"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Perşembe, Ocak 28, 2010

Mindfullness/Achtsamkeit : Hindiba usulü giriş

IMG_0163

Huylu huyundan vazgeçmez. Bu sefer feci şekilde kronolojik usulde..

***

an (I) isim (a:nı) Arapça ¥n
Zamanın bölünemeyecek kadar kısa olan parçası, lahza, dakika

*** ÇİKOLATALI AN ***
Yaz ortasında bir gün. Mutfakta oturmuş bir parça çikolata eşliğinde kahve içiyorum. Bir saat kadar önce sincabı babasıyla beraber 2-3 saat kadar sürecek (sürmesini umduğum) bir geziye gönderdim. Kapı önünde bol öpücüklü ve el sallamalı vedalaşma rutinimizi tekrarlarken bile, aklımın bir köşesinde bu süre içinde yapılması gereken işlerin upuzun bir listesi vardı. En acil olanları hallettikten sonra birikmiş bazı dergileri okumak için işte bu kahve - çikolata molasını verdim. Aceleyle kahvemi yudumlayıp sayfaları çeviriyorum. Aklımın bir tarafı ise, kalan diğer işleri bir öncelik sırasına koymaya çalışıyor. Gözüm bir başlığa takılıyor o sırada : "Acelesi olan yavaş yesin."

Merakla yazının devamını okuyorum. Achtsamkeit üzerine bir yazı. Achten Almanca ilgi göstermek, dikkat etmek anlamında bir fiil. Ama buna rağmen "Achtsamkeit" için tam bir Türkçe karşılık bulamıyorum. "Achtsamkeit Budizm'de önemli rolü olan bir kavramdır, Budist yaşam tarzının kalbidir de denebilir" diyor yazıda. Bir stresle mücadele yöntemi olarak 80'lerde Batı'da da kullanılmaya başlamış. Amerikan stres araştırmacısı Jon Kabat-Zinn ilk kez spritüel çerçevesinden çıkararak, psikoterapide "Mindfullness Başed Stress Reduction (MBSR)" olarak bilinen yöntemi geliştiren kişi olmuş. Bu noktada Achtsamkeit'i bir teknik değil, bir yaşam tarzı olarak anlamak gerekliymiş. Bunun için de günlük alıştırmalar yapmak önerilmekteymiş. Yürürken, konuşurken, yemek yerken, çalışırken, yaptığımız her şeyde...

Okuduğum yazı yemek odaklı ve şunlar tavsiye ediliyor örneğin:
Hiçbir şey okumadan bir fincan çay veya kahve içmek...
Aceleyle tıkınmak yerine sakince bir parça çikolata yemek...
Ne yediğine dikkat etmek...
Koklamak, dikkatle çiğnemek, tadına dikkat etmek...
Lokma veya yudumların arasında bir an bilinçli olarak durmak...

Yazıda önerilenleri okurken birden dikatimi ağzımdaki çikolata parçasına veriyorum, kahvemi yavaşça yudumlamaya başlıyorum. Sanki daha da yoğun gelmeye başlıyor tatları.

İlgiyle okumaya devam ediyorum.

Günümüzde, yani pek çok şeyin aynı anda yürütülmesi gereken multitasking çağında, bu beceri özellikle zor görünüyor ama bir o kadar gerekli de... Günlük yaşamda olup bitene daha uyanık olmak isteyenlerin bunun için bir meditasyon kursuna gitmesi gerekli değil. Batıda yaşayan budist rahibi Thich Nhat Hanh 'a göre asıl olan "uyanık olmak ve anı yaşamak".

Ayrıca yazının başlığının, bilinen bir Çin atasözüne gönderme yaptığını okuyorum devam eden satırlarda: Acelesi olan yavaş gitsin.

Bu sözü ilk kez duyuyorum ama içimde bir yerde zaten biliyorum öyle olması gerektiğini. Bu bloğun eşlik ettiği yola çıkış noktamdır denebilir hatta.

Yazının sonunda Jon Kabat-Zinn'in bir kitabı tavsiye ediliyor: Im Alltag Ruhe Finden (Günlük Yaşamda Huzuru Bulmak).

İnternet bağlantımız sağlanıp kütüphane üyeliğimiz de tazelenir tazelenmez, bu kitabı sipariş edip okumaya karar veriyorum.

