"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Çarşamba, Aralık 29, 2010

Hindiba ekmek gevezeligi yapiyor


Derli toplu bir ekmek yazisi yazacaktim, kendimi oradan buradan gevezelik ederken buldum. Ekmek yaparken böyleyimdir zaten. Kendi kendimle sohbetim vardir ve cenem düser. Bu kez siz de buyurun.

Noel tatili civari buralari ele geciren panik duygusu bizim eve de bulasiyor. Gören duyan da, bütün ülke bir aylik büyük yokluk ve kitlik dalgasina hazirlaniyor sanir. Hayir, epi topu 3 gün dükkanlar, marketler kapali olacak ve alisveris etmeden günlük yasamimizi devam ettirmeye calisacagiz. 

Son 5 yildir en azindan "eyvah, ekmek biterse ne olur? Mazallah acliktan ölürüz" duygusu olmadan atlatabiliyoruz Noel tatilini. Büyük tatil öncesi alisverisinde un ve maya tedarik ettiysek tamamdir, sirtimiz yere gelmez. Aslinda maya bile gerekmez; sebebini yazinin sonuna dogru anlatacagim. Bu yil, bu rahatlikla ekmegi az almisiz nitekim. Evde cok zaman da gecirince, 3. gün (Pazar günü yani) ekmegimiz bitmisti, ekmek yapmaya giristim.  
  
Ekmek yapmak  mutfakta kendi kendime ögrendigim seylerden.Kimse bana "öyle yapma, böyle yap" diye dikte ederek ögretmedi. Ekmek yapilan bir evde büyümedim. Pazar günleri ekmek bittiginde almaya kimin gidecegi konusunda kizkardesimle tartisirdik daha cok. Ikimiz de gitmek istemezdik. Toplamda 15 dakika sürecek bakkala gidip gelme isi icin en az yarim saat hazirlanmak gereken ergenlik dönemindeydik cünkü. Bu ülkede ben ekmek yapmayi ögrendim, bir de bakkala giderken ev kiyafetimin üzerine bir mont veya palto gecirip disari cikabilme rahatligini ve bunun özgürlük demek oldugunu. Ülkeyle  mi ilgisi var , yasla mi bilmem. Artik daha özgürüm.  

Ekmege dönelim. Kendim deneye yanila ögrendigim bütün seyler gibi severek yaparim. Ayrica meditasyon etkisi vardir. Ilk yillarda o gün kizdigim, sinirlendigim birileri olmussa onlari yogurdugumu hayal ederdim ki bugday ekmeginde önemlidir bu, anlatmistim. Siddet duygusunun olumlu isleve yönlendirilmesi :) Simdilerde daha cok düsüncelere ve kendimle sohbete daliyorum. Artik insanlara eskisi kadar kizmiyorum belki de :)  

Her zaman yapmam, ama bu sefer unu biraz havalandirmak icin elimle oynamaya basladim. Icinde yari yariya tam ve beyaz un vardi. Avucumun icinde kepekleri hissedebiliyordum. Icinde böylesine yasam tasiyan bir seyle yakin temasta olmak hosuma gitti. Sonra icine biraz sivi yag ekledim. Bunu da her zaman yapmiyorum. Ekmegi genelde belli bir tarife bagli kalmadan yapiyorum. Renkleri aklina estigi gibi karistirip tuvale vuran ressam gibi, her seferinde aklima esen malzemeleri anlik kararlarla ekliyorum. Ekmek disinda mutfakta pek böyle calismam. Ölcülü ve ölcücüyümdür.

Asagidaki fotografin cekildigi gün gecen kistan. Keten tohumu, susam ve aycicegi cekirdegi eklenen kalabalik bir ekmek yapmistim. Diger kavanozlarda fasulye ve nohut var. Yok, onlardan koymam ekmege. Sincaba kavanozlari-salla-ve- cikardiklari-sesi-dinle oyunu oynatiyorum o sirada bir taraftan. Bakliyatlar ton cesitliligini arttirmak icin cikmis masa üstüne.


Bu da sincabin pamuk eliyle, benim bakimsiz ve tükenmez kalemle boyanmis elim. Kim boyamis malum :)


Sincapla mutfaga girmek kolay degil, itiraf edeyim. Malzemelere ve süreclere bambaska bir bakisi var. Ne kadar iyi planlarsam planlayayim, onunla mutfaga girince akla hayale gelmedik seyler yapmaya kalkisiyor ve ortalik birden savas alanina dönüyor. Yine de vazgecmiyorum. Cocuklarin kücük yaslardan itibaren gidalarla hasir nesir olmasi, algilarinin bu yönde gelismis olmasi gerektigini düsünüyorum. Yemek cinsiyetten bagimsiz olarak hepimizin yasaminda önemli bir tutuyor. Öyleyse hayatta en azindan bunu kimseye bagimli kalmadan kendimiz yapabilmeliyiz ya da en azindan iyisini kötüsünden ayirabilecek kadar tatlar, kokular ve dokunuslar biriktirmis olmaliyiz. Cocugum icin yapabilecegim en iyi seylerden birisi bu. 3,5 yasinda ve simdiden mutfakta benim 6 yasima kadar gecirdigimden daha cok zaman gecirdigini ve elini benden daha cok seye bulastirdigini tahmin ediyorum :) Ileride kesin benden daha iyi olacak mutfakta :)

Yine son yaptigim ekmege dönelim. Icine bir paket yas maya ekledim. Biraz pekmezli ve ilik su icinde kaloriferin üstünde bekletirken, aklima bir  kac gün önce okudugum tarifi ilginc ekmek geldi. Benimkinin aksine ona cok az maya ekleniyor ve upuzun bir bekleme süresi var. Malzemede sadelik, emekte zenginlik  fikri ve ortaya cikan sonuc hosuma gitti. Bir gün deneyecegim. Durun size de anlatayim. Ekmegin adi Wurzelbrot. Ilk kez bir Isvicreli sanirim, cocuklugunun ekmeklerine duydugu özlemle denemeler yaparken kesfetmis ve icerigini sakli tutmus. Bugün yapilan versiyonlari tahmini malzemelere dayaniyormus: Ama az maya kullanilmasi hepsinin ortak özelligi. Malzemeler benim okudugum yazida söyle verilmis:
 
500 gr. un 
1,5 cay kasigi tuz
bir tutam seker
10,5 gr maya
300 gr. ilik su
 
Bu malzeme ile bir hamur yoguruluyor. Hamur toplaninca 5 dakika daha yoguruyoruz. Ekmegi adeta camasir sıkar gibi iki ucundan tutup ters yönlere kıvırarak bu ekmege özgü sekilsiz sekli veriyoruz :)Üzerini kurumayacak sekilde örtüp buzdolabinda 12-16 saat bekletiyoruz. Buzdolabindan cikinca tekrar yogurmuyoruz. Firinin alttan ikinci katinda 15 dakika 230 derecede ve 15 dakika da 200 derecede pisiriyoruz.  
 
Wurzelbrot'tan aldigim ilhamla son ekmegime ilk yogurmadan sonra hemen sekil vermeyi,  mayalanmadan sonra tekrar yogurmamayi (normalde yaparim bunu) denedim. Uzun uzadiya buzdolabinda bekletme kismini teknik engeller sebebiyle su anda deneyemiyorum. Benim yaptigim ekmek,  oda sicakliginda bekledigi icin belki, yayilmayi ve pide sekli almayi tercih etti. Ama ici her zamankinden daha hava kabarcikli, gözenekliydi. Hosumuza gitti.

Gercekten en az malzemeyle, emek yogun bir ekmek yapmak istiyorsaniz, o da söyle: Göz karari un ve suyu karistiracaksiniz. Cömert ve zengin gününüzdeyseniz biraz tuz ve zeytinyagi ekleyeceksiniz. Kolayca toparlanan ve islenebilen bir hamur yapacaksiniz. Masanizi veya tezgahinizi biraz unlarken bir taraftan yanmaz tavanizi isitmaya baslayacaksiniz. Pürüzsüz, girintisiz cikintisiz ve saglam bir cam bardak ya da kavanozunuz var mi? Hah, tamam, o zaman oklavaya bile gerek yok. Bizim evde oklava yok nitekim. Biraz da bardagi unlayip,  hamurdan aldiginiz ceviz kadar yumrulari acmaya baslayacaksiniz. Belki ilk kez hamur aciyor olabilirsiniz; sorun degil. Bu hamur, bu ekmek hata kaldirir. Sadece aklinizi ve ruhunuzu ona verin. Actiginizda elde ettiginiz seklin ille yuvarlak olmasi gerekmez. Birakin yamuk olsun, dogasina daha uygundur. Bir kac milim kalinliginda olsun. Incecik, kagit gibi olmasi da sart degil. Yagsiz tavaya koyun, biraz bir yüzünü pisirin. Kabarciklar olusup ekmek orasindan burasindan kabarip poflamaya baslayinca kontrol edin altini, tamamsa cevirin simdi diger taraf pissin. Baslarda yavas gidecek pisirme isi, sonra hizlanacak tava isindikca. Siz bir taraftan digerlerini acmaya devam edin. Bizim evde ekmegin mayalanmasini bekleyecek zaman yoksa yapilir, cok sevilir. Bu islerden hic anlamiyorsaniz bile cekinmeyin, deneyin. Oglumun eline verdim kac kez bir tutam hamur ve bir bardak. Sonuc yasi icin fena degildi. Ince motorik beceri gelisimi icin de iyidir. 2 yil önce o zaman 7 ve 11 yasinda olan iki yegenimle birlikte yaptik. Cok eglenmis, üzerine kendi istedikleri sekilleri cizmislerdi bir de catalla. Cocuk oyunu kelimenin iki anlamiyla da...

Bazen aksam haberlerinde felaket bölgelerinin görüntüleri düser ya ekranlarimiza. Sel baskini, deprem ya da insan elinin yol actigi felaketler. Bir cuval un düser yardim kamyonlarindan insanlarin paylarina. Eskiden sehirli kadin gözüyle bakarak "bu insanlar simdi bu unla ve sadece bu unla basbasa ne yapacak?" derdim. Kendimi onlarin yerine koyar ve ne yapacagimi bilemezdim. Simdi biliyorum. Temiz su ve atesim varsa , karni doyar ailemin. 

Daha önce de yazdim kac kez. Kendi kendine yetebilmek önemlidir ve kritik bir adimidir sadelesmenin. Cagdas, kendine güvenen, özgür kadinin/erkegin profilini, malum kadin, erkek, stil, tasarim, vs, vs dergilerindeki tam sayfa reklamlarin manken bakislarinda aramayin. Konformizmin dibine vurmussaniz, gerektiginde sokaga bir dakikada cikamiyor ve hatta elinizdeki tek malzeme un ve su iken karninizi nasil doyuracaginizi bilemiyorsaniz, neyinize güveniyorsunuz ve neyin özgürlügünden bahsediyorsunuz Allah askina?

Bak, gayet de akilli uslu baslamistim, sonunda yine nereye vardi bu yazinin sonu...

Pazar, Aralık 26, 2010

Bu blog karşı görüşe açık

Aslinda her zaman öyleydi. Ama bugün itibariyle bu blog resmi olarak da "karşı görüşe ve eleştiriye açık blog"dur.

Neden?

"Her ne kadar kendi fikirlerim pek hoşuma gidiyorsa da sanırım ki, başkalarının da kendi hoşlarına giden böyle fikirleri vardır" 1  ve ben onlarin ne oldugunu cok merak ediyorum.

