"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Cuma, Aralık 28, 2007

Malta: Ftira

Malta'da öğle vakti adaya özgü, hafif ve mümkünse fazla pahalı olmayan bir şey yemek isterseniz Ftira'yı bir deneyin.
Türk pidelerini andıran, ama ondan daha küçük bir çeşit ekmeğin içine temelde ton balığı ve domates sosu konularak hazırlanan ve sıcak-ılık yenen bir tür sandviç Ftira (veya Tuna Ftira). Bu en sade şekli genelde 0,50 cent (Malta Lirası) veya yaklaşık 1,2 Euro'ya satılıyor. Kapari, zeytin, haşlanmış mısır, soğan, nane ve benzeri Akdeniz baharatları da eklenince ortaya sağlıklı ve lezzetli bir sandviç çıkıyor. Aslında akla gelen her türlü malzeme ile hazırlanabiliyormuş. Malzeme çeşitlenince fiyatı da 2,50 Malta lirasına (~5,8 Euro'ya) kadar çıkıyor. Köşe başındaki küçük bakkal veya büfelerden, şık cafelere kadar her yerde satılıyor.
Internette okuduğuma göre ftira aslında sandviçi hazırlamakta kullanılan ve burada süpermarketlerde de satılan günlük ekmeğin adıymış, sözkonusu sandviç ise adalılar arasında Hobz biz-Zeijt (Zeytinyağlı Ekmek) olarak biliniyormuş. Ama burada ftira deyince herkes sandviçten bahsettiğinizi anlıyor. Birisi bu lezzetli ton balıklı sandviçi "akdeniz usulü hamburger" olarak tanımlamış. Çok da yanlış sayılmaz bence...

Perşembe, Aralık 27, 2007

Kozmetik sebeplermiş!

Oğlumun ve benim soğuk algınlığımız sebebiyle sık sık gider olduğumuz hastanenin acil servisinde Polonyalı bir doktorla karşılaştık. Laf arasında bebeğimin 6 aydır anne sütü ile beslendiğini duyunca, istersem anne sütünü kesip tamamen katı gıdalara geçebileceğimi; bebeklerin gerekli olan tüm antikor ve diğer faydalı şeyleri zaten ilk üç ayda aldığını söyledi. Mümkün olursa ikinci yılın sonuna kadar anne sütü vermeye devam etmek istediğimi duyunca "Olabilir tabii ama kozmetik sebeplerle (!) bırakmak isterseniz sorun değil" diye buyurdu.

Bir doktorun, üstelik de anneden bu yönde bir soru veya talep gelmediği ve tıbbi bir gereklilik de olmadığı halde bebeğin anne sütünden kesilmesini adeta teşvik eder gibi konuşmasını doğrusu çok garipsedim. Dünya Sağlık Örgütü'nün annelere bebeklerini ikinci yılın sonuna kadar emzirmeyi hararetle tavsiye ettiğinden haberdar mı acaba?

Anne sütünün faydaları üzerine uzun uzadıya bir yazıya girişmeyeceğim. Web'de bir arama yeterince kaynağa ulaştıracaktır zaten. Archisugar şu yazısında detaylı olarak bahsetmiş. Başka Yollar'daki şu yazı da bilgilendirici...

Perşembe, Aralık 20, 2007

Bebek televizyonu -2 VEYA Böyle bir bayram VEYA Çok bağlantılı yazı

Önceki gece biraz rahatsızlandım. Önemli bir şey değil...Fakat ciddileşmemesi için dün bütün günü hiç bir şey yapmadan yatıp dinlenerek geçirmem gerektiğini söylediler. Canıma minnet!

Sabah kahvaltıdan sonra oğlum, oyuncakları, battaniyeler, ben ve Kakuro bulmacalarım oturma odasında pencerenin karşısındaki kanepeye yerleştik. İki Kakuro bulmacasını çözmeyi başardım. Kakuro'nun mantığını anlar gibi oldum, kendimce bir iki genel çözüm stratejisi geliştirdim, keyiflendim.
Oğlumla "aaa, topa bak!" ve "oyuncağı bir elimden diğerine geçirebilirim ben" gibi çeşitli oyunlar oynadık. Biraz uyumayı denedik. Olmadı, telefon geldi. Kalkıp ailemi aradım, bayramlarını kutladım.
Kanapeye geri dönmeden önce Haşmet Babaoğlu'nun Kurban bayramı üzerine düşündürücü yazısını okudum. Yıllar önce başka bir gazetede -Radikal'de miydi?- kurban bayramının ve diğer dinlerdeki benzer uygulamaların "sakınanların şiddeti" olduğuna dair ilginç bir yazı okuduğumu hatırladım.
Öğle yemeğinde dün akşamdan kalan, velakin günün anlam ve önemine hiç mi hiç uymayan rezene yemeğini afiyetle yiyip bitirdim. Yerime dönerken bir büyük bardak çay ve bir kaç bisküvinin bana eşlik etmesine izin verdim. Çay içip bisküvi yemeyi severim. Özellikle kışın...
Bu arada camdan dışarıyı seyrettim uzun uzun. Daha önce söylemiş miydim? Bebek televizyonumuzda program değişikliği var. Huş ağacı ve göküzünün yerini gökyüzü ve deniz aldı. Hava biraz kapalı ve keyifsizdi. Güneş bulutların arkasına saklanmış. Uzakta, Luqa'daki havaalanına inip duran uçakları seyrettim. Hayal meyal gördüğüm açılmış iniş takımlarının, göremediğim piste değdiği anı hayal ettim. Tanımadığım yolcularla beraber bitmiş bir uçak yolculuğunun huzurunu duydum her seferinde.
Valletta'nın iki tarafındaki iki büyük doğal limana turist götüren büyüklü küçüklü tur teknelerini izledim. Bir çok turistin kendilerine verilen battaniyelere sarınarak dışarda oturmayı tercih ettiklerini gördüm. Ben de olsam öyle yapardım. Valletta Sliema arasında düzenli aralıklarla gidip gelen Valletta dolmuşunu* gördüm defalarca.
Sonra martı gördüm bir tane. Buraya geldiğimden ber ilk kez... Elektrik tellerine ve balkona konan bir kaç serçe...
Denizin gün içinde değişip duran rengini izledim. Mavili yeşilli o güzel renge petrol keşfedilip mertlik bozulmadan önce ne isim verildiğini düşündüm. Denizin yüzüne bakarak rüzgarın yönünü ve şiddetini anlamaca oynadım. Bu oyuna oğlum katılmadı ama. Bu, büyükler için bir oyun...
Uzaklardaki bir kaç dosta benim olmayan bir bayramı kutlayan tebrik kartları yazdım. Onlar mutlu olsun diye, onların da beni mutlu ettiği gibi...Internetten de yazıp gönderebilirim ama böylesi daha hoş geliyor bana.
Dışarıda, Sliema'da, hoparlörlerden gün boyu Noel şarkıları çalınan ve akşamları Noel süsleri ile daha da canlanan caddelerde, günlerden beri devam eden hay huyu, koşturmacayı düşündüm. Türkiye'nin büyüklü küçüklü tüm şehirlerinde geçen haftadan beri devam eden ve önümüzdeki 3-5 gün daha devam edecek koşturmacayı düşündüm. Neden dünyanın her yerinde bayramlar -öncesi ve sonrası dahil- böyle koşturmacayla geçiyor? Bir gün olsun bir köşeye çekilmek, biraz yaşam, biraz dünya, biraz o günün anlamı üzerine düşünmek...
...başka hiç bir şey yapmamak...
...belki sevdiğimiz bir kaç kişi ve sevdiğimiz bir kaç şeyi yanımıza alıp...
...oturmak ve sadece düşünmek...
...konuşmak belki azıcık da...
...fena olmaz mıydı?
...diye düşündüm.
Belki öyleydi zaten her bayram en başında.
Düşünmek zor geldiği için...
...ve derin şeyler üzerine konuşmak hep biraz korkutucu...
Belki işte o yüzden oraya buraya koşturmalar, hazırlıklar, özel(leştirilmiş) yemekler ve yiyecekler, görev olsun diye hediyeleşmeler,sıra savar gibi mesajlaşmalar birer ritüel halini alıverdi.
...diye düşündüm.

Böyle geçti bir bayram günüm işte...

Çarşamba, Aralık 19, 2007

Kakuro

Sudoku'dan daha önce bahsetmiştim. Geçen süre içinde bayağı bir sudoku uzmanı oldum ben. Geçen gün aldığım Guardian'da Sudoku'nun büyük abisini keşfettim:

Kakuro!

Çengel bulmaca ile Sudoku arası, yine Japon kaynaklı bir oyun bu. Çengel bulmacada olduğu gibi satır ve sütunlar dolduruluyor ama harflerle değil, rakamlarla... Sudoku'da olduğu gibi sadece 1-9 arası rakamlar kullanılıyor ve her rakam bir dizide sadece bir kez kullanılabiliyor.
Amaç her dizideki rakamların toplamının sol veya üstte verilen sayıya eşit olması.

Görüldüğü gibi Kakuro Sudoku'dan daha karmaşık bir oyun. Ben şu ana kadar tek birini bile bitirememiş bir başlangıç oyuncusuyum. Ama şimdiden Kakuro müptelası olacak gibiyim :)

Kakuro ile ilgili linkler:

  • Şu sayfada kağıda bastırıp oynayabileceğiniz bir çok Kakuro bilmecesi bulabilirsiniz. Ben hem gözlerime, hem de harcanan elektrik enerjisine acıdığım için çevrimiçi (online) oynamayı pek tercih etmiyorum. Siz de kağıt-kalem ile oynamayı tercih edenlerdenseniz, kurşun kalem ve silgi kullanın derim. En azından başlangıçta gerekecektir.


  • Ama zaten sürekli bilgisayar başındaysanız şu sayfada çevrimiçi Kakuro bilmeceleri de var. Ekranın solunda doldurulacak her kare için minik ipuçları da veriliyor.


  • Oyunun nasıl yaratıldığını öğrenmek için şu Guardian makalesini okuyabilirsiniz.


  • Wikipedia: Kakuro
  • Vikipedi: Kakuro
  • Fotoğraf: zimpenfish




      Pazartesi, Aralık 17, 2007

      The Story of Stuff

      20 dakika 40 saniyeniz var mı?

      Biliyorum, yapacak çok şey var. 20 dakika da uzun zaman...

      Ama bugün lütfen yaratın bu zamanı. Evdeyseniz ev halkını, işte veya okuldaysanız arkadaşlarınızı da bilgisayar başına toplayın ve şu filmi bir seyredin:

      http://www.storyofstuff.com/index.html

      Şu soruların yanıtını bulacaksınız:


      • Hangi sistemde yaşıyoruz ve "sistem" nasıl işliyor?

      • Oyuncular kim, bizim rolümüz ne?

      • (Eşyalar) Neden bu kadar çabuk bozulup eskiyorlar?

      • Neden çabuk bık(tırıl)ıyoruz?

      • Modanın ve teknolojik yeniliklerin sistemdeki fonksiyonu ne?

      • Nasıl oluyor da o gömleği "kumaş-parası-bile-değil!" bir fiyata alabiliyoruz?

      • Tüketim toplumu neden ve nasıl yaratıldı?

      İzlemeyi bitirdiğinizde büyük olasılıkla şu soruyu soracaksınız:

      • Ne yapabilirim?

      Yanıtı bulmak için Google'da "simple living", "voluntary simplicity", "sustainable economics" ve benzeri anahtar sözcüklerle arama yapmak mümkün. Sadece bir başlangıç olarak tabii...

      Not-1: Bu arada 20 dakikanız yoksa filmi başlıktaki bölüm isimlerine ( Extraction, production, Distribution, ...) tıklayarak parça parça izlemek de mümkün :))

      Not-2: İngilizce bilmeyenler için: Üzgünüm, şu an sadece bu dilde... Ama ilk yayınlandığı tarihten beri (10.Aralık.2007) 100.000 kişi izlemiş bu filmi ve çeşitli dillere çevrilmesi talep ediliyormuş. Belki yakında Türkçe'ye veya bildiğiniz bir başka dile de çevrilebilir.

      Pazar, Aralık 16, 2007

      Malta - Sokaklar

      Gzira - St. Julians hattında sahil yolunu ve cıvıl cıvıl ana caddeleri tamamladıktan sonra ara sokakları keşfe çıktım. Malta sokaklarında dolaşmak -özellikle bebek arabası ile- tam bir macera.
      Buradaki fotoğraf iyi özetliyor aslında:
      Daracık kaldırımlar,
      krem rengi kesme taşlarla yapılmış evler,
      cephelerindeki taş işlemeler ve ahşap çıkmalarla bakmaya doyamayacağınız eski binalar,
      çok sık olmasa da sokağı şenlendiren çiçekler,sarmaşıklar, güller,
      ve ne kadar uğraşsanız da fotoğraf karesinden kovalayamayacağınız kadar çok araba!
      Bu arada Malta dilinde "Triq" sokak demek. "Sqaq" ise küçük, çıkmaz sokaklar için kullanılıyor. Tabelalarda her ikisini de görebilirsiniz. Asıl kafa karıştıran şey, pek çok sokağın bir de İngilizce adının olması ve duruma göre bazen birinin, bazen diğerinin kullanılması. Triq il-Kbira /High Street örneğinde olduğu gibi. Valletta'daki çok bilinen alışveriş caddesi Triq il-Merchanti de yeri geldiğinde Merchants Street oluveriyor. Yolunuz buralara düşerse aklınızda bulunsun.

      Perşembe, Aralık 13, 2007

      Malta: Aidiyet duygusu!

