"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Pazartesi, Mayıs 24, 2010


Internet olmayan yerlere gidiyorum bir süre.
Bir süre yazmadan yaşama egzersizi yapacağım.
Mülkiyet üzerine, sahip olmak üzerine ahkam kesecektim.
Toplamaya çalıştığım bavullar yüzüme hoşlanmadığım gerçekleri vurdu.
Toparlanabilirsem dönüşte yazarım o yazıyı da.

Kal sağlıcakla değerli okuyucu...

Cuma, Mayıs 21, 2010

Sarmaşık Ortanca

(Creative Commons lisanslı bir fotoğrafını bulamadığımdan, link vermekle yetineceğim uygun yerlerde)

Bazen bir bitkinin bir bahçıvan tarafından neden seçildiğini merak ederim. Gösterişsizdir, renksizdir, cansızdır, kokusuzdur. Can sıkıcıdır kanımca.  Sonra mevsimi gelir. İnsanın hayal edemeyeceği bir renge veya  kokuya bürünür. Utanırım saçma düşüncelerimden. Bu utancı son yaşatan bitki budur işte.

Latince adı Hydrangea petiolaris. Türkçe adı Sarmaşık Ortanca imiş. Ben bildiğimiz ortanca gibi bir-iki metre boylu çalı/ağaççıklar şeklinde görmüştüm hep. Aslında sarmaşık gibi boylanabilen bir bitkiymiş.  Çiçek kurulunun dış çevresindeki çiçeklerin daha belirgin olması (diğerleri henüz açmamış gibi duruyor) ile bilinen ortancadan ayrılıyor bir de.  Webde beyaz çiçeklilerinin fotoğrafını bulabildim sadece ama ben belirgin çiçekleri pembemsi mor, açılmamış çiçekleri ise mor renkli olan bir türünü (varyete?) gördüğümü de hatırlıyorum. Çiçeklerin sonbahardaki kurumuş halleri de ayrıca güzel.

Beyaz İnci

Fotoğraf: Phil Sellens

Latince: Symphoricarpus albus
Türkçe: Beyaz İnci
İngilizce: Snowberry
Almanca: Schneebeer

Beş yıl boyunca oturduğum bir evin bahçesinde, mutfak penceresinin tam önünde yetişirdi bu çalı. Baharda fazla dikkat çekmeyen minik pembe çiçekler açardı. Yazla birlikte boylanınca, mutfakta çalışırken onu görmek için pencereden eğilmeme gerek kalmazdı. Yazsonu, sonbahar gibi verdiği beyaz, tuhaf meyveleri bazen kış boyunca da üzerinde kalırdı. Yaprakları dökülmüş, çıplak dallarına bir de kar yağdı mı; beyaz meyveleriyle adını hakederdi böylece. Bildiğim tek beyaz meyveli bitkidir kendisi.

Aslen Kuzey Amerikalı olmakla beraber, özellikle Orta Avrupa'da yaygın bir süs bitkisi imiş. Hatta bir Neophyt  (yani  aynı domates ve patates gibi, Amerika'nın 1492'de keşfinin ardından Eski Dünya'ya getirilerek, orda ister insan eliyle, ister kendiliğinden yaygınlaşıp doğal olarak yetişmeye başlamış bitkilerden) olduğunu öğrendim Wikipedia'dan.

Ateş dikeni

Fotoğraf: ndrwfqq

Hepimizin etrafında çok gördüğü, yaygın bir süs bitkisi bu. Bana "bütün kırmızı, minik meyveli ağaççıkların beyaz çiçekleri mi vardır?" dedirtmeye başlayan silsileden bir bitki daha... Latince adı Pyracantha olan geniş bir ailenin üyesi. Türkçe ateş dikeni, İngilizce Firethorn, Almanca Feuerdorn. Sonbahar ve hatta kış boyu dallarında görülen kırmızı, gözalıcı meyvelerinden alsa gerek bu ismi.  Meyveleri kışın kuşlar için önemli besin kaynağı; "köpek elması" adıyla da biliniyor. Bazı kaynaklarda meyvelerinin yenebileceği, marmeladının yapılabileceği yazıyor, bazılarında ise  hafifçe zehirli olduğu. Türlerine göre durum farklı olabilir, dikkatli olmalı. Üstelik dikkatsiz gözler akdiken meyvelerinin dallardan salkım şeklinde sarktığını farketmeyip, dağ muşmulası ile karıştırabilir ki; o bitkinin tamamı da hafifçe zehirli kategorisinde.  Bitkiler ve kullanım şekilleri söz konusu olduğunda gözümüzü dört açmamız gerektiğine bir örnek daha...  