- "Akıllılar, zayıf yanlarını bildiklerinden, yanılmayacaklarını ileri sürmezler"2 ve de "Dünyayla ilgili tüm problem aptallarin ve fanatiklerin daima kendilerinden bu kadar emin ve akillilarin daima bu kadar süphe dolu olmalaridir" 3. Akilli oldugumu iddia etmiyorum ama mümkünse aptal ya da fanatik olmamak icin elimden geleni yapmayi tercih ederim.

- Ayrica "Bende hatalı olan hiç bir şey yoksa, evrenle ilgili yanlış giden bir şeyler var demektir"4 ve hatta "belki yanılıyor olabilirim"5

-Tabii bir de "Elestiri, hicbir sey söylemezsek, hicbir sey yapmazsak ve hatta hicbir sey olmazsak kolaylikla kacinabilecegimiz bir seydir"6. Ama iste tüm bunlari yapmadan duramiyorum.

- Sık sık bir yaziyi yazarken kendimi, kendi yazdiklarima anti tez gelistirirken buluyorum. Yaziyi uzatmamak icin onlardan bahsetmiyor, "Nasil olsa birileri yorum birakir, söyler, tartisma ortami olusur, ben de bunun üzerine aciklarim fikrimi" diyorum. Ama o karsi görüslü yorum hemen hic gelmiyor ve ben buna cok sasiriyorum!

- Alkışı, sırt sıvazlamayı imzali, yergiyi anonymous yapan; bir de karşı görüşü anonymous bildirmeye zorlayan zihniyeti anlamakta güclük cekiyorum.

- Üstelik gecen gün bir yerde şeytanın avukatıyla karşılaştım. Hiç de fena birine benzemiyordu.

Özetle;
- Genel kabul görmüs nezaket ve tartisma kurallari cercevesinde,
- bana veya ücüncü sahislara karsi hakaret, siddet ve alay icermeyen,
- alti imzali 

görüslerinize benimkilerin aksi yönde de olsa acigim. Kizmam, kirilmam, darilmam, bozulmam. Anlamaya calisirim, üzerinde düsünürüm, gerekirse biraz daha okur arastiririm. Anlamli gelirse kabul ederim ama sonunda her zaman sizin dediginizin olacagina söz veremem :)

Arsivin karanliklarinda kaybolmasin diye her iki blogumda sag sütundan bu yaziya sabit bir link verecegim. Elinden cizim gelen birileri okur, benim icin bir de icinden geldigi gibi bir logo cizer, konuya görsellik katarsa pek memnun olur, sükran duyarim. Bir gün ziyaret ettigim bir blogun saginda solunda bir kösede ayni logoyu görür de, evimde gibi rahat konusabilecegim, "ama ben farkli düsünüyorum" diyebilecegim bir yer oldugunu anlarsam daha da mutlu olurum.

Alintilar:
1Descartes,
2Thomas Jefferson,
3Bertrand Russell
4Anonim,
5Robert Fulghum,
6Aristotle

Cumartesi, Aralık 25, 2010

Ateşe karşı ılık su uygulaması

Cocuklarda atese karsi, doktor tavsiyesiyle verilen ates düsürücülere destek amaciyla uygulanan ilik su kompresinin nasil yapilmasi gerektigine dair Almanca bir video var. Tam adresini kaybedip durmaktan biktim. Suraya not edeyim hemen


Bunu bebek/cocugun elleri ve ayaklari dahil tüm vücudu sicakken ygulamak gerekiyor. Eller ve ayaklar henüz soguksa, ates henüz tepe noktasina ulasmamis demek. Vücut isiyi arttirmak icin ugrasirken (örnegin bu arada titrerken) uygulamak cok rahatsizlik veriyor. Su soguk degil, mutlaka ilik olmali. Videoda her iki bacaga ayni anda olmak üzere, ardarda 2 kez 10'ar dakikalik uygulanmasi gerektigi söyleniyor. Bu yöntemde atesin 0,5-1 derece azaldigi ve bu türden yumusak ve yavas bir düsüsün vücudu ani, keskin bir düsüsten daha az yordugu söyleniyor.

Aniden cok yükselen, ates düsürücülere fazla yanit vermeyen, bebegin fazla uykulu ve cevreden kopuk olmasina sebep olan ateslerde zaten ilk is doktora götürmek olmali.

Cuma, Aralık 24, 2010

Katla ve oyna!


ORIGAMI Kinderspiele: falten - spielen - staunen
Gabriele Blobelt
Nice Papers Q-Verlag , 2010

Bu kitabi kütüphanede buldum. Tam aradigim seydi. Origami teknigiyle, katlayip kenara koymak ya da seyretmek icin bir seyler degil, sincabin hosuna gidecek türden oyuncaklar yapmak istiyordum. Bu kitabin konusu tam olarak bu. Icinde cok bilinen ziplayan kurbaga, kanatlarini cirpan kus, ucak vb. yaninda daha önce hicbir yerde görmedigim 4 ve 6 köseli kagittan topaclar, takla atan atlar ve benzeri ilginc seyler var. Fotograflar hos, temel katlama tekniklerine de yer veren tarifler yeterince aciklayici. Her birinin yanina kac yas icin uygun oldugu yazilmis. 3 yasinda cocuklarin katlayabilecegi oyuncaklar bile var. Topaclar basta olmak üzere kitaptaki hemen hemen tüm oyuncaklari denedim. Bir operasyon sebebiyle 15 gün evde ve tercihen yatakta kalmasi gerek sincaba her gün birer tane cikarip verdim. Ilacimiz oldular :)


Perşembe, Aralık 23, 2010

Hindiba delirmis olmali...

Bu yilin degil, gecen yilin hasadi mürverler...

"Gelecek yil ayni ise kalkismam icin yine bu kadar delirmis olmam gerekecek" demistim. Bu yil Eylül ayinda bir Pazar günü esim kosudan döndügünde "mürverler olmus, gidip toplayalim mi?" dediginde kalkip gitmissem, ya gecici hafiza kaybina ugradigimdan, ya da delirmis oldugumdan...

Mürverler iyi bir yürüyüsle evimizden bir saat kadar uzaklikta, nehir kenarinda, sulak bir orman arazisinin icinde. Bir keresinde geyik bile gördügümüz oldukca dogal bir yasam alani. En yakin motorlu tasit yolundan da yarim saat uzaklikta olmali. Bu acidan meyvelerini güvenle toplayabilecegimiz agaclar.

Bu yil marmelat isine hic girmeyip, sadece mürver surubu yapmaya karar vermistim. Gecen yilki surup sekersizdi. Icecegimizde icine bal eklemistik. Fakat sekersizligi bazi saklama sorunlarina yol acmisti. Kis gelmeden hizlica bitirmek gerekmisti. Oysa ki mürver surubu sogukalginliklarinda cok yararli, dogal bir icecek. Bu yil mümkünse kis boyunca da dayanabilsin istiyordum. En genis kapsamli Almanca yemek sitelerinden biri olan chefkoch.de 'de buldugum bir mürver surubu tarifini kullandim bu kez. Bu tarifte mürveri degisik asamalarda tartmak gerektigi ve benim mutfak tartim olmadigi icin, sonlara dogru özellikle seker miktarinda degisiklik yaptim. Seker ölcüsü bence fazla ama gelecek yillarda da bu tarifi baz almayi düsünüyorum:

1 kg. siyah, yikanmis, ayiklanmis mürver
1,2 kg. su
200 gr. seker
2 limon
1,6 kg. seker (mürver suyunun her bir kg. icin)

Mürverleri bir catal yardimiyla dallarindan ayiklayin deniyor tarifte. Bu kisim gecen yil da en cok zorlayan kisimdi. Bu yil catal yerine elle ayiklamak daha kolay geldi nedense. Bütün bir aksamimi aldi. Mürver gercekten ilginc, gizemli bir meyve. Yüzyillardir gizli güclerine inanilmis, agaci kutlu ya da sihirli görülmüs; deger ve saygi görmüs. O aksam meyveleri ayiklarken sebebini anlar gibi oldum. Yüzlerce minik siyah göz, merakla, ilgiyle bana bakar gibiydi. Sanki canli ve bilinc sahibi tek bir seyle mesgul gibiydim :)

Unutmadan, mümkün oldugunca olgunlasmis meyveler toplanacak ve arada cikan yesil veya acik pembe renkli yani henüz olgunlasmamislar mutlaka itinayla ayiklanacak. Sonunda kesinlikle 2 kg'dan fazla, 3 kg.a yaklasan mürverimiz oldugu ortaya cikti. Mürverlere kilo basina 1,2 kg. su eklenerek buzdolabina koyuyor ve 24 saat bekletiyoruz. Bu meyvenin biraz daha olgunlasmasi icin.

Ardindan meyveleri su ile bir mikser ya da blender yardimiyla ezip kilo basina (baslangictaki meyve agirligini baz aliyoruz hala) 2 limonun suyu ve 200 gr seker ekleyerek pisiriyoruz. Sonra büyük bir süzgecten gecirip cekirdeklerine elveda diyoruz. Galiba ben cildirdim dedirten son adim bu. Bundan sonra her sey daha kolay.

Elde ettigimiz mürver suyunu tartip 1:1 oraninda seker ekliyor ve tekrar pisiriyoruz. Ben bu noktada suyu tam olarak ölcemedim ve sekeri göz karari ekledim. Buna ragmen sonunda elde ettigim surup bana fazla tatli geldi. Gelecek yil daha az kullanmak niyetindeyim. Rafine seker kullanmak beni cok rahatsiz ettiginden evdeki tüm ham seker kamisi sekerini bu ugurda  acimadan harcadim. Yine de bir miktar rafine seker gerekti. Seker recel, marmelat ve suruplara sadece tat versin diye degil, ayni zamanda daha dayanikli kilmak icin ekleniyor. Bilinen geleneksel konserve yöntemlerinden biri aslinda. Ama asiriya kacmamak ve rafinesi yerine mümkün oldugunca ham olanini kullanmak gerek diye düsünüyorum. Benim acimdan bu yilin mürver surubu "ham seker son ürünü rafine seker kadar uzun ömürlü tutar mi?" sorusunun yanitini da aradigim bir denemeydi.

Her neyse, surubu henüz sicakken önceden iyice yikanmis siselere doldurup agizlarini sıkıca kapattım. Serin bir yerde saklamak tavsiye ediliyor; ben buzdolabinda sakladim. Tarif sahibi %100 garanti vermese de, bir yil dayanabilecegini söylüyor. Biz 3 litre mürver surubunun 2 litresini kimi zaman tadimlik, kimi zaman ilac niyetine icerek (suyla karistiriyoruz, bazen sicak, bazen soguk) bitirdik. 3 ay sonrasi itibariyle hicbir sorun yok.  Kalan siseyi bir yila kalmaz bitiririz :)

Cicegiyle, meyvesiyle, gizemleriyle bu agaci gittikce daha cok seviyorum. Hakkinda basli basina bir tanitim yazisi yazamadim gitti. Simdilik daha önce yazdiklarimi listeleyip bir mürver toplu gösterimine davet ediyorum sizi:

Mürver
Kizilcik, mürver,surup. marmelat
Mürver ve kizilcik sezonunu kapatiyorum!
Ihlamur agacinin dibindeki mürverin sirri
Mucizelerle dolu bir dünya

Ilk firsatta da o Eylül günü mürver toplama yolunda (ugrunda!) tanistigim üc yeni bitkiden bahsedecegim.

