük, açıklık, hoşgörü, esneklik, sevgi, ... Ne kadarı öğrenilir, ne hızla öğrenilir bilmiyorum.

  • Sahip olduğum şeylere bakıp "Neden" diye sormanın işe yaradığını farkettim. Sırf alışkanlıktan, öyle gördüğümüz için, başkalarının da var diye, bir şekilde evimize gelmiş diye edinip kullandığımız öyle çok şey var ki... Neden çukur tabaklarım var? Çorba koyabilmek için. Neden saç kremi kullanıyorum? Saçlarım başka türlü açılmıyor. Neden dantel örtüm var? ?!? Öyleyse kurtulayım ondan... (Anneme duyurmayayım :P)

  • Anlaşılacağı üzere evimizde dantel örtüler, şık masa örtüleri, sevimli biblolar, vazoları içinde yapma çiçekler ve allerjim bahanesiyle halı yok. Ev dekorasyonu söz konusu olduğunda son derece (minimalist ötesi) sıkıcı biriyim. Azlık, boşluk bana huzur veriyor.

  • Plastikten ve sentetikten mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyoruz. Giyimde mümkün olduğunca pamuk ve yün. Mutfakta cam, çelik, tahta. Oyuncakta tahta, kumaş. Dekorasyonda cam, ahşap, doğal kumaşlar, metal, belki doğal taşlar.

  • Merak ve hobilerimin bende alışveriş tutkusu yaratmasına engel oluyorum. Yeni bir şeye merak saldı mı her insan kendini alışverişe vuruyor. Oysa geçici bir heves olma olasılığı yüksek. Şöyle diyologlar vuku buluyor beyinlerde: "Ben artık klasik müzik dinleyeceğim" "İyi, gidip hemen 3-5 Mozart CD'si alalım." VEYA "Ben artık fotoğrafçılıkla ilgileneceğim" "İyi, gidip en fonksiyonlusundan bir dijital fotoğraf makinası alalım" VEYA "Dalışla ilgilenmeye başladım" "İyi, hemen gidip dalış giysisi, oksijen tüpü, ne lazımsa alıp gelelim." Bahçeye ve bitkilere merak salınca gidip botanik kitapları almamak ve bahçe marketlerini toplayıp gelmemek için güç tuttum kendimi. Sadece fikir edinmek, ilham ve tohum almak için gezdim oraları çoğunlukla. Diğer alet edevatı evdeki ıvır zıvırdan yaratmaya çalıştım. Evde ekmek yapmaya merak salınca ilk işim gidip bir ekmek yapma makinası almak olmadı. Bir süre fırında denemeye karar verdim. O süre bittiğinde fırında bal gibi de olduğunu gördüm, makinasını almaya gerek kalmadı! Her hobi için az çok geçerli olduğunu düşünüyorum bu kuralın.

  • Toplu ulaşım araçlarını kullanıyorum. Bol bol yürüyorum, hemen her yere yürüyerek gidiyorum. Yürümeyi zaten severim. Böylece günlük egzersiz yapma derdinden de kurtuldum :)) Beceriksizliğimden bisiklete terfi edemedim, ama gerekmedi de bir şekilde. Türkiye'de yaşasam en çok bu maddede zorlanacağımı tahmin ediyorum.

  • Alışveriş merkezlerinden ve onları merkez alan kültürden fazlasıyla sıkılmıştım. Sosyalleşme ve gezinti amacıyla alışveriş merkezine gitmekten vazgeçtim. Alışverişlerimde cadde üstü mağazalarına öncelik vermeye başladım.

  • Inbox'ımı temizledim! Başlıbaşına bir yazı konusu olur bu. Lüzumsuz öyle çok e-mail alıyordum ki... Benimle tek iletişimi mail forwardlamak olan "dostlarla" iletişimi kestim.

  • Posta kutumuzu temizledik. Bir yere üye olurken reklam istemediğimizi belirtir o kutucuğu her zaman özenle işaretledik. Posta kutumuzun üzerine reklam istemediğimizi belirtir bir not yapıştırdık. Reklamlar sadece posta kutumuzu değil, kağıt geri dönüşüm çöpümüzü de dolduruyor, okuması da vakit alıyordu.

  • Kağıt mendil yerine, kumaş mendil kullanmaya başladım. Bahar aylarında inanılmaz mendil tüketiyorum çünkü. İlkokulda kullandıklarıma benzer 10 mendilim var, yıkayıp yıkayıp tekrar kullanıyorum. Bulmam güç oldu, nereden alınacağını bile unutmuşum zira.

  • Alışverişte de kumaş çanta kullanıyorum. Her eksik kullanılmış naylon poşette kendimi daha iyi hissediyorum.

  • "Bu sorunu anneannem nasıl çözerdi?" diye düşünmeye başladım. "Annem nasıl çözerdi?" diye değil. Çünkü annemin nesli basit yaşam açısından kayıp nesil. Margarinle, plastikle, deterjanla, televizyonla tanışan ve doğal alternatiflerini ya kullanmamış ya da unutmuş nesil...

  • Alüminyum folyo kullanmaktan vazgeçtim. Geridönüşümünde sorun yok, fakat üretiminde inanılmaz enerji harcandığını okudum. Kullandığım ürünlerin paketlemesine de dikkat etmeye başladım. Alüminyum yerine mutfakta kapaklı plastik kaplar, cam kavanozlar veya sera kullanıyorum. Sonuncu da tamamen masum değil ama en azından üretim süreci bir çevre faciası değil...

  • İnsanlara aldırmamaya, tercihlerini hoşgörmeye, tercihlerimin hoşgörülmesini beklemeye başladım.

