"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Salı, Aralık 30, 2008

Elektronik posta kutusunda temizlik

Bu yazıyı yazmak için bilgisayarın başına geçtiğimde hesap ettim de, ben e-posta kullanmaya başlayalı 14 yıl olmuş. Başlarda arkadaşlarla haberleşmek, sonra iş için kullandım. Bir ara hatta e-posta önemli bir iş yapma şekline dönüştü benim için. Hemen hemen aynı zamanlarda forward postalarla tanıştım. Bazen sabahları posta kutumu işle ilgili olanlardan çok onlarla dolmuş buldum ve azimle okuyup başkalarına da göndermeyi adeta iş edindim! Okula geri döndüğümde de e-postalar sınıf arkadaşlarımla ve asistanlarla dersler, projeler, sınavlar hakkında iletişimin önemli bir yolu oldu benim için. Tez danışmanımdan farklı bir şehirde olmam sebebiyle tezimi e-postalar dolusu yöntem ve içerik tartışmalarıyla yazıp tamamladım. İkimizi de memnun eden bir çalışma şekli oldu bu. Şimdilerde e-posta uzaktaki dostlardan haber alma, yüzünü bile görmediğim dostlarla sohbet etme, yapılması gereken işlerin takibi gibi bir dolu şey için vazgeçemediğim aracım.

Yaşamımın detaylarında sadeleşmeye gitmeye karar verdiğimde ilk el attığım yerlerden biri elektronik posta kutum oldu. Her haberleşme yönteminde olduğu gibi bunun da bir adabı olduğunu ve başkalarının posta kutularını gereksiz yere işgal etmemeye dikkat etmem gerektiğini de öğrendim. Hem kendi posta kutumu, hem başkalarınınkini sadeleştirmek için uygulamaya başladıklarım çok işime yaradılar ve sonunda birer alışkanlık haline geldiler. Bu yazının konusu işte bu: Daha sade bir e-posta kutusu için yapılabilecekler.

- Beni yanlış anlamasından korkmadığım arkadaşlarıma başına bir iki satır kendilerinden bir şey yazmadan gönderdikleri forward iletilerden hoşlanmadığımı açıkça belirttim.

- "Fwd:Fwd:Fwd: Ayy, bunlar çok şiriiiin!!!" veya "Fwd:Fwd:Fwd: Çok komik!! Mutlaka okuyun" gibi başlıklarla kendini ele veren iletileri okumadan sildim. Eksikliklerini de hiç hissetmedim.

- Forward ileti göndermeyi kestim. Çok kısa bir sürede anladım ki bir çok insan bu tür iletiler göndermeyi kontakta olmanın, hatırda kalmanın bir yolu olarak görüyor. Benden başka 100 kişiye daha bir tıkla giden, üstelik gönderenin ağzından çıkma bir tek sözcük bile içermeyen iletiler sayesinde "iletişimde olmak" , kendini böylece sosyal sanmak tuhaf değil mi? Ben forward yapmayınca bana gelen forward iletiler de azaldı. Meğer bu işte de bir tür karşılıklılık ilkesi varmış :P

- Sabah erken kalkanın gazetede okuduğu ilk köşe yazısının tamamını kes-yapıştır usulü postaladığı iletilerden; dahası bunları ilerleyen günlerde, haftalarda ve hatta yıllarda tekrar tekrar almaktan hoşlanmıyordum. Hangi iletilerden bahsettiğimi anladınız, değil mi? Örneğin "Fwd:Fwd: Can Dündar'dan harika bir yazı!!!! Sakın kaçırmayın!!!" başlıklı olanlar... Can Dündar'ın ilgili yazısına bir link vermek varken, on binlerce kez tüm yazının kopyalanıp durduğu, 7 kıta 3 okyanus aştığı, >>> ### vb. işaretlerden ve Türkçe karakter sorunları yüzünden artık okunmaz hale geldiği iletiler... Posta kutumun filtre seçeneğini kullanarak konu başlığında veya ileti içinde bu ve benzeri yazarların adının geçtiği iletileri Inbox yerine doğrudan Çöp Kutusuna yönlendirilmesini sağladım. Aynı şeyi forward ileti göndermeyi seven ve hatta bundan başka bir şey göndermeyen bir-iki tanıdığımın iletileri için de yaptım. Gönderici X ise ileti çöp kutusuna adlı bir filtre ile. Posta kutum bir anda sakinleşti desem, inanır mısınız?

- Filtreleme ayarları ister POP3 (MS Outlook vb) , ister web tabanlı (Yahoo, Gmail vb.) olsun bütün e-posta programlarında var. Yahoo gibi ücretsiz servislerde tanımlayabileceğiniz filtre sayısı ve kapsamı kısıtlı olsa da nasıl ayarlanacağını öğrenip kullanmaya mutlaka değer. Gelen e-postalarımı belli kriterlere göre okul, proje, banka, tez, aile, arkadaş,vb. gibi belli klasörlere otomatik atan filtreler önceliklerimi belirlememe de yardımcı oldular. Çalışırken de iletileri tedarikçiler, proje_x, proje_y, istanbul_bölge, arkadaş vb. klasörlere otomatik yönlendirmek aynı derecede yararlı oluyordu.

- Zamanla öğrendiğim önemli bir detay: İş ve özel yaşam iletilerini sadece klasörlerle ayırmakla kalmayıp ayrı e-posta adresleri kullanmak en doğrusu. İş ahlâkı açısından doğru olması bir yana, bir iş yerinden diğerine geçerken arkadaş, eş-dost e-postalarını arşivlemek, eski posta kutusundan temizlemek, onlara yeni adresi bildirmek gibi bir dolu lüzumsuz angaryadan da kurtulmuş oluyor insan.

- Hazır gelen kutusu (inbox) dışında başka klasörler de açmışken, bir filtreye yakalanmadan gelen kutusuna düşmüş bütün iletileri de okuduktan ve yanıtladıktan sonra ilgili klasöre atıyorum. Böylece gelen kutusunda sadece yanıtlanmayı veya onunla ilgili bir şey yapmamı bekleyen iletiler duruyor. Bunun dışındaki her şey arşivdeki yerini alıyor. Bu yöntem ilginizi çekiyorsa sevdiğim bloglardan Unclutterer'daki şu yazı da ondan bahsediyor, tavsiye ederim.

- Zaten düzen takıntılı olduğumdan, gelen iletileri temizleyip, derleyip toplamadan bir başkasına göndermeme huyum vardı. Baştaki bir dolu Fwd: 'yi, benden önce iletinin dolaştığı 259 kişinin e-posta adreslerini ve vaktim varsa >>>>'ları temizlemek gibi. Yaptığımın ne kadar doğru olduğunu sonradan anladım. Birincisi spam posta göndericilerinin e-posta adresi hasadı yaptığı başlıca kaynaklardan birisi bu tür iletiler. En doğrusu bir grup insana gönderilen iletilerde adresleri her zaman Bcc: bölümüne yazarak görünmez kılmak. Bu çok önemli ama basit yöntemin herkesin alışkanlığı olması gerektiğine inandığımdan her fırsatta, her yerde yazdım.