Çarşamba, Aralık 22, 2010

Hindiba ölçüp biçiyor

Ilk kez Türkiye'deyken deneyip, burada da yazdigim, sadece kefirle mayalanan ekmek tarifini tam ölcüleriyle tekrar vermem icin yogun talep (tek kisiden ama yogun talep ;) gelmisti. Ben de Agustos sonunda bir kez yaparken, ölcüp bicip tam miktarlari not etmistim.  Birilerinin daha isine yarar belki diyerek, ölcülü tarifi de veriyorum:

6 bardak un (3 bardak tam, 3 bardak beyaz kullandim, size nasil uyarsa)
3 bardak kefir
1,5 cay kasigi tuz. (biraz daha fazla olabilir, nedense bu ekmek hic seker koymadigim halde biraz tatlimsi oluyor)

Karistirip toparlanan ama hala ele yapisabilen, hafif civik bir hamur yapiyorsunuz. Hamuru 21,5 derece oda sicakliginda , firin icinde ve maalesef 24 saate yakin beklettim, nedense burada uzun sürdü tam mayalanma ama Türkiye'de ve sicak havalarda daha cabuk olacagindan eminim. Ben orada aksam mayalayip sabah kahvaltisindan sonra ögleye dogru pisirmeye girisebiliyordum.

Mayalanma tamam olunca borcam veya kek kalibi gibi seyin icine yerlestiriyorum. Cünkü bu hamur gevsek oldugu icin toplamak , sekil vermek kolay degil. Somun yapip pisirmeye kalkisirsak yayilabilir. Ardindan 190-200 derece firinda 45 dakika sonra kontrol etmek sartiyla 1 saat pisirdim. Kontrol icin altina vurup "tok tok" sesi var mi bakacaksiniz. Bir de ortasina bicak batirdim , bir saat sonunda. Cok hafif yapiskan cikti; ama olacak o kadar. Eksi mayali ekmekler de biraz öyle olur. Sonra hemen yemiyorsunuz; biraz beklemek gerek. Hatta ne kadar beklerse icindeki islaklik o kadar azaliyor. Bu sirada tel izgara üstünde bekletmek en iyisi, ki buharini alttan atabilsin :)

*
 Bu arada kefir mayalamaya neredeyse bir aydir mecburi ara vermistim. Belki de daha fazla süredir... Hastaliklar vb. derken bir türlü zaman bulup, buzdolabinda bir litre sütün icinde bekleyen kefir tanelerini süzüp tekrar taze süte koyamiyordum. Bu hafta sonu basardim! Kefir tanelerine hicbir sey olmamis gibi görünüyor. Kefir tabii epey ekşi; onunla ekmek yapabilirim. Normalde bu kadar uzun bir ara verilecekse tanelerin buzdolabinda su icinde beklemesi önerilir. Süt icinde beklemeleri önerilmese de, dünyanin sonu degil demek diye hindibanin kefir seyir defterine not düsüyorum.

Salı, Aralık 21, 2010

Kargalar, buzdan yapraklar, paramin oy gücü ve diger seyler...

Sabah anaokuluna gitmek icin ciktigimizda, gökyüzünde dönüp duran bir karga sürüsü vardi. "Bak, ne yapiyor kargalar?" diye sordum sincaba. Cocuk direkligiyle yanitladi : "Ucuyorlar!". "Dogru, yiyecek ariyorlar galiba" dedim. Kargalari sevmekle sevmemek arasinda kararsizim. Her canli gibi kendi dogalarini yasayip gidiyorlar. Baska türlü olmadiklari icin onlari sevmemek ne kadar dogru? Öte yandan bu cografyada savas yillarinin kislarindan kalma bir sevgisizlik oldugunu da duyuyor ve okuyorum kargalara karsi.

Bu yil bol yagmurlu bir yaz gününde nehir kenarinda gördügüm kizilgerdandan beri gözümü kuslara daha cok actim. Bastankara oldugunu tahmin ettigim, ama bir türlü emin olamadigim bir kusu daha sürekli görüyorum sabahlari. Onlar da ekmek derdinde.

Bu sabah dünkü ilik ve yagmurlu havanin yerini soguk almisti tekrar. Sabaha karsi gelen soguk, suyu buldugu heryerde ve ilginc sekillerde dondurmus. Araba sahipleri trafige cikabilmek icin camlarda donan suyun olusturdugu harika yaprak sekillerini kazimaya ugrasiyordu. Bir arabam olmadigina, camindaki güzelim sekilleri kazimak icin ugrasip durmadigima, tersine yürüyerek yanindan gecip gittigim arabalarin camlarinda doganin actigi resim sergisini seyretme özgürlügüm olmasina sevindim :) 

Bugün sincab ve arkadaslari kücük, mütevazi bir brunch ile Noel'i kutluyor. Getirilecekler listesinden bize 5 breze düstü. Yol üstünde breze alabilecegim iki yer var. Biri bir marketin girisinde, bir pastane/firin( bäckerei) zincirinin subelerinden biri. Digeri ise kösede, kücük, bakkalla ayaküstü cafe karisimi bir dükkan. Adi bile dükkan'cik :)   Sahibi güleryüzlü, hos bir hanim. Kücük isletme anlayacaginiz. Bu yil icinde bu cevrede pek cok kücük isletme kapandi. Bu dükkanin ayakta kalma basarisi hosuma gidiyor. En iyi oy aracinin para oldugunu; yaptigim her alisveriste savundugum yasam felsefesinin lehinde (ya da aleyhinde) oy kullandigimi biliyorum. Bu kez 5 breze parasi ( € 2,50 ediyor tutari) kadar, her sabah karda kista dükkanini azimle acan ve öglenleri dinlenme hakkini kullanarak dükkani kapatan kücük isletmeci, güleryüzlü hanimdan yana kullandim oyumu.

Sincabi anaokuluna birakip doktora gittim sonra. Yol üstündeki bütün agaclarin, calilarin, bitkilerin üzerinde, yasamin tomurcuk adinda hazir ve nazir bahari bekledigini gördüm. Ne mutluluk :) Bugünlerde cocuklar icin yazilmis, harika resimli bir doga kitabi okudum. Icimi isitan ve beni neseye bogan bir kitapti. Bitkilere dair pek cok ilginc sey yaninda, nasil olup da yazsonunda topraga düsen bir tohumun ya da dallardaki tomurcuklarin filizlenmek ve büyümek zamanini bu kadar iyi bildiklerine, nasil olup da ilik gecen sonbahar ve kislarda büyümeye kalkmadiklarina ve soguk gecen baharlarda büyümeyi unutmadiklarina dair, kücük bir de sır ögrendim.  

Doktorda okudugum kitap baskaydi ama. Kütüphaneden alip, okumayi durmadan erteledigim kitapti. Adi Zur Lage der Welt 2010: Einfach besser leben: Nachhaltigkeit als neuer Lebensstil  (Dünyanin Durumu Hakkinda 2010: Basitce daha iyi yasamak: Yeni bir yasam tarzi olarak sürdürülebilirlik) Worldwatch Institute, Heinrich Böll Vakfi ve GermanWatch'in ortak yayinladigi bir kitapmis. Sanirim Ingilizce'si de var ama tam adina ulasamadim. Bulunca yazarim. Bu türden kitaplar bir tür cross-check'e sebep oluyor bende. Bazen yazdiklarim fazla mi radikal, fazla mi felaket tellalligi gibi diyorum, sonra bunlari okuyunca az bile yazdigimi farkediyorum. Paltomun cebinde bir kücük katalog var. Benim de zaman zaman alisveris ettigim ve haftalik kampanyalarini takip ettigim bir magazaya ait. Türkiye'de subeleri adeta yagmalaniyormus duydum ki, ne tuhaf. Cebimdeki katalogda dijital göstergeli ölcme kasiklari (bir kasik un kac gramdir diye düsünüp durmayin diye) ve icindeki suyun isisina göre renk degistiren su isiticilar (mutfagin öbür ucundan baktiginizda su 75 derece olmus mu bilin diye) gibi ilginc ürünler var. Gelecegin mutfagi gercekten renkli ve eglenceli bir yer olacak. Bir de icmeye su bulabilseydik...

Pazartesi, Aralık 20, 2010

Noel yazilari bitmez (III)

Yilbasinda armagan almakla ilgili fikirlerimi daha önce su sonu gelmeyen yazida anlatmistim. Simdi tekrar anlatmaya siddetle üseniyorum. Yazinin ortasindaki mavi renkli bölüm.

Orada da bahsettigim gibi, ille de elle tutulur, gözle görülür bir armagan alacaksaniz, paketlemeyi doga dostu kotarmaya dikkat edin bari. Az resimli, ince ve cok yazili gazete kagitlari gercekten sofistike, sade bir hava veriyor paket kagidi olarak kullanildiklarinda. Ilginctir, bu türden gazeteler icerik olarak da dolu gazetelerdir. Bir tasla iki  kus yine... Ingilizce'de Guardian, Almanca'da Süddeutsche Zeitung, Fransizca'da Le Monde gibi. Isterdim ki Türkce'de de bu türden bir gazete adini önereyim burada. Ama aklima bir tane bile gelmiyor. Var mi sizin bildiginiz?

Gecen gün iki aydir erteleyip geciktirdigim bir-iki  paket gönderdim uzak illere. Paketleri Süddeutsche Zeitung'un iki kat sayfasina sardim. Adresi bos arka yüzünü kullanirim diye saklamis oldugum bir reklam sayfasina yazip pakete yapistirdim. Merak ediyorum, bu türden paketlenmis bir kutu Noel döneminin posta hareketini sag saglam, dagilip yirtilmadan atlatip yerine ulasabilecek mi? Bu testi de gecerse her yerde her zaman kullanilabilir derim.

Gazete, dergi vb. kagitlarindan yapabileceginiz bir seyler daha var :) Aylar önce ilk gördügümde bu günler icin oldugunu düsünmüstüm, denemeye hic firsatim olmadi. Ama yine de hararetle öneriyorum. Ben fikri Seyyar Dünyam'i yazan Göcebe'den aldim.  Söyle bir sey:



Orijinal fikir sahibi burasi.

Ayni fikir sahibinin kagittan agac süsü icin buraya  bakiniz.

Kagittan yildizlar ve sade paketlerde kullanislari da burada.

Bu arada bugün bir haftadan sonra nihayet isi 0'in üstüne cikti. Gece -15'lerden sonra bahar gelmis gibi hissediyor insan kendini. Sabah "ilik" bir yagmur esliginde gittik anaokuluna. Üstelik karanligin dibine vurmamiza da bir gün kaldi. Ondan sonra uzadikca uzar günesle yarenligimiz. Buldugum ilk uygun agacin cevresinde sicak elmali kurabiye yiyip, tarcinli cay icerek hula hula dansi yapmak icin bundan daha iyi bir sebep düsünemiyorum.

Pazar, Aralık 19, 2010

Noel yazilari bitmez... (II)

Fotograf: nyweb2001
Noel agaci hakkinda bir iki sey daha var söylemek istedigim.

Noel agaci sever saygideger okuyucularin birlesip agaclarini basimda paralamalari riskine ragmen, hic lafi döndürüp dolastirmadan söyleyeyim ki, bence bir agacin süse gereksinimi yoktur, hele hele dört duvar arasinda hic yeri yoktur.

Bana kalirsa agac dedigin zaten süslüdür; süsünü ne zaman, ne sekilde ortaya koyacagini da bizden iyi bilir. Süslerini kimi zaman arsizca burnumuza burnumuza sokar (bkz. ihlamur ve mürver), kimi zaman gözlerimize bayram ettirir (bkz. manolya ve leylak). Kimi zaman utangac ve minimalisttir süsleri (bkz. akcaagac ve disbudak yaprakli kanatli ceviz); kimi zaman halı gibi ayaklarimizin dibine serer (bkz. kayin ve cinar). Hatta kisin bile o kadar süssüz püssüz degildir doga. İş gözünü, burnunu ve hatta kulagini mevsiminde iyi acip, izlenimler biriktirmek ve kışı onlarin tatli hatirasiyla atlatabilmekte...Bir agaci bir eve sokmaksa, bende uzak ülkelerden bazi hayvanlari getirip elektrikli tellerle cevrili bir hapishaneye koymak ve giris kapisina da "hayvanat bahcesi" yazmakla ayni duyguyu yaratiyor.