  • En önemlisi, basit yaşamla resmi tanışıklığı olmayan fakat zaten hep böyle yaşamış, içgüdüsel olarak hep doğal olanı seçmiş ve yaşam tarzından taviz vermemiş bir adamla tanışıp evlenmişim, sonradan anladım :)))) Aynı çatı altındakilerin motivasyon ve katılımı çok önemli.

  • "Güneye yerleşmek" gibi hayallerim yok, ne yapacaksam şehirde yapmayı düşünüyorum. Önümüzdeki 20 yılda herkes "güneye" yerleşince şehirlerin bana ve benim gibilere kalacağını hesap ediyorum :)))

  • Daha unuttuğum 10 milyon küçük şey yapıyorum, bir o kadarı hakkında kafa yoruyorum.

Çarşamba, Nisan 16, 2008

Bitkisel yapboz

Bu yazı, bitkileri tanımak için kaynak, yöntem soran Demet için. Benimkilerin kendi kendime geliştirdiğim amatör yöntemler olduğunu söylemeliyim. Aralarında konunun uzmanlarını gülmekten yerlere yatıracak olanlar vardır (Flickr falan). Fakat bir şekilde işe yarıyorlar. Kafamı takıp da adını bulamadığım bitki olmadı bugüne dek.

Bitki tanımlamanın benim için yapboz oynamaya benzediğini farkettim. Parçaları evin içinde dağılmadan, kaybolup gitmeden tamamen kafamın içinde oynadığım eğlenceli bir oyun...

Yapboz oynarken başlangıç taktiklerimden biri, resmin çerçevesini ve nesneleri birbirinden ayıran sınırları çizmek. Dağ ile gökyüzünün, ağaç ile evin birbirine değdiği parçaları bulmak kolaydır. Üstelik resmi daha idare edilebilir bölümlere ayırır, kalan işi kolaylaştırırlar. Bitki tanımlamada da er veya geç bu tür bir sınır çizme eylemi gerekli. Ne kadar sıkıcı da görünse bir ara türler ve kavramlar hakkında bilgilenmeli. Tek yıllık, iki yıllık, çok yıllık; odunsu, otsu; tek çenekli, çift çenekli bitki nedir; petal, kotiledon, ağaç, çalı, ot, sarmaşık neye denir gibi... Mümkünse bilinen her dilde bitki terminolojisini öğrenmek iyi olur. Bitkiyi ararken bunlara ihtiyacım olacak çünkü. Bunun için internette yüzlerce iyi kaynak olduğundan eminim. Ben terimlerle ilk tanışmamı Wikipedia'da yapıyorum. Wikipedia'da herhangi bir maddeyi okurken, soldaki dil listesinden bir diğer dili seçince aynı maddenin seçilen dildeki sayfası geliyor. Örneğin Plants sayfasında Almanca seçilince Pflanzen maddesine geçebiliyorum. Terimleri bir kaç dilde paralel öğrenmek için ideal.

Şimdi karmakarışık yapboz yığınından rastgele bir parça seçiyorum. Bu, yolda giderken bir bitkiyi ilk gördüğüm an. Fotoğrafını çekebilirsem ne ala. Çekemezsem özelliklerini aklımda tutmaya çalışıyorum. Yaprakların rengi, şekli, boğumları, üzerlerindeki çizgiler; çiçeklerin rengi, taç yaprakların şekli, dizilişi, sayısı. Eğer dersimi önceden iyi çalışmışsam veya benzer bir bitkiyi tanıyorsam işim daha kolay. Az çok hangi aileye ait olduğunu tahmin edip doğrudan öyle başlayabilirim aramaya. Ruhr Univesitesi Botanik Bahçesinin sitesinde bu tür bir arama mümkün. Başka botanik bahçeleri ve üniversitelerin de benzer siteleri var tabii ki.

Şu var ki, bu yönteme nadiren başvurabiliyorum. Benim de biraz daha ders çalışmam gerek :-) Daha çok, sadece elimdeki görsel özelliklerle yola çıkmam gerekiyor. "Küçük, beyaz çiçekler, 5 taç yapraklı; uzun, parlak, koyu yeşil, oval yapraklar" gibi... Yapraklar da önemli, çünkü bazen iki ayrı bitkinin çiçekleri birbirine çok benzeyebiliyor, yapraklarından ayırt ediyorum. Bu durumda Flickr'da bir arama başlatıyorum. "Küçük beyaz çiçekler" gibi... Çünkü insanlar fotoğraflarını genelde bu tür anahtar kelimelerle kaydetmeye eğilimli. Bazen yüzlerce sayfa fotoğraf geliyor. Şanslıysam ilk on sayfa içinde aradığımı bulmakla kalmıyorum, fotoğrafın sahibi veya bir yorumcu bitkinin adını da veriyor. Hangi dilde verildiği önemli değil. Bir sözlük yardımıyla veya Wikipedia'nın sözünü ettiğim özelliğini kullanarak diğer adlarına ulaşabilirim çünkü. Hepsinde önemlisi Latince adını bulmak. Bazen bitkiyi buluyorum ama sadece "bu çiçeği dünkü yürüyüşüm sırasında gördüm" türünden bir notla... En canımı sıkan durum bu :( Bazen yüzlerce fotoğrafa baktığım halde bulamıyorum tabii ki. Flickr'da bitki aramak biraz samanlıkta iğne aramaya benziyor. Aramayı farklı kelimelerle tekrar yapmak işe yarayabilir, "Krem renkli küçük çiçekler" gibi... Flickr'da aradığımı bulamazsam benzer bir aramayı Google'da yapıyorum. Aslında bir yöntem daha var. BBC Gardening sitesinde görsel özellikleri verip veritabanında bitki aratmak mümkün. Fakat buradan bitki tanımlayabildiğim hiç olmadı. Bir bitkinin yapraklarının "açık yeşil" mi yoksa "orta yeşil" mi olduğunu belirlemek benim için zor.