- İkincisi, gelen postayı temizlemenin özellikle tartışma gruplarında büyük önemi var. Tartışma ortamlarında kişiler arasında defalarca gidip gelen iletiler uzadıkça dikkatsiz okuyucular hangi sözü kimin ettiğini karıştırabiliyor, bu da başka türlü bir iletişim kirliliğine yol açıyor. Özellikle grup yazışmalarında yanıtımın neye dair olduğu bilinsin diye ileti içinde bir önceki yazıyı tutmak, ama ondan daha eskileri temizlemek alışkanlığı edindim.

- Tartışma gruplarında sık sık çıkan "çok yazıyorsunuz, posta kutum dolup taşıyor, ben daha kaç gruba üyeyim, biliyor musunuz?" yollu tartışmaların anlamsız olduğunu fark ettim. Bir grubun tartışmaları beni yakından ilgilendiriyorsa iletilerin posta kutuma gelmesine izin verebilir; aksi durumda sadece vaktim olduğunda grup sayfasından takip edecek şekilde(Web only) ayarlama yapabilir; bu ayarları da canım her istediğinde değiştirebilirim. Yahoo gruplarında tartışmaların günlük, haftalık özetlerini almak gibi ara seçenekler de var elbet. Bakın posta kutum bir kalemde biraz daha hafifleyiverdi :)

-Tartışma gruplarında tek kişiyi ilgilendiren dilek, istek ve görüşlerimi gruba yollamak yerine, doğrudan ilgili kişinin adresine göndermeyi öğrendim. Gruptan biri sevinçli bir haberi paylaştığında 87 kişi birden "Ayy, çok sevindiiiiim, hadi bakalım hayırlısı" türünden tebriğe giriştiğinde ve her birinin tebriği grubun 576 üyesinin posta kutusuna da düştüğünde, ne olduğunu hiç düşündünüz mü?

- Aaa! durun, durun. Posta kutumu hafifleten en önemli alışkanlıklardan birini unutuyordum: Bültenlere (Newsletter) dur dedim! Özellikle mesleki konularda bilgi paylaşan pek çok siteyi dolaşıyordum. Olup bitenleri, yenilikleri takip etmekte güçlük çekiyordum. İlgilendiğim her konuda olup biten her şeyi öğrenmek istiyordum. Çözüm bir dönem bültenler gibi göründü gözüme. Hemen her site yeniliklerden haberdar olmak için bültenine üye olmamı tavsiye ediyordu. Bazılarının hatta konulara göre ayrılmış birden çok bülteni vardı. Günümün bir kısmını "belki bir gün lazım olur, aklımın bir köşesinde dursun" diyerek bülten okumakla geçiriyordum. Onlardan pek çok şey de öğrendim, doğru; ama bir kâr-zarar hesabına oturunca bana faydalarından çok, zaman ve konsantrasyon kaybı anlamında zararları olduğunu gördüm. Geride yığılmış 49 bülten daha olduğunu bilirken, bir bülteni dikkatimi tamamen vererek okuyamıyordum. Bir zaman geldi, sırf posta kutumu boşaltmak için, sırf okumuş olmak için okuduğumu farkettim. Buyur ettiği misafiri yük olarak gören gönülsüz evsahibi gibiydim. Farkettim ki "information overload" altında eziliyorum. Birikmiş bütün bültenleri okumadan sildim. Bu biiir! Gelen bültenlerin altındaki minik yazıları dikkatle okuyarak üyelikten nasıl çıkmam gerektiğini öğrendim ve gecikmeden hemen uyguladım. Çoğu zaman basit bir tıklama gibi gayet kolay bu işlem. Bu ikiiiii! Bir daha hemen hiçbir bültene üye olmadım. Bu üüüüç! Hedefe yönelik Google aramaları ve seçici site ziyaretlerinin bilgi seviyemi bültenler kadar güncel tuttuğunu farkettim; bilginin peşinden ne kadar koşarsam koşayım tamamına erişmemin mümkün olmadığını da sonunda öğrendim. Şu anda posta kutuma gelen sadece iki bülten var. Biri Simplicity Network'ün iki ayda bir, yani yılda toplam 6 kez gelen ve her seferinde dopdolu olan bülteni. Diğeri bebek gelişimiyle ilgili bir bülten ki, o da başlarda ayda bir geliyordu, şimdi 3-4 ayda bir geliyor ve oğlumun o anki yaşına ve gelişimine paralel, gayet işime yarayan bilgiler içeriyor.

- Benim durumumda bültenler bir problemdi, sizin durumunuzda bu "Günün özlü sözü", "her gün bir şiir, bir fıkra, bir şarkı", RSS üyelikleri, x gazetesinin haber güncellemeleri, y firmasının ürün güncellemeleri, z süpermarketinin indirim ve diğer güzel şeyler içeren duyuruları, vb. olabilir. Önemli olan gelen otomatik posta ile sizin onları eritebilme hızınızın paralel gidip gitmediği. Bir de içeriğin beklentilerinize uyup uymadığı. Bu iki kritere de uymuyorsa çözülmesi gereken bir sorun var demektir. Özellikle reklam amaçlı e-postaların önünü kesmek için ufacık bir dikkat yeterli. Bir çok ülkede firmaların müşterilerine veya üyelerine bu tür iletiler gönderebilmesi için kişinin onay vermiş olması gerekiyor. Ayrıca verdiğiniz e-posta adresinizin 3. şahıslarla paylaşılıp paylaşılmaması da kanunen onayınıza bağlı. Ne zaman nerede veriyoruz bu onayları? Üye olurken okumadığımız küçük yazılar arasında tabii ki! Şimdi ister internet üzerinden, ister gerçek hayatta bir yere üye olurken e-posta adresimi istediklerinde şu soruları soruyorum: 1) Gerçekten gerekli mi? Değilse vermiyorum. 2) Ne için istiyorlar? Genellikle formun bir yerlerinde e-posta adresime ne türden iletiler gönderilmesini istediğime dair kutucuklar oluyor ve bir çoğu zaten işaretlenmiş oluyor. Sağolsunlar, beni düşünmüşler, değil mi? Hah hah ha! Dikkatle üzerlerinden geçip gereksiz her şeyi kaldırıyorum. 3) E-posta adresimi 3. kişilere (örneğin kardeş firmalara, sitelere vb.) verme onayı istiyorlar mı? Hiç bir zaman onaylamıyorum.
Bu ayarların hepsini internette üyelik başladıktan sonra üyelik ayarlarından düzenlemek de mümkün.

- Gelelim spam maillereeee... Onayımıza falan bakmadan ve bilgimiz dışındaki kaynaklardan geldikleri için onlarla mücadele daha zor. Önünü kesmek için elbirliğiyle Bcc: kullanımını yaygınlaştırmak bir çözüm belki. Bazılarımız için -dikkatsiz ve özensiz arkadaşlarım yüzünden örneğin ben- şimdiden çok geç :(
Yapılması gereken diğer şeyler: 1) Her spam mail'i hiç üşenmeden ve boş vermeden "bu spam'dir" diye işaretlemek. Yahoo, Gmail ve benzeri servis sağlayıcılar bu bildirimler ve gayet karmaşık algortimalar sayesinde (veri madenciliğinin CRM'den daha masum uygulama alanlarından biri) spam mailleri başarıyla ayırt edebiliyorlar ve en azından posta kutumuza düşmesine engel olabiliyorlar. 2) Spam mailleri "ilgilenmiyorum, yeter artık, göndermeyin" türünden olumsuz geribildirim için dahi olsa asla yanıtlamamak. Bu adresimizi aktif olarak kullandığımızın bir işareti ve yeni spam maillerin gelmesi için bir sebep. 3) Özellikle tartışma grupları ve forumlar gibi bilgimiz dışında yüzlerce kişinin erişebildiği sayfalarda e-posta adresimizi açıkça yazmamak.