Perşembe, Mayıs 20, 2010

Kanarya Gülü

Latince adı Kerria japonica adlı bu bitkinin, anavatanı Doğu Asya olan bir doğal formu, bir de katmer çiçekli "Pleniflora" denen bir kültivarı varmış. Benim yanından geçtiğim bahçelerde durmadan gördüğüm işte bu "pleniflora" hazretleri imiş. Ne yalan söyleyeyim, pek büyük bir hayranı değildim. Yanından her geçişimde "adı neymiş bunun?" diye merak etmekten yoruldum da, ondan yazmaya karar vermiştim buraya. Doğal formu ile bu yazı için fotoğraf ararken karşılaştım. Daha çok sevdim.

İşte "pleniflora" kültivarı:

Fotoğraf: Joe Shlabotnik

Bu ise doğal formu:

Fotoğraf: J.G. in S.F.

Boyacı Sumağı



Fotoğraf: Madaise
Latince: Cotinus coggyria / Rhus cotinus
Türkçe: Boyacı Sumağı, Duman Ağacı, Peruk çalısı
İngilizce: Eurasian smoke tree
Almanca: Perückenstrauch, Faerbersumach

Bu kez yabancı sanmıştım, tam da "buralı"ymış. İri, oval yapraklarını, kızıl-pembe saçaklı tüylerini, sonbaharda yapraklarının sarıdan turuncuya, oradan da kırmızıya kayan tonunu seviyorum. Avrupa'nın güneyinden Çin'e dek Avrasya'nın, bu arada Küçük Asya'nın yerlisiymiş. "Peruk çalısı" diye adlandırılmasına sebep olan saçakları meyve ve tohumlarını gizlemekteymiş meğerse. Türkçe'de boyacı veya derici sumağı adıyla bilinmesi ise, eskiden deriye verdiği sarı renkten dolayı imiş. Şimdilerde daha çok bahçe ve parkların süsü...

Fotoğraf: ktylercork

Çarşamba, Mayıs 19, 2010

Kuş üvezi

Fotoğraf: schoeband

Latince: Sorbus aucuparia
Türkçe: Kuş üvezi                     
İngilizce: Rowan, Mountain Ash
Almanca: Vogelbeere, Eberesche

Bitkileri gözlemekte çok tecrübesiz olduğum dönemlerde, akdiken ile bu ağacı meyvelerinden dolayı karıştırdığım olmuştu. Yapraklarına dikkat ettikçe anlamıştım tamamen farklı ağaçlar olduğunu. Bir bitkiyi sadece bir unsuruyla değil; yaprağıyla, çiçeğiyle, ağaçsa gövdesiyle dalıyla  bir bütün olarak incelemenin ne önemli olduğuna bir örnektir benim. Akdikenin aksine, kuş üvezinin işlenmemiş (çiğ) meyveleri ve çekirdekleri hafifçe zehirliymiş. Çok miktarda yenirse mide rahatsızlıklarına, solunum problemlerine hatta daha ciddi sorunlara yol açarmış* . Buna karşılık reçel-marmelat olarak işlendiğinde sorunsuz tüketilebilirmiş meyveleri. Kuş üvezi reçeli yine de hafifçe asitli olurmuş diğerlerine göre. Bu arada -adından da anlaşılacağı üzere- kuşlar için değerli bir besin kaynağı. Wikipedia'nın Almanca kuş üvezi girişine bakılırsa, sadece kuşlar değil, pek çok memeli hayvan  ve böcekler de faydalanırmış bu ağaçtan.

Kuş üvezi ile ilk tanışmamız da bu kadar olsun bakalım...