***ÖRDEKLİ AN ***
Yine yaz ortası. Sincapla birlikte nehir kenarında dolaşıyoruz. O suya taş atmaya bayılıyor. Ben biraz geride durup düşünceye dalıyorum. Bu "anı yaşamak" meselesinde beni rahatsız eden bir şey var. Uzun zamandan, belki Ölü Ozanlar Derneği'ni seyrettiğim zamanlardan beri. Etrafımda gittikçe daha çok insanın "Yok, karar verdim, ben de anı yaşayacağım artık" veya "Aman boşverelim şimdi bunları, anı yaşayalım." dediğini duymaya başladığımdan beri. Anı yaşamakta bir yanlışlık varmış gibi geliyor bütün bunları duydukça.

Şimdi burada, nehir kenarında durmuş dikkatle düsünürken anlıyorum ki, yanlışlık anı yaşamakta değil, onun yorumlanışında. Bütün o anı yaşayanlar "geçmişte olanları boşver, geleceği planlamaktan vazgeç, sadece ve sadece şu an canın neyi yapmak istiyorsa onu yap" der gibiler. Geçmişi hiç düsünmeden, akşam ne yiyeceğini planlamadan bir gün geçirmenin doğru-yanlışlığı bir yana imkansızlığı beni düşündüren. Bana doğru gelen şeklinde "anı yaşamak" ise an önüne neyi getirip koyuyorsa, onu dikkatini vererek, yoğun şekilde yaşamak. Çocuğun konuşuyorsa dikkatle onu dinlemek, bezelye yemeği yiyorsan tek bir lokmanın bile sen farkına varmadan boğazından geçmesine izin vermemek, "Makroekonomiye Giriş"i okuyorsan aklını sadece onu vermek, bulaşık yıkıyorsan deterjanlı ellerinin, sıcak suyun ve bardağın farkında olmak. Bu türden bir şey...

Achtsamkeit her neyse böyle bir şey olmalı. Bu türlüsüne kapımın açık olduğunu düsünüyorum. Sincap ördeklere "Haaaooooo" diye seslenmeye başlıyor bu sırada, düşüncelerimden uyanıyorum.

***SÖZLÜKLÜ AN ***
Sonbahar hızlı bir giriş yapmadan önce internet bağlantımız da geliyor. Bir akşam sincap uyuduktan sonra bilgisayar başına geçtiğimde aklımda yine bu konu var. Biraz sözlük taraması yapıyorum.

Achtsam, Almanca sıfat. Dikkatini veren, ilgi gösteren, özenli, düsünceli, izleyen, gözleyen gibi anlamları var. Achtsamkeit bundan türemiş isim. İlgi gösterirlik, özenlilik, izler-gözler olma hali gibi. İngilizce karşılığı Mindfullness. Her iki dilde Wikipedia girişlerini okumadan çıkıyorum. Google araması da yapmıyorum.Devamını sipariş edeceğim kitaptan okumak istiyorum cünkü.

*** KAYINLI AN (...VE KIYAMETLİ)
Ama bir dakika, bir dakika! Ben tamamen yenisi sayılmam bu anı yaşama, izler-gözler olma okulunun. Şurada, şurada ve şurada biraz kafa yormuşluğum var bu konuda, biraz kıyısından yakalamışlığım... Bunlar benim şimdi aklıma gelenler. Arşivin derinliklerine şöyle kocaman bir ağ atsam, galiba daha da çıkarırım.

Haaa, bu arada. Ekim ayındayız şimdi. Bir oyun parkındayız. Sincap kayağın altında bulduğu yeni arkadaşıyla sohbet ediyor. Biraz monolog gibi ya, neyse... Az önce parkın kenarındaki kayın ağacının altından da bir mürver çalısı çıktığını farkettim. Kendi kendime büyük bir sırrın kıyısında dolanıp duruyormuşum gibi heyecanlanıyorum. Ben de anı yaşamaya karar verdim. Sincabın eve dönmemiz gerektiğini duyduğunda çıkaracağı kıyameti düsünmemeli en iyisi. Termosta çay var. Sevdiğim gibi, earl grey usulü. Bir bardak içmeli ve kayının sonbahar hallerini izlemeye koyulmalı. Sincap kıyameti kopardığında da anı yaşayacağım tabii. Kıyametin her halini izleyip gözleyeceğim.