Benzer mantıkla yazılmış kitaplarda var. Kütüphanede rastladığım kitaplar olduğu için tam isim veremiyorum ama isimleri genellikle Naturwegweiser(Doğa Kılavuzu) gibi bir şey oluyor, bazen cep kitabı boyutlarında oluyorlar. Doğada gezerken rastlanan bir bitkiyi hemen bakıp bulabilmek için. Bu tür kitaplar mesela çiçek rengine ve petal şekli ve sayısına göre bölümlere ayrılmış. Belli bir coğrafyaya yönelik (örneğin Alpler) olanları da var. Kitapçılara, kütüphanelere bir bakın derim.

Elime aldığım parçanın yerini bulamayınca ne yapıyorum? Keyifsizce yan tarafa koyuyorum tabii ki... Ama yığının içindeki diğer parçalardan farklı o artık. Neye benzediğini az çok biliyorum, nereye ait olabileceğine dair iyi kötü bir fikrim var. Bazen elime yeni bir parça almak yerine keyifli okuma saatleri düzenliyorum. Bitkiler hakkında okumayı seviyorum. Herkesin can sıkıntısına, moral bozukluğuna karşı bir yöntemi var. Benimki bu. Neler okuyorum? Şunları mesela:

(Aklıma geliş sırasıyla...)

(T Türkçe, İ İngilizce, A Almanca demek)

(Bu arada çaktırmadan kendim için de bir liste oluşturuyorum farkındaysanız. Okuduğum kitapların, sitelerin adını unutmayayım diye... )

Bazı kenara konmuş bitkilere ya bir başka bitkiyi ararken veya bu tür okumalar sırasında rastlıyorum. O zamanki sevincimi bir düşünün. Bazen bu tesadüfi buluşlar 24 saat içinde gerçekleşiyor. Pittosporum tobira (bizim akpıtrak) 'da olduğu gibi. Ben bunu acemi şansına bağlıyorum. Yeri gelmişken, Türkçe adını bulamadığım bir bitkiyle kendimi tam tanışmış saymıyorum. Sanki parçada bir hata varmış da, yerine tam oturmuyormuş gibi... Hortensia'dan ortancayı üretmiş, Aquilegia'yı kim bilir hangi hasekinin küpesine benzetmiş bir toplumun yaratıcılığında tıkanma olduğuna İ-NAN-MI-YO-RUM! Sadece tembellik ediyoruz bence.

Bazen de dört tarafı zaten çıkmış bir parçayı bulmak için yığına elimi daldığım olur. Adı sanı, latincesi belli, elimde fotoğrafları olan bir bitkiyi gözümü dört açıp etrafımda görmeye çalışırım. Bunun son ve ümitsiz örneği Selluka. İzmir'e özgü, efsanevi bir sarmaşıkmış bu. Yok olmaya yüz tutmuş. Heyecanlı macerasını agaclar.net'te okudum. İklim benzer ya, bir ümit rastlar mıyım kendileri de yok olmaya yüz tutmuş Malta bahçelerinde diye bakınmaktayım etrafa...

Ah, bir yöntem daha var unutmadan! Uzmanına sormak. Bütün bahçe, bitki forumlarında bitki teşhisine yönelik soruların sorulacağı bölümler var, bahçe blogcuları da memnuniyetle yanıtlıyor bu tür soruları. Yakından tanıdığınız bir uzman varsa (Ayça!) o daha da iyi tabii :)) Ben yine de nadiren kullanmaya çalışıyorum bu yöntemi. Birincisi, kredimi zor bitkiler için kullanmak taraftarıyım. İkincisi (ve daha önemlisi!), birine "gel de şu parçanın yerini bul" desem, oyunu kim oynamış olur Allah aşkına???

Selluka fotoğrafı: Teclasorg

Salı, Nisan 15, 2008

İlgilenenler için ekolojik bahar hediyem

Ev temizliğinin zararlı kimyasallar içermeyen yöntemleriyle ilgilenenler için ve özel olarak Yaban için bahar hediyem:

Buğday dergisi - Zehirli Maddeler Kullanmadan Evde Temizlik makalesi

Uzun zaman Buğday dergisinin en çok okunan 100 makale sıralamasında üst sıralarda yer alan bu yazıda basit ve zararsız malzemelerle hazırlanacak ev temizlik ürünlerinden bahsediliyor. Boraks beni hep korkuttuğu için (zehirli) onu içeren tarifleri hiç denemedim. Bunun dışında denediklerim var. Aslında bu konuda internette yüzlerce tarif ve benim de söyleyecek çok sözüm var. Ama konu hassas, dikkat istiyor. Yarı hazırlıkla, eksik bilgiyle yanlış şeyler söylemek istemem. En azından bu makaleyi güvenle paylaşabilirim sanırım.

Malta: Peynir, domates, portakal

Her ne kadar dilimizde "Yiyip içtiğin senin olsun, gezip gördüğünü anlat" dense de, Malta yazılarında tersine bir yol izlediğimi farkettim: Gezip gördüğüm bana kalıyor, yiyip içtiğimden bahsediyorum :) Bir de üstelik "O yok, bu yok" diye şikayet edip duruyorum. Sezar'ın hakkını Sezar'a vermenin zamanıdır. Malta'da olan, hem de pek güzel olan bir kaç yiyeceği sayayım öyleyse kısacık.