Salı, Mayıs 18, 2010

Lale ağacı


Bildiğim tek örneğini ilk gördüğümde "yabancı" olduğunu anlamıştım. Sokağın birinin köşesinde gayet akçaağaç, gayet çınar tavırlı dikiliyordu ama yine de belliydi oralı ve onlardan olmadığı. Yapraklarının tuhaf şekli, adeta makasla kesilmiş gibi düzlüğü söylüyordu bunu. Capcanlı yeşili  bir de. Çiçeklerini hiç görmedim. Görsem iyice kuvvetlenirdi bu tahminim, o kadar.

Kuzey Amerikalıymış. Manolyagillerdenmiş. Yeterince güneyde  ise çiçeklerini Nisan'da açmaya başlarmış. Kuzeye çıktıkça Temmuz'a kayarmış çiçek açışı. Latince adı Liriodendron tulipifera, Türkçe Lale Ağacı, İngilizce Tulip tree, Almanca Tulpenbaum. Adını çiçeklerinden çok yapraklarının laleyi andırmasından alıyormuş. Türkiye'nin sahil kesimlerinde görmek de olasıymış.

E, ne diyelim o zaman? Merhaba yabancı!

Akdiken, geyikdikeni, alıç

Dolapları karıştırırken bir kitap daha geçti elime. Yaygın park ve bahçe ağaçlarını , çalılarını anlatıyor. İçinde son 4-5 yıldır çevremde görüp de, adlarını öğrenmeyi kafama koyduğum bir çok bitkiye rastladım. Bugünlerde burayı botanik bloguna çevirmeye niyetim var :) İşte ilki:

Fotoğraf: hedgerowmobile

Latince adı: Crataegus monogyna
Türkçe: Akdiken, geyikdikeni, alıç
İngilizce: Common hawthorn
Almanca: Weissdorn

Uzun zaman gilaburu sandığım ağaç buydu. Gilaburunun aslında şu ağaç olduğunu yakın zamanda öğrendim. Gilaburu sanarak yediğim akdiken meyveleri de yenebilir meyvelermiş neyse ki... Türkçe adlarından birinin alıç olması şaşırttı beni. Benim çocukluğumdan bildiğim, boynumuza asarak yediğimiz alıca hiç benzetmemiştim çünkü. Crataegus büyükçe bir aile imiş. Belki de akrabadır çocukluğumun alıçları ile bu alıçlar... Tadının çok cazip olduğunu söyleyemem ama bitkilerle ilgili güvendiğim bir site olan Plants for a Future'da meyvelerinin reçel ve marmelat yapılarak lezzetlendirilebileceği yazıyor.  Taze sürgünlerinin salatalara katılabileceğini, kurutulmuş yapraklarından çay, kavrulmuş tohumlarından kahve yapılabileceğini de bu sitede okudum. Pek heyecanlandım bunları okuyunca, çünkü yaşadımız şehirde, üstelik gayet temiz sayılabilecek doğa alanlarında rastlamak mümkün bu ağaca. Çayını ve marmeladını denemek için sabırsızlanıyorum.

Pazartesi, Mayıs 17, 2010

Sinirli ot


Fotoğraf: the weed one

En çok yol kenarında, çayır çimende kendiliğinden yetişen bitkilerin adlarını merak ediyorum. Hergün sokakta karşılaştığımız ama hiç konuşmadığımız, adını sanını bilmediğimiz dostlar gibiler. Bu otu herhalde daha önce de çok görmüşümdür. İlk kez geçen bahar dikkatimi çekmeye başladı.  Dal ve gövdesi yok ama çimleri bastırırcasına çıkan iri yaprakları ve sivri, dikkat çekici tohum başıyla biraz baskın karakterli bir dosta benziyor :) Bazen de nehir kenarında görüyorum. Çakıl taşlarının arasında da aynı derecede iddialı bir duruşu var.

Eve kimbilir nereden gelmiş bir şifalı bitkiler kitabında rastladım resmine. Türkçe adı -nedense-"sinirli ot"muş!  Latince adı Plantago major olan geniş yapraklı bir türü ve Plantago lanceolata olan dar yapraklı bir türü varmış. Benim görüp bildiğim geniş yapraklı türü olacak. İngilizce'de Plantago yanında Plantain adıyla da biliniyor; Breitwegerich ise Almanca adı.