Aklıma gelenler şimdilik bunlar.
Peki sizin e-posta kutunuzu temiz tutmak, başka e-posta kutularını da gereksiz işgal etmemek için kullandığınız yöntemler neler?

Pazartesi, Aralık 22, 2008

Keçiboynuzu toplu gösterimi

Haftasonu fotoğrafları bilgisayara yüklemek konusundaki üşengeçliğimi yendim. Keçiboynuzunun gelişimindeki aşamaları gösterebilirim nihayet. Keçiboynuzunun çimlenme hikayesini şurada anlatmıştım. Başını topraktan çıkarma tarihi yaklaşık 23-24 Ekim idi.

1 Kasım tarihli fotoğrafı. Ön plandaki keçiboynuzunu çekmeye çalışırken arka planı daha net çekmişim. Ama yine de kotiledon sonrası ilk gerçek yaprak çiftini verişi görülüyor sanırım:

Ters makro

5 Kasım. Saksısı değişmiş, balkona çıkarılmış, ikinci yaprak çiftini veriyor :

Keçiboynuzu

11 Kasım. Güneşli balkon. Mutluyum, mutlusun, mutlu :

Keçiboynuzu

28 Kasım. Bırrr! Hava soğudu, fırtına var. Hadi, tekrar içeri kaçalım:

Keçiboynuzu - 28 Kasım

19 Aralık. İçerisi de fena değilmiş. Yaprak vermeye devam. İşte üçüncü yaprak çifti, dördüncü çift de geliyor... :

Keçiboynuzu - 19 Aralık

Perşembe, Aralık 18, 2008

Bugünlerde...

İçeceğini al da öyle gel değerli okuyucu. Hissediyorum yine daldan dala atlayan bir yazı olacak bu.
*
Dikkat! Isınma hareketlerine vaktim yok. Balıklama dalıyorum.
*
Dün ekmek yaptım. Son zamanlarda havaların soğumasıyla (biliyorum Aralık ortası için tuhaf bir laf bu, ama burada iklim böyle) kefir tüketimimiz azalmaya başladı. Biricik kefir taneciğimiz "tombul"un bundan haberi yok tabii. O, yüksek turda kefir üretmeye devam ediyor. Bu yüzden biriken kefirleri ekmek hamuruna katmaya başladım. Hazır ekmek mayası ile kefirdeki maya güzel güzel geçiniyor olmalılar ki, ekmek her zamankinden daha lezzetli oluyor. Kefir fazlası olanlara duyurulur.

Böylece "yapılacak yiyecekler" listemde kefirle ekmek maddesinin üzerine de bir çizgi çekmiş oluyorum. Kefirin altındaki çizgi asıl amacımızın onu tüketmek olduğunu gösteriyor. Son zamanlarda buzdolabında, buzlukta ve kuru gıda dolabında bizi bekleyen yiyecekleri unutmaya başladığımdan aldığım bir önlem bu. Geçen hafta sonu bütün dolapları tek tek dolaşıp sözkonusu listeyi hazırladım. Üzümlü kek, börülce salatası gibi maddeleri de içeren uzun bir liste bu. Evdeki gıda stoğunu kontrol altında tutmak için her hafta tazelemeye karar verdim. Üstelik aynı zamanda beni her gün ne pişirsem derdinden de kurtardığını farkettim. Bir taşla iki kuş...

Bu listeyi hazırlarken bir taraftan kulak kabarttığım El Cezire'deki programın konusu "Dünyada Açlık" idi. Duyduğum şeyler yaptığım şeyle karşılaştırınca utanmama sebep oldu doğrusu. Dünya nüfusunun yaklaşık altıda biri, yani bir milyar kişi açmış! Programda belirtildiğine göre sorunun temel kaynağı dünyanın artan nüfusu besleyememesi falan değil. "Gıda güvenliği"nin (food security) sağlanamaması yani dünyanın bazı bölgelerinde, varolan olan gıdaya sürdürülebilir bir şekilde erişememek asıl sorunmuş. Gıda güvenliği, savaşlar, iç huzursuzluklar, doğal felaketler, çevre felaketleri, iş bilmez veya işini bilen yönetimler nedeniyle sağlanamıyormuş. Aya gitmeyi başaran, Mars' gitmekten bahseden ama aynı gezegendeki bazı bölgelere yeterli yiyecek eriştiremeyen tuhaf yaratıklarız biz. Bu yılın başından beri yükselmeye başlayan gıda fiyatları da açlığın içinden çıkılmaz bir girdaba dönüşmesine yol açıyormuş. Gıda fiyatlarındaki artışta bio-yakıta olan talebin artması da rol oynuyormuş. Düşünsenize, tahıllardan çevreye daha az zararlı enerji üreteceğiz derken, dünya nüfusunun bir kısmının aç kalmasına katkıda(!) bulunuyoruz. "Aaa, bizim ne ilgimiz var, bio-yakıt kullanmıyoruz ki!" demeyin. Gittikçe küçülen küremizde satın aldığımız bazı ürünler veya onların hammaddeleri biyolojik kaynaklı enerji kaynakları kullanılarak üretiliyor. Özet olarak, enerji tüketiminde küresel durumumuz yukarı tükürsen fosil yakıt, aşağı tükürsen bio-yakıt şeklinde. "En temiz enerji, kullanılmamış enerjidir" tezi bir kez daha doğru görünüyor gözüme.

Geçen hafta aynı zamanda "yapay köpüklerle savaş eylem raporu"na yazılabilecek bir takım etkinliklerle geçti. Harekete geçmek için eldeki şampuan, el sabunu, banyo jeli, vb. stoğunun tükenmesini beklemenin saçma olduğunu farkettim. Girit'ten gelme halis muhlis zeytinyağı sabunu bulduğumdan bahsetmiştim, değil mi? Radikal bir geçiş yaptım kendilerine. Sıvı el sabunu ve banyo jeli maddelerinin üzerine hiç zorlanmadan çizik attım da şampuan yerine sabun kullanmak beni ilkin biraz korkuttu doğrusu. Ama tuhaf şey, korktuğum gibi saçlarımı dolaştırıp canına okumadı zeytinyağlı sabun. Hiç bir sorun yaşatmadı bana yıkarken. Belki şekle sokması biraz daha zordu. Ama bu aralar mesleki performansımla saçımın ne kadar ütülü olduğu arasında bir korrelasyon olduğunu öngören bir yöneticim olmadığına göre bunu da dert etmiyorum. Böylece şampuan maddesinin üzerini de çiziyorum galiba :D

Gelelim diş macununa... İşin içinde dişler ve dişetleri olunca deneysel girişimlerde daha da korkak olabiliyorum. Ayrıca kullanımı diş macunu kadar da pratik olan bir şey arıyorum. Örneğin bol klorofilli yeşil bitkilerin (nane, maydonoz, dereotu, kereviz, vb.) ağızı temizleme ve ferahlık verme konusunda özel bir becerileri olduğunu biliyorum (deneyin, inanılmaz etkili!) ama her yemekten sonrasına bir avuç maydonoz hazır edip yemek bana çok pratik gelmiyor. Bu arada diş macunu konusundaki arayışlarımı bilen Işıl bana doğal bir tarif göndermiş:

25 ml tatlı badem yağı
5 damla peppermint yağı
5 damla spearmint yağı karıştırılıyor.
Bu miktarlar çocuklar için, yetişkinler kendileri için nane yağlarının miktarını iki katına çıkarabiliyor, ayrıca sevdikleri başka hafif eterik yağlardan ekleyebiliyorlar. Hafifçe ıslatılmış diş macununa 2-3 damla damlatılarak kullanılıyor.