Peynir:
Malta peyniri - GbejnaYerel olarak Gbejna olarak biliniyor. Gozo cheeselets veya Gozitan cheese adıyla da rastlanabilir. İki türü var. Biri sade. Diğeri karabiberli ve sirkeli bir karışıma bulanıp bir süre bekletiliyor. Bana göre sade olanı sabah kahvaltısı için, karabiberlisi akşam yemeğine giriş için uygun. Sözde koyun ve bazen keçi peynirinden yapılıyormuş. Bana kalırsa bizim yediklerimiz inek sütünden. Malta'da bu kadar çok peynir üretecek koyun olduğundan şüpheliyim. Yine de lezzetli. Eritmeye çok gelen bir peynir. Haftasonu kahvaltıları için ekmek dilimlerinin üzerine yerleştirip 5-10 dakika orta derecede ısıtılmış fırında bekletiyorum. Mıımmmmm! Ama asıl Malta'ya gelmiş ve gelecekler için bir ipucu veriyorum şimdi. Bir öğle vakti Gzira'da sahil yolu üzerindeki Cafe Jubilee'ye uğranıyor. Mümkünse 12'yi fazla geçirmemek gerek. Sonra çok kalabalık oluyor. Her neyse, menü şöyle genel bir inceleniyor. Fakat işe bakın ki, her seferinde aynı yemekte karar kılınıyor: Gozitan peynirli (yani Gbejna) ev yapımı Ravjul (yani Malta usulü ravyoli). Üzerine fesleğen ve sarımsaklı domates sosu, onun da üzerine parmesan peyniri... Hamurişi, peynir, sosta Akdeniz tınıları... Aaaah, daha başka ne isterim ki? (Fiyatı yanlış hatırlamıyorsam 7 Euro) Bir de Gozitan peynirli pizza var. Hemen hemen her pizza sunan lokantanın menüsünde rastlanabilir. Ve de denenebilir... Ben henüz denemedim.

Domates:
Çocukluğunda dalından çok domates yemiş şanslı insanlardan biriyim. Domatesin turfanda çıktığı, eve bir kilocuk tadımlık alınıp geldiği zamanları bilirim. Gerçek bir domatesin tadının neye benzediğini bilirim yani. Hani o, kayıp bir türmüş gibi, efsanevi bir şeymiş gibi anlatılıp durulan şey: Do-ma-tes! İşte ondan var Malta'da. Başka yerlerden gelmiş olanlarına rastlayabilirsiniz. Hayır efendim! Etiketinde "local" yazanlardan alacaksınız. Bir kaç değişik türe rastlayabilirsiniz. En lezzetlileri küçük ve yuvarlak olanları.

Portakal:
İki yerel portakal çeşidi var. Benim favorim tatlı olanlar. İster marketten alın, isterseniz yol üstündeki mobil manavlardan... "Sweet ones" diye istenecek. Sokak aralarında şans eseri hayatta kalmayı başarmış minyatür bahçelerde portakal ağaçları var, dalları da altın toplarla dolu bu günlerde...

Pazartesi, Nisan 14, 2008

Müjde!

Şu sağ alt taraftaki minik çıkıntılar var ya...
Liçi beni olumlu yönde şaşırtıp durmaya devam ediyor.
Veeeeeee..........yeni yapraklar veriyor!

Sanırım onlar da kızıl doğup sonra yeşile dönecekler.

İki mini yaprağın altındaki üçüncü çıkıntı tahminen bir sonraki yaprak ikilisinin çıkacağı yer olacak. Yani her yaprak kendinden sonrakiyle beraber doğuyor aslında. Ona yakından bakabilsek dördüncü yaprak ikilisinin çıkacağı yeri bile görebiliriz belki. Sonsuza kadar... Kaos teorisinin anlatıldığı kitaplarda detaya yakından baktıkça mikro boyutlarda geneli tekrarladığını gördüğünüz an vardır ya. Yaklaşık öyle bir şey...

Liçi - yeni yapraklar


Bu dizinin ilk yazısı: Bir de litchi var


Cuma, Nisan 11, 2008

Malta : Şundan bundan

Malta hakkında sözünü etmeye değer, ayrı birer yazı yazmaya değmez detaylar:

  • Turist sayısında gözle görünür artış var. Turistler giyimleri başta olmak üzere her hallerinden şıp diye belli oluyor. İnsanoğlunun kafasında, tatilde hava durumundan bağımsız olarak mutlaka giyilmesi gereken giysilere dair tuhaf bir programlama var galiba. Şıpıdık terlik, hasır şapka, bermuda pantolon, vs.

  • Küçük adamızın son zamanlardaki büyük sevinci: Malta'ya Lidl açılıyor! Hem de 3 ayrı yerde: Luqa, San Gwann, St.Venera. Hiç biri her gün gidilebilecek kadar yakın değil bize. Buna rağmen biz bile azıcık heyecanlanıyoruz.

  • Günlük yürüyüş rotam üzerindeki semtlerden Gzira'nın Cezira diye okunduğunu farkettim. Neyse ki kimseye yüksek sesle telafuz etmemiştim bugüne kadar. TDK sözlüğünde baktım; cezire Arapça kaynaklı ve ada demek. Çok anlamlı, çünkü Gzira kıyısında karaya küçük bir yolla bağlanmış, Manoel Island adında bir ada var. Malta kendisi minyatür bir adayken bu kara parçasına ada demek komik geldiğinden ben ona Manoel adacığı diyorum.

  • Tesadüfe bakın ki El Cezire Malta'da BBC ve Euronews ile birlikte en çok seyrettiğimiz kanallardan. Oldukça kaliteli programları var. Hiç böyle düşünmemiştim, önyargımı geri alıyorum.

  • Bu arada kendisi de, dükkanı da asırlık gibi duran bir berberin eşime anlattığına göre Sliema'nın (bir başka semt) adı da Arapça selam sözcüğü ile aynı kökten geliyormuş. Berberleri konuştursak daha neler öğreniriz, kim bilir.

  • Aslında ben onlara semt desem de bütün bu yerleşim birimleri Maltalıların gözünde ya bir şehir(city) ya da kasaba(town).