Pek çok şifalı etkisi varmış ama bu tür şeyleri güvenilir kaynaklardan okumadıkça burada yazmayı sevmiyor, doğru bulmuyorum. İlgilenenler için internette pek çok yazı var faydalarını anlatan.

Fotoğraf: Ernst Schütte

Cumartesi, Mayıs 15, 2010

İçinde sesler uçuşan bu akşam

Ben aslında bu kuşları daha önce de gördüm. Sesleri de duydum daha önce. Hem de pek çok kez. Kuşları biraz merak ettimse, sesleri hiç merak etmedim.

Dönem ortası sınavlarına çalışırdım mesela. Akşamüstü yemekten önce biraz nefes almak için balkona çıkardım. Bu kuşlar çılgınca uçuyor olurdu çatıların üstünde. Bir hedefe uçarmış gibi değil, bir niyeti varmış gibi değil. Aniden yön değiştiren, beklenmedik iniş çıkışlar, anlaşılmaz pikelerle dolu, tahmin edilemez, takip edilemez bir uçuştu daha çok. Aklım kitabın henüz göz atamadığım bölümlerinde olduğundan mı ne, bu akşamüstü uçuşu bir huzursuzluğu çağrıştırırdı bende daha çok. Sanki onlar da benim gibi "akşam olmasın daha, biraz daha zaman, biraz daha zaman" derlerdi. Neyin nesi olduklarını düşünürdüm belki bir an. Ama o zamanlar aklım gökyüzündeki dalgalanmalardan çok; teorik bir pazardaki arz-talep dalgalanmalarının karmaşık kurallarındaydı. Seslere gelince, güvercin ötüşü sanırdım ben onları.

Bir hafta kadar önce yine gördüm onları. Aynı delice, hesapsız, ölçüsüz akşamüstü uçuşu. Ne zaman ki güneş batmaya dönüyor, akşamı vuruyor saat; gökyüzü sakinleşiyor, sütliman oluyor yeniden. Bu kez merak ettim. Hem de çok merak ettim. Neyin nesi olduklarını da, neden böyle uçtuklarını da. Karıncalar, arılar, ıhlamurlar, mürverler ve elbette kuşlar... Hiçbiri, ama hiçbiri, insanlarda bir izlenim oluşturmak için yapmıyor herhangi bir şeyi. Ve her neden yapıyorlarsa, onun insan olarak bana da bir etkisi, benimle bir bağı var. Biliyorum artık bunu.

Peki nereden başlamalı aramaya? Bir bitkiyi ararken ilk sözü içgüdülerime bırakırım bazen. Bu kez de öyle yapıyorum. Bu kuş benim bildiğim iki Ankara kuşundan serçenin büyüğü, güvercinin küçüğü. Bunu düşününce kırlangıç geliyor aklıma nedense. Kırlangıç neye benzer dense, tarif bile edemem ama ondan başlamaya karar veriyorum aramaya.

Bakın kırlangıç nasıl bir kuş:

Fotoğraf: Alan Vernon

Latince adı Hirundinidae olan geniş bir göçmen kuş ailesi. İngilizce Swallow, Almanca Schwalbe adıyla biliniyor. Başta Vikipedi olmak üzere pek çok kaynakta anlatıldığı üzere, "Kırlangıçlar, kutuplar hariç dünyanın her tarafında yaşayabilen, sinek avlayarak geçinen, küçük, ötücü kuşlar"mış."Üçgen şeklindeki gagaları geniş yırtmaçlı olup ağızları açık uçarken sinek, sivrisinek gibi küçük böcekleri avlarlar. Kuyrukları çatallı, kanatları uzun ve sivridir. Hızlı uçarlar. Kuyruklarını dümen olarak kullanır, ani dalışlar yaparlar. Çoğu sürü halinde yaşar".