      Dün akşam sahilde rutin yürüşlerimizden birini yaparken bir otobüsün arkasında şunun yazdığını gördüm: "I wish for you double of what you wish for me"

      Bir gün bir kamyonun arkasında "Conquerer of the roads" yazdığını görürsem...
      ...veya bir arabanın arkasında "Thank you, Dad"...
      ...hiç şaşırmayacağım.

      Bazen bu ülkede kendimi hiç mi hiç yabancı hissetmiyorum.

      Salı, Aralık 11, 2007

      Ama Kubilay'ın da vaaaar!

      Bir arkadaşım var. 10 yaşındaki oğlunu yetiştirirken kullandığı yöntemler ilgimi çekiyor. İleride ihtiyacım olabilir diye anlattıklarını dikkatle dinliyorum.


      İki sene önce ortak bir tanıdığımız yılbaşında arkadaşımın oğluna bir cep telefonu hediye etti. En ucuz modelinden, kartlı bir telefon... Arkadaşım bu hediyeyi bir çocuk için çok pahalı bulduysa da, reddederek hediye edenleri kırmak istemedi. Telefon bir sonraki okul yılının başına kadar bekledi ve ancak iyi bir karne getirmesi şartıyla ufaklığa verildi.


      Bu okul yılının başında arkadaşımın oğlu bir gün annesine gelerek "Anne" demiş, "ben XXX marka, XX model cep telefonu istiyorum". "Senin zaten cep telefonun var" demiş annesi. Bizimki cevabı yapıştırmış: "Ama bu telefonun fotoğraf çekme özelliği, MP3 çaları, internet bağlantısı, şusu, busu da var, benimkinin yok." (Telefon değil, teknoloji harikası beşi bir yerde!)


      "Senin zaten bir MP3 çaların var. Evde internet bağlantımız ve fotoğraf makinamız da var. Nereden çıktı şimdi bu telefon?" dedilerse de dinletememişler. Ufaklık "Ama Kubilay'ın da var." deyip çıkmış. Kubilay yeni sıra arkadaşı...


      Annesi sonunda "Ben bu telefonu finanse edemem. Üstelik bu telefon kartlı da değil, sabit hatlı. Kendin para biriktir, kendin al." demiş. Mutfaktan küçük bir kavanoz getirmiş. Birlikte "beşi bir yerde"nin fotoğrafını bir yerlerden bulup kesmişler, kavanozun üzerine yapıştırmışlar. Telefon 99.99 (!) Euro imiş. Ufaklık şimdilik 8 Euro biriktirmiş.


      Arkadaşıma kalırsa "Hayır" deyip, kestirip atmak oğlunun sahip olma güdüsünü güçlendirecek. Telefon bir takıntı haline gelecek. " Evet" der, hemen gidip alırsa; telefona emek vermeden sahip olan oğlu kısa sürede telefondan bıkacak. Ama 100 Euro'yu biriktirmeyi başarıp telefonu alabilirse; bu, oğlu için asla herhangi bir telefon olmayacak. Değerini bilecek. (Bana kalırsa 100 Euro birikene kadar zaten "beşi bir yerde" 10 yaşındakiler arasında çoktan popularitesini yitirmiş olacak. Ama muhtemelen bir "yedisi bir yerde" onun yerini almış olacak.)

      Bir süre sonra, bir akşam arkadaşımın oğlu babasına sormuş: "Baba, arabanı ne zaman yenileyeceksin? BMW'nin son modelinden alsana". Baba "Oğlum, ne gerek var arabayı yenilemeye. Şimdiki hiç de fena değil" diye yanıtlamış. (Arabayı biliyorum, gerçekten de hiiiiç fena değil!)

      Anne şaşkınlıkla "Bu da nereden çıktı şimdi?" diye sormuş. Yanıt, oğlunun bakmadığı bir sırada, sadece dudaklarını oynatarak babadan gelmiş: "A-ma Ku-bi-lay-ın ba-ba-sı-nın da vaaar!"

      ...
      Arkadaşım gidişattan hiç memnun değil. Bugünlerde okula gidip, öğretmenden oğlunun sınıftaki yerini değiştirmesini rica etmeyi düşünüyor.


      Ben en büyük boyundan bir damacana alıp, üzerine son model bir BMW'nin resmini yapıştırarak arkadaşımla oğluna hediye etmeyi düşünüyorum.


      Zamane çocuklarını ve oğlumun gelecekteki arkadaşlarını düşünüyorum da...

      Bir tane de kendim için edinsem mi?

      Pazartesi, Aralık 10, 2007

      Malta: Otobüsler

      Malta üzerine yazmaya başlayınca eninde sonunda otobüslerden de bahsetmek gerek. Adanın biricik toplu ulaşım yöntemi sarı otobüsler, oldukça iyi düzenlenmiş bir ağ ile başkent Valletta'yı adanın dört bir yanına bağlıyorlar. Valletta girişindeki şehir kapıları önünde tüm otobüslerin kalktığı büyük bir otobüs durağı var.
      Otobüsleri bu kadar özel yapan ise, büyük bir çoğunluğunun 2. Dünya Savaşı sonrasından kalma, en az 50-60 yıllık olması. Civciv sarısı renkleriyle ve ilginç modelleriyle trafikte gözden kaçırmak imkansız. Turistlerin de en çok fotoğrafını çektiği şeylerden biri. Turistik eşya dükkanlarında küçük modelleri satılıyor.
      Eskinin korunması gerekliliğine bütün kalbimle inanan ben, gelmeden önce internetten yaptığım araştırma sırasında en çok bu otobüsleri merak etmiştim. Geçen süre içinde Valletta ve Mdina'ya yaptığımız hafta sonu gezilerinde binme fırsatı da bulduk. Veya binmek zorunda kaldık mı demeliyim? Başka bir ulaşım şansımız da yoktu zaten :))

      Gelelim izlenimlerime ve öğrendiklerime:


      - Pahalı değil. Kısa mesafeler 0.20 cent (Malta lirası), uzun mesafeler 0.40 cent.
      - Otobüs duraklarında belli bir saat planı asılı olmasına rağmen pek de ciddiye almamak gerek. Otobüsler canları ne zaman isterse o zaman geçebilir.
      -Belediye otobüsünden çok bizdeki dolmuş veya halk otobüslerini andırıyorlar. Bizde "Allah korusun", "Maşallah", "Nazar etme ne olur..." edebiyatının asılı olduğu şoför mahallinde İsa-Meryem, melek, ermiş resimleri vb. var. Sanırım aynı amaca hizmet ediyorlar. Parayı kapıda şoföre ödüyorsunuz, yolculuk sırasında muavin biletleri kontrol ediyor. Şoförün iyi günündeyseniz durak yerine istediğiniz yerde durabilir.
      -Buraya kadar oldukça eğlenceli. Sıkıntı 5 aylık bir bebekle seyahat ediyorsanız başlıyor. Bebek arabası ile binmek mümkün değil (Tamam, abartmayalım, Türkiye'de de her zaman mümkün değil). Pencereler her daim açık. Bebeği korumak için anında stratejik bir karar verip, güneşin en az vurduğu, rüzgarın en az hissedildiği koltuğu bulmak gerekiyor. Pencereler her zaman kapanmayabiliyor, ara duraklarda söz konusu koltuk çoktan dolmuş oluyor, bazı otobüsler öyle eski ki pencereler kapalı da olsa otobüsün aralıklarından rüzgar girmeye devam ediyor. Kimi otobüsler öyle sarsıyor ki, süspansiyon sistemlerinin icadından önce üretildiklerini tahmin ediyorum.
      -Peki ne yapalım? İnip yürüyelim! Ama dikkat! Aynı otobüsler o kadar çok egzoz gazı salıyorlar ki bir caddeden geçtiklerini çoktan geçip gittiklerinde bile farkediyorsunuz. Sokakta yürürken otobüsün geldiğini görürseniz en yakın mağazaya dalıp biraz bekleseniz iyi olur :))
      -Şaka bir yana, bu otobüslerin değiştirilme zamanı gelmiş. Evet, bunu ben diyorum. "Her şeyin en yeni modeline saldırmayalım, ekonomik ömrünü tamamlayana kadar kullanalım, israf oluyor" diyen ben! Çevreyle dost, havayı kirletmeyen, maliyeti daha az otobüsler alınsın. Orijinal renkleri ve modelleri çok istenirse bir noktaya kadar yeni otobüslerde de sağlanabilir bence. Avrupa Birliği'nin ulaşım ve çevreden sorumlu komisyonlarına duyurulur.

      Not: Otobüsler geçerken ben genelde sığınacak bir köşe aradığımdan fotoğraflarını çekemedim. Ciğerlerine güvenenlerin çektiklerinden paylaşıyorum :))

      Fotoğraf 1: blackthorne
      Fotoğraf 2: Pastalane

      Pazar, Aralık 09, 2007

      Moda

      Bu sakin ve huzurlu pazar gününde yayınlanmayı bekleyen başka yazılar varken bir cümle araya girmek istedi. Arada bir posta kutuma düşen Simple Living News adlı newsletter'ı okumaya girişmiştim. Cümle oradan... "Backing Into Simplicity" adlı yazısında Reva Cooper diyor ki "Aslında modada yeni olan hiç bir şey yok ve moda pazarlayıcılarının neden 18-34 yaş arasındakileri hedeflediği de bir sır sayılmaz". Ona göre sadece bu yaş grubu daha önce hiç görülmemiş stillerin moda olduğuna inanıyormuş.

      Yanlış da sayılmaz galiba. Eğer modaya uygun giyinmekten kendinizi alamıyorsanız...

      ...az alın. Çünkü bir yıl sonra giyemeyeceksiniz.
      ...iyi bakın ve saklayın. Çünkü 5 yıl sonra yine onları giyeceksiniz.

      İyi pazarlar :))

      Perşembe, Aralık 06, 2007

      Buyrun burdan yakın!

      Reklam vaaaar, reklam vaaaar!

      Kimisi yaratıcı ellerden çıkma, ince zeka ürünü... Öylelerine televizyonda, dergilerde veya sokakta rastladığımda bir sanat eserine bakar gibi bakmayı severim.

      Ama kimi reklamlar da var ki, tüm yaratıcılığına rağmen yaptığı tüketiciyi yanıltmak ve tüketimi körüklemekten öteye gitmiyor. Bu iki kavramı "tüketiciyi ikna etmek"ten ayırmak gerektiğini düşünüyorum. İşte öyle reklamları görünce de "Dikkat! reklam" demeden duramıyorum. Reklamcılar kusura bakmasın lütfen...



      İşte böyle bir reklam. Sadece ince kelime oyunuyla değil (Oh, two! --> O2 -->Oksijen) , sigara paketlerinden yükselen hava kabarcıklarıyla da ürün ile temiz, taze hava arasında bir bağlantı kurulmak istenmiş. Bir ürünü tüketiciye sunduğunun tam tersiyle pazarlamak ne derece dürüstçe ? Ben çok düşünmeme rağmen, yasaklar sebebiyle sigara içmek için en soğuk havalarda bile açık havada sigara tüttüren tiryakilerden başka bir bağlantı kuramadım :)

      İşte o yüzden "dikkat!reklam" diyorum. Bu kategoride kötü reklam ifşaatlerim devam edecek...

      Çarşamba, Aralık 05, 2007

      Malta'dan ilk izlenimler

      Eşimin şu an çalıştığı proje sebebiyle bir süre Maltalı olacağız. Aşağıdakiler ilk bir kaç günde edinip not aldığım izlenimler. Üstüne daha bir çoğu eklendi ama önce bu ilk izlenimleri değiştirmeden yazmak istedim. Devamı gelecek...

      -Trafik soldan akıyor. Önceden biliyor olmama rağmen, yine de havaalanında taksiye binerken bir an durup neden şoförün sağ tarafta oturduğunu düşündüm.

      -Abartılı gelebilir ama bütün Maltalı taksi şoförleri orta yaşın üzerinde, kısa boylu, göbekli ve kel! Bir araya geldiklerinde de pek gürültücüler :))

      -Maltalılar son derece çocuksever. Havaalanında eşim kayıp bavulunu ararken, iki yaşlı Maltalı hanım oğlumla gülücüklü bir sohbete giriştiler. İkinci gün kucağımda oğlumla arabadan inmeye çalışırken sokaktan geçen orta yaşlı bir hanım durumu fark etti.Gelip arabanın kapısını ardına kadar açarak inmemize yardım etti, sonra el sallayıp yoluna devam etti. Sokaklarda gülümseyerek selamlayanları, durdurup sevenleri anlatmıyorum.

      -Adanın dili Arapça, İngilizce ve İtalyanca'nın bir karışımı. Kulağıma ve gözüme durmadan tanıdık kelimeler takılıyor.Mesela Zejtun, Mdina, Rabat, Mellieha, Xemxiya (X Ş okunuyor), Naxxar, Xewkiya, Qala, Gharb gibi yer isimleri... Xemx (Güneş), Sabiha (Kadın), Merhba (Hoşgeldiniz), Sqaq(Sokak), Cuma, Hafif, Nane duyduğum diğer tanıdık kelimeler.


      -Malta gürültülü sokakları, karmaşık trafiği, az yeşili, bol betonu, rahat insanları, uzun bekleme süreleri ile çok Akdenizli, az Avrupalı. Bu kadar küçük olsaydı Türkiye'yi de hemen AB'ne alırlar mıydı acaba?

      -Bütün ülke, toplamı 316 kilometrekare olan 3 adadan oluşuyor: Malta 246, Gozo 67, Comino 2.7 km2. Buna karşılık inanılmaz bir mekan kullanım anlayışları var. Bütün Malta bir şantiyeyi andırıyor. Durmadan yeni binalar inşa ediliyor. Bir çok evde geniş ve upuzun bir koridor, iki banyo, büyük odalar ve balkonlar var. Adada yeşilden çok bina ve otomobil olmasına şaşmamalı.