İlk bakışta kulağa tuhaf geliyor, değil mi? İçeriğinde sadece yağ var çünkü. Ben badem yağına spearmint yağıyla bergamot yağını karıştırdım, peppermint hiç eklemedim. Diş macunlarının reklamlarında gösterilen o zalim (!), korkunç (!), feci (!) bakterilerle savaşmakta ne derece etkilidir bilmiyorum, ama ağıza verdiği ferahlık duygusu kesinlikle diş macunundan aşağı kalmıyor. Bu deney bana aynı zamanda hafifçe ıslatılmış ve üzerine hemen hiç bir şey konmamış diş fırçasıyla yapılacak mekanik bir temizliğin bile büyük etkisi olduğunu gösterdi. Sanırım diş macunundan tamamen vazgeçemesem de kullandığım miktarı azaltabilirim artık. Işıl, tarif için teşekkürler.

Peki artık kullanılmayan şampuan, sıvı el sabunu, banyo jeli, vb. ne olacak? Öneriniz var mı? Yer temizliğinde azar azar kullanabileceğim geliyor aklıma. Elbette bu, marketlerin temizlik reyonlarını bonbon şekeri gibi dolduran rengarenk "genel amaçlı temizlik sıvısı" üreticilerinin pek hoşuna gitmeyebilir. Çünkü onlar bizi, adı üstünde formülü sabit, genel amaçlı temizlik maddesi satın aldığımıza değil de, "bahar esintisi", "dağ esintisi", okyanus meltemi" aldığımıza ikna etmeyi daha doğru buluyorlar. Bizler de evimizde büyülü bir şekilde "lavanta tarlası", "limon bahçesi" açtıran deterjanları, banyodaki "orkide ve nar çiçeği tınısını" veya saçlarımızdaki "ipeksi kaşmir dokunuşu"nu öylesine önemsiyoruz ki, market rafları önünde derin, içinden çıkılmaz düşüncelere boğuyor bu bizi. "Vanilya-hindistan cevizli şampuan mııııı, salatalık-limon özlüsü müüüüü?" diye gidip geliyor kafamızın içindeki sarkaç. Sanki işte o küçücük karar, saçımıza süreceğimiz şampuanın ne menem koktuğu, kişiliğimizi, yaşamımızın yönünü ve her şeyimizi belirleyecek.

"Bak reklamcı arkadaş, 'bu şampuandır, saçını temizler, biraz da güzel kokutur' demelisin. Aksi tüketiciyi yanlış yönlendirir, acımasızca tüketimi körükler" saflığından vazgeçeli çok oldu. Fonksiyonun değil imajın alınıp satıldığı bir dünyada yaşıyoruz açıkça. O yüzden otomobiller dört tekerlekleri üzerinde bizi üşümeden, terlemeden, yorulmadan bir yerden bir yere hızlıca götüren araçlar değiller. Otomobiller bize ve çevremizdekilere kim olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı, nasıl düşündüğümüzü, neyi hak edip neyi etmediğimizi anlatır. Otomobil reklamları bize güzel, çekici kadınları (ve nadiren de çekici adamları), bahçeli şık evleri, tartışmasız en cool bakışı kimin hakettiğini söyler; ıssız dağ başlarındaki özgürlüğe, tropik kumsallardaki huzura, aile mutluluğuna nasıl kavuşulacağını gösterir. Hâl böyle iken, tüketiciye kalan sadece bilinçli olmak. En az reklamcılar kadar bilinçli, en az onlar kadar kurnaz...
Neden aynı ürünün bonbon şekeri gibi yirmi beş ayrı renk, koku ve "konsept"te sunulduğunu,
neden otomobil reklamcılarının ıssız kumsalları TEM otoyolundan daha çok sevdiğini,
neden kasadaki sevimli ve düşünceli kızın bir loyalty (sadakat) kartından haberdar olup olmadığımızı sorduğunu,
neden internetteki kitapçımın bazı kolaylaştırıcı hizmetleri sadece -ücretsiz- kayıt olmam durumunda kullanımıma açtığını,
X firmasının bugünlerde DVD-Çalarlarla ilgilendiğimi, üstelik bir de numaramı nereden bilip cep telefonuma bir SMS gönderdiğini bilecek kadar bilinçli...
En azından....
Sadece imajın cilasını kazıyıp altta duranı görmek için değil, Müşteri ilişkileri yönetimine (CRM-Customer Relations Management) karşı omuz omuza verebilmek için üreticiler ile ilişkilerimize bir çeki düzen vermek, bir tür "üretici/satıcı ilişkileri yönetimi" geliştirmekte fayda var. Adını biz de süslü bir PRM (Provider Relations Management) koyabiliriz mesela. Meyvelitepe, konuya dikkat çeken yazınız için teşekkürler.

Bu arada Canterbury piskoposu Rowan Williams ekonomik krizin gerçekliğin yeniden değerlendirilmesi için iyi bir fırsat olduğunu beyan ederek, durgunluğu tüketimi arttırarak yenme niyetinde olan İngiliz Başbakanı Gordon Brown'ı yermiş. Pek takip edemiyorum ama anlaşılan küresel ekonominin karar mercileri tüketimi körüklemek dışında krize yaratıcı bir yaklaşım getiremiyorlar. Vatandaşlarına harcamaları için belli miktarlarda hediye çekleri vermeyi düşünen Almanya da benzer bir çaba içinde bildiğim kadarıyla. Bu yılın başında Amerika Birleşik Devletleri de emlak kriziyle durgunluğun ilk işaretleri geldiğinde vergi indirimiyle finanse edilecek benzer harcama çekleri dağıtmakta bulmuştu çareyi. Simple Living Network "Change this stupid economy!" (Bu aptalca ekonomiyi değiştir!) sloganıyla bir karşıt eylem başlatmıştı hatta. Hareketi başlatan küçük kıvılcım da şu yazıydı. Halihazırdaki ekonominin aptalca olduğu konusunda galiba hemfikiriz; bir de yerine koyabilecek yaratıcı çözümü bilebilseydik. Cantebury piskoposu da bilmiyor sanırım.