Benim gördüğüm kuşlar da çatal kuyruklu, uzun, sivri kanatlı olduğundan; ayrıca hızlı ve ani hareketlerle uçtuğundan, pek heyecanlanıyorum bunları okuyunca. Gerçi benim gördüklerim tamamen siyah renkliler gökte. Oysa kırlangıçların göğüs -karın kısımları genelde beyaz oluyormuş. Tüm anatomilerinin havada uçarken avlanmaya uygun olması, sinek, böcek sevmeleri ise, bana bu akşamüstü uçuşlarını açıklar gibi gözüktü. Yine de araştırmaya devam ettim; havada uçan bir kırlangıç fotoğrafı bulup emin olmaya çalıştım. Bu sırada ilginç bir yazıya rastladım. Şaka gibi ama Referans gazetesinde, bu yılın 15 Mart'ında yayınlanan yazı baharın müjdecisi göçmen kuşlardan bahsediyor. Yazıda kırlangıçlar "Parlak koyu mavi sırtı, pas rengi boğazı, beyaz göbeği ve uzun çatallı kuyruğu olan küçük kuşlardır. Uçarlarken tamamen siyah görünürler, süzülerek uçmaları ve uzun kuyrukları sayesinde onları fark etmek oldukça kolaydır" şeklinde tarif ediliyor. Neden 14 Mart'ın eskiden "Kırlangıç Fırtınası" adıyla bilindiğini açıklıyor ve bu arada konumuzla pek de ilgisi olmayan, ama çok önemli bir şey söylüyor yazar: " Eskiler, takvimlere daha çok doğayla ilgili olayları eklemiş ve günlere bu çeşit isimler vermiş idi. Şimdilerde günlere başka isimler verme kültürü egemen. Dün pi sayısı günüydü. Bugün Dünya Tüketiciler Günü... Kadınlar Günü, Çevre Günü, başka başka günler de var. Bugünler de güzel, anımsamak için, bir gün de olsa anımsamak için güzel. Ama doğayı bir güne sığdıramayız. Doğayla iç içe takvimler kullanmak, kendimizin de doğanın bir parçası olduğunu anımsamak için önemli."

Gelelim yazıda asıl dikkatimi çeken satırlara : " Ebabil kuşları ise aslında kahverengidir, fakat gökyüzünde uçarlarken siyah görünürler. Uzun, bumeranga benzer kanatları, kısa ve çatallı kuyrukları vardır. Ebabilleri, kırlangıçla karıştırabilir insan; fakat kırlangıçlar gibi uçarken kanatlarını kırmazlar. Yuvalarını çatıların gizli yerlerinde yaparlar ve yuvalarına çok hızlı girip çıkarlar.Onları, özellikle akşamüstü çatıların ve evlerin üzerinde çılgınca çığlıklar atarak hızla uçarken görebilirsiniz. Ebabiller mükemmel uçan kuşlardır. Yaşamlarının büyük bir kısmını uçarak geçirirler. Sadece üremek için bir yere konarlar. Hatta uçarken uyurlar!"

Ebabil kuşu mu? Benim için sadece dini hikayelerden bildiğim bir isim bu. Böylece başlıyorum bir taraftan da ebabil kuşunu aramaya. Yine Wikipedia'ya göre Latince adı Apus apus. İngilizce Swift, Almanca ise Mauersegler adıyla biliniyor. Türkçe'de  ayrıca kara sağan ve yelyutan gibi yerel adları da  varmış. Ebabiller en ufak bir yeşilliğin olmadığı yerlerde bile yaşayabilirmiş. Aslında kayalıklarda, uçurum kenarlarında yaşarlarmış ama ortaçağdan beri yüksek kalelerde, şehir duvarlarında yaşadıkları bilinmekteymiş. Dolayısıyla insan elinin yarattığı bugünün şehirlerinde de yabancılık çekmezlermiş hiç. Bir yere kondukları çok nadiren görülürmüş. Kırlangıçlar gibi uçarken sinek ve böcek avlanarak beslenirlermiş. Uzaktan bakıldığında birbirlerine benzemekle beraber kırlangıçlarla bir akrabalıkları yokmuş.

Bu akşamüstü pencerenin önüne oturup dikkatle izledim uçuşan kuşları. Elimde kuyrukları karşılaştırabilmek için iki fotoğraf vardı. Birincisi uzun sivri kuyruklu kırlangıç kuşu (Kaynak:Lip Kee), ikincisi ise kısa ama yine çatallı kuyruğu ile bir ebabil kuşuna ait (Kaynak: Paweł Kuźniar).