  • Laf semtlerden açılmışken bir de Birkirkara var. Kısaca B'kara diye yazılıyor. Buradaki Türkler onu Bekirkara diye telaffuz etmeyi seviyorlar. B'kara'da büyük bir ev dekorasyon mağazası var sanırım. Neye ihtiyacım olsa orayı tarif ediyorlar. Henüz gitmedim.

  • Başlarda Malta dilinin Arapça'dan çok etkilendiğini yazmıştım, değil mi? Bazen yanımdan geçip gidenlerin konuşmaları kulağıma çarpıyor da, hayır bu dil adeta Arapça'nın kendisi!

  • Sliema'da, Triq Il-Kbira'da alternatif ürünler satan bir dükkan var. Adı Casa Natura. İhtiyacım olan bir çok şeyi orada bulmaya başladım. Organik bebek maması, kükürtsüz Türk kayısıları, deniz tuzu, kabuğu alınmamış susamdan üretilmiş tahin, envai çeşit bitki çayı, sevdiğim bir marka (Weleda) ve ekolojik temizlik ürünleri (Ecover). Fiyatlar epeyce tuzlu ama ne yapalım. Bugüne dek sorup da bulamadığım tek şey kefir starter'ı. Dükkan sahibinin söylediğine göre daha çok Almanlar soruyormuş bunu. Anlaşılan sipariş edip getirtecek kadar büyük talep oluşmamış. Burada her şeyi talep belirliyor çünkü.
  • Geçen haftasonu ara sokakların birinde "Nerede bu, nerede bu?" diye arayıp durduğumuz Malta eriğini bulduk. Malta eriği bildiğiniz gibi yenidünya denen meyvenin diğer adı. Buranın adı geçtiğine göre burada yaygın olarak yetişmesi gerektiğini varsayıyorduk da... Her neyse, en sonunda küçük, eski bir bahçede bir Malta eriği ağacı gördük işte. Oh! Yanlış yere geldik diye düşünmeye başlamıştık. Ara sokaklarda keşfedilecek öyle çok şey var ki... Üstelik kıyıya göre de daha gölgeli...

Perşembe, Nisan 10, 2008

Kimyonun (resimli) maceraları 10/04/2008

Bahar dalı
Kedili bahçeden pembe bahar dalının karşı binaya attığı lafı kimyon geçerken duymuş. Şöyle diyormuş:

Sen durduğun yerde beton beton dur bakalım.
Ben şimdi çiçek...
sonra yaprak olacağım.
Zamanı gelince de...
meyveye duracağım.

Çarşamba, Nisan 09, 2008

Bahçeler, bahçeler, bahçeler

Kahve, çay, ne içmeyi seviyorsanız alıp öyle gelin. Bugünkü uzun bir yazı olacak. Bir fotoğraf ve onun çağrıştırdığı güzel şeylerden bahsedeceğim.

Balkon bahçe:
Şu balkon sık sık alışverişe gittiğim marketin karşısındaki binanın ikinci katındadır. Her seferinde ilgiyle izlerim.Balkon Her telden çalışı hoşuma gider; sade değil belki ama mütevaziliği hoşuma gider; çiçeklerin yerini sevmiş, sağlıklı hali hoşuma gider. Bir kauçuk bitkisi, çocukluğumdan kahkaha çiçeği diye bildiğim çiçek, kadife çiçeği, arkada galiba sardunya, altta parmaklıkların arasından başını merakla uzatmış sukkulentler ve ne olduğunu tam anlayamadığım bir sürü başka bitki... Sahibini -sahip değil de sahibe olduğunu içten içe bilerek- uzun zaman merak ettim. Bu fotoğrafı çektiğim gün gördüm kendisini. Çiçeklerin arasından ancak görünen başını gördüm diyeyim daha doğrusu :) Düz, çenesi hizasındaki siyah saçlarına henüz beyaz düşmemişti ama yüzü ele veriyordu yaşını. Elleriyle, yerlerini ezbere bilir gibi, sararmış yaprakları ayıklarken bir yandan da biraz asık bir suratla sokağı izlemekteydi. Rahatsız etmekten korkarak o anda çekmedim fotoğrafı. Daha sonra, o yokken çekmeyi tercih ettim. Balkon belli ki tutkuyla bitkilere terk edilmiş, oturup balkon sefası falan yapmak amacı güdülmemiş. Öyleyse insansız haliyle, "doğal" haliyle fotoğraflamak da daha mantıklı geldi bana.

İki şey çağrıştırır bu balkon-bahçe bana. Yazının gerisi onlara ait:

Bahçe dergileri ve gerçek bahçeler üzerine:
Bir zaman ağzım açık bahçe dergilerini inceledim. Her gittiğim kitapçıda veya gazete satıcısında elim otomatik onlara uzanır, içlerindeki harika bahçelere hayranlıkla göz atar, sayfalarında her gördüğüm çiçeği edinmek isterdim. Örneğin sarı çiçekli bir civanperçemi ile mor renkli top şeklinde çiçek açan bir soğanın birlikte önerildiği bir düzenleme vardı ki hayal bahçemin bir köşesinde hala ekilidirler. Sonra farkettim ki bahçe dergileri aslında moda dergilerine benziyorlar. (Ve dekorasyon dergilerine, ve gezi dergilerine ve yemek dergilerine...). Nasıl ki moda dergilerinde mükemmel vücutlarına mükemmel elbiseler giymiş, mükemmel aksesuarları mükemmel şekilde taşıyan mükemmel adam ve kadınlar gösterilmekteyse, bahçe dergilerinde de mükemmel güneş alan, mükemmel toprak ve su imkanlarına sahip, mükemmel bahçelerde mükemmel mükemmel büyüyen, genetik açıdan hatasız, mükemmel bitkiler resmedilmekte. Keyfinizi kaçırmış olmayayım, hiç mi yok öyle bahçeler? Çimleri eşit boyda, eşit yeşilde, yabani ot tanımayan, yaprakların hiç sararmadığı, sardunya ve kasımpatı öbeklerinin simetrik ve dolu dolu çiçeklendiği, latin çiçeklerinin iki yaprağa bir çiçek verdiği bahçeler... Var tabii ki. Her gün sokakta yanınızdan geçen yüz kişiden kaçı moda dergilerinden fırlamışçasına mükemmelse, sokak aralarında bahsettiğim türden bahçelere rastlama olasılığınız da o kadar yüksek!