"Bahçe"den haberlere gelince...
Liçi küçük küçük yapraklar vermeye devam ediyor ama fotoğraf çektirmek için hâlâ istekli değil.
Keçiboynuzu 3. yaprak çiftini büyüttü, hem de çok büyüttü. 4. için çalışıp çabalamakta.
UGO'nun bir çim tohumu olduğunu sanıyorum. Toprağı eşeleyip baktım, benim son zamanlarda uğraşığım tohumlara benzemiyor. Üstelik gayet de çim gibi büyüyor. Satın aldığım toprakla beraber geldiğini tahmin ediyorum. Yani o gerçek bir "dış uzaylı".
İki nergis soğanı diktim. Evde soğanlı bitki yetiştirmek için son demleriniz olabilir veya çoktan mevsimi kaçırdınız. Üstelik ben de haber vermeyi unuttum. Bir sonraki kışa unutmayalım. Bu nergis soğanlarından çiçek çıksa da çıkmasa da, bir hikaye çıkacak gibi. Adı "nergis olmazsa sarımsak" olabilir. Bakalım...
Bir baharat bahçesi yaratma girişimim oldu.Mevsim itibariyle kısmen başarısız. Bir saksıya karabiber, keten tohumu, çörekotu, kimyon tohumu, hardal tohumu, kakule ektim. Bunlar mutfakta kullandığım tohum baharatlardan bir kısmı. Saksıda durumları ne olur diye merak ettim. Soframıza gelen şeylerin yaşayan ve yeni yaşamlar yaratma potansiyeline sahip nesneler olduğunu bilmek hoşuma gidiyor. Ayrıca bazılarının çok da güzel çiçekleri olduğunu duydum. Çörekotu ve kimyon tohumu filizlendi, diğerlerinden ses yok. Baharda tekrarlamak üzere rafa kaldırdım bu projeyi.

Bugünlerde böyle akıp gitmekte yaşam bu kıyıda. Sizlerden ne haber?

Çarşamba, Aralık 17, 2008

Küçük mutluluklar: Üstelik brokoli...

Evet, üstelik brokoliyi de çok seviyor bu çocuk.

Bu akşam yemekte brokoli yerken, lokması biraz gecikince, kendi uzanıp almaya girişti de masanın üstünü birbirine kattı.

Başım göklere erecek bu gidişle :)

Küçük mutluluklar: Kereviz

Atıştırmalık olarak kereviz sapı yemekten hazzeden bir oğlum varken...

...mutlu olmak için başka sebep aramak gerekli mi?

Cuma, Aralık 12, 2008

Malta: Dil

Malta'ya geldiğimizden beri yazdığım yazılarda dilden de az çok bahsettim. Ancak Maltaca öylesine kendine özgü bir dil ki hakkında ayrıca bir yazıyı hak ediyor.

Öncelikle dilin kökenine bir göz atalım. Pek çok kaynakta Maltaca'nın kaynağının Arapça veya Arapça'nın Sicilya'da gelişmiş bir lehçesi olduğu söyleniyor. Kimi kaynaklarda dilin bundan da öte Fenike diline dayandığı savunulsa da, sanırım bu adadaki bazı yer isimlerinin kökeninin Fenike dilinde olmasından kaynaklanıyormuş. Her durumda Maltaca Avrupa'nın Sami dil ailesinden gelen tek dili ve aynı zamanda bu ailenin Latin alfabesiyle yazılan tek üyesi. Özellikle temel kavramlar ve dilbilgisi kuralları Arapça'dan geliyor. Pek çok sözcük ise İtalyanca ve İngilizce'den ödünç alınmış. Aquilina'nın Maltaca-İngilizce sözlüğündeki 41.000 sözcüğün kökeni üzerinde yapılan bir çalışma, Maltaca söz varlığının %32.41'nin Arapça, %52.46'sının İtalyanca ve özellikle Sicilya, %6.12'sinin ise İngilizce kaynaklı olduğunu göstermiş. Bu haliyle Maltaca yoğun olarak sözcük ödünç alan dillerden sayılıyor. Ancak belki de adanın tarihi göz önüne alındığında dilin bugünkü durumu eleştirilmeyi değil, takdir edip ders almayı gerektiriyor.

Malta 10. yüzyılda Arap hakimiyetine geçiyor ve uzunca bir süre de böyle kalıyor. Günlük konuşmada çok rastlanan pek çok Arapça sözcük bu dönemden kalma. Kbir( büyük), triq (yol), xemx (güneş), dar(ev), sayf (yaz), sabiha (güzel), bahar (deniz), leyl (gece) gibi. Malta'da günlük konuşmalara kulak misafiri olmak bana kendi dilimizde de kökeninden habersiz olduğumuz ne çok Arapça sözcük olduğunu farkettirdi.

16. yüzyılda ada St. John şövalyeleri hakimiyetine girdiğinde resmi dil olarak İtalyanca kullanılmaya başlıyor. Hakim sınıf İtalyanca konuşup yazışadursun, balıkçı ve çiftçilerden oluşan yerel halk kendi dilini kullanmaya devam ediyor. Fakat İtalyanca bugün sadece idari yapıda değil, pek çok alanda dile yerleşmiş durumda.

1798'de ada Fransızlar tarafından ele geçiriliyor. Ancak Fransızlar hem adayı ele geçirme şekilleri, hem de dine bakışları yüzünden Malta'da sevilmiyorlar ve varlıkları da fazla uzun ömürlü olmuyor. O günlerden kalan bir iki Fransızca sözcük var sanırım; Bongu (Günaydın) onlardan biri. 1800 yılında Malta 20. yüzyılın ortalarına dek sürmek üzere İngiliz hakimiyetine geçiyor. Bütün bu anlatılan dönemler boyunca Maltaca yerel halkın sözlü iletişimde kullandığı, yazılı şekli bulunmayan bir dil. Söylendiğine göre küfretmeye de son derece müsaitmiş. İklim, coğrafya, toprak ve tarih göz önüne alındığında halkın küfredecek çok şeyi olduğu aşikar :D İlk kez geçen yüzyılın başında Latin alfabesi ile yazılmaya başlanıyor, dilin kurallarını belirleyen ilk dilbilgisi kitabı da yaklaşık o zaman yazılıyor. Sömürge döneminde halkın İngilizce öğrenmesi eğitim ile teşvik ediliyor. Bu sırada İtalyanca ikinci önemli dil. Ancak 1934'de Maltaca adada resmi dil olarak tanınıyor.