Bir de ebabil kuşunun havadaki türlü hallerini gösteren şu fotoğraf:

(Kaynak: janGlas)


Kırlangıç? Ebabil? Kırlangıç? Ebabil? Tam 10 dakika gözümü göğe dikip anlamaya çalıştım. Öylesine hızlı uçuyorlar ki, yakından geçtikleri anlarda bile bir şey anlamaya imkan yok. Üstelik gerçekten de hiç ama hiç bir yere konmuyorlar. Arada geçip giden hantal güvercin gövdeleriyle öylesine büyük bir tezat ki! Sonunda artık hangisi olduğunu anlamaktan vazgeçip sadece uçuşlarını seyretmenin güzelliğine dalmak üzereydim ki, iki tanesi gayet yakın geçtiler pencereye. Kuyruklarının kısa çatalını ve bumerangvari kanatlarını iyice görebildim.

Ebabilmiş!

Kulağımı iyice kabarttım bunun üzerine. Kuş sesleri  çatılarda dizilmiş güvercinlerden gelmiyor. Ebabillerin inişli çıkışlı ve bol pikeli uçuşlarıyla beraber yaklaşıp uzaklaşıyorlar.

Bu kuşlar bir sürü başka böcek, sinekle beraber akşamüstleri aktifleştikleri malum sivrisineklerini de avlıyorlardır ve böylece sincap geceleri belki biraz daha rahat uyuyordur diye kuruyorum sebep-sonuç zincirini ardarda. Bilmem doğru mu?

Öyle olmasa bile,  "içinde sesler uçuşan bu akşam"  her zamankinden de anlamlı benim için.


Bu hikaye sırasında keşfettiğim kuş gözlem siteleri:
The Internet Bird Collection
Lee's Birdwatching Adventures

Ebabil kuşları üzerine:
Alman WDR kanalı sitesinde bir yazı - Ebabil sesini dinlemek de mümkün
APUSLife (Ebabil üzerine sanal dergi)

Perşembe, Mayıs 13, 2010

Kefirle mayalanmış ekmek

Sincap daha bardağı gördüğü anda yüzünü buruşturuyor.
Annem "içinde canlı yaratıklar var hissine kapılıyorum, içemem" diyor.
Babam ikram edersem, "sen faydalı diyorsan öyledir, tabii ki içerim" diyor ama ben sormazsam içmeyi akıl etmiyor.
Şu aralar evde kefir içen bir tek ben varım yani.
Buna karşılık kefir mayamız inanılmaz bir çalışkanlık içinde. Oda sıcaklığında hızını alamadığı için buzdolabına koydum, orada bile kefir üretmeye ve büyüyüp çoğalmaya devam ediyor.

İki akşam önce, artık kefir koyacak kavanozumuz dahi kalmadığını farkedince, kefir stoklarımızı hızla tüketecek bir şeyler yapmam gerektiğini anladım. Aklıma ilk gelen, kefirtaneleri yahoo grubundan aklımda kalan bir ekmek tarifiydi. Tarifin ilgimi çeken yanı, sadece un ve kefirden oluşması ve hiç maya olmadan kefirle mayalanmasıydı. Göz kararı bir miktar kefirle, tam un-beyaz un karışımını karıştırdım. Biraz tuz , biraz zeytinyağı ve ekmeği kabartmasını umduğum kefir bakterilerine armağan olarak biraz da bal ekledim. Cıvık bir hamur elde ettim. Fazla sıkı bir ekmek istemediğimden böyle bırakmaya karar verdim.  Sabah (yani yaklaşık 12 saat sonra) baktığımda hamurun iki katına çıktığını ve bol gözenekli olduğunu gördüm şaşkınlıkla. Hemen  pişirmeye karar verdim. Genelde somun olarak hazırlarım ekmeği ama bu kez hamurun kıvamı buna izin vermediğinden yağlı fırın kağıdı döşenmiş kek kalıbının içine döktüm. Üzerine annemin önerisiyle bir tatlı kaşığı kadar pekmez sürüp 1 saat kadar pişirdim.