      -Özellikle eski binalar ve kiliseler inanılmaz güzellikte. Hemen hepsi adadan çıkarılan krem rengi kesme taşlardan yapılmış. Ön cephelerdeki hafif çıkmalar, renkli ahşap panjurlar, taş süslemeler ile eski binalar bütünsel ve hoş bir görüntü oluşturuyor. Otelin penceresinden gördüğüm kadarı ile arka cephelerin baktığı küçük, gizli bahçeler var. Bahçelerde mandalina ve frenk inciri ağaçları... Yeni yapılan binalardan hiç bahsetmeyeyim. Hele bir Hilton var ki, evlere şenlik. Aynı çirkinlikle ve pervasızlıkla göğe yükselen bir başka Hilton da İzmir'de var, yanılmıyorsam.






      Fotoğraf 1 : St. Julians (San Giljan) - Spinola Koyu
      Fotoğraf 2 : Zevksiz Hilton kulesi ve önünde restore edilen eski bir Malta binası

      Cuma, Ekim 26, 2007

      Yine yol göründü gurbete...

      ... Bir süre buralardan ve internet'ten uzak olacağım. İlk bağlantım ne zaman, nereden olur hiç bilmiyorum.

      Bavul hazırlamak kendime güvenimi sarsıyor.
      Nesnelere bağımlılıklar,
      "o olmadan asla",
      "bunu bırakamam",
      "şunsuz yapamam" lar tekrar su yüzüne çıkıyor.

      Çok dikkat etmeme rağmen yine de ne çok eşya edindiğimi, onlara ne çabuk ve ne çok alıştığımı anlıyorum.

      Yine de her taşınmada, her yolculukta daha azla yetinmeyi ve yaşamayı biraz daha öğreniyorum sanki...

      Perşembe, Ekim 18, 2007

      Otomobil sürücülerinin diktatörlüğünde...

      "Otomobil bizi tamamen çılgına çeviriyor."
      "Otomobil kullanmak bir bağımlılık."
      "Kesinlikle bir otomobil sürücüleri diktatörlüğünde yaşıyoruz."


      Bu "tuhaf" fikirler Hermann Knoflacher'a ait. Prof. Knoflacher 30 yıldan uzun zamandır Viyana Teknik Üniversitesi Ulaşım Planlaması ve Tekniği Enstütüsü'nde çalışan bir akademisyen. Viyana için tasarladığı değişik ulaşım şekilleri ile tanınıyormuş. Otomobili olmayan ve çok nadiren otomobil kullanan Knoflacher'la Die Zeit bir ay kadar önce bir röportaj yapmış. Bir çok otomobil kullanıcısına oldukça sivri gelebilecek görüşleri var. "Şoför mahalli"ne bir türlü alışamayan ve takıntılı bir "kaldırım kullanıcısı" olan ben, doğrusu biraz şaşırarak, biraz da eğlenerek okudum söylediklerini.

      İşte söylediklerinden dikkat çekici alıntılar:

      "Otomobil beyinde yerleşip davranış şeklimizi, değer sistemimizi ve algılamamızı etkileyen bir virüs. Normal bir insan bugünkü yaşam alanlarımızı çılgınca bulabilir. Kendimiz az çok gönüllü olarak izole edilmiş evlere çekilip, dış mekanları otomobillerin gürültü, toz ve egzoz gazlarına bırakıyoruz."

      "Otomobil sürücüsü ile insan arasındaki fark, insanla bütün böcek türleri arasındaki farktan daha büyüktür. İnsanlarla böceklerin ortak yanı bir yerden bir yere gitmek için kendi vücut enerjilerini kullanmalarıdır. Otomobil sürücüsü buna ihtiyaç duymaz. Ayrıca kendi rahatları uğruna sonraki nesillerin yaşam alanlarını tahrip eden veya kendini öldürecek kadar hızlı hareket eden hiç bir böcek türü yoktur."

      "Bana kalırsa ulaşım biliminin temel tezleri tamamen yanlış! ... Motorizasyonun artması ile hareket becerisinin de arttığı varsayılıyordu. Bugün biliyoruz ki artan sadece otomobil ile seyahat edenlerin sayısı. Kullanılan toplam yol ise sabit kalıyor, çünkü aynı zamanda toplu ulaşım araçları kullanımı ve yayalar azalıyor. İkinci yanlış varsayım hız arttıkça zaman tasarrufu yaptığımız. ... Aslında hız arttıkça zamandan tasarruf yapılmıyor. Sadece aynı süre içinde ulaşabileceğimiz mesafeler artıyor."
      ... "Artan mesafenin bir anlamı yok. İnsanoğlu aynı ihtiyaçları karşılamak için eskiden olduğundan daha uzağa gidiyor. Eskiden yaptığının aynısını yapıyor. Ama bunun için daha uzağa gidiyor."

      Daha büyük mesafeler katetmenin ufkumuzu genişlettiği yorumu üzerine: "Saatte 100 kilometre hızla geçip giderken ufkumu nasıl genişletebilirim? Ufkumuz hız yüzünden aşırı daralıyor!"

      "Bugünkü şekliyle kaldırımlar bir şaka gibi! 7000 yıl boyunca yayalar yol yüzeyinin tamamına sahipti. Son elli yıldır yayaları yol kenarına itiyoruz ve sonra da bu ulaşım şeklinin neden ortadan kaybolduğuna şaşırıyoruz. Biz insanları otomobil kullannmaya mecbur eden yapılar inşa ettik!"

      "Otomobil sürücüsünün özgürlüğü reklamlarla satılan tamamen sanal bir özgürlük. Harika bir çevrede, bomboş bir yol boyunca giden tek bir otomobil gösterilir. Gerçek durum, trafikte takılıp kalmış otomobiller, gösterilseydi; hiç kimse otomobil alacak kadar aptal olmazdı."

      "Yaya olarak bir kutu dolusu kanser yapan maddeyi etrafa püskürtseydim, yaptığım kanuna karşı olurdu. Binlerce otomobil sürücüsü bunu hiç bir engelle karşılaşmadan her gün yapıyor ve hepimizin yaşamını ortalama 12 yıl kısaltıyor."

      Otomobillerin savaş nedeni olup olmadığı sorusu üzerine: "Yüzde yüz! Ve bunun için Irak'a bile bakmaya gerek yok. Avusturya'da her gün iki kişi yollarda ölüyor. Ulaşım her yıl 400.000 kişiye fiziksel zarar veriyor. Bu rakama egzoz gazlarının sebep olduğu ölümler dahil değil."



      Türkiye' de her gün, her saat, her dakika kaç kişinin yollarda öldüğünü düşünürsek, sürekli bir savaş halinde olduğumuz inkar edilemez sanırım.

      Bay Knoflacher! Arada bir bize de uğrasanıza!

      Pazartesi, Ekim 15, 2007

      Keten tohumunu yeniden keşfim

      "Keten tohumu yemeye alıştıramadıklarımızdan mısınız?"
      Geçen haftaya dek bu soruya "evet :((" yanıtı verenlerdendim.
      Çok sağlıklı olduğunu, balıktan sonra en önemli Omega-3 kaynaklarından biri olduğunu, sindirimi düzenlediğini duyduğumdan beri mümkün olduğunca mutfakta kullanmaya çalışıyordum. Örneğin ekmek hamuruna bolca katıyordum. Bazen pilavlara falan da...Ama önerildiği şekilde yoğurt, müsli veya salatada denediğimde çiğimsi tadı pek hoşuma gitmiyordu, ne yalan söyleyeyim. Geçen hafta ilk kez keten tohumunu hafifçe kavurarak denedim. Yanmaz bir tavada, yağ vb. hiçbir şey eklemeden en fazla 5 dakika çevirdim. Zaten hazır olunca keten tohumları mısır gibi patlamaya ("pıtlamaya" demek daha doğru olacak!) başlıyorlar. Öncü keten tohumları pıtlamaya başlayınca hemen alıyoruz ocaktan. Bu şekilde kavrulan keten tohumları salataya da, yoğurt ve müsliye de çok yakıştı. Öyle hoşuma gitti ki neredeyse hiçbir şeye katmadan kendi başına yiyeceğim!
      Keten tohumuna alışamayan ama faydalarından mahrum da kalmamak isteyenlerdenseniz, bir de böyle deneyin derim.




      Haa! unutmadan... Aynı zamanda bahçeyle uğraşıyor, özellikle bahçenizde veya balkonunuzda kır görüntülerinden hoşlanıyorsanız, keten tohumlarını - tabii ki kavurmadan :) - baharda filizlendirip, yaz ayları boyunca masmavi çiçeklerinin tadını çıkarabilirsiniz. Elimdeki bilgiye göre Nisan-Mayıs aylarında tohumlar ekilip filizlendiriliyor, Mayıs-Haziran gibi de asıl yerine yaklaşık 20 cm. aralıkla dikiliyormuş.
      (Keten çiçeği fotoğrafı: kate e.did )

      Salı, Ekim 09, 2007

      Kimyonun maceraları 09/10/2007


      Gün batarken parktaki büyük ağaçların her biri yaşlı birer bilgeye dönüşmüşler. Kimyon hiç bir ağacın da hiç bir insan gibi birbirine benzemediğini ilk o zaman farketmiş. Her bir kayın, her bir meşe yılların gövdelerinde bıraktığı izlerle, başka yönlere uzanmış, başka şekiller almış dallarıyla farklı farklıymış. Ama yanından geçtiği her bilge ağaç bir şey fısıldar gibiymiş. Yaşlı kayın "olabiliyorsan duru ol" demiş, "herkesten önce de kendine". Kollarından birini kimyona doğru uzatan ulu kestane "yaşamındaki herşeyde dengeyi gözet" diye tembihlemiş. Bir meşe "her daim uyum içinde olanlarla, doğayla, uyum içinde ol" diye fısıldamış. "Başka?" diye sormuş kimyon yanından geçtiği bir diğer kayının sessiz kalışına şaşarak. "Fazlalık şaşırtır" demiş o, "şimdilik bunlar üzerinde düşün". Kimyon eve dönerken yaşlı bilgelerin üzerinde güzel mi güzel bir ay yükselmekteymiş.

      Perşembe, Ekim 04, 2007

      Başka türlü...

      Mark Twain "Medeniyet gereksiz gereksinimlerin sınırsız çoğaltımıdır" demiş. (Civilization is a limitless multiplication of unnecessary neccessities.)

      Herhalde bunu söylerken aklından her gün dünya çapında trafiğe çıkan yeni otomobil sayısını geçirmiyordu. Her altı ayda bir cep telefonunu, her sezon gardrobunu değiştiren; her yeni süpermarketin ilk açılış günü birbirini çiğnemeye kalkan insan türünden de habersizdi. Bardakların ve mendillerin yanında ilişkilerin bile "kullan-at" olduğu bir dönemi hayal edebiliyor muydu acaba?

      Yine de ne söylediğini bilirmiş gibi görünüyor.
      Peki ya başka türlü bir medeniyet mümkün mü Bay Twain?

      Başka türlü dedim de... Bu da sevdiğim bir şarkıdır benim.

      Pazartesi, Eylül 17, 2007

      Ev yapımı dondurma - özet

      Şöyle bir toparlayalım bakalım:



      Dondurma makinası aldıktan sonra sırasıyla şu dondurmaları denedim:


      Tabii ki dondurma sezonunu kapatmıyorum. Daha aklımda zencefilli dondurma var mesela :))


      Bir de internette bulduğum ve henüz denemeye fırsat bulamadığım bazı ilginç tarifleri burada listeleyip zamanla denemek niyetindeyim:




      Cuma, Eylül 14, 2007

      Ev yapımı dondurma - 5

      Yoğurtlu Kavunlu Dondurma

      Yoğurt bazlı dondurmalar hoşuma gittiği için bir tane daha denedim. Bu dondurmanın makina olmadan buzdolabında da yapılabileceği özellikle belirtilmiş.

      Şöyle yaptım:
      Bir limonun suyunu sıkıp 3 yemek kaşığı bal ile karıştırdım. Tarifte iki yemek kaşığı şeker ve iki yemek kaşığı bal vardı ama böylesi bana daha sağlıklı geldi. Bir kavunu dilimleyip blender ile püre haline getirdim. Biraz uğraşılınca çatalla ezerek de olur sanırım. Limon-bal karışımını, ezdiğim kavunu ve 200 ml yoğurdu karıştırdım. 200 ml. de iyice çırpılarak katılaştırdığım tatlı kremayı bu karışıma ekledim. Dondurma makinasının haznesine sığmayan kısmını bir bardağa doldurup afiyetle içtim. Krema eklenmediği takdirde, bu haliyle sağlıklı ve lezzetli bir yaz içeceği elde ediliyor, aklımın bir köşesine not ettim.

      Dondurma makinası yoksa...
      ...metal veya plastik bir kaba doldurulan karışım buzluğa yerleştiriliyor. Her saat başı çıkarılıp karıştırılıyor. Tarife bakılırsa 4 saatte hazır oluyormuş. İkram etmeden yarım saat önce buzluktan alıp bekletiyoruz ve bu süre sonunda tekrar iyice karıştırıp afiyetle yiyoruz :)

      Sonuç?
      Ne kavun, ne bal, ne de yoğurdun lezzet olarak baskın çıktığı; hepsini anımsatan ve hiçbirine benzemeyen bir dondurma çıktı ortaya...