Dün Jon Kabat-Zinn'in kitabını buldum kütüphane kataloğunda, sipariş ettim. Çocuklar gibi şenim.

***FESLEĞENLİ AN***
Erkenden kış çalıyor kapıyı. Yine sincabın erken uyuduğu bir akşam, yine bilgisayar başındayım. Bir bilene soruyorum Mindfullness nedir diye. Bana gönderdiği yazıda "zihinsizlik", "zihni boşaltma", "bilinçsizlik" gibi ifadeler kullanılarak tarif ediliyor. Bense daha yüksek bir bilinç düzeyi, bir tür farkındalık geliştirme gibi anlamaya başlamıştım onu çoktan. Aklım karışıyor ama hoşuma gidiyor bu karışıklık. Güçlü, canlı bir şey çıkacağını hissediyorum bu çelişkiden. Çok fesleğen kokuyor bu an, detayına girmeyeceğim sebeplerden.

***MICHAEL'LI AN (VE DJ'Lİ)
Buuzzzz gibi bir Aralık günü. Yine aynı oyun parkındayız. Ama fazla kimse yok bu sefer parkta. "Ne yapsam da sincabı eve gitmeye razı etsem" diye düsünmekteyim ben de... İki çocuk geliyor az sonra 9-10 yaşlarında. Birinin kıyafeti tuhaf; siyah kumaş pantolon, kazağının üzerine beyaz bir tişört giymiş, kafasında siyah bir şapka var. Ellerinde de bir müzikçalar... Birbirlerine işaret ediyorlar beni, fısıldaşıyorlar. Ben "Dört Zait" tipiyimdir zaten, hiç şaşırmıyorum.

"Bir şey sorabilir miyiz?" diyorlar çekingenlikle. "Sorun" diyorum. "Michael Jackson'u tanır mısınız?". Hımm, anladım, kesin soğuk bir şaka gelecek ardından, başa gelen çekilir. "Tanıyorum tabii" diyorum. "Şeeyyy, ben onun gibi dansediyorum da... Dansetsem izler misiniz ?" diyor tuhaf kıyafetli olan. Ah, şimdi anlaşıldı. Kıyafet, müzikçalar falan... "...izler misiniz?" davet değil, rica tonunda bu arada. Reddedemiyorum o yüzden. İkinci çocuğun DJ rolünde olduğu anlaşılıyor. O şarkı seçiyor, küçük "Michael" dansediyor. "Dansediyormuş gibi yapıyor" diyelim en iyisi. Ama öylesine hevesli, öylesine kaptırmış ki kendini... İnsanlar gelip geçiyor yanımızdan. "Sizin çocuklarınız mı?" diyor biri bana. "Şu ortalıkta hoplayıp zıplayan ufaklık benim, diğerleri değil" diyorum. Hava öyle soğuk ki, üşümemek için ben de dansediyorum biraz. DJ'nin gizli bir yetenek olduğu çıkıyor ortaya. Başını yere koyup, poposunu havaya dikerek onun yaptığı figürleri taklit etmeye çalışıyor sincap. Başka çocuklar gelip izlemeye başlıyorlar. Michael ile DJ'nın yaşıtları hepsi de... Çantamda bir paket bisküvi var. Açıp paylaşıyoruz çocuklarla. "Michael" sanatçı kontenjanından torpilli, sincabın da anne torpili var tabii :)

Hayır, "anı yaşadık, akşama ne pişireceğimi düşünmedim, pek güzel oldu" demeye çalışmıyorum. Etrafımızdan gelip geçenlerin; köpeklerini, çocuklarını gezdirenlerin, yürüyüş yapanların, acelesi olmadan takılanların "an"larında yoktuk. Yanından geçip gittikleri ağaçlar kadar vardık da, yine de yoktuk sanki. Şöyle bir dönüp bakıldı sadece. Orada, "olan"ın tam merkezinde durup bakınca tuhafıma gitti bu. Aklım başka yerlerde olduğu için kaçırdığım kaç Michael, kaç DJ vardı kimbilir? Gözümü, kulağımı onlara daha çok açmaya karar verdim.

Eve vardığımda beklediğim kitabın kütüphaneye geldiğini, beni beklediğini öğrendim.