Yasam bu kadar radikal olmamiza her zaman izin vermiyor tabii. Ögrenmek, anlamaya calismak ve uzlasmak gerekiyor daha cok. Elimde bir kac not var. Noel agaclarinin tarihcesine dair. Bir cok kültürde agaclari süslemek adeti ve onun cevresinde gelisen ritüeller öteden beri var. Anadolu'da da dilek agaclari vardir örnegin. Bir kez dileklerle donandi  mi, hic de fena görünmez bir agac. Eskiden insanlar agaclarla bizim simdi oldugumuzdan daha yakin bir iletisim icindeydi, yasamlarina cesitli sekillerde agaclari da katmalarinda sasacak bir sey yok.

Noel civari bir agac süsleme adetine dair ilk kayitlar, kimi kaynaklara göre Almanya'dan, kimilerine göre ise Estonya, Litvanya civarindan. Hic sasirtici degil, özellikle 21 Aralik civari, insan bünyesi bu cografyada biraz renge, isiga ve tatliya ihtiyac duyuyor. Yazili kaynagin dogrulugu cok garanti olmasa da, ilk Noel agacinin 1419'da Freiburg Kutsal Ruh Hastanesi'nde dikildigi söyleniyor. Üzerinde elma, ceviz, findik, lebkuchen vb. asiliymis ve yeni yilda "yagmalanmasina" izin verilmis :) Ortacag'da  Noel agaclari acik havada ikamet eder ve genellikle yiyecek ve dogadan toplanmis seylerle süslenirmis. Bazen de surada bahsettigim türden lonca binalarinda  kurulur ve yeni yilda lonca üyelerinin cocuklarinin yagmalamasina izin verilirmis. Her sekilde, ortacag boyunca Noel agaci süslemesi daha cok kurumlarin ve zenginlerin güc yetirebilecegi bir seymis. Öyle ki  Almanca Wikipedia'da anlatildigina göre, Münster'li vaiz  Johann Conrad Dannhauer 1642-1646 arasinda yazdigi notlarinda, evde Noel agaci adetini "nereden geldigini bilmedigim bir cocuk oyunu" diye nitelemekteymis. Buradan 17. yüzyil ortasinda bile yaygin bir adet olmadigi sonucunu cikarabiliriz. Bu arada yiyecek o kadar pahaliymis ki, fakirler agaclarina elma, findik, seker, breze ve kurabiye asamazmis. Ilk "yapay" süsler -tahminen ahsaptan- böylece ortaya cikmis.   18. yüzyilda ilk cam küreler üretilmis. Ilk kez 1800'lerde ve agirlikli olarak Protestan ailelerde, Noel agaci bahceden evin baskösesine "terfi" etmis. Katolikler ise daha cok Isa'nin dogum sahnesini canlandirma adetine bagli kalmislar. Agaci mumla süsleme adeti 19. yüzyilda balmumu yerine kullanilabilecek daha ucuz maddelerin -Stearin ve Parafin (=fosil yakıt)- icadiyla yayginlasmis. 20. yüzyil sadece süslerin degil, bizzat agacin kendisinin de "plastiklestigi"  yüzyildir bilindigi üzere. Özetle Noel agacinin tarihi, yayginlastirmak adina bir adetin icinin nasil bosaltildiginin canli bir örnegidir.  Agaci karlar altindaki ormandan kesip gelmek, lebkuchen  ve breze pisirmek, ince ince ve özenle süsler hazirlamak ve agaci bunlarla donatmak icin beceri ve zaman bulmak bu yüzyil insaninin harci degil, üstelik fazla para da harcatmiyor. Ceviz ve elmanin fazla trendi olmaz nitekim.

Benzeri ic bosaltmalar bizim bayramlarimizda da vardir, merak buyurmayiniz. Ev yapimi baklavanin yerini glikozlu, margarinli pastane baklavasinin alisi; güzelim iftar sofralarinin yerini 5 yildizli otellerin gülünesi celiskide, sasali acik büfelerine birakisi gibi...

Agacin plastik olmasi mi daha kötü, yoksa olmamasi mi bilmiyorum. Her yil Ocak ayinin ilk haftasi evin baskösesinden cöp konteynirinin yanina konuslandirilan agaclar, bende bir hevesle edinilip sonra sokaga birakilan kedi-köpek yavrularinin verdigi kötü duyguyu yaratiyor. Herkes saksida köklüsünü alip sonra bahcesine dikecek kadar bilincli degil. Üstelik bir bahce kac köknar alir?

Hayatimda görüp sevdigim en güzel Noel agaclarindan biri Malta'daydi. "Yol üzerindeki saksılara dikilmiş defne ağaç(çık)larının dükkân sahiplerince süslendiğini farkettim ayrıca. Noel ağacına ekolojik bir Akdeniz'li yaklaşımı. Hoşuma gitti. Kim demiş Noel ağacı ölü ve çam olmalıdır diye?" diye yazmistim o zamanlar günlüge.
South Caroline Botanik Bahcesi'nden yasayan agacta dogal süsleme örnegi
Fotograf: Mr.Mac2009

Digerini ise hemen her gün görüyorum. Anaokulu yolu üzerinde bir bahcede. Bir tür süs elmasi. Sonbaharda tüm yapraklarini döktü, sadece pembe kirmizi meyveleri kaldi agacta. O zamandan beri hayrandim ona zaten. Sonra bu ayin ortasinda bahce sahibi  meyvelerle ayni renkte kücük, parlak küreler asti agaca. Bilmiyorum plastik mi, yoksa cam mi? Bahcede canli bir agaci abartmadan, kücük, minimalist dokunuslarla dönüstürdügü seyden mutluyum :) Ayni seyi bahce kapisinin üzerinde kar altinda donup kalmis pembe sarmasik gülüne de yapti sonra. Keske fotografini cekebilseydim.

Elektrik harcayan Noel süslemelerine özellikle tahammülüm yok. Karsi binada Aralik basindan beri günes batar batmaz yanmaya baslayan türlü cesit Noel süsünü, dünya genelinde bunun gibi kac yüzbin evde yanip söndüklerini ve bu evlerden bir kisminin aslinda neyi kutladiklarindan bile emin olmadigini (bir dogumgününü mü? sirf adini bile unuttugum bir Roma Imparatoru öyle uygun gördü diye Ocak 1'de baslayan yeni bir zaman birimini mi? günlerin yeniden uzamasini mi? tüketim imparatorlugunun post-modern varolus ayinlerinden birini mi? ...) ve üstelik oglum ve neslinin , elektrigi gectim icmeye su bile bulamayacaklari günler gelebilecegini düsündükce cok ama cok huzursuz oluyorum.

Bütün bu ettigim laflari bana yedirtme ihtimali olan sincap faktörü var tabii. Bu ülkede entegre olmanin ülkenin genel gecer adet ve aliskanliklarini birebir uygulamak oldugunu sanan bir anlayis var. Noel zamani cocuk kanallarinda yayinlanan kücük cocuk filmlerinde kodlanmis alt mesajlar halinde anlatiliyor bu. Okumasini bilene... Entegre olmanin birebir taklit etmek degil, ögrenmeye, anlamaya ve uzlasmaya acik olmak anlamina geldigini anlatmak istiyorum; eger bir gün sorarlarsa... Her neyse sincabin olasi bir "ben de isterim, auaaaaa!" protestosuna karsi hazirlaniyor ve eylem planim üzerinde calisiyorum.

Fotograf: Flare
Sanirim ilk deneyecegim sey, evdeki devetabanini kagittan katlayarak yaptigimiz birseylerle (cicek, yildiz, kus, ugurböcegi) süslemeyi teklif etmek olacak. Eger yasli devetabanini yeterince stil sahibi bulmazsa, bir Ficus aliriz. Ficus ic mekanlarda havayi temizleyen ve kapali ortamlarla basa cikmayi iyi bilen bir bitki. Bir tasla iki kus :) O zamana dek, ola ki agacli bir bahcemiz olursa daha da iyi.  Bu arada okudugum  doga dostu süslemeleri belki bir gün lazim olur diye not aliyorum. Beste'nin  cözümleri burada. Pinar'in dogadan malzemelerle hazirlanan celenk tarifi burada. Sincabin anaokulunda ve  hastanede gördügüm kagittan yildiz ve kar taneleri de hos. Kütüphaneden bu konu hakkinda iki kitap aldim. Internet de örnekleriyle dolu.  Bir dergide okudugum dış mekanda yasayan gerçek agaclar icin doga dostu süslemeler de söyle:
  • Ayni zamanda kus yemi olan süs: Özellikle kisin bol kar yagdigi ve kuslarin yiyecek bir sey bulamadigi zamanlar icin. Elimdeki tarifte sigir donyagi var ve tek hosuma gitmeyen yani bu. Baska birseyle degistirerek kullanilabilir. Yagi isitip eritiyorsunuz, bir kasik aycicek yagi ekliyorsunuz, kurabiye kaliplarina dökerek sekil verip biraz sogumasini bekliyorsunuz. Sonra üzerini kus yemi ile kaplayip, bir süre buzdolabinda bekletiyorsunuz. Hatta kalıplarından bile çıkarmadan agaclara asiyorsunuz.
  • Buzdan yildizlar, cicekler ve ay gibi sekiller: Uygun sekilli kaliplarin icine su koyup donduruyorsunuz. Icine kuru cicekler ya da kus yemi eklenebilir. Kaliptan cikarmak icin cok kisa süre sicak suda tutuyorsunuz. Bir miktar ipligi suyla islatip bir ucunu kaliptaki suya batirirsaniz, agaca asarken kullanacaginiz buzdan ipligi de kolayca üretmis olursunuz. Ilk ılık rüzgara kadar agaci süslemek üzere sudan ucuz (su kadar ucuz) ve dogal bir süsleme. Mevsime de uygun :)
Hepsinden önemlisinin tektipcilikten uzak, yerel, dogaya dost, sevgi / özen dolu ve yaratici cözümler olduguna inaniyorum.

Ve oglum anlayacak kadar büyüdügünde, ona doganin olaganüstü süslerini mevsiminde toplayip, onlarla bir sezon icin degil, ömrü boyunca aklinin köselerini süslemenin yollarini ögretmek niyetindeyim.

Cuma, Aralık 17, 2010

Noel yazilari bitmez... (I)

Noel temali cici oyuncaklarinizin üzerinde resimleri yer alan bitkilerin hemen hepsi Kuzey Yarimküre'de kis hüküm sürerken  yesil kalan, cicek acan, meyve veren bitkiler. Özünde karanliga gömülmüs, "bu kisi da cikarabilecek miyiz bakalim" diyen, bahari özleyen bir ruh halinin savunma mekanizmalari. Gayet insanca... Kizdigim sey, onlarin ticari meta haline getirilmesi ve özellikle ikliminde bu türden kış, tarihinde ise Noel kültürü olmayan ülkelerde cahilce ve ezbere tüketilmesi.

Toparlayalim:

Köknar (Abies sp.) ve diger igne yapraklilar:

Fotograf: Lance and Erin

Türkiye'de Noel Agaci = Cam Agaci olarak bilinse de, yaygin olarak kullanilan Noel agaci aslinda Köknardir. Dik duran kozalaklari daha sonra Noel agaclarina takilan mumlara da ilham vermis olabilir. Bu konuya eskiiii yazilarimdan birinin yorumlarinda dikkat ceken Ayca'ya tesekkürü borc bilirim.