1964'de bağımsızlığını kazanan Malta'da bir dönem Maltaca'nın tamamen terkedilmesi ve İtalyanca'nın tek resmi dil olması da tartışılmış, fakat kabul görmemiş. Bugün İngilizce ve Maltaca birlikte bu ada devletinin resmi dili. Tüm resmi dökümanlar ve web sayfaları her iki dilde hazırlanıyor. En çok okunan iki gazete (Times of Malta ve The Independent) İngilizce, ancak Maltaca gazeteler de var sanırım. Maltaca aynı zamanda Avrupa Birliği'nin de resmi dillerinden birisi. Çünkü bugün (dünyanın dört bir yanında yaşayan Maltalı göçmenleri saymazsak) sadece 400.000 kişinin konuştuğu bir dile sahip olmasına rağmen, AB'ne giriş sırasında Malta diline sahip çıkmış. Birliğe geçiş aşamasında binlerce sayfadan oluşan bütün kanunlar, kanun taslakları, antlaşmalar ve benzeri dökümanların karşılıklı olarak çevrilmesi gerekmiş. Çevirmenler çoğu zaman sadece metni bire bir çevirmek değil, yeni sözcükler türetmek ve dili yeni baştan şekillendirmek görevini de üstlenmişler. Field (tarla) sözcüğünün Maltaca karşılığının pek çok dilde olduğu gibi daha soyut anlamlarda kullanılması (alan gibi) buna verilen örneklerden biri. Bu aşamada dil özellikle soyut kavramlara yönelik pek çok yeni sözcük kazanmış. Pek çok bilimsel , teknolojik ve soyut kavram da diğer dillerde olduğu gibi doğrudan İngilizce'den ödünç alınmaya devam etmiş ve ediyor elbette. İlginç olan Maltalıların bazı İngilizce sözcükleri İtalyanca'ya ve hatta onun Sicilya diyalektine benzeterek, İtalyanca'da bile olmayan özgün sözcükler türetmesi. Bunun için Wikipedia'da verilen örnekler evalwazzjoni("evaluation"), azzjoni industrjali ("industrial action") ve armamenti kemikali ("chemical armaments"). Sıkça rastlanan Kunsil Lokali ifadesi(Yerel idari birim- belediye) de sanırım bunun bir diğer örneği.

Kitapçılarda rast geldiğim kadarıyla Maltaca yazılmış epeyce bir kitap ve kendince bir de edebiyatı var bu dilin. Sokaktaki insanların çoğunun kendi aralarında dahi İngilizce konuştuğuna dair bir gözlemim vardı başlarda. Ancak yanılıyor olabilirim. Alışverişte, hastanede, sokakta pek çok Maltalı beni de Maltalı zannettiklerinden kendi dillerinde başlıyorlar çünkü söze. Bu kendi dillerini konuşma konusunda hiç de isteksiz olmadıklarını gösteriyor. Çoğu zaman şaşkın bir "Efendim ?!" işe yarıyor, ama bazen açıkça "Maltalı değilim, dilinizi bilmiyorum" demem gerekiyor :) O zaman anında İngilizce'ye geçiyorlar. Kendilerine has bir aksanları da olsa hemen her Maltalı akıcı olarak konuşuyor İngilizce'yi. Çat pat konuşan, derdini zar zor anlatan sadece bir iki kişiye denk geldim. Çocuklar İtalyanca televizyon yayınları nedeniyle bu dili de kendiliğinden kolayca öğreniyorlarmış. Sanırım İtalyanca zaten seçmeli yabancı dil Malta okullarında. Söylendiğine göre gençler arasında "Maltenglish" denen tuhaf bir dil yaygınlaşmaktaymış. "Thank you hafna" nın "Grazzi hafna" nın (çok teşekkürler) yerini aldığından şikayetçiymiş yaşlılar. Benzer dil karışımlarına Almanya'daki genç Türkler arasında rastlamak da olası. (Örnek: Ders çıkışında "Seni bugün kim abholen yapacak?" - "Kim gelip alacak" anlamında!) Üstelik iki dil bilindiğini değil, her iki dile de yeterince hakim olunamadığını gösteriyor bu çoğu kez. Ama iğneyi kendimize batıralım hadi. "Çok mersi" diyen de biz değil miyiz?

Diyeceğim o ki, Maltalıların yüzyıllardır sıkı sıkıya tutundukları üç faktör varsa birincisi tarih(Büyük Kuşatma), ikinci din ve üçüncüsü de dil gibi görünüyor. Şartlar gözönüne alındığında çoktan sahneden silinip gitmiş olması beklenen bir dilin hâlâ yaşaması başka nasıl açıklanabilir ki? Peki, tarihin ona hazırladığı çok başka şartlara rağmen Türkçe'nin bugünkü durumu neyle açıklanabilir?

Sokak ortasında elini kolunu sallayarak Maltaca konuşan iki kişiyi gören her yabancı -ben dahil- ilk başta kavga ettiklerini sanıyor. Hayır, kavga etmiyorlar, sadece "coşkuyla" dillerini konuşuyorlar :)

Bu yazıda faydalanılan kaynaklar:
1) Kif inti? -Tajjeb! (Die Zeit)
2) Maltese - an unusual formula (MED Magazine)
3) Wikipedia - Maltese Language ve Malta girişleri
4) Wikipedia Maltesische Sprache girişi
5) Wikipedia Maltaca girişi



Salı, Aralık 09, 2008

Sonu gelmeyen yazı

Her şeyin katıp karıştığı, uzun bir yazı yazmak istiyor canım. Ayça'nın deyişiyle "her şey ve hiç bir şey üstüne" olsun. Kafamdaki düşünceler gibi daldan dala atlasın. Ne bileyim, özel bir konusu olmasın, geçen günler üzerine olsun. Konu konuyu açsın; sonlara doğru "Nereden gelmiştik biz buraya?" dedirtsin. İçinden 72 ayrı yazı konusu çıksın ama hepsi bir solukta söylenmiş olsun. Havası kapalı bir öğleden sonra sanki birimizin evinde toplanmışız, yapacak bir şeyimiz de yokmuş, başlamışız anlatmaya ordan burdan. İçeriden, mutfakta kaynayan suyun sesi geliyormuş. Artık kahve mi olacakmış, çay mı, okuyucunun tercihine kalsın. İşte öyle bir şey...

Yapbozun yerini bulan son parçasıyla başlayayım mesela: Chrysanthemum pacificum. Aklıma gelen her yöntemle arayıp bulamadığımda Ayça'ya bir e-posta yazmıştım. "Ne olduğunu bulamıyorum. Bana bir yol göster ama ne olduğunu söyleme" demiştim, "Yaprakları da biraz meşeyi andırıyor ama..." demiştim. Ayça hemen yanıt yazmıştı: "Yaprakları meşeden ziyade bir kesme çiçeğin yapraklarını anımsatmalı sana". Buydu işte ipucu. Şu var ki, ben kesme çiçekler konusunda zayıfımdır biraz. Aklıma sadece gül ile karanfil geldi o an zaten. Bir üçüncüyü hatırlayamadım.

?

Gözümü kapatıp yaprakların üzerine her yoğunlaşmamda kafamda aynı görüntü oluşuyordu ama: Almanya'da haftasonu yürüyüşlerinde yanından geçtiğimiz bir çiçek tarlası... Sahibi her yıl yaz ortasında tür tür çiçek ekiyordu. Yanı başında da bir varil vardı tarlanın. Üzerinde bir bahçe makası, bir kumbara ve fiyat listesi olan. Makasla istediğiniz çiçeklerden topluyor, fiyat listesine göre borcunuzu hesaplıyor, sonra kumbaraya atıyordunuz. Şimdi çıkışmadı mı o kadar para? Sorun değil, bir sonraki sefere... Keşke bir fotoğrafını çekseydim o varilin. "Ne biçim dünya, kimse kimseye güven(e)miyor..." dendiğinde kanıt olarak sunardım. Tarlada yetişen çiçeklerden biri olmalıydı Ayça'nın kastettiği, durmadan orayı anımsadığıma göre. Günebakanlar ve aslanağızları değilse....Kasımpatı! Evet, renk renk kasımpatı vardı tarlada... Google'un arama kutucuğuna kasımpatı yazdım. Birinci link "Chrysantemum demek istiyorsun herhalde" dedi. Peki, onu yazalım çok bilen kutucuğa. İşte bakın, daha ikinci linkte bir Japon adasının endemik türü olan Pasifik Krizantemi karşımızda! Memnun olduk, ne güzel seninle tanışmak! Sen de uzak düşmüşsün bizim gibi toprağından. Ve teşekkürler Ayça, tanıştırdığın için...