Gerçek bahçelere gelince, onlar işte bu fotoğraftaki gibidirler. Boyası dökülen duvarlarla çevrili olabilirler; uygun güneşi, uygun suyu her zaman bulamazlar; paslanmış teneke veya rengi atmış plastik saksılar kullanılabilir; her zaman zıt renklerle yaratılmış mükemmel renk kombinasyonları, canlı yeşiller, öbek öbek çiçekler görmek mümkün olmayabilir. Sistem, kombinasyon, planlama bazı bahçıvanların bilmediği sözcüklerdir. Hayal gücü zorlanır, iklim şartları zorlanmaz. Bitki repertuarını eş dosttan alınmış, hediye gelmiş (ve hatta çalınmış!) tohum, dal, yaprak ve fideler oluşturabilir. Gerçek bahçeler mütevazi mekanlarda, mütevazi imkanlarla, mütevazi ölçeklerde yaratılır bana kalırsa. İşin şaşılası tarafı buna rağmen ortaya çıkan şey bazen bahçe dergilerini kıskandıracak kadar güzeldir.

Bahçeler ve sahipleri hakkında:
Yolda giderken bahçeleri incelemekti başlarda tek yaptığım. Sonraları, her bahçenin yüzlerce küçük karardan oluştuğunu farkettiğimde, bahçelerden sahipleri hakkında bir şeyler okumaya başladım. Bazı bahçelerin anlattıkları öyle ilginç şeylerdi ki, sahiplerini merak etmeye başladım hatta. Öyle bahçeler olur ki, tanımadığım sahipleri hakkında yıllardır onlarla aynı ofiste çalışan ama bahçelerini hiç görmemiş birinden daha çok şey bildiğimi hissederim. Abarttım biraz galiba, ama öyle bir his işte.

Otobüs durağına giderken hep yanından geçtiğim bir bahçe vardı mesela. Bir aile işletmesine aitti. Hem ev, hem işletme aynı avlu içindeydi. Bahçenin büyük kısmı çim, çam ağacı, elma ağacı ve mevsiminde çiğdemlerle tipik bir işletme bahçesi olup pek ilgimi çekmezdi. Asıl ilginç kısım binalardan biri ile bahçe parmaklıkları arasındaki bir metre eninde ve 20-25 metre boyundaki bir tür "şerit bahçe"ydi. Başlangıçta sadece bahçe düzeni ve belli mevsimde çiçek açan bitkiler ilginç gelmişti. Şerit boyunca her 50 cm'de farklı bir bitki ekiliydi ve her hallerinden özenle bakılıp büyütüldükleri anlaşılıyordu. Bir kaç mevsim sonra baharat bahçeciliğine merak salıp bu konuda kitaplar okumaya başladım. Ve anladım ki şerit bahçenin sahibesi çok yıllık şifalı, faydalı otlara ve baharatlara meraklı! Bahçe bir uçta ışgın ile başlıyor; civanperçemi, aslanpençesi, lavanta, aynısafa (calendula),... şeklinde adeta botanik kitabı gibi devam ediyor ve diğer uçta parmaklıklara dolanmış bir ahududu ile son buluyordu! Dizide ne olduğunu çözemediğim bazı bitkiler olduğu için hala hayıflanırım ve düşünmeden edemem: Acaba bahçenin sahibi yetiştirmekle kalmayıp kullanım şekillerine de meraklı mıdır bu bitkilerin? Mevsiminde ışgınlı pasta yapar mı? Civanperçeminden doğal bitki gübresi, aslanpençesinden şifalı çay, lavantadan mis kokulu yastıklar, calendula'lı el kremi falan... Ahududunun yapraklarını kurutup doğumu yaklaşmış tanıdıklarına hediye etmişliği var mıdır?

Sahibine dair bir şeyler anlatan bir başka bahçe küçük bir otele aitti. Bu yüzden fikir babası-annesi ve uygulayıcısı aynı kişi midir, emin değilim. Onun merakı Pelargonium/Geranium diye bilinen türlerdi. Sadece otelin girişindeki büyük sardunya saksılarından dolayı değil. Otelin önündeki minik bahçe de, aslında doğada kendiliğinden yetiştiğini bildiğim Pelargonium türlerine ayrılmıştı. Pembe, mavi, beyaz renkleriyle en az 4-5 farklı türü ayırt edebildiğimi hatırlıyorum. Kimilerine anlamsız gelebilir böyle bir tutku, ama bazen bir bitki bazı insanlarda takıntı haline gelebiliyor. Ben de bir Geranium türünün (Geranium pratense) sıkı hayranı olduğumdan bu bahçenin sahibine şaşırmıyorum doğrusu.

Sonra daha önce bahsettiğim bir bahçe vardı. Sahibi kendiliğinden yetişen çim, kara hindiba ve papatya örtüsünü biçerken kendince bir desen yaratmış, bahçeye bunun dışında zerre kadar dokunmamıştı. Yaratıcılık, pratiklik, tembellik, doğal yaklaşım... Hepsi bir arada!