      Pazartesi, Eylül 10, 2007

      Kimyonun (resimli) maceraları 10/09/2007


      "Gülün meyvesine ne denir?" diye sordu kimyon. "Gülün meyvesi olmaz!" diye kestirip attım. Çok meşgulüm şimdi ben, çok. "Bal gibi olur" dedi kimyon. Kıpırla gezmeye gitmişler. Dünya öyle güzelmiş ki, kıpır bile kıpırdanmayı unutup etrafı seyre dalmış. Yaprakların ardından utangaçça bakan palamutlar görmüşler. Olgunluktan başını eğmiş mürverler görmüşler. Bir de işte çiçeği geçmiş yabani gül dallarında mini mini "domatescikler"... "Ama onlar kuşlar için" dedim. "Bir de aylak gözler için" diye ekledi kimyon. "Hımmm" diye onayladım ben üzerinde düşünmeden. Çok işim var benim şimdi, çoook.

      Cuma, Eylül 07, 2007

      Ev yapımı dondurma - 4

      Kakaolu Dondurma / Kahveli Dondurma:

      Bu iki dondurma üzerine söylenecek fazla bir şey yok. Her ikisini de temel dondurma tarifimi kullanarak yaptım. Kakaolu dondurma için pişmekte olan nişastalı karışıma iki tatlı kaşığı kakao ekledim. Sonuç dondurulmuş kakaolu puding gibiydi :) Afiyetle yedik ama bir daha sefere biraz daha fazla kakao eklemeyi bir kenara not ettim.
      Kahveli dondurmaya gelince... Internetteki bir çok tarifte koyu bir neskafe veya espresso hazırlanıp ekleniyordu. Ben bunun yerine iki çay kaşığı Türk kahvesini doğrudan pişmekte olan süt, nişasta, yumurta karışımına ekledim. Dondurmadaki kahve tanecikleri rahatsız etmek bir yana hoşumuza gitti. Kahveli dondurma bu şekliyle "her zaman yapılacaklar" listemize dahil oldu.

      (Fotoğraf: Stu_spivak)

      Pazartesi, Eylül 03, 2007

      Sörfçülerin ayakizleri

      Ne zaman internet gazetelerinde, haberlerin altındaki saçma sapan okuyucu yorumlarını okusam...
      Ne zaman bir tartışma forumunda "Biliyorum bu mesaja dünyanın ihtiyacı yok, ama yine de yazıyım dedim" diye başlayan o mesajlardan birine rastlasam...
      Ne zaman e-posta adresime yüzellibininci kez "Ayyyyy, bu bebekler çoook şiriiiiiin!!!" başlığıyla melek kanadı takılıp fotoğraflanmış bebeklerin resmi gelse....
      Ne zaman birisi bir Yahoo grubunun 1567 üyesine birden bir yazının linkini göndermek dururken, yazının hepsini "Copy-Paste yapıp" gönderse....
      Ne zaman...
      Neyse, ben de fazla uzatmayayım lafı...
      İşte o zaman "bütün bu hizmetler bedava, iyi hoş ama, bunların bir bedeli olmalı" diye düşünürüm.

      Bir kaç hafta önce Die Zeit gazetesi yazdı da bilgilendik. Varmış, hem de pek fena bir bedeli varmış. İşte "Sörfçülerin ayakizleri" adlı yazıda anlatılanlar:

      Internete hizmet sağlayan Web-Hosting sunucularının harcadıkları enerji ve küresel ısınmaya "katkı"ları neredeyse hava taşımacılığındakine yaklaşıyormuş. Onbinlerce sunucu bilgisayarın soğutulması için harcanan elektrik enerjisi son 5 yıl içinde ikiye katlanmış. Bu, kendi halinde ufak çaplı Web-Hosting firmalarındaki durum... Google'ın dünyanın dört bir yanına dağılmış "sunucu çiftlikleri"ndeki toplam bilgisayar sayısının yarım milyon civarında olduğu tahmin ediliyormuş. Bir hesaplamaya göre Google'daki en basit bir arama bile bir lambanın bir saatte harcadığı kadar enerji tüketiyormuş. Bir başka araştırma ise popüler internet oyunu Second Life'daki bir avatarın kanlı canlı ortalama bir Brezilya vatandaşı kadar çok enerji tükettiğini açığa çıkarmış! Yani gezegenimizin "sanal" vatandaşları da en az gerçekleri kadar zarar veriyorlarmış ona...

      Dedim ya, bu şartlar altında en iyisi lafı kısa kesmek...
      Cümlemiz kısa,
      Fotoğraf çözünürlüklerimiz düşük,
      Avatarımız sade,
      Lüzumsuz fikirlerimiz eksik olsun.
      Amin!

      Çarşamba, Ağustos 29, 2007

      Bebek televizyonu

      Konunun uzmanlarına bakarsanız hepsi aynı fikirde: "Bir bebeğin üç yaşına kadar televizyonla hiçbir işi olmamalıdır!"
      Olmasın tabii, bana uyar....
      Hatta mümkünse biz yetişkinlerin de fazla bir işi olmasın televizyonla...
      Her neyse...
      Uzman tavsiyesine uyduk, küçüğün televizyon seyretmesine mani oluyoruz. O her ne kadar merakla bakmaya çalışsa da...


      Ama onun da bebek televizyonu var!
      Oturma odasında yere bir köşe hazırladım, gündüzleri orada vakit geçirsin diye.
      Bir süre sonra farkettim ki sabahları köşesine yatırınca dalgın dalgın gülümseyerek pencereden dışarıya bakıyor.
      "Neyi seyrediyor bu kadar merakla?" diyerek...
      ...uzandım ben de bir güne yere, onun yanına.
      Pencerenin dışında, kaldırım kenarında güzel mi güzel bir huş ağacı var.
      Aşağıya nazlı nazlı sarkmış, rüzgarda hafifçe sallanan dalları...
      her dalda güneş ışığıyla oyunlar oynayan parlak yeşil yapraklar...
      arka planda masmavi gökyüzü...
      arada bir de bir minik kuş...
      işte bunlar bebeğimin gördükleri...

      Dünyayı onun gözlerinden görmek; yetişkinlerin unutmaya meyilli oldukları şeyleri kaçırmamak öyle güzel, öyle güzel ki!

      Şimdi bazı sabahlar ben de yanına uzanıyorum.
      Birlikte seyrediyoruz bebek televizyonunu :-)

      Fotoğraf: ffgoatee

      Pazartesi, Ağustos 20, 2007

      Ev yapımı dondurma - 3

      Kişniş Tohumlu Dondurma

      Bu dondurmayı ben uydurdum! Elbette internette bulduğum iki harika dondurma tarifinin yardımıyla :-) İlk bulduğum lavantalı dondurma tarifi çok orijinal durmasına karşılık, içindeki 8 çiğ yumurta sarısı yanına yaklaşmama engeldi. Fakat kuru lavanta çiçeklerinin şekerle birlikte öğütülmesinden elde edilen "lavantalı şeker" fikri hoşuma gitti. Daha makul bir temel dondurma tarifi bulursam bu fikri kullanmaya karar verdim. Hemen aynı gün, içinde ne yumurta ne de krema bulunan oldukça hafif bir dondurma tarifine rastladım: Arap veya bizde bilinen adıyla Maraş dondurması! Tarif Ruki'nin. Evde dondurma hazırlama ve dondurma çeşitleri üzerine oldukça detaylı bilgi içeren bu sayfayı konuyla ilgilenen herkes okumalı. Arap (Maraş) dondurması tarifindeki salep ve damla sakızını elimde olmadığından kullanamadım. Lavanta şekeri yerine ne kullanabilirim diye düşünürken (çünkü o anda lavanta çiçeği almaya da vaktim yoktu) evdeki kişniş tohumu aklıma geldi. Ben de aynı yöntemi kullanarak kişnişli şeker hazırladım ve dondurma kremine bunu ekledim. Sonuçta benim sık sık yapmaya karar verdiğim değişik ve çok lezzetli bir dondurma çıktı ortaya... Anason veya rezene tohumlu versiyonu da denenebilir.

      Endüstriyel dondurma üreticilerinin dayattığı lezzetlerin dışında bir şey denemek pek eğlenceliydi doğrusu... Ayrıca krema ve yumurta içermeyen hafif bir dondurma tarifi bulduğuma da pek sevindim. İçindeki salebin isteğe bağlı kullanılması da bir diğer olumlu yanı. Değerli orkidelerimizin nesillerinin dondurma aşkına tükendiğini bilmek doğrusu çok rahatsız ediyor beni...

      Pazar, Ağustos 19, 2007

      Ev yapımı dondurma - 2

      Muz-Yoğurt Dondurması

      Dondurma makinası ile birlikte gelen bu tarif çok basit. Aslında ahududu ile hazırlanıyordu. Ben evdeki iki olgun muzu kullanarak yaptım. Internette kivi, kavun ve çilekli versiyonlarına da rastladım. Temel malzemesi yoğurt ve şeker (veya bal) olan bu dondurma bence her meyve ile yapılabilir. Pratik ve sağlıklı. Yoğurttan gelen ekşili tat ise benim özellikle hoşuma gitti. Belli bir tarife de gerek yok. Yaklaşık 500 gr. yoğurt, 200 gr. kadar meyve (püre haline getirilmiş) ve ağız tadınıza uygun şeker karıştırılıp buzdolabında biraz soğutuluyor. Bu, dondurma aşamasını hızlandırmak için... Meyve ve yoğurt başlangıçta zaten buzdolabındaysa bu adıma da gerek yok. Ardından hemen buzluğa veya dondurma makinasına...


      Yaşasın basit ve sağlıklı lezzetler!

      Pazartesi, Ağustos 13, 2007

      Ev yapımı dondurma - 1

      Vanilyalı Temel Dondurma


      Dondurma makinası ile ilk denememi bu bildiğim ve güvendiğim dondurma tarifi ile yaptım.

      Bu, dondurma makinası olmadan buzlukta da başarıyla yapılabilen tariflerden. LeAnn R. Ralph'in "Give me a home where the dairy cows roam" adlı kitabından alınmış... En güzel yanı içinde fazla yumurta olmaması ve olanların da pişirilmesi. 8 çiğ yumurta sarısı ile yapılan dondurmalardan hazzetmeyen benim için ideal bir tarif oldu hep. Akla gelebilecek herşeyle zenginleştirilebilir. O yüzden "temel dondurma tarifim" diye adlandırıyorum ben. Eğer yoğun krema tadı hoşa gitmiyorsa krema bir cup, süt iki cup ölçüsü ile hazırlanabilir... Buradaki cup fincan değil, Amerikan ölçü birimi bu arada...



      Tarif şu linkte:
      http://www.oldfashionedfamilies.com/content/view/14/17/

      Cuma, Ağustos 10, 2007

      Ala kaymaklı dondurmam!

      Aynı zamanda boylarından büyük enerji tüketen küçük canavarlara benzediklerinden elektrikli küçük ev eşyalarına biraz şüpheyle bakmışımdır hep. Elektrikli yumurta pişirme makinaları, elektrikli diş fırçaları, elektrikli konserve açacakları, biber öğütücüleri ve elektrikli "yok-artık-bu-da-mı" falan feşmekanı...
      Bir elektrikli aletin eve girmesi için ya klasik yönteme göre daha az enerji harcaması (örn. elektrikli su ısıtıcısı) veya mutfakta normalde dışarıdan satın aldığımız bir şeyi daha sağlıklı ve güvenle hazırlamamıza yardım etmesi (örn. blender) ön koşulumuz...
      Geçenlerde bir alet her iki ön koşulu da sağladığı ve fiyatı da çok uygun olduğu için mutfakta baş köşeye yerleşiverdi: Dondurma makinası!

      Bir süredir endüstriyel dondurmaların bol kalorisi ve abartılı tadından hoşlanmadığımızdan, eski usul dondurmacılar da hayal olduğundan evde dondurma yapma denemelerine girişmiştim. Buzlukta ve her 20 dk.da bir karıştırma yöntemini kullanarak... Harika lezzetler elde ettim ama bir litre dondurma 20 dk.da bir açılan buzlukta yarım gün boyunca ne kadar enerji harcıyordu bilmiyorum. Dondurma makinalarının temel mantıkları genelde aynı. Önerildiği şekilde ön hazırlık yapıldığında dondurma 15-30 dk. içinde hazır.

      Geçen iki haftada 4-5 değişik dondurma denedim. Eski dondurma ustalarından pek azı kaldığına göre "Evde yapılan dondurma gibisi yok!" demek abartılı olmaz herhalde. En azından içinde ne olduğunu bilerek, gönül rahatlığıyla yiyoruz şimdi dondurmamızı. Önümüzdeki günlerde bu denemelerimi fırsat buldukça paylaşacağım. Şimdilik bu nefis dondurma fotoğrafları idare eder mi?
      (Fot.1: purplekey
      Fot.2: yomi55 )

      Not: "Başlıktaki "Ala" şapkalı a ile yazılmalı ama Q klavyede nasıl yazılacağını bilemedim :-(

      Perşembe, Temmuz 26, 2007

      Yeni bir kategori: oyunlar/oyuncaklar

      Yaz tatilinin başlaması ile birlikte tanıdığım bütün ailelerde aynı şikayet: Ufaklıklar günün büyük kısmını televizyon karşısında geçiriyor veya kendilerini bilgisayar oyunlarına kaptırıyor. Bunların başından kalktıklarında ise: "canım çooooook sıkılıyor!"

      Ben de bir süredir aklımda olan bir konuda malzeme toplamanın zamanı gelmiş diye düşündüm. Doğal malzemelerle evde yapılabilen oyuncaklar...
      Bir çocuğun biraz yardımla ve kendi yaratıcılığıyla üretebileceği oyuncaklar...
      Doğamıza uygun, daha çok hareketi ve sosyal beceriyi teşvik eden oyun ve aktiviteler...