***SUKKULENTLİ AN
Hızla otobüs durağına yürüyorum. Kütüphaneye gidiyoruz sincapla, kitabı almaya. Ama hava öyle soğuk ki, üsü(t)mesini istemiyorum. Gözümün ucuyla yüksek bir taş duvarın kaldırımla birleştiği yerdeki küçük, yosun benzeri, yeşil "şey" gördügümde ve "Yok, gerçek olamaz" diye düşündügümde aklım daha çok bununla dolu. Bir saniye içinde bir kaç adım geçip gitmiş olmam da bu yüzden. Minyatür bir sukkulente benziyor. Ama bu dondurucu soğukta ve toprağa neredeyse hiç kökü değmeden yetişmesi imkansız. İçimden bir ses "Hemen geri dön ve bak ona!" diyor. Yoksa hep merak edeceğim; 6 ay sonra bile "Bir sukkulent miydi o gerçekten?" diye düşünmeye devam edeceğim,biliyorum. Geri dönüp incelemem bir dakika bile sürmez, sincap da üşütmez o kadar kısa zamanda, eminim. Böyle düşünerek dönüyorum tuhaf şeyin yanına. Evet, bir sukkulentmiş gerçekten. Hikayesini daha sonra anlatayım. Ama çok mutluyum bu kez geçip gitmediğim için. Yüzlerce kişi geçip gidiyor her gün yanından. Kaç tanesi farkında o miniğin aslında?

***KİTABIN ANI
"Günlük Yaşamda Huzuru Bulmak"
Elimde tutuyorum şimdi bu kitabı. Çok bekleyip, çok düşündüm hakkında.

Yine de küçük bir şüphe var içimde. İnsan sosyal ağ teorisini veya evrim teorisini veya kağıttan gemi yapmayı veya kakaolu kek pişirmeyi bir kitaptan öğrenebilir. Ama günlük yaşamın karmaşasında huzuru nasıl bulacağını, çevresine karşı nasıl gerçek bir farkındalık geliştirebileceğini, anı nasıl olması gerektiği kadar yoğun yaşayabileceğini bir kitaptan öğrenebilir mi?
"Bakalım, belki de mümkündür." diyorum içimden. Eğer öyleyse, bir hazine tutuyorum şimdi elimde :)

İlk sayfayı açıyorum.

***
Budizm terminolojisine yakın olanlara soru: Nedir Türkçe'de Mindfullness/Achtsamkeit'in tam karşılığı?

Pazartesi, Ocak 25, 2010

Eksi mayada son durum

Eksi maya denemelerimle ilgili en önemli detayi ajandaya not edip buraya yazmadigimi farkettim. En son surada kalmistim. 2 Kasim'da ise söyle yazmisim kara kapliya : "Bugün ilk kez destek kuvvet olarak hic yas maya kullanmadan, sadece eksi maya ile ekmek mayaladim. Hem kavanozdaki maya, hem de onunla mayaladigim ekmek iki katina cikti. Ekmegi yaparken beyaz un kullandim."

Böylece yas maya olmadan sadece eksi maya ile de ekmek yapabilir oldum bir süre. Bu bence büyük bir basariydi. Ekmek burada aldigimiz eksi mayali ekmeklerin lezzetine henüz yaklasamiyordu ama en azindan yas maya kullanmiyordum. Sonra bir ara eksi mayayi beslerken kullandigim undan kalmadi evde. Baska bir markanin organik tam unu ile besledim. Tuhaf ama o günden sonra bir türlü kabarmadi besledigim zaman. Bir süre hic mayasiz ekmek yapmaya geri döndüm. Sadece un, su, tuz ve zeytinyagi ile yapiyorum. Bir bardakla aip tavada pisiriyorum. Her seferinde Thoreau geliyor aklima. Bu türlü ekmek de sevilir bizim evde.
Bu arada eksi mayaya da yapmadigim kötü muamele kalmadi. Hic karistirip beslemeden haftalarca buzdolabinda bekledi. Arada bir denemek icin cikardigimda metal kasikla karistirdim. Bazen buzdolabi disinda da beslemeden uzun süre beklettigim oldu. Buna ragmen hala yasiyor sanirim. Kokusu hala olmasi gerektigi gibi; meyvemsi, eksi. Icinde ufak tefek hayat belirtisi de var. Sadece ekmek yapmak icin besledigimde kabarmiyor. Ekmege katmaya korkuyorum ben de.

Sakin bir animda son bir deneme daha yapmaya karar verdim. Bakalim ne olacak?