Ve son olarak... Beni uzun yolculuklar yapıp bahçe marketlerine gitmekten kurtaran köşebaşı komşumuz vardı. Bahçesine bir göz atmak o aralar neyin mevsimi geldiğini ve bahçe marketlerinde neler satıldığını bilmek için yeterli olurdu. Küçük saksısı ile al, doğrudan toprağa göm, mevsimi geçince onu çıkar, yerine yeni alınanı ek. Pek benim tarzım değil ama oldukça bilgilendirici ve her daim cıvıl cıvıl bir bahçesi vardı :))

Bahçelerden söz açılınca lafı nasıl keseceğimi bilemiyorum. İşte burada , durduk yerde, pat diye bitiversin en doğrusu. Sanki bir nefes alımı durmuşum da, bir başka bahçeyle söze devam edecekmişim gibi...

Pazartesi, Nisan 07, 2008

Liçide son durum

Liçi boynunu büküp beni endişelendirmekten vazgeçti. "Gerektiğinde elimdekiyle yetinmesini de bilirim ben" diyordu daha dün akşam. Şimdilik yeni yaprak vermeye niyetli görünmüyor.
Ama en azından yaprakları canlı. Renkleri de yeşile döndü. Olgunlaşma belirtisi :))

Liçide son durum

Cuma, Nisan 04, 2008

Çocuk İstismarını Durdurun!

Sobelendim fakat bu kez konu ciddi, görev ağır. Bazı şeyler hakkında konuşmak ve yazmak zor. Üstelik kendimi yetersiz hissediyorsam daha da zor. Konumuz çocuk istismarı ve ihmali. Sorun ciddi boyutlarda. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ayrımı yok. En çirkin haliyle internete de sıçramış durumda. Diyorum ki ben sussam, biri bir şarkı söylese, hep beraber biraz düşünsek görevimi yeterince yerine getirmiş olur muyum? Ne dersin Yaban?



She walks to school with the lunch she packed
Nobody knows what she's holdin' back
Wearin' the same dress she wore yesterday
She hides the bruises with linen and lace

The teacher wonders but she doesn't ask
It's hard to see the pain behind the mask
Bearing the burden of a secret storm
Sometimes she wishes she was never born

Through the wind and the rain
She stands hard as a stone
In a world that she can't rise above
But her dreams give her wings
And she flies to a place where she's loved
Concrete angel

Somebody cries in the middle of the night
The neighbors hear, but they turn out the lights
A fragile soul caught in the hands of fate
When morning comes it'll be too late

A statue stands in a shaded place
An angel girl with an upturned face
A name is written on a polished rock
A broken heart that the world forgot



Çocukluk şarkıma gelince...
Hatırladığım en eski şarkı sanırım annemin güzel sesiyle söylediği (Bütün annelerin sesi güzeldir!) "Bir küçücük aslancık" şarkısı. Ama bu şarkının "Baba aslan harpte vurulmuş, küçük aslan ağlar dururmuş" kısmını hiç sevmezdim. Babamın mesleğinden ötürü çok gerçekçi gelirdi, her defasında ağlamak isterdim. Ne kederli milletiz biz, çocuk şarkılarımız bile böyle. Şimdiki aklım olsa anneme "sus, söyleme o kısmı" diyeceğim ama o zamanlar aklıma gelmiyor tabii. Şimdi bu şarkıyı oğluma şöyle değiştirip söylüyorum:
"Baba aslan çarşıya gitmiş,
Küçüğüme neler getirmiş,
Meyve getirmiş, balık getirmiş,
Oğlum onları yer dururmuş, oğlum onları yer büyürmüş"

Oğlumun bakışları "Sen istediğin kadar uğraş; ben kızarmış patates-hamburger çocuğu olacağım" tadında...

Bir de ilkokul öğretmenimin öğrettiği ve başka hiç bir yerde duymadığım bir şarkı var. "Nar gibi domatesle peyaz peynir, bir parça ekmekle ne güzel yenir" diye başlayan... Başka bilen var mı bu şarkıyı? Bilen kimse onu sobeliyorum!

Çocuk İstismarı ve İhmali konusunda bilgilenmek isteyenler için linkler:
Mimi başlatan yazı Bu yazıdan başlayarak ileri veya Yaban'ın yazısından başlayarak geri giderseniz konu hakkında bir çok bilgilendirici blog-mim yazısına rastlayacaksınız.
Vikipedi (Burada zengin bir link listesi de var)
Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Derneği

Hatırla(t)ma: Yağmur suyu hasadı

İki gündür sabah bardaktan boşanırcasına yağan yağmura bakıp "Şu balkona yağmur suyunu biriktirecek bir kap yerleştirsem" diyorum. Mutfaktaki minik bahçemi sulamak için... Bu fikir ne yeni, ne de bana ait (Bkz. şu yazımın 27. maddesi). İlk kez ekolojik bahçıvanlık siteleri veya kitaplarından birinde okumuştum. Sonra bir yerlerde bunun İngiliz bahçelerinde yaygın olarak uygulanan bir yöntem olduğundan bahseden bir yazı da vardı; ismi de pek hoştu, fakat nerede okuduğumu unutmuşum. Bir ara lazım olduğunda Google'da arayıp durdum ama başlığını bile hatırlayamadığımdan çıkamadım işin içinden. Geçenlerde sevgili Dilek'in günlüğünde dolaşırken ne göreyim! Meğer ona aitmiş bu yazı :)) Yöntemin adı da "yağmur suyu hasadı" imiş. Dilek fotoğraflarla ve linklerle zenginleştirdiği yazıyı 2005 Temmuz'unda, ilk günlük tutmaya başladığı dönemde yazmış.

Yağmurlu mevsim geliyor, bahçeli-bahçesiz hepimizin işine yarayabilir. Tekrar hatırlatayım ve Dilek'e de teşekkür etmiş olayım dedim :))

Fotoğraf: julie70

Perşembe, Nisan 03, 2008

Walden Gölcüğünde Bugün - 3

Thoreau bugünlerde bir taraftan göl kenarındaki kulübesini inşa ederken bir taraftan da yaşam, gereksinimler, insanlar ve doğa hakkındaki fikirlerini anlatıyor.