      İlk olarak da bir süre önce mrl'nin sayfasında yayınladığı şeytan uçurtması ile başlayayım dedim. mrl fotoğraflarla adım adım anlatmış şeytan uçurtmasının nasıl yapılacağını:
      http://mrlspage.blogspot.com/2007/04/tsulika-eytan-uurtmas.html

      Ufaklıktan fırsat bulunca ben de deneyeceğim hemen. Onun için çalıştığımı anlar da izin verir belki de : -)

      Pazartesi, Temmuz 09, 2007

      Küçük notlar...

      Bu küçük notları aslında Haziran başında almıştım. Şimdi bazıları güncelliğini yitirdi ama yine de olduğu gibi yayınlamak istedim.



      • Radikal'den Serdar Kuzuloğlu teknolojiyi tüketim şeklimiz üzerine düşüncelerini yazmaya devam ediyor : "Birkaç haftadır bilgisayar, internet ve teknolojiyle ilgili yazdıklarımın ardından gelen okur mektuplarının bir kısmı teknolojiye neden muhalif olduğumu soruyor. Teknolojiye düşman olmamak, uyum sağlamak gerekiyormuş... Espriyse komik değil, değilse çok komik. Teknolojinin yarattığı (dayattığı) yeni kültüre karşı bazı şeyleri unutmadan, ihmal etmeden ve yok saymadan ısrarla sormamız gerektiğini düşünüyorum sadece. İlk soru şu olmalı: gerek var mı? İkincisiyse: gerçekten mi? " yazının tamamı...

      • devletsah.com'da ilginç bir fotoğraf sergisinin izine rastladım. Time dergisinin web sayfasındaki sanal serginin konusu "Dünya ne yiyor?" Bütün dünyadan 16 aile bir hafta boyunca yediklerini paylaşmışlar. Fotoğraflar pek çok açıdan çarpıcı ve düşündürücü. Mısırlı Ahmed ve Güney Amerikalı Ayme ailelerinin sofrasına konuk olmak isterdim. Bol taze sebze ve meyve, az paketlenmiş gıda var onlarda :-)


      • Ne kadar uğraşırsam uğraşayım ana konusu "simple living" olan bu blogu bazen "bahçesiz bahçıvanın seyir defteri" ne çevirmekten kendimi alamıyorum. İşte öyle detaylardan biri: Bir haftadır ıhlamur ve filbahriler çiçeklendi. Dünya miiiis gibi kokuyor!

      • Bu da bir diğeri: Ev sahibini bastıran yavuz hırsız mıydı? Bizim evde yavuz kiracı ev sahibini bastırıyor. Kiracı civanperçemi kökleriyle evsahibi hurmanın etrafından dolaşıp saksının öte tarafından da yeşillenmeye başladı. Çok yayılmacı, çooook :-))
      Fotoğraf: Gertrud K.

      Pazartesi, Temmuz 02, 2007

      Gönüllü Basitlik (Voluntary Simplicity) Üzerine...


      Richard Gregg'in 1936 yılında yazdığı bir makale var: "The Value of Voluntary Simplicity".

      Voluntary Simplicity kavramının yani "yaşamını daha anlamlı hale getirmek için gönüllü olarak basitleştirmenin, kimi şeylerden kendi isteği ile vazgeçmenin" ilk kez sözkonusu edildiği yazılardan biri. Adına birkaç kaynakta rastladığım bu makaleyi bir süre önce Internet'te buldum. İlgimi çeken, tartışılmaya değer bulduğum bazı kısımlarını buraya not edeyim istedim. Orijinal İngilizce metin ise en aşağıda verdiğim linkte.









      "Burada bahsettiğimiz şey güdülerimizin bastırılması anlamında bir çilecilik değil. Gönüllü basitlik ile kastedilen bu derece hoşgörüsüz ve katı bir şey değil. Basitlik iklim, gelenekler, kültür ve bireyin kişiliğine bağlı olarak değişen göreceli bir kavramdır"..."Bir Amerikalı için basit olan Çinli bir köylü için basitlikten son derece uzak olabilir."

      "Bilim ve teknolojideki büyük ilerlemeler uygarlığın manevi sorunlarını çözemedi. Bu ilerlemeler sözkonusu sorunların şeklini değiştirdi, bazılarını oldukça arttırdı, kimilerini olduğundan büyük hale getirdi ve kimilerinin çözümünü de iyice zorlaştırdı. Maddi şeylerin dağılımı sadece bir teknik veya organizasyon meselesi değildir. Bu öncelikle ahlaki (manevi) bir sorundur."

      "Kullandığımız araç ve teknolojilerin bize zamandan tasarruf ve rahatlık sağladığını düşünürüz. Oysa yaşamı daha sıkışık ve telaşlı hale getirirler."

      "Yaşamın artan karmaşasıyla başa çıkmanın yolu daha fazla karmaşadan geçmiyor(geçmemeli) . Bunun yolu bizi birleştiren içsel (zihinsel değil ruhsal) değerlere dönmek ve bu ruhu tam anlamıyla ifade eden yeni ekonomik ve sosyal formlar ve yöntemler geliştirmektir."

      "Aptalın ve bilgenin basitliği farklı şeylerdir. Aptal olan basittir çünkü aklı ve arzuları birden çok şeyle uğraşma kapasitesini gösteremez. Bilge bu yüzden basit değildir. Hem bireysel , hem toplumsal yaşamın aslında sınırlı sayıda temel unsurdan oluştuğunu ve bunların dışında kalan herşeyin gereksiz yere birbirini tekrarladığını bildiği için basittir. Eğer temel unsurlar sağlıklı ve güçlü ise geriye kalan detaylar da neredeyse kendiliğinden öyle olacaktır"..."Bu yüzden bilge olan dikkatini yaşamın sınırlı sayıdaki temel unsurlarına verir, basitliğini sağlayan budur."

      "Nasıl ki yenilen şeylerin kalitesi mükemmel bile olsa, çok fazla yenildiği için vücuda zarar verebilirse; psikolojik olarak sağlıklı kalabilmek için de sahip olduğumuz şeylerin veya eşyaların bir üst sınırı olmalı gibi görünüyor. Çok şeye sahip olmak insanı öyle çok seçim yapmak ve karar almak ile karşı karşıya bırakır ki, yaşam sinir bozucu bir gerginliğe dönüşebilir."

      "Karmaşıklık (kompleksite) bünyesinde bir güzellik barındırabilir ama karmaşıklık güzelliğin ön şartı değildir. Çizgilerin uyumu, oran ve renk daha önemlidir. Bir açıdan basitlik bütün büyük sanatlarda önemli bir öğedir, çünkü amaca yönelik olanlar dışındaki tüm gereksiz detayların çıkarılması anlamını taşır.








      Makalenin tamamı:

      http://www.soilandhealth.org/03sov/0304spiritpsych/030409simplicity/SimplicityFrame.html
      Fotoğraf: B G

      Pazartesi, Haziran 25, 2007

      Dalgalarla dünyaya...

      Aslında "normal doğum mu yoksa sezaryen mı?" gibi bir ikileme düşmedim hiç. En başından beri -sezaryen için tıbbi bir gereklilik olmadıkça- normal doğumdan yanaydı kararım. Biraz korkuyordum da tabii... Üzerine çok şey duyulmuş ama hiç yaşanmamış her şeyden korktuğumuz gibi. Sonra, bir kaç ay önce, tüm dünyadan doğum adetlerini ve ritüellerini karşılaştıran ilginç bir kitap geçti elime: "Dalgalarla Dünyaya". Özellikle "ilkel" sayılan kabile toplumlarıyla "modern" toplumların doğuma bakışlarını karşılaştıran bu kitapta, yazar Ines Albrecht-Engel doğum üzerine bugüne dek rastladığım en güzel benzetmelerden birini yapıyordu (tam bir çeviri değil, benim anladığım şekliyle) :

      Doğum tamamen doğal bir süreçtir. Kontrol edilmeye gelmez. Tam tersine kendini baskı altında tutmaya çalıştıkça fazladan stres hormonları salgılanır ve bu da doğumu olumsuz etkiler. Doğru olan vücudu doğum sırasında kendi haline bırakmak ve duygularını kontrol etmeye çalışmaktan vazgeçmektir.

      Doğum sancıları bir kıyıya vuran dalgalar gibidir. (Yazar burada kendi dilindeki Wehe/Sancı ve Welle/Dalga kelimelerinin benzerliği üzerine bir kelime oyunu kuruyor.) Önce kıyıyı yalayan ufak dalgalarla başlar her şey. Daha sonra metrelerce yükseklikte dev dalgalara dönüşürler. Direnmek korkunç dalgaların üzerimize yıkılıp bizi incitmesinden başka bir işe yaramaz. Doğru olan belli aralıklarla gelen dalgaya (sancıya!) direnmek yerine kendini ona bırakmak, onunla birlikte yüzmeyi başarmaktır. Ve her yeni dalganın beklediğimiz hazineyi kıyıya biraz daha yaklaştırdığını hiç unutmamak... Dayanılması gerçekten zor son bir kaç "yıkıcı" dalganın ardından bebeğimiz de doğmuş olur. Sonra deniz birdenbire sütliman oluverir tekrar. Sanki başka bir boyuta ulaşmış gibi olur insan. Fırtına unutuluverir.


      Uzun bir bekleyişin ama kısa süren bir "fırtınanın" ardından küçüğümüz, biriciğimiz, değerlimiz 13.06.2007 günü sabaha karşı kıyıya vurdu :-))

      Cumartesi, Haziran 09, 2007

      kimyonun maceraları 09/06/2007

      Bazen gecenin karanlığında uyanıveriyor kimyon.
      Ne sımsıkı kapalı perdeler, ne de karanlıkta dilsizleşen kol saati ele veriyor zamanı.
      Gecenin ortası mı, yoksa gün ağarmasından az önce mi?
      Sonra kuşların sesini duyuyor bazen.
      Kopkoyu karanlıkta söyledikleri şarkı öyle canlı, öyle yaşam dolu ki gün doğumuna az kala olduğunu anlıyor.
      Avuç içi kadar canlıların karanlığı delen yaşama cesaretini ve isteğini şaşkınlıkla dinliyor...
      ... ve aynısını kendine de diliyor bir taraftan.
      Diğer taraftan da şunu düşünüyor:
      Dinlemesini ve görmesini bilenlere doğa daha neler neler anlatıyor kim bilir.
      Ve biz gözlerimiz televizyon ve bilgisayara dikilmiş, kulaklarımız çalar saat ve cep telefonuna kabartılmış, kaçırıyoruz durmadan onun anlattıklarını...

      Salı, Haziran 05, 2007

      Multi fonksiyonel, ultra hızlı, mega kapasiteli !

      Ne zaman elektronik veya elektrikli bir cihaz almaya kalksam başıma gelir. Önce son derece makul beklentilerle başlarım. Örneğin yürüyüş yaparken sıkılmamak için bir MP3 çalar almaya niyetlenirim ya da sadece internette bulduğum bazı yazıları ve bazı belgeleri yazdırmak için basit bir ev tipi yazıcı araştırmaya girişirim.
      Araştırıp soruşturdukça işin çapı da büyümeye başlar. "Aaaa" der bir MP3-çalar bileni, "Aldın mı tam alacaksın. 1GB'dan aşağısı kurtarmaz!". Internet'teki yazıcı değerlendirmeleri "Dakikada bilmem kaç sayfadan daha az basan yazıcının yanına bile yaklaşmayın. Hafızası şu kadar, çözünürlüğü bu kadar değilse yüzüne bile bakmayın" diye tavsiye eder. Üstelik ne kadar iyisini, hızlısını, kapasitelisini, çok fonksiyonlusunu alırsam alayım sadece 6 ay sonra piyasaya ondan daha "en" bir model çıkacağı da kesindir. Bir yıla varmadan aldığım cihazın üstün "multi" fonksiyonlarından bir çoğunu bir kez bile kullanmadığımı farkederim. MP3 çaların ses kayıt özelliğine bir kez bile ihtiyaç duymam. Satın aldığım internet paketindeki "ultra" bağlantı hızına asla ulaşamam , çünkü satıcının hiç değinmemeyi tercih ettiği üzere bunun için bilgisayarımın ağ kartı ve kablolarını da upgrade etmem gerekiyordur.

      Tanıdık geliyor mu?

      Radikal'de bilişim ve teknoloji yazıları yazan Serdar Kuzuloğlu'nun şu satırlarını okudum, bana çok tanıdık geldi.

      "Teknolojiye ayak uydurma telaşının kökeninde yeni bir şeylerin olduğu ve ondan geri kalındığı psikolojisi yatıyor. Oysa son kullanıcı olarak adlandırılan bizler için internet, cep telefonu, dijital fotoğraf makinesi ve tablet bilgisayarların ötesinde yeni bir şey olduğundan söz etmek zor. Birbiriyle birleşen, rol değiştiren ya da birkaç şeyi daha yapabilen cihazların istilasının mağdurlarıyız. Bu yüzden içindeki özelliklerin neredeyse hiçbirini kullanmadığımız cafcaflı şeylere kendi sağlığımız ya da eğlencemize bile ayırmadığımız bütçeleri hak görüyoruz.*"

      Sorunun kökeninde biraz da bilmediğimiz, üretimine toplumca herhangi bir katkımız olmamış teknolojileri büyük bir hevesle tüketme hevesimiz yatıyor sanki. Bu yüzden ihtiyaçlarımızı tam belirleyemiyor, anlayamadığımız teknik özelliklerin, kelime kalabalıklarının içinde kayboluyoruz.