Cuma, Ocak 22, 2010

Kigelia pinnata

IMG_1517

Bu kirmizi kocaman cicekleri tuhaf bir sekilde asagi sarkan agac da Valletta'daki -kendisinden yüzelli bin kez bahsettigim- Lower Barrakka Garden'dan. Internette baska bir bitkiyi ararken tesadüfen izine rastlamasam ne oldugunu hayatta bulamazdim sanirim. Yapbozun kendi kendini ele veren bitkilerindendir kendisi. Latince adi Kigelia pinnata veya Kigelia africana imis. Bati dillerinde meyvelerinin seklinden dolayi "sosis agaci" vari isimlerle (sausage tree, Leberwurstbaum, vb.) aniliyor. Sizi etyiyengiller sizi...Böylesi güzel bir agaca ne büyük haksizlik... Malta'nin bizi yere yikan subtropikal iklimi bu agac icin serin kaliyor olmali ki, özellikle gözledim ve cicekten meyveye gecemedigini tespit ettim. Bunun iklim disinda bir sebebi de olabilir tabii...

Asagida ise arsivden ayni agacin bir baska fotografi. Bunda agactan sarkan cicek dallari daha iyi gözüküyor.

IMG_1516

Perşembe, Ocak 21, 2010

Dittrichia viscosa



Dittrichia viscosa...

Bir ara bu bitkiyle de simdi anlatmaya üsendigim bir tanisikligim olmustu.
Ben en cok onun bir sukkulent olmasi ihtimalini sevmistim. Degilmis fakat.
Nefis de bir kokusu vardi diye kalmis aklimda.

Bana hep denize bakan rüzgarli, Turgut Reis'li, huzur dolu bir tepeyi animsatacak.
Meditasyon gibi bir sey...

Cok lazim degilse de, False Yellowhead imis Ingilizce adi.

Not: 2009 ajandasindan 2010 ajandasina tasiniyorum. O arada bazi notlarimi da buraya aktaracagim. Izleyen günlerde bu türden "Bu da nerden cikti simdi??" postlarim olabilir.
Fotograf : Fabian

Çarşamba, Ocak 20, 2010

Bir zarf fikri daha...

Funda ve öğrencilerinin harika yılbaşı kartı, mükemmel bir zamanlama ile tam 31 Aralık günü ulaştı elime. Dışardan gelirken posta kutusunu da boşaltmış olan eşimin eve girince "Sana bu zarf gelmiş, bana ise fatura!" derken ses tonu öyle tuhaftı ki, merakla dönüp baktım zarfıma. Gülmemek için kendimi güç tuttum sonra. Zavallı eşimin kuru ve silik, fatura gibi faturasına karşılık; benimki üzerinde elişi kağıdından yapılmış güneş, bulutlar, ağaçlar ve çiçeklerle öylesine neşeli, öylesine güzel bir zarftı ki... Yolculuğu sırasında kimin eline geçtiyse, onu bir an gülümsettiğine eminim :) Bilimsel merakına yenilip elişi kağıtlarının altında ne var diye araştırmaya girişen sincabın elinden zor kurtardım zarfı. Üstelik Funda'nın daha sonra teyit ettiği gibi, bir kesekağıdından üretilmişti zarf! Kesekağıtlarının manavlar bir yana; kitapçılar, eczaneler ve başka pek çok dükkanda hala kullanıldığı Malta'da olsaydık, oturup bu zarfları başka ne şekilde kullanabilirim diye düşünmeme gerek kalmazdı.

Özetle, içindekini koruyacak, üzerine de iki satır adres yazılabilecek her şey bir zarf artık gözümde. İlk fırsatta sincapla bir zarfın üzerinde şöylesi çiçekler açtırmak gibi bir de niyetim var :)

Cumartesi, Ocak 16, 2010

Açılışa 5 kala...


Bu yıl, geçen yılki gibi kazalara meydan vermemek için "suda soğanlı bitki yetiştirme procesi" için sümbülü seçtim. Üç sümbül soğanı aldım, 1,5-2 ay kadar buzdolabında beklettim. Sırf süpriz olsun, merak edip heyecanlanayım diye, sümbülleri renkleri karışık olan paketlerden seçtim. İçlerinden biri ille de mavi olsun istiyordum. Bu ilki mavi açacak. Açılışa beş kala rengini belli etti :) Diğer ikisini de toprağa ektim. Bu arada sümbül vazosu alma konusunda yine cimrilik ettim. Çatı katındaki kutuları deşip içlerinden uygun bir şey aradım. Fotoğrafta görüldüğü üzere, eski bir şekerliği sümbül vazoluğuna terfi ettirdim.