Porsuk Agaci (Taxus sp.):

Fotograf: Olaf Schnaz
Bu agac da bir igne yaprakli ama ayrica severim ve ayrica yazmak isterim. Adini ne zaman duysam Agatha Christie'nin ayni adli kitabi gelir aklima: Porsuk Agaci Cinayeti. Meyvesinin kirmizi, etli kismi haric bitkinin bütünü cok zehirlidir. Cinayet aracini aciklayip oyunbozanlik ettigim icin özür dilerim.

Ökseotu (Viscum alba ve diger Viscum sp.):

Fotograf: chemazgz
Anlatmistim.


Cobanpüskülü (Ilex aquifolium ve diger Ilex sp):

Fotograf: Phylomon!

Ökseotu yazimda adini animsayamadigimdan yazamamistim. Isil ve Dilek hatirlattilar, sagolsunlar. Kirmizi meyve ve ilginc sekilli yesil yaprak sebebiyle Noel süslemelerinde vazgecilmez yerini almistir. Mahalle bakkalinin bahcesinde var bundan. Bir de komsu bahcelerin birinde. Gelip gectikce, yazin bile, bir Noel kartpostalinda geziyormus hissi verir. E, kar altinda da hos durur.

Noel gülü ( Helleborus Niger)

Fotograf: Dave

Dügüncicegigillerdendir. Herdem yesildir. Beyaz ciceklerini kis ortasinda acar, Noel civarinda actirmak adet haline gelmis. Bingo! Evde de biraz bahar tazeligine ihtiyac vardi zaten. Ama dikkat, zehirlidir de.

Gün icinde bu yaziya fotograflar ekleyip, üzerinde calismaya devam edecegim. Böyle degisik, yazilirken bir taraftan okudugunuz bir yazi olacak. Hadi bakalim...

Perşembe, Aralık 16, 2010

Ökseye yakalanan kuslar gibi...

Fotograf: chemazgz



Her zamanki hikaye...
Önce adini biliyordum ama kendisini hic görmemistim.
Sonra gördüm; dört bes yil önce özellikle kis yürüyüslerinde dikkatimi cekmeye basladi. Yürüyüs rotamizdaki büyük kavak agaclarinin üzerinde tuhaf kus yuvalari gibiydiler. Uzunca zaman da öyle sandik. Kus yuvalarini gösterip durduk esimle birbirimize. Bir kus yuvasindan daha büyük ve mevsimsiz bir yesillik icindeydiler. Nedense hic süphelenmedik. Sonra bir gün bir belgesel seyrettim haklarinda. Aslinda ne olduklarini ögrendim :)

Fotograf: Bert Heymans

Viscum türleri!
Türkce'si ökseotu. Almanya'da Mistel diyorlar ona, sanirim Ingilizce'si de Viscum. Bildigimiz bütün bitkilerden farkli olarak agacta yetisiyor :) Bir tür yari parazit. Köklerini agac dallarinin icine dogru büyüterek agactan aldigi su ve besin maddeleriyle gelisiyor. Uzaktan bakildiginda agac dallari arasinda, bizimki gibi bilmeyen gözler icin devasa, yesil, kus yuvasini andiran bir öbege dönüsüyor. Özellikle kabugunu kolaylikla asabilecegi kavak, elma, ihlamur gibi agaclarda yetisiyor. Yapragini döken agaclarda kisin görüntüsü oldukca dikkat cekici. Cünkü herdem yesil, yapraklarini dökmüyor. Fazla dikkat cekmeyen sari ciceklerini baharda aciyor. Kis ortasinda, Aralik civari olgunlasan meyveleri özellikle kuslarin sevdigi bir gida. Adini ökseotundan alan bir de kus var: Ökse ardic kusu (Turdus viscivorus)  . Cogalmasi agirlikli olarak kuslar yardimiyla. Meyveleri yiyen kuslar cekirdekleri ya yutmayip gagalariyla firlatiyor ya da yuttuklari cekirdekleri diski ile geri cikariyorlar. Cekirdegi saran yapiskan madde dolayisiyla kusun kondugu agacin herhangi bir yerine düsen cekirdek, orada tutunup büyümeye basliyor (Ayni madde kuslara kapan kurmak icin de kullanildigindan Türkce'de onunla hazirlanan kus kapanlarina da ökse deniyor). Cekirdekler toprakta filizlen(e)miyor, sadece agac dallarinda kök salabiliyor. Orta Avrupa'da en yaygin görüleni Viscum album, beyaz meyveli ökseotu.  Yakindogu'da sari, turuncu, kirmizi meyvelileri yetisiyormus. Igne yaprakli agaclarda yetisenleri de var. Özellikle yapraklari ve dallari memeli hayvanlar ve insanlar icin zehirli. Kuslar icin degil elbette :)


Fotograf: Jürgen Mangelsdorf

Cok eski caglardan beri ökseotu deger ve anlam yüklenen bir bitki olmus. Druidler sifali özelliklerini taniyor  ve büyülü olduguna inaniyormus. Ökseotunu büyük bir dikkatle, beyaz giysilerle ve altindan gereclerle hicbir sekilde yere düsüp, toprakla temas etmeyecek sekilde toplarlar, ritüellerinde kullanirlarmis. Almanca'da "Druid ayagi", "Cadi otu" , "Cadi süpürgesi" gibi gibi isimlerle de biliniyor.

Bugün bilimsel acidan kanitlanmis ya da kanitlanmamis pek cok yarari oldugu söyleniyor. Ortacag'da epilepsi ve basdönmesine iyi geldigine inanilirmis. Tansiyon ve kalp hastaliklarina iyi gelen maddeler icerdigi kanitlanmis. Kanseri önleyici özellikleri oldugu söyleniyor. Tibbi olarak kullanmak üzere özel olarak yetistirildigini , ökseotunu ilk tanidigim belgeselde izlemistim.

Ökseotunu dogada kolayca görür müsünüz, göremez misiniz, bilmiyorum. Ama bugünlerde Noel süsleri satan yerlere, cicili bicili hediye paketlerinin, kutularinin, torbalarinin üzerine, süslü paket kagitlarina, tebrik kartlarina, belki cicekcilere söyle bir bakin; mutlaka göreceksiniz. Bu yazinin yazilma sebebi de budur. Kis ortasinda meyve veren, herdaim yesil ökseotu, öteden beri kis karanliginin ortasinda bir mutluluk ve yasam kaynagi olmus. Germenler'in Kis Gündönümü (21 Aralik) kutlamalarinda kullanilirmis. Ortacag'da kisin süslemelerde kullanilan yesil bir dal umudun, bereketin simgesiymis ve kötü ruhlari da kovaladigina inanilirmis. Çam ve porsuk agacı dalları yaninda ökseotu da ayni sebeple Noel kutlamalarinda kullanilir olmus. Ökseotunu Noel zamani kapilara asma adeti aslen Ingiltere'den cikma  ama simdilerde her yerde yayginlasmis.

Diyecegim o ki, tüketim toplumunun oyalanin diye önünüze koydugu cicili bicili oyuncaklara karsi bir heves duyuyorsaniz, neyin nesi olduklarini da bilin hic olmazsa; alt hikayelerini, özelliklerini, nereden gelip nereye gittiklerini, gecmislerini bilerek alin oynayin.

Çarşamba, Aralık 15, 2010

Hindiba acıya kapılarını açıyor

Salata yapmayi seviyorum. Salatada her daim yeni, degisik otlar, malzemeler kullanmayi da. Ev halkinin bazi itirazlari var. Sincap maydonoz vb. damaga takilan pütürlü  malzemeyi sevmiyor, baba yesil salatada kirmizi rengi (domates) kökten yanlis buluyor. Tamam, peki, kabul, salata yapmak ip cambazligina dönüsse de... Ama ikisi de acimsi yesilliklerden yaptigim salataya burun kivirmiyorlar mi, iste orada kopuyorum. Gecen hafta isyan bayragini actim. Alisveriste hem endive, hem de chicoree aldim. Ikisi kardestir ve de kardeslerimdir bu arada. Yazmistim daha önce. Hatta hizimi alamadim, iki aksam önce endive-chicoree salatasi yaptim. Acilardan aci buyrun...

Nedir bu aci meraki peki?

Adacayi   (kekik komsulugunda) - kstenqnen
Iki yil önce bir dergide okudum. Buralarin dogal beslenme, otlar, sebzeler, meyveler uzmani bir amca var. Ak sacli Hademar Bankhofer amca. Simsikirdak giyinip marulla, elmayla falan verdigi pozlari meshurdur. O yazmisti. Bu kez yazinin yanindaki fotografta elinde greyfurt, adacayi vb tutuyordu.

Anlattigi özetle su:
Gidalardaki aci tadi veren maddeler mide ve safra salgilarini arttirarak sindirimi düzenleyen bir islev görüyorlar. Burada bahsedilen aci, biber acisi degil, örnegin greyfurt ve rokadaki türden buruk aci. Diger türlü acinin da vardir bir takim yararlari. Fakat konumuz disi.

Buruk acinin sindirim üzerindeki etkileri cok eski dönemlerden beri biliniyor. Bugünkü tıp karaciger, safrakesesi, pankreas yaninda idrar yollari ve dolasim sistemiyle ilgili yararlarini da kanitlamis. Bagisiklik sistemini güclendirdigi, yorgunlukla mücadele etmemizi kolaylastirdigi belirlenmis.

Greyfurt (agrilifetoday)
Bilindigi üzere, modern beslenme anlayisi et, seker ve  karbonhidrata (beyaz un ve benzeri rafine tahil ürünleri) fazla yüklendigi icin vücudumuzda asit-baz dengesinin asitten yana bozuldugunu ve daha baz temelli beslenmemiz gerektigini savunan bir saglik anlayisi var. Buralarda baz temelli besin ürünlerinin tesviki cok yaygin son zamanlarda. Benim de yeni yeni icine girdigim bir konu. Belki bir gün daha detayli yazarim hakkinda. Gidalardaki aci maddeler de bazik olduklarindan, vücutta dogru asit-baz dengesine kavusabilmek icin öneriliyorlar.

Fazla kiloyu önledikleri, yag yakmadaki islevleri sayesinde kilo vermeyi kolaylastirdiklari söyleniyor. En büyük faydalarindan biri karacigere. Aci maddeler icerdigi bilinen enginarin karacigerin süpürgesi olarak bilinmesi bosuna degil. Mide ve bagirsak dokularinda yol actiklari büzülme hareketiyle toksik maddeleri, virus, zararli bakteriler ve mantarlari mide barsak duvarlarindan temizliyorlarmis ayrica.

Radicchio (Island Vittles)
Peki, hangi gidalarda bulunuyor bu maddeler? Karnabahar, Enginar, Roka, Endive, Chicoree ve Radicchio'da örnegin (son ücü birer hindiba varyasyonu). Günümüz insaninin damak tadi tatliya meylettigi ve ziraat bile endüstrilestigi icin, her türlü sebzenin mümkün oldugunca tüketicinin agzinin tadina layik, bu faydali buruk acidan uzak cinslerinin yetistirilmesine önem veriliyor. Bilincli tüketiciler olarak bu gidisata, bu tatli tektiplesmeye direnmeliyiz. Ayni sey meyvelerde de gecerli. Greyfurt, portakal ve limondan uzak durmamali. Baharatlardan ve sifali otlardan kakule, zencefil, karabiber, kekik, mercankösk, biberiye, tarhun,  defne, adacayi, civanpercemi, pelinotu (Artemisia absinthium) bu yararli aciyi bünyesinde barindiranlardan.  