Sonuç annemin bile itiraz edemeyeceği kadar lezzetli bir ekmekti :) Balın ölçüsünü biraz fazla kaçırdığım için daha çok kahvaltıya uygun bir ekmek olmuş sadece. Bunun dışında daha önce nohut mayalı ve ekşi mayalı ekmeklerden tanıdığım doğal bir lezzeti buldum ekmekte. Ertesi gün bir kez daha, bu kez bal eklemeden denedim aynı ekmeği. 12 saatten biraz daha fazla bekledi. İlkinden daha da çok kabarmıştı. Dolayısıyla kefirin mayalama etkisi için önemli faktörün balla beslemekten çok, süre olduğu sonucuna vardım. Daha sonra grupta paylaşılan tarifi de bulup bir kez daha okudum. Orada mayalamanın 3 gün sürebileceği söyleniyor. 12 saatte sonuç alabilmem belki de oldukça ekşi, güçlü bir kefir kullandığım içindir.

Doğrusu ekşi maya bir yana, yaş maya ile yaptığım ekmeklerden bile daha kolay bulduğumdan çok sevdim ben bu ekmeği. Kefir fazlası olan herkese tavsiye ederim.   

Pazartesi, Mayıs 10, 2010

Sabah çiyi

Bir süredir aklıma takılan bir soruya daha yanıt buldum. Hem rahata kavuştum, hem de doğanın gücü ve cömertliği karşısında yeniden hayranlık duydum:

İlk Yoğurt

Yazı Atlas dergisinde Haziran 2006'da yazılmış; bu kadar geç keşfettiğim için üzgünüm. İnsanlığın kaybolup giden kadim bilgileri için de...

Cumartesi, Mayıs 08, 2010

Mucizelerle dolu bir dünya

Bu minik çiçekleri bir kaç gün önce, sincabı haftalardır götürüp durduğum mahalle parkında keşfettim. Ankara'nın orta yerinde mürver de yetişirmiş meğerse. Yıllarca kör yaşamışım ben bu şehirde, şimdi açılıyor gözlerim yavaş yavaş.


 Resmin üzerine tıklayıp büyütülmüş haline bir bakın lütfen. Nasıl da mucizelerle dolu bir dünyada yaşıyoruz.
Ve yanlarından geçip gidiyoruz hiç farkına varmadan...

Perşembe, Mayıs 06, 2010

Şoför nohut amca!

Fikri TRT Çocuk kanalında Düş Peşime programında gördüm. Bez bebekleri severim. El becerim olmadığı için bugüne dek denemeyi hiç düşünmemiştim. Fakat orada öylesine basit anlatılıyordu ki, denemeye karar verdim.

Anafikir şu:
Bebek şeklinde bir kalıbı kullanarak birbirinin aynısı iki parça biçiyoruz. Parçaları birbirine (küçük bir aralık hariç) sıkıca dikiyoruz. O küçük aralıktan bebeğin içine fasulye dolduruyoruz. Aralığı da sıkıca dikiyoruz. Göz yerine iki düğme veya boncuk dikip, dilersek burun ve ağız çiziyoruz. Eski yünlerden saç yapmak da olası. Bitti!

Sadece kolay oluşunu değil, böylesine basit malzemelerle hazırlanmasını da sevdim. Elimizdeki eski kumaşlar, yünler, düğmeler ve hatta tarihi geçmiş bakliyatlar için ne hoş bir geri dönüşüm fikri!
Faydası olur diye biraz da internette aradım. İngilizce adının "bean doll" olabileceğini sanmıştım; "beanbag doll" imiş. Bu şekilde arayınca güzel örneklerine rastlanıyor.
Ben sincabın öğle uykusuna yattığı bir zaman aralığında, iki saatte bitirdim tüm bebeği. Kalıp olarak internette zencefil adam kurabiyesi (gingerbread man) kalıbı aradım. Kumaş için eskiden çok dikiş dikmiş olan anneme güveniyordum. Bütün eski, parça kumaşlarını bir iki yıl önce vermiş. Bula bula koltuk kılıfından artmış , güllü dallı bir kumaş çıkarabildi bana. Onunla denemeye karar verdim. Kalıba göre kestiğim iki parça kumaşı birbirine tersten dikerken, yıllar önce ev ekonomisi dersinde öğrenip bir daha hiç kullanmamış olduğum makina dikişini kullandım. Sonra sağlamcı annemin önerisine uyarak, kenarlarından da sürfile dikişi ile geçtim. Bebeğin yan tarafında ufak bir boşluk bıraktım. Ters çevirip bir kalem yardımıyla dış hatlarını iyice belirginleştirdim. Bu sırada özellikle köşe geçişlerinde dikiş hataları yaptığım anlaşıldı ama ben zaten bu işten hiç anlamayan beceriksizin biriyim; o kadar olacak. İş doldurmaya geldiğinde anneme evde en fazla hangi bakliyattan olduğunu sordum. "Nohut var, tüketmemiz gereken" dedi. Böylece fasulye yerine nohut doldurduk bebeğe.  Kenarda bıraktığım aralığı da dışarıdan sıkıca diktim. Sincap gerçi her eline geçirdiğini ağzına götürme yaşını geçti ama yine de dikkatli olmak, bir kazaya meydan vermemek gerek. (Bütün bunları bu tariften anlamak güçse, şuradaki resimli tarif mutlaka fikir verir. Benim yaptığım hatayı tekrarlamamak için, 5. adıma özellikle dikkat etmek gerekiyor). Henüz yüzünü, saçını yapmamıştım ki, sincap uyandı.  Öylece verdim eline oynaması için.  İşte şöyle oldu acemi terzinin koltuk kumaşından bez bebeği:


Bugün sincabın kocaman kamyonunu cevizlerle yüklemiş oynuyorken aklımıza geldi; bizim bebek, şoför mahalli için biçilmiş kaftan. Yerine yerleşip, kolunu da camdan sarkıtınca usulünce, aranan ad da konmuş oldu bebeğe: Şoför nohut amca!  

Üç günde dağılıp gitmesi muhtemel, plastik, Çin işi kamyon da; doğalcı annenin elinde layık olduğu şoföre kavuşmuş oldu böylece!

Şoför nohut amca için çalışırken bir çok başka şey geldi aklıma. İçi pirinç veya mercimekle doldurulmuş minik bebekler, lavantayla doldurulmuş kalp-çiçek şeklinde küçük yastıklar vb.

Bebeğin yüzünü de olduğu gibi bıraktım şimdilik. Sincabın bir şikayeti yok. Yaparsam bile sanırım mümkün olduğunca basit tutmaya çalışırım. Waldorf bebeklerinde olduğu gibi...

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

Parkta

Parkta bir bankta oturuyoruz: Sincap, ben ve annem.
Önümüzdeki geniş alandaki güvercinleri seyrediyoruz.
Belli ki yemle alıştırılmışlar buraya. Köşede yem satan bir çocuk da manzaraya dahil zaten. Az sonra genç bir kadın geliyor.  Çocuktan aldığı yemleri serpmeye başlıyor güvercinlerin önüne. Alanda bir dalgalanma başlıyor. Havaya saçılan her avuç yemle, güvercinler de inip kalkıyor bir anda. Bir süre sonra bazıları cesarete gelip kadının omzuna konmaya, elinden yem başlıyor hatta. Kadın çok mutlu, çevreden bir kaç kişi de neşeyle gülümsüyor bu duruma. Benim gözümse güvercinlerin arasında farkettiğim bir kaç siyah kuşta. "Bak bunlar güvercin değil, karga da değil sanırım, ne acaba?" diye soruyorum merakla. Soru aslında anneme. Ama yandaki bankta oturan yaşlı bir adam veriyor yanıtı. "Hayır karga değil onlar". Adını da söylüyor ama şimdi unuttum. "Tarlalarda olurlar aslında ve topraktaki böcekleri falan yerler" diyor. "Buradaysa karınlarını hazır yemle doyuruyorlar" diyor. "Çok yanlış aslında bu, çok yanlış" diyor. "Güvercinleri de tembelliğe alıştırıyorlar böyle. Oysa bütün bu kuşlar doğada yiyeceğini kendi bulur; topraktan zararlıları temizler, bir sürü iş görür. Böyle hazır yem vererek iyilik yaptığını sanıyor insanlar. Kuşlara da, kendilerine de yanlış yapıyorlar halbuki" diyor.

Şaşkınlıkla dinliyorum yaşlı amcayı.
Hah işte, bu da bir tür  iyi niyetle yapılmış kötülük diyorum içimden...