Nefesimi tuttum, açılışı bekliyorum.

Perşembe, Ocak 14, 2010

Sincabin zen kitabi

Gecen yilin son günlerinden birinde sincaba kitap almaya gittim. Kitaplarin daha cok resimlerine bakip üzerinde konusmamizi seviyor simdilik. Hikayeyi ona okumamdan pek hoslanmiyor. Fazlasiyla hareketli bir cocuk oldugundan, kitapcida ortaligi birbirine katmadan önce en fazla 5-10 dakikam oldugunu biliyordum. Bu yüzden sadece resimlerine bakip, konuyu cikarmaya calisarak sectim kitaplari. Iclerinden bir tanesi bir panda, üc cocuk, agaclar, ay gibi seyler üzerine resimler iceren hos bir kitapti. Adi Ein Pandabär Im Garten (Bahcedeki Panda). Eve gelince her zaman yaptigim gibi, kitaplari ogluma okumadan önce hizla gözden gecirmeye basladim. Bahcedeki Panda'nin alt basliginin Üc Bilgelik Öyküsü oldugunu da o zaman farkettim. Bilgelik Öyküsü mü? Cocuk kitabinda mi? Himm...

Bahcedeki Panda, bir gün bahcelerinde elinde semsiyesiyle dev bir panda bulan üc kardesin öyküsü. Devam eden günlerde her bir cocuk pandayi ( ki adi Durgun Su) ziyarete gidiyor ve panda her birine durumlarina uyan harika birer kücük öykü anlatiyor. Öykülerden ikisi bilinen Zen hikayeleri, ücüncü ise kaynagini Taoizm'den aliyormus. Bütün hikayenin ele alinisindaki sadelige, duruluga bayildim. Örnegin aklimizin bir kenarina takilsa bile özünde cok önemli olmayan detaylara girilmiyor hic. ( Üc kardesin anne babasi nerede? Pandanin ne isi var orada? Öteden beri mi komsulari, yoksa yeni mi tasinmis? Edda'nin yaptigi pasta nefis görünüyor, icinde ne var acaba?, vb...) Bu da hikayeyi sanki havada asili duruyormus gibi büyülü bir hale sokuyor.

Ama sadece hikayenin kendisi degil, suluboya resimler de bir harika. Öylesine duru, öylesine genislik ve ferahlik hissi veren resimler ki... Kendi iclerinde hayat dolular ayrica. En kücük kardesin ayaklari üzerinde yükselmis camdan disari bakarken, ellerini de iki yana actigi resme bayiliyorum mesela. Ortanca kardesle pandanin birlikte agaca ciktiklari resimde ise insan hafif bir rüzgari yüzünde hissediyor.

Simdilik resimlerine bakip konusuyoruz sincapla. O hikayeleri anlamaya baslayana dek, sincabin zen kitabi benim de zen kitabim :) Kendim icin arasam (ki ariyordum da), bundan daha iyisini bulamazdim, eminim.

Kitapla ilgili internette bulduklarim: Ingilizce orjinalinin adi Zen Shorts. Yazari (ve cizeri) Jon J. Muth. Kitabin Ingilizcesinde cocuklarin adi Karl, Michael ve Addy iken; Almancasinda Karl, Max ve Edda oluyor. Bunu verdigi rahatlikla ben de degistirdim adlarini. Sincabin az görüsebildigi , yasca kendisinden büyük kuzenlerinin adlariyla bahsediyorum onlardan ;)

Surada da New York Times'dan bir yazi var kitap hakkinda...

Cumartesi, Ocak 02, 2010

Karamuk / Kronolojiye boşverilmiş, düğümü baştan çözülmüş usulde...


Hikaye anlatırken takıntılı bir şekilde kronolojik sıraya uymak, düğümü en sona saklamak ve fazlasıyla detaya girmek gibi kötü huylarım var, biliyorum. Bu kez de öyle yapacaktım ki, Aydan Atlayan Kedi'nin bir yazısı bundan hoşlanmayanların da olduğunu hatırlattı bana. Onun yöntemini kullanmaya karar verdim bu sefer. Düğümü en başında çözdüm, detaylar gerektikçe döküldü orta yere, kronolojiyi havaya savurdum. Ben çok eğlendim yazarken, okurken sen de eğlen olur mu değerli okuyucu?...