Kakule (Mr Topf)
Son olarak, bu sebzeleri, otlari, baharatlari ne yapip edip bulmali; beslenmede agirligi bütceyi, cografi sartlari bir tarafa birakip bunlara vermeli demiyorum, aman dikkat!  Bilinclenelim, bize dayatilan tek tip beslenmeye karsi cikalim diyorum. Sofradaki tatlilari söyle kolumuzun tersiyle kenara itip, doganin öngördügü ölcüde biraz da acilara yer acarsak , cok daha saglikli yasayacagiz. Hane halkina kizmam da bu yüzden. Bahar gelsin radikadan salata da yapmazsam!

Perşembe, Aralık 09, 2010

Hindiba "o kurabiye"yi anlatiyor

"O kurabiye"yi anlatirim anlatmasina ama önce siz 7 yildir Türkiye'den ve Türk medyasindan uzak yasayan su zavallinin sorusunu yanitlayin bakalim:

Neden bir kisim Türk medyasinda basliklar sürekli bu tarzda atiliyor?
"Flas flas flas! Iste o sahit konustu"
"Iste o rapor"
 "O belgede son perde"
"O cop ortaligi karistirdi"
"Görüsmeleri tikayan o cümle"
"Bakani kizdiran o gazeteci"
"O adam", "O kadin", "O politikaci", "O memur" , "O bina", vb, vb, vb

Zannedersiniz ki herkesin herseyden haberi var da, gazeteyi hazirlayanlar "birak, anlattirma simdi  bana sunu bir daha" diyorlar.  Anladik, bir yaraticiliktan uzaklik problemi var, "o gazeteci"ler fena halde tikanmis. Ama bunun bir baslangic noktasi olmali. Sanmam ki, Matrix'in hakkinda sürekli "He's the one, he's the one" denen Neo'su olsun buna sebep. Benim kacirdigim bir Cem Yilmaz veya Yilmaz Erdogan esprisi olmali.

Her neyse, ben anlatirim ve hemen simdi, suracikta anlatacagimdir "o kurabiye"yi. Uzun zamandir aranan, beklenen, hayali kurulan, üzerinde cok konusulmus, cok tartisilmis kurabiyeydi o.

Siparis söyleydi:
-Tamamen tam unlu olacak,
-%100 pekmez ya da baldan mamul olacak, rafine sekerle hic isi olmayacak,
-Margarin - tereyagi nedir bilmeyecek, extra virgin (buranin diliyle soguk presleme) zeytinyagi ile yapilacak,
-Kabartma tozsuz , karbonatsiz olacak,
-Mümkünse yumurtasiz olacak ki, kolestrole halel gelmesin,
- Bu kadar siviyag ve sivi tatli bombardimanina ragmen kaya gibi sert olacak. Pof pof olmayacak öyle!

Var mi öyle bir kurabiye?
7 yillik arama ve denemeden sonra olmadigina kanaat getirmistim. Varmis!

Emziren anneler google grubunda verildi tarif. Feride verdi. Ben bu tarifi blogumda yayinlamak istiyorum deyince de "Tarif benim degil, Leslie Cerier'in Organic Gourmet  kitabindan, öyle yazarsin" diye ekledi incelikle. Hic kimse kusura bakmasin, bu kurabiye aklima da , defterime de "Feride'nin kurabiyesi" olarak islenmistir.

Feride'nin Kurabiyesi:

2 bardak tam un
1/2 bardak zeytinyagi
1/2 bardak keciboynuzu tozu (kavrulmus)
1/2 bardak üzüm pekmezi

Malzemelerin hepsini karıştırın ve şekil verin. Örnegin suradaki gibi...175 derecede ön isitmali firinda 10-15 dakika pişirin. Fırından yumuşak çıkıp sonra sertleşiyorlar.  Tam un sebebiyle olacak, uzun uzun da yogrulsa, az özlesen ve dagilmaya egilimli bir hamur elde ediliyor. Dikkatli calismak ve icine cok fazla kaba, taneli malzeme koymamak gerek. Ben bir keresinde fazlaca ve bütün badem eklemistim. Toparlamak cok güc olmustu. Yapacaklarin aklinda olsun.

Keciboynuzu tozu yagsiz tavada cok az ve dikkatle kavrulacakmis. Aromasi ciksin diye. Ben kavurmadan yapiyorum, sart degil. Hatta keciboynuzu tozu da ille sart degil. Ben oglum anne sütünden "bardak sütü"ne ilk gecerken hem alissin, hem besleyici olsun diye kullanmaya baslamistim keciboynuzu tozunu. Kakaoya alternatif olarak. Hem cok besleyici, hem de kakaodaki gibi kafein icermiyor. Ama sonucta iyisi zor bulunan, pahali bir ürün. Eski köye ille de yeni adet gelmesine gerek yok. Iyisini bulabiliyorsaniz, imkaniniz varsa, alin kullanin. Kakaoyu kattiginiz her seye onun yerine katin. Biliyorsunuzdur zaten, anlattirmayin bana. iste "o keciboynuzu tozu". Yoksa da üzülmemeli, keciboynuzu tozsuz da büyür cocuklar. Ben öyle büyüdüm keza ;)Dolayisiyla son zamanlarda, sincabin  da artik büyümüs olmasinin verdigi rahatlikla sütte kakaoya geri dönmeye basladim. Kakao da faydasiz degil, aman adi kötüye cikmasin. Gayet besleyici bir baska gida o da. Bu kurabiyeyi keciboynuzu tozu yerine kakao ile de denedim. Gayet güzeldi.

Her ne kadar  tarifte 10-15 dakika pisme süresi yeterli dese de ve malzemeler neredeyse cig yenecek türden olsa da, ben her zaman bu süreden fazla pisirme ihtiyaci hissediyorum. Beni ciddiye almayin, siz tarife uyun.

Ve unutmayin, dogal, saf malzemelerle hazirlanmis gidalar, aliskin olmayanlar icin her zaman bir sok. 20. yüzyil insanlarinin "rafine edilmis" damak tadi icin alismayi gerektiren deneyimler bunlar. Ilk kez bu türden bir sey deneyecekseniz, sonuc sizi sasirtabilir, hazirlikli olun. Pof pof, akca pakca, sünger kilikli kurabiyelerden degil bu kurabiye, haberiniz olsun.

Ayrica ustalardansaniz ve bu aceminin ukalaliklarini sabirla buraya kadar okuduysaniz, bi zahmet bu türden baska kurabiye, cörek, kek tarifi isterim. "Balli kurabiye" basliginin altinda "bir bardak seker, bir bardak bal, ..." diye devam eden tariflerden gina geldi artik bana... Hatta tamamen pekmezle ve siviyagla yapilan bir irmik helvasi tarifiniz de varsa, kirk yil duaciniz olurum.

Cuma, Aralık 03, 2010

Hindiba tahillari ögreniyor

Baslangicta sadece bugday ve bugday ununu taniyordum. Tahil genel kültürümün artmasi Almanya'ya gelmemle basladi. Önce süpermarket raflarinin arasinda bilmecenin ilk adimini cözdüm. Yani hangi tahila, hangi dilde ne denir:
TürkceAlmancaIngilizce
BugdayWeizenWheat
CavdarRoggenRye
ArpaGersteBarley
YulafHaferOat
Kavuzlu bugdayDinkelSpelt

Bugday deyip gecmemeli. Arkeolojik calismalar I.Ö 8000-9000'den beri Bereketli Hilal'de yetistirildigini ve ilk sehir medeniyetlerine gecisin bugday tarimi sayesinde oldugunu gösteriyor. Ilk kez Almanya'da tanistigim "Dinkel"'in Türkce adini uzun zaman bulamadim. Sadece bugdayin coktan unutulmus bir atasi oldugunu ve son yillarda besin degeri nedeniyle tekrar kesfedilip kiymete bindigini, üretiminin arttigini yaziyordu Almanca kaynaklar. Yapilan genetik ve arkeolojik arastirmalar bir tür hibrid oldugunu ve bugünkü bugday gibi Orta Dogu'da ama kesinlikle ondan önce üretilmeye basladigini göstermis.  Bu kez arastirirken Türkce'de "kavuzlu bugday" diye gectigini ögrendim. Kavuz "Başaklı bitkilerin , başakcıklarını ve çiçekleri saran ince yeşil örtü" diye tanimlaniyor zargan'da. Bu tür bugdayin 20. yüzyilda neredeyse unutulmaya yüz tutmasi da bu yüzden. Kavuz yenmiyor ve harmandan sonra tanenin kavuzdan temizlenmesi gerekiyor. Zor, zahmetli bir islem ve son ürünün fiyatini 2-3 kat arttiriyor. Saglikli gida akiminin öncülerine göreyse buna deger.  Bir de "grünkorn" var. Kavuzlu bugdayin henüz yari olgunlasmisken hasat edilip yapay olarak sicak hava firinlarinda kurutulmasiyla elde ediliyor. Ilk kez 17. yüzyilda Güney Almanya'da üretilmis ve anladigim kadariyla Almanya'ya özgü. Bir ara tane seklinde Grünkorn alip vejeteryan köfteler yapmistim; hic de fena olmuyor. Bir gün bir yerde karsilasirsaniz aklinizda olsun. Kavuzlu bugdayin Türkiye'de üretimi / tüketimi var mi peki?

Cavdar soguk iklimlerin bitkisi oldugu icin öteden beri Orta ve Kuzey Avrupa'da temel bir besin maddesi olmus. I.Ö. 6600'lerde Kuzey Suriye'de üretildigine dair kanitlar varmis. Bundan sonraki izleri genelde Avrupa'da sürülüyor. Cavdar unu Almanya ve Iskandinavya'da eksi maya yapmakta kullanilir. Rengi sarimtirak bugday unundan kolayca ayrilir; grimsidir. Denir ki, cavdar unuyla ekmek yaparken hamur söyle bir yogrulup birakilmaliymis. Bugday unundan yapilan hamur ise uzun uzun (dakikalarca) yogrulmaliymis. Son zamanlarda bir yerlerden sürekli bugday unu / ekmegi tüketmenin kansizlik/demir eksikligi gibi bir soruna yol actigina dair bir seyler duydum. Tam kaynagini, gerekcesini de bulamadim ama genelde cavdar ve bugday unlarini karistrip, biraz da kavuzlu bugday unu ekleyerek ekmek yapmaya basladim. Her seferinde bu türden karisim hamurlari uzun uzun yogurmali mi yogurmamali mi diye aklima takiliyor.

Arpa hakkinda bilgim az, kullanmam da. Ne desem bos olur. I.Ö. 10500'lere kadar gidiyormus bilinen tarimi. Ön Asya ve Dogu Balkanlar'da... Ilk tarimi yapilan tahil türlerinden biriymis.

Yulafin ezmesini alip evdeki kuru -yas meyvelerle, susam, keten tohumu, ay cekirdegi vb. tanelerle karistirip ev yapimi "müsli" yapmisligim vardir. Özellikle Malta'dayken. Cavdar ezmesi de ekleyip capimi büyüttügüm, akla gelen her seyi ekleyerek Pazar günleri haftalik müsli hazirladigim bir dönemdi :) Böylece ne oldugu belirsiz (GDO?) misir gevregini ve cikolata taneciklerini, sekere bulanmis, belki kükürtle islemden gecmis kuru meyveleri müsli tabagimizin disinda tutabiliyor, meyvelerin oranini kendi zevkimize ve saglik anlayisimiza göre ayarliyabiliyorduk.Türkiye'de de denedim ayni seyi. Yulaf ezmesinin Türkiye'de kesinlikle güvenilir, bilinen kaynaktan alinmasi gerektigine dair ders cikarilasi "aci" bir hatiram var oradan.  