Yapbozun yeni parçası mı? Onda yol almış değilim henüz. Üstelik durum her zamankinden daha çetrefilli. Dört ayrı yerde görmüştüm bu çiçeği. Sonra çektiğim fotoğraflarda farkettim ki aslında iki ayrı bitki. Yapraklarının farklı olması bir yana, küçük, uçuk mavi renkli çiçekleri de farklı birbirinden. Bugün alışverişe çıktığımda özellikle yolumu uzatıp inceledim iki ayrı yerde. Evet, kesinlikle iki ayrı bitki. Seni bakar kör seni, bu da bir ders olsun sana.

Yol üzerindeki saksılara dikilmiş defne ağaç(çık)larının dükkân sahiplerince süslendiğini farkettim ayrıca. Noel ağacına ekolojik bir Akdeniz'li yaklaşımı. Hoşuma gitti. Kim demiş Noel ağacı ölü ve çam olmalıdır diye?

Alışveriş sırasında yaseminli yeşil çay gördüm. Ama tuttum kendimi almamak için. Alışverişte uyurgezer bir ruh haline büründüğümüzü, adeta başka bir bilinç düzeyinde nefes aldığımızı hiç farkettiniz mi? Elimi uzatıp o yeşil çay paketine dokunmak istememle, "boşver, ev zaten ot çayı dolu" demem arasında incecik bir çizgi vardı bugün. Sanki uykuda gibiydim de biri omzuma dokunuverdi. Üstelik bir de nar çiçeği çayı eklendi şimdi evdekilere. Tadını ekşi bulacağımı ummuştum. Oysa daha çok kuru bamyayı anımsattı bana :P

Bu arada yerel adı "Güren" olan ama kendisi kızılcık olmayan, tadı da görüntüsü de daha çok iğdeyi anımsatan bir meyve biliyor musunuz? Evimizin yeni konuklarından. İzmir'de bir aktardan bir paket alınmış. Yine tam tanışmış saymıyorum kendimi, adından sanından emin olmayınca... Bildiğim tek şey vaktiyle Ege'nin köylerinde çokça yetiştiği... Tanışmak istiyorum oysa, çünkü market reyonlarındaki ve sofralardaki tektiplilikten gına gelmekte bana. Ve bu tektipliliğin üzerimize giydiğimiz giysiden (moda), okuduklarımıza (trend) her şeye bulaştığını hissediyorum. Ben birinin bana parmağını sallaya sallaya, okuyacağımdan yiyeceğime, dinlediğimden seyrettiğime her şeyi dikte etmesini istemiyorum. Ben "güren"imi istiyorum! Noel ağacına defne yaklaşımını da bundan seviyorum biraz.

Yılbaşı yaklaşırken herkesin herkese bir armağan almaya kendini mecbur hissetmesini de aynı sebepten sevmiyorum. Bir kaç yıl önce bir tartışma grubuna bu konuda bir yazı göndermiştim. O ara okuduğum bir kaç yapıcı ve yaratıcı fikri içeriyordu. İsterdim ki biraz daha geliştirip paylaşayım o yazıyı. Üşeniyorum, ne yalan söyleyeyim. Ama ben onu buraya kopyalayayım, siz anafikri anlarsınız. Ve bildiğiniz gibi uyarlarsınız kendi yaşamınıza:

Merhaba,
Malum, yılbaşı yaklaşıyor. Herkeste bir hediye telaşı. Bu aralar internette başka şeyler araştırırken karşıma bu konuyla ilgili bazı öneriler çıktı, kendi düşüncelerimle birleştirip sizinle paylaşmak istedim.
**Öncelikle şu: Birkaç yıl önce bir yılbaşı öncesi, bir alışveriş merkezinde hediye alışverişi yaparken şunu farkettim. 1 saatlik, her vitrin önünde kararsızca, dura kalka yaptığım alışveriş, beni bütün bir gün doğada yaptığım yürüyüşlerden daha beter yormuştu ve işin kötüsü içimde sırf adet olduğu ve de almış olmak için hediye aldığım gibi bir his vardı. Artık önemli günlerde(yılbaşı, doğumgünü, vb) ve de tüketmemiz için uydurulmuş günlerde (sevgililer günü,vb) neredeyse hiç hediye almıyorum . Buna karşılık yılın herhangi bir günü bir vitrinin önünden geçerken tanıdığım birinin çok işine yarayacak ya da çok seveceğinden emin olduğum bir şey görürsem iç rahatlığıyla alıp bir sebep yokken hediye ediyorum. Bence etkisi daha da büyük oluyor.


**Rastladığım öneriler de şunlar:
- Özellikle çocuklara alınan hediyeleri mümkün olduğunca küçük tutun. Küçük şeylerle mutlu olmayı ögrenmeliler.
- Mutlaka materyalist hediyeler vermek zorunda değilsiniz. Bildiğiniz bir konuyu (web sayfası hazırlamak, resim yapmak, basketbol oynamak) öğretmek, ya da zamanınızı hediye etmek(meşgul annelere bir tiyatro bileti alıp bir akşamlığına onları tiyatroya gönderip çocuklarına bakmak gibi!)de mümkün. Burada iş yaratıcılığınıza kalıyor.
- Kendi hazırlayacağınız hediyelerin maddi değeri küçük olsa da manevi değeri büyük olabilir. Bu konuda Internet inanılmaz fikir ve önerilerle dolu. El becerisi olanlara duyurulur.

** İlle de bir hediye aldınız. İs paketlemeye kaldı:
- Mutlaka cafcaflı ve pahalı kağıtlar kullanmanız gerekmiyor.Gazetelerin bol ve küçük yazılı sayfaları güzel bir kurdelayla bağlandığında oldukça orjinal olabiliyor (Bu tür kurdelalar bizim evde gelen hediyelerden biriktirilir. Bir çok evde de öyle yapıldığından eminim;-) Gazete olarak boyalı basın yerine entellektüel bir yayın kullanmanızı öneririm. Diğer öneriler de dergilerin parlak renkli sayfalarının ya da dergilerin verdigi posterlerin kullanilmasi. İş yine yaraticiliginiza kaliyor.
- ve son olarak (ben bunu cok tuttum!): Uzak bir yere kargo ile hediye gönderirken, hani köpük denen o beyaz ve tuhaf madde yerine(çünkü onun da doğaya dönüşüm sorunu var) patlamış mısır kullanılması! Hediye sahibi bir taraftan hediyenizi incelerken, diğer taraftan mısırları yiyebiliyor , o kadar doğal yani... Çifte hediye olması da cabası ;-) Tabii benim uyarım, önce çok zarar görmeyecek, kırılmayacak kargolarda denemeniz olur.