      Bir sonraki elektronik eşya alışverişime elimde "Benim ihtiyacım olan sadece şu" veya "Benim bütün istediğim şu" başlıklı bir küçük listeyle çıkmayı düşünüyorum. İşe sağlam adımlarla başlamak ve ultra-mega-multi kavşaklarına geldiğimde yoldan çıkmamak için!




      *Serdar Kuzuloğlu'nun yazısı: Hepsine cidden ihtiyaç var mı?

      Cumartesi, Haziran 02, 2007

      Suyunu boşa harcama



      TEMA Vakfı "evlerdeki gereksiz su tüketiminin önlenmesi için bireysel çabaların ne kadar büyük fark yaratacağına dikkat çekmek ve kamuoyunu bilinçlendirmek amacıyla" Suyunu Boşa Harcama Kampanyası başlatmış.

      Kampanya ile ilgili detaylı bilgi ve evde daha az su tüketmenin 10 yolu şu linkte.

      Salı, Mayıs 29, 2007

      Bir yazı: Ya ruh obezliği

      Zülfü Livaneli pek çok toplumsal sorunumuzun kökeninde kültürel yozlaşma olduğunu yazar öteden beridir. Bugünkü de öyle bir yazısı... "Ya ruh obezliği" adlı yazıda

      "Beden obezliğinin farkındayız ama belki bundan daha da tehlikeli olan ruh obezliği henüz kafalarımıza dank etmiş değil.

      Bedenimizin sağlığını abur cubur yemek bozuyorsa, ruh sağlığımızı da televizyondan, basından, eğlence dünyasından yayılan abur cubur mahvediyor. "

      demiş. Katılmamak elde değil. Mesele doğru "kültür diyetini" bulup uygulayabilmek olsa gerek.

      Yazının tamamı burada.

      Pazar, Mayıs 27, 2007

      Bugün...

      • ... sabah kalkmış yatakta oyalanırken birden dakikalardır sokaktan bir tane bile otomobil geçmediğini farkettim. Oysa ki çok gürültülü olmamakla beraber, gece bile hareketli bir sokaktır. Olağanüstü bir sessizlik! Önce biraz garip geldi, sonra hoşuma gitti. Sessizliğin tadını çıkardım. Hiç otomobil olmayan bir dünya -en azından sesler açısından- nasıl olurdu diye merak ettim.
      • ... bir Internet sitesinde evdeki gündelik dağınıklığı engellemek için küçük bir yöntem okudum. Oyunun adı "odayı eli boş terketme!". Bir odadan her çıkışımızda elimize o odaya ait olmayan bir eşya alıyoruz ve eşyayı gittiğimiz (veya yolumuz üzerindeki) odada yerine bırakıyoruz. "Aman, triplex evimiz mi var. Bizim nohut oda, bakla sofa evimizde ne kadar farkeder ki..." dedimse de denedim. Bayağı işe yarıyor.
      • ... ekmek pişirdim. Bir hafta yetecek kadar. Ekmeklerimin son zamanlarda susam, ayçekirdeği, yulaf, ceviz gibi eklemelerden gittikçe uzaklaşıp basitleştiğini farkettim. Un, su ve maya... O kadar... Ruh halimle ilgili galiba...
      • ... akşamüstü yine yağmur yağdı. Yağmurdan sonra mahallenin çocukları çıktılar sokağa. Seslerini duydum. Çok eğlendiklerini farkettim.
      • ... ben niye yürüyüşe çıkmadım ki?

      Velhasıl bugün de böyle geçti.

      Perşembe, Mayıs 24, 2007

      Falımda materyalizm çıktı!

      Bazen eğlenceli bulduğum için çiğnediğim sakızlardan çıkan falları okuyorum. Bugünkü şöyleydi:

      Çıktı falında bir yar
      Para işinden anlar
      İki giyim mağazası
      Bir de güzel evi var.


      Eskiden olsa "Can alıcı gözleri, altın gibi kalbi var" mealinden bir şeyler yazarlardı. Can alıcı gözler ve altın kalpler artık karın doyurmuyor. Fabrikatör kızı Selma'nın babasının tüm ayak oyunlarına rağmen fakir çocuk Murat'a aşkından vazgeçmediği, Murat'ın da aşkına karşılık fabrikatör babanın teklif ettiği liraları bir tokat gibi geri fırlattı günler çoktan geçti tabii.

      Ama mutluluk hayallerimizin ön şartı para işinden anlayan mağaza sahibi sevgili mi olmalı yani?

      Fallar bile ne kadar materyalist oldu böyle...

      Perşembe, Mayıs 17, 2007

      Bi yuppiii daha: Civanperçemi!

      Yuppiiiiiii!

      Civanperçemim çiçek açıyor!
      Hangi civanperçemi?
      Hani şu hurmanın saksı kiracısı olan...
      Geçen sonbahar bir yürüyüşten dönerken köküyle söküp getirmiştim de evde bulduğum ilk boş saksıya ekmiştim. Pek de bakıp ilgilenememiştim sonradan. Buna rağmen bütün kış düzenli olarak neredeyse 10 günde bir dal vermişti topraktan. Ben de onu "aman da civanperçemim benim" diye seviyordum her yeni dalında. Baharla birlikte o da canlandı. Dipten dipten dal vereceğine uzayıp boy atmaya ve yan dallar vermeye başladı. Bahçede bayırda gördüklerim yanlara doğru gelişir, en fazla 10-20 cm. dir boyları. Benimki saksıda genişleyecek yer bulamadığından herhalde, boyuna gidip neredeyse 50 cm'ye yaklaştı. Bir kaç gündür de üst dallarında pıtır pıtır çiçeklenme belirtileri gösterdi. Bembeyaz çiçekleri patladı patlayacak!

      Ekolojik bahçıvanlık veya doğal/basit yaşam kitaplarında hep okuduğum bir öneri doğruymuş. Bahçenizde veya evinizde yetiştirmek için yaşadığınız bölgenin doğal bitkilerini tercih edin diyordu. Hem iklim ve toprağa uyumları sebebiyle daha az zahmetli olduklarından, hem de kimyasal gübre ve benzeri doğaya yük getiren yapay desteklere ihtiyaç duymadıklarından dolayı...

      Yine de evde saksı bitkisi olarak civanperçemi yetiştiren kaç deli vardır benden başka, bilemiyorum.

      Neden civanperçemi yetiştirdiğimi de yazacaktım ama, o başka bir yazıya kalsın. Önümüzdeki bir kaç ay için yaşamımı biraz rölantiye almaya karar verdim. Herşey yavaş yavaş, azar azar aksın; koşturmacalar, herşeye yetişme, herşeyi yetiştirme çabaları son bulsun diye umuyorum.
      Acaba başarabilecek miyim?


      (Fotoğraf: anita gould)

      Perşembe, Mayıs 10, 2007

      Bu bahar gözüme takılanlar - 5: Karahindiba ve papatya

      Mevsim yaza geçmeden papatya ile karahindibadan bahsetmesem olmayacak.
      Yol kenarlarını dolduranlar da onlar...
      En acemi bahçıvanların bahçelerine hayat verenler de...

      Dün yanından geçtiğim bir bahçede gördüm. Çimleri biçerken ortada baklava şeklinde bir bölüme dokunmayıp olduğu gibi bırakmışlar. Sadece papatya ve karahindibadan oluşan bir çiçek tarhı elde etmişler böylece. Önce bahçıvanın tembelliğine verdim. Ama sonra düşündüm de... Belki de şık bahçe dergilerinden fırlamış gibi değil de, daha "doğal" bir tarzı tercih ediyordur bahçesinde. Neden olmasın? (Fotoğraf: Sir Iwan)

      Bu kır çiçeklerinin en hoşuma giden yanı, her ortamda, her şart altında yetişebilmeleri. Hani bazen kaldırım kenarında, duvar dibinde neredeyse yoktan -yoktan demeyelim de taştan- biten karahindibalar olur ya... İşte onlar benim favorilerim! İnsana her şart altında şikayet etmeden, ne olabilecekse en iyi şekilde onu olmanın mümkün olduğunu anlatır gibiler... (Fotoğraf: muckiwurm)

      Karahindibanın latince adı Taraxacum officinale. Başta gelen batı dillerinde olduğu gibi Türkçe'de de aslandişi diye geçtiği oluyor (İngilizce dandelion, Fransızca dent de lion, Almanca Löwenzahn). Çoğu zaman sarı çiçeklerine şöyle bir bakıp geçtiğimiz hindiba aslında çok da faydalı bir bitki ve mutfağımızda da önemli bir yeri var. Sadece pazara çıkıp oradan da mutfağımıza girdiğinde çoğunlukla adı radikaya dönmüş oluyor :-)) Ev Cini ve Yoğurtland'da iki güzel tarif ve pek çok ilginç bilgi var karahindiba-radika hakkında... Biz de yol kenarlarında olanlardan değilse de, pazara uğramış "kültürlü" kardeşlerinden bolca misafir edebildik mutfağımıza bu bahar.
      Aslında taa geçen sene bulduğum, ama denemeye bir türlü fırsat bulamadığım bir başka tarif daha var karahindibalı. Bu tarifte otun yaprakları değil, hepimize tanıdık olan sarı çiçekleri kullanılıyor. Hem de "tatlı" bir amaç için: Karahindibalı Kurabiye! Denemeyi çok istediğim bu kurabiye şu linkte fotoğraflı olarak tarif edilmiş. Karahindibanın faydaları ve kullanım alanları sayılamayacak kadar çok. Çayına ve kahvesine girmiyorum bile...
      (Fotoğraf: Catalinr)

      Papatyaya gelince... Aslında pek çok değişik türü var bu çiçeğin. Papatya deyince aklıma hemen o ünlü tango geliyor: "Papatya gibisin beyaz ve ince, eziliyor ruhum seni görünce...". Bu şarkıda kastedilen papatya hangi türdür bilmiyorum :-)) Ama benim sözünü ettiğim, bildiğimiz kır papatyası. Baharda pikniğe gidince saçlara taç diye örülen veya "seviyor-sevmiyor" fallarına çiçeklerini feda eden... Sadece bahar müjdecisi ve piknik eğlencelerinin konusu değil tabii ki papatya. Pek çok faydası da var. Bu yazıyı "Şifalar Bitkiler Ansiklopedisi" ne çevirmemek ve çok iyi bilmediğim konularda ahkam kesmemek için hiç girmiyorum bu konuya. Ama şu ve şu linkte şifalı özelliklerinden bahsediliyor papatyanın... (Fotoğraf: Mark Bridge)

      Çevremizdeki bu mütevazi, küçük güzellikleri farkedebilmek ve onları bir şekilde yaşamımıza konuk edebilmek ne güzel!
      İster bir su bardağının içinde masamızın bir köşesini süslesinler, ister bir fincan çay olsunlar keyifle yudumladığımız... İster başımıza taç, ister dilimize şarkı olsunlar.
      Hep yaşamımızda olsunlar!

      Çarşamba, Mayıs 09, 2007

      Yuppiiiiii! Yağmur!

      Yuppiiiiii!
      "Bir yağmur göremeden bahar gitti gidiyor" derken üç gündür yağmur yağıyor!
      Bütün polenler yere indi. Artık daha rahat nefes alabiliriz.
      Sabah şemsiyemde ve kaldırımlarda tıpırdayan yağmuru dinleyerek biraz yürüdüm.
      Şemsiye ve yağmurluğa rağmen biraz ıslandım, ama ne gam!
      Ağaçların suyu görünce biraz koyulaşan, capcanlı yeşili ne güzeldi...
      Sadece çocukların çıkarabileceği bir keyifle, özellikle su birikintilerine basarak giden bir kaç afacan gördüm. Onlar gibi birikmiş suların üzerine üzerine gitmek yerine, farkına bile varmadan etrafından dolaşmayı ne arada öğrendik de, ne zaman yetişkin oluverdik merak ettim.

      Cumartesi, Mayıs 05, 2007

      ebay maceram!

      Internet üzerinde alışveriş yapmaya bir türlü alışamadım. En son 6 sene önce Amazon'dan birkaç kitap almıştım sanırım. Sonra uzunca bir ara verdim. Ne büyük birader izlesin beni, ne küçük birader Hawai tatilini kredi kartımdan ödesin!
      Ayrıca sanal alışverişte kaybolup gidiveren bazı şeyler var sanırım. Satın aldığım şeyi (ister bir kitap olsun, ister bir demet maydonoz!) elimde tutup hissetmeye ihtiyaç duyuyorum mesela... Sonra "alışveriş sohbetleri"... Bazen laf lafı açar... İster satıcıyla olsun, ister mağazadaki diğer müşterilerle, insan başka türlü öğrenemeyeceği bir dolu şey öğrenebilir bu sohbetlerde. Hem hava da güzelse caddelerde alışveriş bahanesiyle dolaşmak, bilgisayar başında tünemekten daha iyidir.

      Geçen hafta internette alışverişe dönüş yaptım! Hem de benim için zorlu tarafından, ebay üzerinden! Bir sürü "zaten" beni ebay'e götürdü. Satın almak istediğim şeyi üreten zaten topu topu üç firma vardı. Zaten üçü de internet üzerinden satış yapıyordu. Zaten belli bir ölçü ve renk ile belirlenen model isimleriyle satıldığından yanlış bir şey alma şansım yoktu. Zaten çoğu meraklısı da benim gibi ilk el fiyatlarını fazla bulduğundan ebay'den ikinci el satın alıyordu. Zaten, zaten, zaten...