Tahil unlarinin "tam"ligi Türkce kaynaklarda cok yazilip cizildi. Bu konuda bilincin artmasi cok sevindirici. 10 yil önce Türkiye'de marketlerde tam un sorunca kepekli unu gösteriyorlardi. Oysa daha önce de pek cok kez yazdigim gibi, ikisi ayni sey degil. Kepekli un beyaz una üreticinin kendi dogru buldugu oranda kepek eklemesiyle üretiliyor. Tam un ise degirmende tahil tanelerinin dis kabuklari alinmadan bir bütün olarak ögütülmesiyle elde ediliyor. Bir tahil tanesinde hangi degerli unsurlar varsa, ununda da ayni unsurlar ve ayni oranda yer aliyor böylece. Tam tahillarin ve tam tahil unlarinin yararlarini anlatmakla bitmez, en iyisi hic girmeyeyim.

Tas devrinde bile insanlarin tahil unlarini eleyerek biraz daha  ince ve kolay islenebilir hale getirmek cabasi varmis. 19. yüzyildan itibaren (bugün gayet degerli oldugu anlasilan) tahil kabugunun, taneden ayrilmasi teknigi iyice gelisince, beyaz, ince un bir statü sembolü haline gelmis. Hatta Almanca Wikipedia'nin ilgili girisinde yazdigina göre Alman hastanelerinde üst sinifa ait doktor ve hastalar beyaz undan yapilma ekmek yerken, alt siniftan hastalar tam undan yapilma ekmekler sunuluyormus. Saka gibi! Benzer bir bakisin Anadoluda'da oldugu söylenebilir sanirim. Halk arasinda beyaz unun adi "has" undur; tam undan yapilan ekmek ise renginden dolayi "kara ekmek"tir. Gün olup devran dönmüs, has unun "bos" un oldugu ögrenilmis tabii ama cok gec. Evet, unu daha ince ve  islenebilir hale getirdik ve onunla nefis seyler yaptik ama tam unla ekmek ve diger yiyecekleri üretme inceliklerini unuttuk bu arada.  Bir cok tarif beyaz unun özelliklerine göre ölcülendirilip anlatildigi icin, mutfagimdan beyaz unu tamamen cikarmak mümkün olamiyor. Tam un ve beyaz unu karistirarak bir orta yol tutturmak yolunu sectim uzun zamandir. Evde her seyin tam tahildan olmasi gerektigini ve olabilecegini savunan bir görüs hakimken, irmik helvasini bile tam irmikten denemisligim vardir. Sonuc fiyasko. Ince pideler acmayi denedim tamamen tam unla, islemesi zor. Kek ve pastalar? Sert ve kuru. Cünkü unun yapisindaki kepek malzemedeki suyu cekiyor. Yeni bir oranlama lazim tarifte. Yine de tam un mutfagimizin bastaci, ekmegimizin olmazsa olmazidir. Un corbasinda bile kullanirim. Idaresi zor ama bir kez basa cikmayi ögrendiginizde yasaminiza katkilari inanilmaz bir dost gibi tam tahil ürünleri. 

Almanya'da unlari da kategorize etmisler bu arada. Bkz. DIN 10355 . Benzer bir siniflandirmanin Fransa'da da oldugunu okudum. Türkiye'deki un paketlerinin üzerinde benim aklimda kaldigi kadariyla böreklik, baklavalik yazar. Baska bir sey yazdigini da görmedim pek. Oysa her un her tarife gelmez. Son durum hala bu mudur? Yoksa Tip 405, Tip 550  gibi sayilar da var mi paketlerde? Varsa anlami su: Bu sayilar unun icinde bulunan vitamin, mineral ve lif miktarini gösteriyor. Sayi ne kadar büyükse un o kadar zengin demek. Tip 1050 örnegin, tam una en yakin olan ve Tip 405'den iki kati daha besleyici bir un. Buna karsilik Tip 405 islemesi daha kolay, daha kivamli, yapiskanlik kabiliyeti yüksek bir un. Bildiginiz ince, has, beyaz un. Bu bilgileri tekrar kontrol etmek icin buldugum su Alman sitesinde tam unla calisirken tarifteki su-sivi miktarini %20 arttirmak gerektigini okudum. Bunu da birlikte ögrenmis olduk, haydi bakalim :)  
    

Perşembe, Aralık 02, 2010

Kalkanlari kaldirin! Hindiba mutfaga giriyor!

Evdeki kara deliklerden bir digerine ulastim. Elimde yaklasik iki yildir bazi dergilerden topladigim, cogunlugu beslenme, dogal gidalar, saglik ve bitkiler üzerine bir dolu yazi var. Onlardan gerekli notlari alip, gereksiz sayfalari atmak, uzun olanlarini ise dosyalamak projesi var simdi önümde. Bugünler bol bol yiyeceklerden, onlarin dogasindan, saglik icin dogru beslenme kararlarindan bahsedebilir; hatta arada bütün beceriksizligime ragmen bir iki tarif bile patlatabilirim. Hindiba mutfaktan ve süpermarket raflarinin arasindan bildirecek;  hazirlikli olun :)

Ben ilk yaziyi hazirlayana dek belki bu konuda gecmiste yazdigim su yazilari da okuyabilirsiniz.

Çarşamba, Aralık 01, 2010

Keşif hiç durmaz!

Dogayi ve özellikle bitkileri ilk arastirmaya basladigim yillarda, kis mevsimi benim icin kesife ara demekti. Otsu bitkilerin hemen hepsi kuruyup ölüyor ya da taninmaz hale geliyordu. İğne yapraklılar dışındaki ağaçlar ise, yapraklarını döküp kupkuru, çiplak bir gövde ve dallardan ibaret kalıyordu. Yapraklari, cicekleri ve meyveleri olmayinca onlari tanimak imkansiz diye düsünüyordum. Haftasonlari ciktigimiz yürüyüsler biraz temiz hava alip hareket etmek açısından gayet iyiydi ama kesif adina verimsiz ve sıkıcıydı benim için. Zamanla çevredeki bir çok ağacı bir bir tanımaya, her mevsimini, her halini bilmeye basladım. Onlar bana referans oldular. Bazı ağaçlari ilk kez kışın, yapraksiz ve ciceksiz halinde gördügümde bile, sadece gövdesinin seklinden, dokusundan ve  renginden tanimaya basladim. O zaman anladim ki, dikkatle bakmayi ögrenince kesif hic durmaz; dört mevsim devam eder. Kis yürüyüsleri bu yeni oyunun eklenmesiyle benim icin ayri bir keyif haline geldi.

Gayet belirgin özellikleriyle kolay ayirtedilebilen ve bazilari sehirlerde de sık sık rastlanan dört bes agaci, sadece gövdelerine bakarak taniyabiliyorum simdi. Bir o kadarini da bu kis sonuna dek ögrenecegimi tahmin ediyorum.

Bu konuda ipuclarimiz gövdenin sekli, kabugunun  rengi, dokusu. Bunun yaninda agacin genel durusu da önemli. Kökler topraktan, dallar gövdeden nasil cikiyor? Agac söyle uzaktan baktiginizda nasil bir siluet sahip? Bunlarin hepsi önemli. Bu yazinin ön taslagini okuyan Ayca , bana peyzaj mimarisi ögrencilerinin hem agaclari taniyabilmek, hem de ileride mesleklerini daha iyi icra edebilmek icin bunun daha profesyonel hali olan bir siluet calismasi yaptiklarini, (onun deyisiyle "Bir goruntuyu sadece siyah olarak, doksusuz detaysiz, oldugu gibi resimleme"), agaclari cizerek ya da digital bir fotograf üzerinde calisarak siluetlerini cikardiklarini anlatti. Bazi doga kilavuzlarinda da vardir agacin bu türden bir cizimi. Biz doga meraklilarinin bu türden cizimler yapmasi beklenemez belki. Ama gözlem yaptikca her agacin (hatta her bitkinin) kendine özgü bir genel durusu, silueti oldugunu farkediyor insan. Anlatmasi, tarifi zor ama aklimizin bir kösesinde resmedilmis.

Aslinda bu türden gözlemler bitkileri sadece kisin degil yazin da tanimamiza, cogunlukla cam deyip gectigimiz pek cok igne yaprakli agacin farkli türlerini de ayirtedebilmemize yardimci oluyor. Simdi pencereden baktigimda hemen karsi bahcede iki agac görüyorum örnegin. Birinin gövde üzerinde yükselen dallari bir koni, digerininki ise bir bademi andiriyor. Sonra cooook uzaklarda neredeyse ana caddeye yakin bir agac görüyorum. Yazin bile bu mesafeden yapraklarini görüp tanimama imkan yok. Ama onun bir hus oldugunu biliyorum.

Nasil mi?

Bakin mesela bu asagidaki agac bir huş (Betula sp.). Yazin rüzgarda nazlica sallanan dallarindaki yapraklarindan kolayca taninabilir. Kis geldiginde ise ince yatay cizgilerle bezeli, beyaz renkli gövdesi ele veriyor onu.

photo by geneva_wirth


Genc bireylerde bunu gözlemek daha kolay. Agac yaslandikca özellikle topraga yakin bölümlerinden baslamak üzere dikey yariklarla yarilmaya ve görece olarak pürüzsüz dokusunu, beyaz rengini kaybetmeye basliyor. Bir agacin hus oldugundan süpheleniyor ama emin olmiyorsaniz, basinizi biraz yukari kaldirip gövdenin üst kisimlarina ve dallarina da bir bakmalisiniz. Rengi beyazsa büyük olasilikla hustur. Hus agacinin genel durusu da gayet karakteristik zaten . Sögüt gibi asagi sarkitiyor ince dallarini. 
-*-
Asagidaki agac ise bir cinar. Tam türden emin degilim. Ya bati cinari (Platanus occidentalis) ya da onun dogu cinari ile dogal caprazlamasindan olusan melez bir tür:  Platanus x hispanica . Londra cinari da deniyor. Hava kirliligine dayanikli oldugu icin bir cok büyük sehirde, trafigi yogun cadde ve bulvarlarda dikiliyor. Türkiye'de kullaniliyor mu emin degilim, ama yine de cevrenize dikkatle bakarsaniz, belki görebilirsiniz.

Fotograf: Navona

Bu agac sonbaharda yapraklarini dökmekle kalmiyor, gövdesinin dış kabuğu da geniş levhalar halinde soyulup dökülüyor. Ozaman iste bu gayet karakteristik, dalga dalga görüntü olusuyor gövdesinde. Asagidaki fotograf daha yakindan bir bakis bu cinar türünün gövdesine. Doganin sanat eserleri nasil da olaganüstü, degil mi?

Fotograf: Rick Payette

-*-

Kayin agaci (Fagus sp.) cok sevdigim ve hangi mevsimde olursa olsun kolaylikla tanidigim agaclardan biri. Benim hep gördügüm türü Avrupa kayını (Fagus sylvatica) olmali. Ama tam olarak emin de degilim.  Koyu renkli gövdesi son derece pürüzsüz. Iklimle ilgili olabilir ama cogunlukla yesil bir yosun tabakasiyla kapli görüyorum onu. Agacin genel görünümü, özellikle yasli bireylerde, son derece görkemli. Genc yasli, hemen hepsi dimdik yükseliyorlar göge dogru. Doganin dinamikleri herhangi bir sebeple egip bükmediyse tabii...


Fotograf: hedgerowmobile

 Kayinda gövdenin topraktan cikisi da cok özeldir. Bende her zaman bir hayranlik duygusu uyandirir. Sanki topraktan daha dün ve birdenbire fiskirivermis gibi durur :

Fotograf: baileyusa115


-*-

Cevremde cok görüp kisin da kolaylikla tanidigim bir diger agac ise kiraz. Pek cok türü var. Henüz ayirtetmeyi tam bilmiyorum. Prunus türleri diyeyim genel olarak. Bu noktada Ayca beni yine uyararak Prunus türleri arasinda kayisi, seftali ve erigin de oldugunu söylüyor.Onlar hakkinda bir sey söyleyecek kadar gözlemim yok henüz. Kiraz agacina gelince (Cerasus alt cinsi demeliyim belki de) , onun gövde özelliklerini üstelik cocuklugumdan, yaz tatilinde cok oynadigim bahcelerden biliyorum. O da enine ince cizgi ve yariklarla gösteriyor kendini. Gencken daha pürüzsüz ve kizilimsi bir renkte. Yasli bireyler kaybediyorlar bu özelliklerini ve yapragina cicegine bakmadan "kiraz bu" demek benim icin zorlasiyor.