İnsanoğlunun temel gereksinimlerini ele alıyor önce: Yiyecek, barınak, giysi ve yakıt. Tümünün kökündeki temel ihtiyacın da içimizdeki yaşamsal ısıyı korumak olduğunu savunuyor. İşte bunun için yiyor, bunun için giyiniyoruz. Yaşamsal ısımızı devam ettirebilmek için barınağa ve yakıta gereksinim duyuyoruz. Bu kadar basit...

...değil elbette. Bizim için olmadığı gibi çağdaşları için de değil:

"Bazen tanıdıklarımı şu soruyla deniyorum - kim dizinin üzerinde bir yama veya dikiş izi olan bir pantolon giyerdi? Bir çoğu böyle bir şey yapmaları gerekirse yaşama dair tüm umutları harap olacakmış gibi davranıyorlar. Onlar için kasabanın ortasında kırık bir bacakla topallamak, bozuk bir pantolonla dolaşmaktan yeğdir."

Moda hakkındaki şu eğlenceli fikirlerine bir bakın:

Ne zaman terzimden belli tarzda bir giysi rica etsem, "Bugünlerde öyle yapmıyorlar" diyor "onlar"ı hiç mi hiç vurgulamayıp alınyazısı gibi belirsiz bir otoriteden bahseder gibi; istediğim şeyi yaptıramıyorum. Çünkü terzim ihtiyatsız olduğuma, kastettiğim şeyi istiyor olamayacağıma inanıyor. Bu kehanet gibi cümleyi duyduğum zaman bir an düşüncelere dalıyor (...) ve sonunda aynı derecede gizemli bir tavırla ve "onlar"ı vurgulamadan "Doğru, yakın zamana dek öyle yapmıyorlardı" diyorum, "ama şimdi öyle yapıyorlar."

"Paris'teki baş maymun kafasına bir seyahat kepi geçirdi mi, Amerika'daki bütün maymunlar da aynı şeyi yapıyor."

Araya sıkıştırdığı doğa tasvirlerini ve günlük detayları ise zevkle okuyorum:

1 Nisan günü yağmur yağdı ve buzu eritti. Oldukça sisli olan günün ilk saatlerinde gölcüğün üzerinde bir yerlerde sürüden ayrılmış aylak bir kazın uçtuğunu; kaybolmuş gibi veya sisin ruhuymuş gibi gıdakladığını duydum.

Ormandaki günlerim çok da uzun değildi; buna rağmen ekmek ve tereyağından oluşan yemeğimi yanıma alıyor ve bunu sardığım gazeteyi, öğlen, kesmiş olduğum yeşil çam dallarının ortasında oturup okuyordum. Ellerim kalın bir katran tabakasıyla kaplı olduğundan ekmeğim de hep biraz çam kokuyordu. (Kulübeyi inşa atmek için göl çevresinden çam kestiği günlerden bahsediyor.)

Kış gelmeden bacayı da inşa ederek kulübesini tamamlıyor. Tüm masraflar dahil 28 dolar 125 cent'e mal oluyor kulübe. Kitapta çivilere ve tebeşire verilen para dahil her şey ince ince listelenmiş :)) Evi bitirip yerleşmeden önce biraz para kazanmak için patates, mısır vb. ekiyor o yaz. Bunlardan da 8,71 dolar kalıyor eline.
Şimdilik bu kadar. Devam edeceğiz...

Salı, Nisan 01, 2008

Hoş kokulum, her dem yeşilim

Geçen Aralık ayını şu fotoğrafa bakıp hayıflanarak geçirdim. Kim bilir kaç yıldır bir nergis demetini elime alıp kokusunu burnuma çekmediğimi farkettim. Bir süredir de bu yıl filbahri mevsimini kaçıracak olmanın gizli üzüntüsünü çekmekteydim.
Cumartesi günü her zamanki rotamızda yürüyüş yaparken resimdeki bitkiyi keşfettim. Daha önce gözümden kaçmış ama bu sefer burnumdan kaçamadı. Küçük, beyaz çiçeklerinin yaydığı koku bana çokça nergisi, biraz da filbahriyi anımsattı.

Pittosporum

O gün akşam işi gücü bırakıp adını, neyin nesi olduğunu bulmaya adadım kendimi. Çok aramama rağmen ancak ertesi gün ve tesadüfen bulabildim her zamanki gibi. Latince adı Pittosporum tobira imiş. Asya ve Afrika'nın bazı bölgelerinde kendiliğinden yetişiyor, burası gibi sıcak iklimlerde bahçe ve parklarda süs amaçlı yetiştiriliyormuş. Murat Pilevneli'nin anlattığı üzere her dem yeşilmiş. Genelde bir metre civarında çalı şeklindeymiş ama ağaç gibi boylanabilenleri de varmış. Almanca'da latince Pittosporum adı bire bir çevrilerek Klebsamen (Yapışkan tohum) adıyla anılıyormuş. Türkçe bilim dili bu kadarcık bile yaratıcılık gösteremediği için, zavallıcık Türkiye'de pittosporum pittosporum yetiştirilmeye ve satılmaya devam ediyormuş. Bazı sitelere bakılırsa, İngilizce'de filbahri gibi buna da kokusundan dolayı mock orange (yalancı portakal) denebiliyormuş.
Herkesin pittosporum'u kendine. Ben benimkine Türkçe bir ad peşindeyim. O günkü havama göre "parlak yeşilim" de diyebilirim, "oya çiçeklim" de, "nergis kokulum" da... Çok kızdırırsa "seni yapışkan tohum" bile diyebilirim! Önerileriniz?