      Yine de temkinli gitmekte fayda gördüm. Bir ay önce kendime bir ebay hesabı edinmekle başladım işe. Alıcı olarak hiçbir "tehlikeli" bilgi (kredi kartı numarası, hesap no vb.) vermek gerekmemesi işin hoşuma giden taraflarından biri. Sonra sıra açık arttırmadaki binlerce ürün arasından uygun bir tanesini bulmaya kalıyor.

      İlk bir hafta seçtiğim açık arttırmaların nasıl gittiğini takip etmekle yetindim. Biraz sağlamcı mı gittim, ne? Ama sabit bir fiyatın olmayışı işin en tehlikeli taraflarından biri. Sistemde bir güvenlik açığı falan olmasından değil. İnsanoğlunun doğasından dolayı! İnsan kolaylıkla işin içinde "gerçek" para döndüğünü unutup, kendisini bir bilgisayar oyununun içinde zannedebilir. Geçmiş satışların nasıl seyrettiğini izlemek, özellikle son dakikalarda soğukkanlı olmak, çıkılabilecek en yüksek fiyatı önceden kendi kendine sıkı sıkı tembih etmek(!), şüpheye kapıldığım yerlerde tecrübeli ebay kullanıcılarının görüş alışverişinde bulunduğu forumu takip etmek benim uyguladığım yöntemlerdi :-))

      Kurulan sistem pek çok yönüyle güvenilir görünmesine karşılık, belirlenen kurallar çerçevesinde hoşa gitmeyecek taktikler uygulandığını da öğrendim bu sayede. Örneğin ürün açık arttırmada en yüksek fiyatı teklif edende kalıyor doğal olarak, ama bazı durumlarda satıcı ve alıcı karşılıklı anlaşarak vazgeçerlerse, ürün en yüksek ikinci fiyatı verene teklif edilyor. Bazı satıcılar bu özelliği kullanarak sattıkları malın fiyatını yukarıya çekmek için bir ikinci hesap ile (veya bir tanıdıklarının yardımıyla) alıcı gibi arttırmaya katılıp sonunda da (sözde) "vazgeçiyorlarmış". Sonuç: Mal yapay olarak yükseltilmiş fiyatla herşeyden bihaber olan "ikinci en yüksek fiyatı veren" e teklif ediliyor. Çoğu zamanda kabul görüyor.

      Benim açımdan bu ilk ebay alışverişi sorunsuz sonuçlandı. Satıcı iletişime ve bilgi vermeye oldukça açık biriydi. Bana kullanım hakkında ufak tefek ipuçları dahi verdi ve biraz geciken postanın kargodaki durumundan da haberdar etmeyi ihmal etmedi. Satın aldığım mal iki gün önce elime geçti. Tam olarak tarif edildiği gibiydi, fotoğraftakinden biraz daha kötü bir şey çıkmasına kendimi hazırlamış olmama rağmen... Yani beklentilerimi tam olarak karşıladığını söylemek mümkün...

      Sonuç olarak internet üzerinden açık arttırmalı alışverişi önerir miyim? Yooo! Mümkün olduğunca eski usul gitmeyi kendi adıma tercih ederim. Özellikle bir tüketim canavarına dönüşme eğilimi olanlara hiç önermem. ebay'in ciddi sayıda kontrolden çıkmış "bağımlıları" olduğunu duydum.
      Ama "hiç tavsiye etmem" de diyemeyeceğim. Ne satın almak istediğimize bağlı. "İhtiyaç" ve "istek" arasındaki ince farkı iyi bilen ve doğuştan iyi pazarlık becerisine sahip olanlar bu tür sanal satışlardan faydalanabilir bile...

      Fotoğraf: Old Shoe Woman

      Pazar, Nisan 29, 2007

      101 yol



      Hava birkaç gündür Nisan ayına uymayacak kadar sıcak. Gündüzleri mümkün olduğunca dışarı çıkmamaya çalışıyorum. Bugün de öyle... Serin odamın tavanına Mavi Sakal'ın "İki Yol" şarkısı asılı... (Fotoğraf: afeman)

      "İki yol var demiştin, hangisini seçeyim?" diye soruyor.

      Neyseki yaşamda varmak istediğimiz bütün hedeflere ille de iki yoldan birini seçerek gitmemiz gerekmiyor. Bazen gidilecek yollar pek çok, mümkün olduğunca çoğunu seçip uygulayabilmek ise tercih sebebi :-))

      Örneğin, hedef yaşadığımız dünyayı korumak ve daha basit yaşamaksa bu işin 10, 50,100 yolunu anlatan kitaplar ve internet kaynakları karşımıza çıkıyor hemen. Bu listeleri birebir uygulamak ruhsal dinginliği beraberinde getirir mi bilinmez, ama yaşadığımız dünyaya biraz nefes aldıracağı bir gerçek.

      Ekolojik bilinç üzerine bir site olan GreenStyle'ın blog bölümünde yaşamımızı yeşillendirmenin :-) 101 yolu sayılmış. Okurken "ben bunların hangilerini yapıyorum?" diye sordum kendime, bir süre sonra da tuhaf bir monoloğa giriştiğimi farkettim:

      1. Organik yiyecekler satın alın. (Biraz pahalılar ama mümkün olduğunca öyle yapıyorum. Yine de yeterince araştırmadan kendini eko, bio, organik çılgınlığına kaptırmamalı insan. Bio yumurta ile olmayan arasında besin değeri olarak bir fark olmadığını açıkladılar geçenlerde. "İlle de bio yumurta" takıntısından vazgeçtim.)
      2. Yaşadığınız bölgenin ürünleri tercih edin. (Kulağa hoş geliyor ama uygulamada zorlanıyorum. Süpermarkette pazarda olduğu gibi "nerden kardeş bunlar?" diye sormak mümkün olmuyor. )
      3. İşe yemek getirmek için tekrar tekrar kullanılabilen kapları kullanın. (Bir nevi sefertası kullanın demek istiyor yani. Bu konuda girişimde bulunmam lazım. Şu anda alüminyum ve plastik kullanıyorum. Sağlam, yeniden kullanılabilir plastik kaplar daha doğru bir çözüm gibi.)
      4. Kahve ve çikolata gibi ürünlerde fair trade yapan markaları tercih edin. ( Bulursak tabii...) (Fotoğraf: flydown)
      5. Gıda atıklarınızı kompost yapın. (3 metrekarelik balkonunda kompost sistemleri kurup, gübreye dönüşsün diye bir yıl bekleyenler var, biliyorum. Çok doğal, çok doğru, biliyorum. Yine de beni şimdilik pas geçin. Bahçeli evim olursa, elbette!)
      6. Şişe suyundan kaçının. (Yaşasın! Bunu yapıyorum işte... Ama çeşme suyu içilebilir bir şehirdeyim. Bu da benim şansım...)
      7. Daha az et yiyin. (Memnuniyetle! Vejeteryan olmama çeyrek var.)
      8. Buzdolabı ve dondurucunuzu uygun ısıya ayarlayın. (En son kontrol ettiğimde öyleydi. Bazen mevsim geçişlerinde değiştirmeyi unutuyorum.)
      9. Alışverişe kendi torbalarınızı götürün. (Öyle yapıyorum. Sattığı malı otomatiğe almış bir şekilde hemen kendi poşetine yerleştiriveren kasiyerlerle "Bi dakka! Benim kendi poşetim var." "Çıkarıyım yani şimdi bundan?" "Evet, lütfen, zahmet olucak...", "?!?" şeklinde diyologlar olmazsa yaşam daha da güzel!)
      10. Paketsiz ürünleri paketli ürünlere tercih edin. (Alışverişte unutmazsam dikkat ediyorum.)
      11. Mısırı alüminyum folyo yerine kendi kabuğunda közleyin.(Eskiden de öyle yapmazlar mıydı? Sokak satıcıları hala öyle yapıyor sanırım. )
      12. Yeniden kullanılabilir kahve filtresini tercih edin. (Filtre kahve içmiyorum zaten.)
      13. Drive-through'dan kaçının. (Arabalı fast-food değil mi bu? Fast-food yemeyeli ne kadar çok zaman oldu. Nerede kalmış drive-through?)
      14. Sadece çevreyle dost deniz ürünleri yiyin. (Hımmm... Çevreyle dost deniz ürünün tam tanımı nedir? Japonlar gibi balina yiyip nesillerini tüketmeye kastım yok. Ama aldığım balığın avlanma mevsimi dışında veya dinamit falan gibi zararlı yöntemlerle avlanıp avlanmadığını nasıl bileceğim?)
      15. Buzdolabı ve dondurucunuzu her zaman dolu tutun. (Süpermarkette elinize ne geçerse alın da dolabınızı doldurun anlamında değil tabii. Boş bir buzdolabını soğutmak için daha çok enerji tüketilir diye duymuştum, onun için. Bir forumda 1,5 litrelik şişeleri suyla doldurup buzdolabınızın boş kısımlarına yerleştirin diyorlardı. Hiç denemedim.)
      16. Kendi yiyeceğinizi yetiştirin. (İnsana "bi dönümcük bahçen var mı?" diye sormazlar da hiç. Ahhh, ah! Ama bahane bulmayalım, Küba'dan alınacak çok ders var. )
      17. Yiyecekleri buzdolabı ve dondurucuya yerleştirmeden önce oda sıcaklığında soğumasını bekleyin. (Annemden aldığım mutfak dersleri de aynı şeyi söyler. Anne sözü dinlerim!)
      18. FSC sertifikalı ahşap ürünlerden alın. (FSC çevre ve toplum dostu orman yönetimini amaçlıyormuş. Hiç duymamıştım.)
      19. Dönüştürün! Şişe, teneke kutu, kağıt, vb. (Yapıyorum!)
      20. İyi durumdaki kullanılmış eşyaları atmak yerine bağışlayın. (Daha da önemlisi "neden iyi durumda olduğu halde onlardan kurtulmak istiyorum?" diye sorabilmek! Özsaygımı zedeliyor, her zaman soramıyorum :-(
      21. Bambu (Bambu ahşaptan daha mı çevre dostu? Uzak Doğu'dan yani uzak yollardan geldiğine göre her zaman öyle olmayabilir. Bu maddeden şüpheliyim.)
      22. Duş başlığında daha az su akıtan modelleri tercih edin.
      23. Tuvalet sifonunda da öyle...
      24. Ön kapılı bir çamaşır makinası alın. (Öyle olmayanı var mı? Varsa enerji tüketimi açısından fark mı var? Bu galiba ABD'ne özgü bir şey. )
      25. Giysileri sıcak veya ılık su yerine soğuk su ile yıkayın. ("Ama benim çamaşır makinamın soğuk su ayarı yoook!" dedim, kalktım, baktım. Varmış! Rezalet, bu kadar zamandır farketmemişim...
      26. Çamaşır kurutucusu kullanmak yerine çamaşırlarınızı asarak kurutun. (Tanrı güneşli ülkemin teknoloji çılgını tüketicilerini çamaşır kurutucusu denen aletin varlığını keşfetmekten korusun!)
      27. Yağmur suyu biriktirin. (Bazen şöyle bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığı zaman komşuların tuhaf bakışlarına falan aldırmayıp sokağa kacaman bir kova yerleştirmek geçiyor kafamdan. Bir kez yapabilmiş değilim. En azından saksı çiçeklerine verirdim. Balkonum olursa kesin yapacağım!)
      28. Musluklarınızın damlamamasına dikkat edin.
      29. Şofbeninizi izole edin. (Ne için?)
      30. Furnace ya da boiler'inizi temiz tutun.(? Bilmediğimiz sularda yüzmeye başladık!)
      31. Greywater (Çamaşır, bulaşık, banyodan çıkan atık su) biriktirin. (Bazı ülkelerde geridönüşüm sisteminin ev kaynaklı atık suları da topladığını duymuştum. Şimdilik bize uzak. Bireysel uygulamalar için biraz tesisat işlerinden anlamak lazım bence.)
      32. Evinizi bir enerji denetlemesinden geç(irt)in. (Ama siz de çok zor sormaya başladınız hocam yaaaa!)
      33. Ampullerinizi kompakt floresan lambalarla değiştirin. (Aklımda!)
      34. Tüm elektrikli aletlerinizi her zaman düğmesinden tam olarak kapattığınızdan emin olun. (Stand-by'da kalmayacak yani. Buna çok dikkat ediyorum.) (Fotoğraf:limemintcooler)
      35. Evinizin kış için izolasyonunu yapın. (Şaka bir yana, bu da çok önemli. Evlerde en çok enerji ısınma için tüketiliyormuş. )
      36. Ev aletlerinizi enerji tasarruflu olanlardan seçin. (Satın alırken enerji tüketimi ile ilgili sertifikasına bakmak gerekli. Hani üzerinde yeşil, kırmızı, sarı ile işaretlenmiş A,'dan G'ye kadar kategorisini belirtilen etiketler oluyor da, satın aldıktan sonra çıkarmaya uğraşırken "Bunu niye yapıştırmışlar buraya?!?" diye söyleniyoruz ya, işte o.) )
      37. Yenilenebilir enerji kullanın. (Güneş, su, rüzgar enerjisi...Belediyemiz uyuyor mu?)
      38. Sıcak su için güneş enerjisinden faydalanın. (Özellikle yeni geliştirilenler görüntü kirliliği de yaratmıyor.)
      39. Şarj edilebilir pillerden alın. (Ve de onları şarj eden aletlerden tabii... Bu konuda biraz bilgilenmem lazım.)
      40. Hediye paketi olarak geri dönüşümü mümkün kağıt kullanın. (Hediye yerine hediye çeki alıyorum. Pek hediye paketiyle işim olmuyor bu yüzden.)
      41. Jeotermal ısı kullanın. (Sanırım jeotermal kaynakları olan bölgeler için bu öneri.)
      42. Termostatınızı düşük ısıya ayarlayın. (Kaloriferi mi yoksa şofbeni mi kastediyor anlamadım ama her ikisinde de ısıyı düşük tutmaya çalışıyorum. İnsanın 1-2 derece düşük ısıya kolaylıkla alışabileceğini farkettim. Oysa o 1-2 derecenin sağladığı enerji tasarrufu çok büyük.)
      43. Kışın geceleri perdelerinizi kapatın. (Enerji tasarrufuna faydası olduğunu hiç düşünmemiştim.)
      44. Yazın gündüzleri perdelerinizi kapatın. (Bunun da...)
      45. Su ısıtıcınızı (şofben) en fazla 120 F (48 C) dereceye ayarlayın. (Ben en fazla 45 yapıyorum. Mevsime göre değişiyor. Her şofbende derece ayarı olmaması bir dezavantaj.)
      46. Organik veya dönüştürülebilir malzemeden üretilmiş giysiler alın. (Buldukça tercih ediyorum. Bakımları daha zor ve biraz daha pahalılar. Ama daha sağlıklı ve çevre dostu.)
      47. Petrol içermeyen ürünler kullanın. (Öyle beklenmedik ürünlerin içinde petrol ve türevleri karşımıza çıkıyor ki... Araştırmak ve doğal alternatiflerini bulmak gerekli.)
      48. Hayvanlar üzerinde test edilmeyen ürünlerden alın. (Bazı kozmetik ürünlerinin üzerinde yazıyor bu sanırım. Daha çok doğal -bitkisel malzemelerin kullanıldığı bakım ürünlerini kullanıyorum. Bunlar için fazla test yapılmadığını varsayıyorum. Umarım öyledir.)
      49. Kendi temizlik malzemelerinizi üretin. (Bu konuda bir kaç denemem oldu. Artık daha çok gıda reyonlarından alıyorum temizlik malzemelerimi :-)) Sirke, karbonat, vb...)
      50. Kütüphanelerden faydalanın. (İkinci evim olur kütüphaneler :-))
      51. Biten pillerin geri dönüşümünü sağlayın. ( Madde 39. Şarj edilebilir pil kullanın. Sanki daha doğru...)
      52. Mürekkep kartuşlarının geri dönüşümünü sağlayın. (Yapabileceğim halde tembellikten yapmadığım bir şey de bu :-(
      53. Güzellik ve kişisel bakım ürünlerinin organik ve doğal olanlarını kullanın. ( Kullandığım ürünlerin sayısını azalttım ve onların da kimyasal değil bitkisel kaynaklı olmasına çok dikkat ediyorum.)
      54. Organik iç çamaşırı satın alın. (Bkz. madde 46)
      55. Kendi sabununuzu üretin. (Çok merak ediyorum nasıl yapıldığını! Bir kaç kaynak da buldum bu konuda. Ama neredeyse evde bir laboratuar kurmak gerek bu iş için... Herşeye rağmen denemek istediğim bir şey...)
      56. Çocuklarınızı çevre bilinci ile yetiştirin. (Herşeyden çok istiyorum bunu! Ama her çocuk sonunda ne olmak istiyorsa onu oluyor. Ve hatta çok kuralcı olunca da tam tersini olmak istiyor.)
      57. Sadece low-VOC veya no-VOC boyalar kullanın. ( Boya işleri uzmanlık alanıma girmiyor. Ama herhalde boya kutularının üzerinde bu konuda bilgi vardır.)
      58. Mimari malzemeleri de tekrar kullanın. (Tekrar uzmanlık alanım dışındayız :-)
      59. Evinizi yeniden dekore ederken gereği kalmayan eşyaları bağışlayın. (Her yıl yeniden dekore de etmeyelim ama!)
      60. Hava filtresini kullanıldığı sürece ayda bir değiştirin.
      61. Klima yerine pervane kullanın. (Eski filmlerdeki gibi! Klimanın en büyük enerji canavarlarından biri olduğunu duymuştum, üstelik pek sağlıklı da değil...)
      62. Plastik kullanımınızı azaltın. (Uğraşıyorum, uğraşıyorum!)
      63. Kağıt veya styrofoam bardaklar yerine bir kahve kupası kullanın. (Özellikle işyerinde...)
      64. Büyük miktarlarla satın alın. (Çok doğru bulduğum ama pratikte pek uygulayamadığım bir şey daha :-(
      65. Kullan-at ürünleri mümkün olduğunca az kullanın. ( İşte buna da çok dikkat ediyorum.)
      66. Dış mekanlarda güneş enerjisi ile çalışan lambalar kullanın.
      67. Banyo yapmak yerine duş alın.
      68. Ağaç kesilmeden üretilen tebrik kartlarından kullanın. (Daha önce hiç duymamıştım ama gerçekten böyle kartlar varmış. Aklımızda olsun!)
      69. PVC'den yapılmış oyuncaklardan uzak durun. ( Özellikle ahşaptan yapılanlar daha çok hoşuma gidiyor. Hele çocuklar ve anne-babalar oyuncakları kendileri üretince daha da güzel!)
      70. Okumadığınız kitap ve dergileri bağışlayın.
      71. Perc kullanmayan kuru temizlemeci bulun. ( "Perc kullanıyor musunuz?" diye sorsam kuru temizlemecinin yüzü ne hal alır? Şaka bir yana dikkat etmeli böyle şeylere...Hem dünyanın hem kendimizin sağlığıyla oynuyoruz yoksa. )
      72. Geri dönüşümden üretilmiş kağıt kullanın. (Bir ara araştırdım geri dönüşümden çıkma kağıdı. Bir türlü nerede satıldığını bulamadım. Geri dönüşüme çok kağıt topluyorum ama...)
      73. Bilgisayarınızın enerji tasarrufu ayarlarını optimize edin. (Uzun zaman önce yapmıştım.)
      74. Patronunuzu çalışma sürenizin bir kısmında evden çalışmak (telecommute) için ikna edin. (Kaç patron ve hangi şartlarda ikna olur bilmiyorum ama hayalimdeki çalışma tarzı budur. Pijamalarımla, canım istediğinde kahve içerek :))
      75. Desktop bilgisayar yerine laptop bilgisayar kullanın. (Ne gibi ekolojik bir değeri olduğunu bilmiyorum ama öyle yapıyorum.)
      76. Lüzumsuz postalardan kurtulun. (Bir yıl önce bu konuda girişimde bulundum ve gereksiz reklam postalarından epeyce kurtuldum. Büyük ferahlık!)
      77. Ağartılmamış kağıt kullanın. (Genellikle kullanılmış kağıtların arkasını kullandığımdan kağıt satın almıyorum pek.)
      78. LCD bilgisayar monitoru kullanın. (Hem daha sağlıklı, hem de daha tasarruflu olduğunu duymuştum. Enerji açısından... Bir sonraki bilgisayarımda düşünebilirim.)
      79. Mümkün olduğunca dijital iletişim yöntemlerini kullanın. (Evet, çevre açısından daha doğrusu bu. Ama bir posta kartının yerini de bir e-kart tutmuyor her zaman!)
      80. Fax makinası yerine fax-modem veya e-faxing hizmeti kullanın.
      81. Bahçenizde kimyasal gübre kullanmaktan vazgeçin.
      82. Çim biçme makinalarının gazla çalışanlarından kaçının.
      83. Yaşadığınız bölgeye ait bitkiler yetiştirmeyi tercih edin.
      84. Organik kesme çiçek satın alın. (Nereden buluyoruz bunu?)
      85. Bir ağaç dikin. (Kendim hiç ağaç dikmedim ama pek çok ağacın dikimini maddi olarak destekledim, birkaç ağacın dikiminde de bizzat bulundum veya vesile oldum. Sayılır mı?)
      86. Bir hybrid satın alın. (Burada bir hybrid araç kastediliyor sanırım.)
      87. Arabanızı kendiniz yıkamak yerine bir araba yıkama servisine yıkatın. (Arabam yok ama olanlara söylemeliyim bunu, eğer bilmiyorlarsa.)
      88. Dizel bir araba satın alın. (Hiç araba almasam? Aram hoş değil onlarla...)
      89. Biodizel kullanın.
      90. Carpool yapın. ( Trafikte içinde tek kişi bulunan araçların çokluğunu gördükçe ben de hep düşünürüm bunu. Otomobillerin satatü sembolü olmaktan çıkıp fonksiyonel ulaşım araçlarına dönüştükleri günler gelirse belki yaygınlaşır bu alışkanlık.)
      91. Toplu ulaşım araçlarını kullanın. (Otomobilim olmadığından zaten toplu ulaşım araçlarının müdavimiyim. Ama sistemin iyi kurulmadığı şehirlerde "hadi arabadan inin, toplu ulaşım araçlarına binin." diye önermek hiç de gerçekçi değil.) (Fotoğraf: gananarama)
      92. Mümkün olduğunca yürüyün veya bisiklete binin. (Öteden beri çok ve severek yürürüm zaten. Bisiklet sürmeyi ise öğrenmem lazım. Belki bir gün...)
      93. Araba yolculuklarınızın sayısını azaltın.
      94. Mümkün olduğunca hava taşımacılığından kaçının. (Uçuş korkum bu konuda çok yardımcı oluyor "maalesef" :-((
      95. Otomobilinizi düzenli bakım ile arızalardan koruyun.
      96. Karbon veya yenilenebilir enerji kredisi kullanın. (Anladığım kadarıyla bireylerin değil şirketlerin yapabileceği bir şey bu...)
      97. Çevre ve sosyal yardım kuruluşlarına bağışta bulunun.
      98. Yardım kuruluşlarında gönüllü çalışın.
      99. Sizi temsil ettiğine inandığınız politikacılara konu hakkındaki hassasiyetinizi yazın.
      100. Yatırımlarınızın çevreye zarar vermeyen ve sosyal açıdan sorumlu yatırımlar olmasına dikkat edin.
      101. Ahlaklı bir banka ile çalışın. (Biliyorum, Türkçe'ye çevirince "var mı öyle olanı?" dedirtiyor, ama İngilizce'de böyle bir kavram var. Alışverişlerimde az da olsa dikkat ederim bu konuya, sosyal bilincini daha yüksek bulduğum firmaların ürünlerini tercih etmeye çalışırım. Finans sektöründe nasıl bulunur öylesi, bilmiyorum.)

      Böylece dikkat ettiğim pek çok şeye rağmen, daha yapmam gereken ne çok şey olduğu ortaya çıktı.

      Salı, Nisan 24, 2007

      Hız hakkında...


      Gandhi demiş ki:

      "Eğer yanlış yönde ilerliyorsanız, ne hızla gittiğinizin hiç bir önemi yoktur."

      Öyleyse nereye varmak istediğini bile bilmeden koşturmak niye? Biri şu etrafımızda son hızla dönen "modern" dünyaya durup biraz nefes alması gerektiğini hatırlatsa...

      Fotoğraf: squishband

      Cumartesi, Nisan 21, 2007

      Bu bahar gözüme takılanlar - 4: Leylak

      Ah...ah! Bu leylak ağaçlarını boş bırakmaya gelmiyor!


      Daha bir kaç gün önce sokağın başındaki leylağı şöyle bir inceleyip bir on güne kadar açarlar herhalde diye düşünmüştüm. Bugün aynı yerden geçerken gözlerime inanamadım. Bütün ağaç çiçeğe durmuş bile!

      İlkokuldayken her yıl bir zaman gelir, mavi ekoseden bir örtünün örtüldüğü, tertipli öğretmen masasının üzerinde mütevazi bir su bardağının içinde, bir demet leylak yerini alırdı. Bahçesinde leylak ağacı olan bir sınıf arkadaşının hediyesi... Okul çıkışında aynı bahçelerin duvarından sarkan leylak dallarını biz yağmalardık bu sefer. Eve varınca anneleri sevindirmek ve günlük yaramazlıkları unutturmak için birebirdi... Aynı günlerde gidilen pastanelerin, çay bahçelerinin masalarında da yine mütevazi bir bardakçık içinde birer dal leylak olurdu.

      O zamanlar şehirler daha küçüktü belki ama kaldırım kenarlarında, bahçe duvarlarının kıyısında, okul-hastane bahçelerinde, orada burada rastlamak mümkündü bu güzelim ağaca.

      Şimdinin büyüyüp yayılan, herşeye yer açan, herşeyi sığıştıran şehirlerinde leylak ağaçlarına neredeyse hiç yer kalmaması tuhaf değil mi? İlkbaharın diğer ağaçlarına da elbette...

      Vikipedi'de de bahsedildiği üzere 20'ye yakın alt türü varmış leylağın. TDK sözlüğüne bakılırsa adı Arapça'dan geliyor. Bugünlerde sıkça uğradığım bahcevan.comda Murat Pilevneli leylağın kireçli toprak sevdiğini, yan yana ekilen leylak ağaçları ile harika bir bahçe çiti yaratmanın mümkün olduğunu yazmış. Üretilmesi, yetiştirilmesi, budanması hakkında da pek çok ipucu vermiş. Benim gibi kendi bahçesiz, "ruhu bahçıvan"lara da okuyup hayıflanmak düşmüş!


      Ne yapalım, çevremizde hala baharın geldiğini müjdeleyen bir kaç leylak ağacı bulabildiğimize sevinelim en azından... Zaten bir ağaca veya bir çiçeğe sahip olmanın yolu bahçesinde bulundurmaktan mı, yoksa mevsimler boyu onu izlemekten ve sevmekten mi geçiyor; kafam bu konuda biraz karışık diyebilirim.

      Fotoğraflar:
      1.)
      jikido-san
      2.)
      Michelle Kroll
      3.)
      Muffet