Roger Griffith
Su sayfada da görmek mümkün kiraz agacinin gövdesini. Orada tür acikca Prunus avium olarak  
belirtilmis. Yeri gelmisken, agaclari kesfetmeyi seviyorsaniz, sayfanin bulundugu siteyi , Baumkunde'yi önereyim size hemen. Agaclari yaprak, cicek, meyve, gövde ve genel görünüm gibi özellikleriyle arsivleyen bir site. Dili Almanca ama arama kutucuguna latince adini yazarak da yolumu bulabilirim diyorsaniz, bir deneyin. 

Yasadigim cevrede sıkça rastladigim ve bu kis ayirt etmeyi ögrenmek istedigim diger agaclar da akcaagac, ihlamur, mese ve kizilagac. 

Son olarak kisin agac tanima oyununun büyük cocuklarla disarida zaman gecirmenin eglenceli bir yolu oldugunu da hatirlatayim. Uzak yerlere gitmeye gerek yok, büyük sehir bulvarlarinda bile oynanabilir. Bir kez tadini aldiniz mi, AVM gezmekten de, haftasonunu televizyon / bilgisayar basinda pinekleyerek gecirmekten de daha keyiflidir, inanin! :)  Üstelik doga mizikci bir oyun arkadasi degildir hic. "Kazik" sorular soran bir ögretmen hic degil. Dikkatle bakarsaniz, kis ortasinda bile kücük yardimci ipuclari verir size. Henüz dalindan düsmemis inatci bir yaprak, bir tohum, dallardan birine asili kalmis bir meyve, sonbaharda dökülüp hemen agacin dibinde toplanmis yapraklar gibi... ;) 

Pazartesi, Kasım 29, 2010

Cümle icinde de fena durmuyor!

Vejeteryan degilsiniz ama et tüketiminizi minimumda tutuyorsunuz. Nadiren, sartlar öyle gerektirdigi icin, ortama uymak amaciyla et yiyorsunuz. Eti beslenmenizden tamamen cikarmayi beceremiyorsunuz (ya da bunu zaten istemiyorsunuz) ama bugünkü anlayis ve ölcülerde et tüketimini de sacma buluyorsunuz.

Yaftalari sever misiniz bilmem ama bizim gibilere "flexitarian"  deniyormus. Hani iki arada bir derede kalmisligin huzursuzlugunu yasiyor; kendinizi hem etyemezlere, hem de bir ülkenin hayvan irkina kiran girmesine sebep olanlara bir türlü anlatamiyorsaniz, bilin diye söylüyorum.

"Sagolun almayayim , flexitarian'im ben"

Güzel, güzel, cümle icinde de hic fena durmuyor...

Cuma, Kasım 26, 2010

Kayıtlara geçile...

Bugün yilin ilk gerçek kari yagdi! Sabah sincap ben ortaligi toplayip hazirlanirken mutfak penceresinden yağan kari seyretti ve "çatılar da kar olmuuuşşş, arabalar da kar olmuuuşşş" diye raporladi bana. Bugün ilk kez yolda "ben anonolu sevmiyorum, ben seni seviyorum ama" demedi :)
Kayıtlara böyle geçile...

Perşembe, Kasım 25, 2010

Kaostan Uzak: Anti tez

Bazen -bugünlerde oldugu gibi- Zen Habits ile Chez Larrson karisimi bir seye dönüsüyorum.

Aklimin bir tarafi evi malum Isvec firmasinin katalogundan firlama bir minimalizme sokma cabasina giriyor. Dolaplari, cekmeceleri ölcüp biciyor; kutular, klasörler, dolap seperatörleri falan satin aliyorum hayalimde. Evi düzene soktukca kafamin icini de düzene sokacagima  inaniyorum. Gecen gün sehpanin üzerinde o "minimalist ama yasam dolu" dokunusu yaratabilmek icin marketten (hem de marketten, püfff!) bir demet gül bile satin aldim. Hayal degil, gercekten! Kesme cicek almak kim, ben kim oysa...

Aklimin diger tarafi ise, hic sevmedigi ve gayet sacma buldugu halde,  yillik-hedefler-belirle, takip-formlari-olustur, aksiyon-plani-yap, yapilmasi-gereken-eylemleri-listele, hedeflerini-revize-et, x-formu, y-formu, z-formu..., onu-oraya-not-et, bunu-surada-kayda-gecir (kisir)döngüsüne alici gözle baksam mi, havalarinda... Gören de uluslarararasi holding yönetiyorum sanir.  Yok, Zen Habits bunlardan ibaret degil; gayet iyi, ilham veren bir blog aslinda. Fakat son zamanlarda dönüp ilk yazilarini okumaya basladim da, bir dönem bunlarla mesgul olmus ciddi sekilde.

Iste böyle zamanlarda aci ilac yerine, biraz sarsilip kendine gelmek ve "ne karton kutusu, ne kisisel hedefi?" aydinlanmasina geri dönmek icin recetedir:

Günde en az bir kez mümkünse yemeklerden önce,

Çarşamba, Kasım 24, 2010

Nein, nicht schnell machen!

Bir süredir anaokulunda yemeklerden sikayet ediyor sincap. Sorunun ne oldugunu bir süre cözemedim. Cünkü henüz orada ögle yemegi yemeye baslamadi. Sadece kusluk vakti kahvaltisini yapiyor. "Orada yediklerini ben koyuyorum ya cantana, söyle ne istiyorsan, onu koyayim" dedim, bir sey cikaramadim.

Nihayet bu sabah rüyasinda mi gördü nedir, ben sormadan cikardi baklayi agzindan. "Ben anaokulunda yemek istemiyorum. O beyaz giysili 'schnell machen' demesin bana". Schnell machen, hizli yap demek. Birisi anlasilan hizli yemesini söylüyor ama cocuklardan biri mi , ögretmenlerden biri mi cözemedim. Annesinin oglu olan sincap ise hizli yemek istemiyor efendim. Yemek dedigin zaten aceleye gelmez. Ben odaklanma, yavaslama, anı yasama, simdi ve burada olma, slow food, vb. anahtar sözcükleriyle tanismadan önce de yavas yiyenlerdendim. Is yasami zerre kadar etkileyemedi bunu. Masaya X'le oturup, yemege Y ile devam edip, Z ile kalktigim coktur. Ormanda benim icin üc kisinin yedigi sürede yer, derler.  Cocugum oldugunda ise (bu insan yasaminin gercekten! hizlanma gerektiren bir dönemidir, bilenler bilir)  cözüm kendiliginden hizli yemek degil, az yemek seklinde gelisti.

Sincaba dedim ki; yavas yemek istiyorsan yavas yiyebilirsin, acele etmene gerek yok; sana öyle diyen  beyaz giysiliye de ki, "ben yavas yemek istiyorum" ve ayrica de ki "nein, nicht schnell machen!"*. Biraz daha büyük olsa, benden de selam söyle ayrica diyecektim.

Aferin cocugum, bazen uzun yemek seanslarinla beni bile cildirtiyorsun ama aynen devam böyle...

hayir , hizli yapma(m)! demek.

Salı, Kasım 23, 2010

Bu grinin bir söyledigi var bize ve agaclarin bir bildigi var.

Fotograf: Big Grey Mare

Karanlikta kalkiyoruz. Gün griligini bir türlü atamiyor üstünden. "Hadi, bir gayret" derken daha biz, "ögleden sonra", karanliga boguluyoruz yine. Sanki camura battik.

Babasi mevsime uygun bilmeceler ögretiyor sincaba. Gecen gün gelmis bana soruyor: "Bulutlar günesin nesi?"
Sonra kendisi yanitliyor: "Yorganiiii"

Haftasonlari kalkinca soruyorlar birbirlerine: "Günes yorganini atmis mi bugün?"
Bugünlerde hava soguk mu soguk. Günes öyle bir sarildi ki yorganina, bütün gün birakmiyor.

Ne zaman o gri ve yapiskan yorgan kaplasa cografyayi, bulutlarin öte yanini hayal ediyorum. Günes hicbir yere gitmedi, hala orada. Olagan(üstü) parlakligiyla salinip duruyor aslinda tepemizde. Biz göremiyoruz sadece... Bunu bilmek günümü kurtariyor. Yoksa daha Aralik'in 21'ine, daha camurun dibine vurmamiza cok var.
Bu yil yeni bir tesellim daha var "bulutlarin öte yani"ndan baska. Agustos ayinda canimin cok sıkkın olduğu bir Pazar günü, biraz nefes almak icin nehir kenarina gitmistim. Yol boyunca kabarik olan öfkemi nehirin suyuna birakip dönerken kiyida siyah, pürüzsüz bir tas buldum. Cebime attim. Haftalarca akcaagac tohumlari , at kestaneleri ve gingko yapraklariyla yarenlik etti orada. Arada bir sincabin anaokuluna gitmek istemedigi günlerde Sabiha Paktuna usulü onun cebine girdi. "Bu ikimizin tasi, kimseye verme. Seni gelip alacagimin ve orada birakmayacagimin isareti. Şişşşt! kimseye söyleme, bizim sirrimiz bu". İse yaradı mı bilmiyorum. Bugünlerde geri aldim tasimi, yine benim cebimde. Baska bir seyi simgeliyor. Şişşşt! Sakın kimseye söylemeyin! O siyah tas ve ben o gün dönüs yolunda bir sey gördük. Bir gök. Daha önce hic görmedigimiz bir renkte. Parlak, cocuk kitaplarindan firlama bir mavideydi.  Öyle bir mavi, öyle bir mavi ki, neredeyse fazla gelmis yere damlayacakti mavisi  diyecegim. Daha baska da nasil anlatabilirim, bilmiyorum. Siyah tas, ben ve her gün yürüdügüm yollar öyle bir rengini gördük ki gökyüzünün, şu icinde debelendigimiz camurun dibine de batsak, bir sey olmaz artik bize.  Cebimden habire söyleyip durdugu odur iste.

Fakat bu grinin de bir söyledigi var  bize. Bütün doganin -zorunluluktan degil, gereksinimden- üstüne yorganini cekip uykuya yattigi aylarda, bizim neyimiz eksik (ya da fazla) ki hep ayni hizda kosmak derdindeyiz? Biraz yavaslamak, hatta durmak, düsünmek, kabuguna cekilmek vakti olmayacak mi hic yasamimizda? Ve onun adi da kış degilse nedir?  Ne zaman kendimizi doganin döngülerinin üzerinde görmekten ve ona karsi savasa durmaktan vazgececegiz? Ne zaman mevsimlerin döngüsüne birakacagiz kendimizi? Ne zaman erkenci, karanlik, soguk ve islak kis aksamlarinda, icimize basan sıkıntıyı dagitmamiz gerekmedigini, bunun da pakete dahil oldugunu kavrayacagiz? Ne zaman agaclara dikkatle bakacagiz ve bizce ölü olan dallarinda simdiden baharin coskun tomurcuklarini tasidiklarini ama beklediklerini, beklediklerini, sabirla beklediklerini görecegiz?

Belki de bütün verimsizligimiz ve bereketsizligimiz bundan. Durmayi bilmedigimiz icin.
Agaclar öyle mi ya? Onlarin bir bildigi var.