***
-Biliyor musun şu bizim binanın önündeki bahçe çiti görevini gören bitki 'karamuk'muş.
-A, öyle mi? Nereden öğrendin?
-Halam söyledi. Çocukluğundan biliyormus 'karamuk'u.
-Ama o görmedi ki sizin evi daha...Bitkiyi nereden biliyor?
-Haaa, şuradan çıktı: Biz aslında oyun hamuruna renk vermek icin doğal bir şeyler arıyorduk. Ben daha önce zerdeçal katarak oyun hamurunda hoş, canlı bir sarı renk elde edebildiğimi anlattım. O da dedi ki, çocukluğunda gittiği halı dokuma kursunda ögretmenleri bir gün doğaya çıkarmıs onları ve tek tek yün boyamada kullanılan bitkileri göstermiş. Karamuk kökü de aynı şekilde canlı bir sarı renk elde etmekte kullanılırmış halıcılıkta.
-Hımm, sonra?
-Sonra ben duramadım tabii. Merakla nasıl bir bitki olduğunu sordum karamuğun. O da bana tarife başladı, "böyle ovalimsi yaprakları var ve dikenleri de var..." diye. Ama sonra hatırladı ki evlerinin yakınında, yol kenarında yetiştiğini görmüs karamuğun. "Bir ara çıktığımızda hatırlat, göstereyim sana" dedi.
-Sen tabii sabırsızlandıkça sabırsızlandın...
-Tabii ki, çünkü tarif ettigi bitkiyi bir yerden çıkaracak gibiydim de üstelik :) Neyse, gerçekten bulup gösterdi bana. İste bizim bahçedeki çit bitkisinin karamuk oldugunu böylece anladım.
-Yaz başında sarı çicekleri vardı gibi hatırlıyorum hayal meyal.
-Doğru, benim aklımda da öyle kalmış. Bir de dedi ki halam, yaz başında taze yapraklarını ilk verdiğinde, toplayıp salataya katılırmış. Ekşimsi, tuzlumsu bir tadı varmış.
-Hımm, bak bunu denemek isterdim işte.
-Merak etme, devamı var. Bizim ailede adı babaannemle beraber efsane gibi dolaşan ama benim hiç yeme onuruna ulaşamadığım meşhur bir "karamuk pilavı" vardı. Meğer o pilav işte bu karamukla yapılırmış. Halam bizim icin yaptı, nefis bir şey. Tam tarif ettigi gibi bir tat.
- Bir dakika, bir dakika... Karamuğu nereden buldunuz peki? O gösterdiğinden mi topladınız?
-Hayır, hayır, geçen bahar toplamışlar. Oldukça sakin; trafik olmayan, ormanımsı bir yerde yetiştiğini biliyorlarmış, oraya gitmişler. Birazını da kurutmuş halam. Şimdi iyi haber: Bana da verdi biraz, karamuk pilavı yapabilir veya değişik şekillerde deneyebilirim!
-Hem bahçe çiti oluyor, hem kökü boya elde etmekte kullanılıyor, hem yaprakları yeniyor. Ne güzel bitki bu!
-Bitmedi ki... Sonbaharda da minik, kırmızı meyveler veriyor. Kışın kar altında öyle güzel gözükür ki... Kuşlara da gıda olur hem o mevsimde. İnsanlar da yiyebiliyormuş. Denedim, ilginç bir tadı var. Ama bence öylesine minik ve öylesine güzeller ki, en iyisi yine kuşlara bırakmak.
- Başka adları da var mı bu bitkinin?
-Türkçe'de kadıntuzluğu da diyorlar sanırım. Latincesi Berberis Vulgaris, Almancası Berberitze, İngilizcesi Barbery imiş...
-Dersini iyi çalışmışsın yine :)
- Evet, öyle :) Haaa, unutmadan bir de kızıl yapraklı olanları var. Onlar da çok güzel, özellikle çiçek açtığında... Ama sanırım yenmiyorlar, aklında olsun.
- Tamam, rastlarsam aklımda olsun bu :) Başka neler konuştunuz halanla?
-.....





Fotograflar: Allie's Dad, enbodenumer, Martin LaBar