Hadi kabul edin, aksi durumda tanıdığınız herkese bir armağan almaya kalkışıp ucuza kaçacak, muhtemelen Çin malı kalitesiz ürünlere yöneleceksiniz. Dün bir finans gazetesinde okuduğuma göre ekonomik durgunluğun etkileri hissedilmeye başlanmış Çin'de. İşten çıkarmaları takiben pek çok göçmen işçi son yıllarda yıldızı parlayan sanayi şehirlerinden tarımın egemen olduğu taşradaki memleketlerine geri dönmeye başlamışlar. Geleceğe dair bir B planı olmayan, kısmen tarımı da unutmuş kalabalıklar bunlar. Toplumsal huzursuzlukların artmasından endişe ediyormuş Çinli yetkililer. İlk bakışta ben ve benim gibi tüketimi kötüleyen veya durgunluk sebebiyle mecburen kemer sıkma yolunu seçen kitleler suçlu Çinli işçilerin durumundan. Sadece onların değil, kendi yaşadığımız ülkelerde işsiz kalanların (ve kalacakların) durumundan (buna tanıdıklarımız ve belki kendimiz de dahiliz) da sorumluyuz bu durumda. Bizi gidi bizi! Keşke her şey bu kadar basit olsa. Keşke o balonu hep ulaştığı seviyede şişmiş tutabilmek için nefesimiz tükenene kadar, patlayıp çatlayana kadar üflemeye devam etsek. Ama işe yaramıyor işte, bir yerinde küçük bir delik var, durmadan hava kaçırıyor. Daha şişirsek orta yerinden infilak edecek hatta. Yine de "köyüne dönen" ve ne yapacağını bilmeyen o kalabalıklar düşündürüyor beni. Ve korkutuyor...

Tam ifade edemeyeceğim bir çağrışımla "kendine yeterliliğin önemi"ne götürüyor bu beni. Gelecek sanki kendi kendine yetebilenlerin ayakta kalabildiği, elinden çok şey gelenlerin, çılgın çay partisinin sevgili Alis'inin deyişiyle "becerikliler" in dalgaları daha iyi atlatabildiği zamanlara gebe.

Ben mi? Her anne gibi çok şey gelir elimden benim. Tekrar çalışmaya başlayacağımda CV'min yapabildiğim işler bölümüne "süt imalatçısı, gece bekçisi, kriz yöneticisi, animatör, palyaço" notlarının yanında "bebek berberi ve walker (yürüteç)" de yazacağım. Neden mi? Oğlumun uzayıp duran saçlarını kestirmek bir sorun oldu. Bilirsiniz, Türkiye'de bu (ilk berber ziyareti) genellikle sünnet gibi törensi bir olaydır. Galiba benim hayalim de buydu. Fakat götürdüğümüz berber biraz korkak çıktı. "Çocuğu siz biliyorsunuz, bilmem ki, yerinde durur mu?" türünden cümleler korkuyu babaya da sirayet ettirdi. Nihayetinde uzayarak artık gözleri, kulakları ve enseyi örtmeye başlayan saçları traş etmek görevi "Aaa! Ben ne anlarım saç kesmekten?" diyen anneye kaldı. Her banyodan sonra bir bukle, bir bukle daha derken... "Bizi o berber teyzenin dükkânında bir daha zor görürler. İşte annem kesiyor ne kadar güzel...".

Peki ya "walker" oluş? O daha da komik. Bizim küçük sincabın yürümesi biraz gecikti. Bir walker satın almaya karar verdik. Babası derli toplu, kolayca devrilmeyecek, stabil bir şey olsun istiyor. Ben ahşap olsun, boyası zararlı kimyasallar içermesin, Çin malı olmasın derdindeyim. Ne yazık ki tüm bu kriterleri karşılayan bir şey bulamadık burada. Internetten bulup sipariş edeceğiz ama geciktikçe gecikiyoruz. İş başa düştü. Anne yere çömeldi, "walker" rolünde; sincap ona tutunup yürümeye başladı. Hah hah ha! Nasıl da eğlenceli! (Bir de anneye sorun!) Anne önde, sincap arkada yürüdük durduk koridor boyu. Bilmiyorum kaç kilometre yaptık. Sincap yürümeye başladı. Walker üreticinin deposunda, 50 Avro cebimizde kaldı.

Aklıma "yoksunluğun yaratıcılığı" üzerine bir makaleyi getiriyor bu bir de. MIR uzay üssünde Amerikalı astronotlarla birlikte çalışmış Rus kozmonotların anlattıklarına dayanıyor. Amerikalıların nasıl da sırf kırılan bir deney tüpü yüzünden seyir defterine "deney gerçekleştirilemedi" yazıp dünyaya geri döndüklerine, Rus kozmonotların en beklenmedik kozmik dertlere çare bulmakta ne yaratıcı olduğuna dair bir makale. Sebebi ise her şeye doya doya ve bolca sahip olunamayan komünist bir kültürde yetişmeleriymiş. Tamam, belki de yanlıdır biraz anlatılanlar. Ama bana yoksunluğun sadece parasızlık demek olmadığını, insanın bazen cebinde parasıyla da yoksun kalabileceğini anımsatıyor. Bir de zannettiğimizden çok daha fazla şeyi kendimiz yapabileceğimize ve potansiyelimizin gerisinde kaldığımıza. Bakın yine kendi kendine yetebilmeye ve becerikliliğe geldik dönüp dolaşıp.

Şu veya bu sebeple satın alamadığımız servis ve ürünlerin bizi mutsuz ettiği bir dünyayı saçma buluyorum, zannettiğimizden çok daha fazla şeye ve çok daha fazla beceriye sahip olduğumuza inanıyorum. Özgün yaklaşımlarla çözdüğüm her sorun ve kendi ürettiğim her şey üstelik çok da mutlu ediyor beni. Cebimdeki paranın miktarından bağımsız, içsel olarak zenginleştiğimi hissediyorum. İşte özetle budur "yoksunluğun yaratıcılığı" ve "kendine yetebilirlik" in bana düşündürdüğü...

Aklıma gelmişken, Funda ve diğer liçi-severlere müjdem var. Mini mikron yaşam belirtileri veriyor liçi. Hem de dört ayrı gözden. Bir ay kadar önce gerçek bir saksıya taşımıştım onu. "Keçiboynuzunun var da benim niye yok?" demişti zira. Taşınma sırasında farkettim ki su şişesinden bozma ilk saksısı bir drenaj problemi yaratmaktaymış ve kökleri vıcık vıcık su içindeymiş. O kadar suya batsam ben boğulurdum, onun o bir kaç yaprağı ortaya çıkarabilmesi bile mucize. Saksısı değiştikten sonra sık sık konuştuk kendisiyle. Nelerden bahsettiğimiz liçiyle benim aramda kalsın izninizle. Fotoğrafını çekebileceğim bir büyüklüğe eriştiğinde yeni yapraklarını göstermek de borcum olsun... Okuyuculardan bazılarının "Gidip bir ficus benjamina veya difenbahya almak varken neden o dört kuru yaprakla uğraşıp duruyor?" demesi muhtemeldir. Çünkü ancak böyle öğrenebiliyorum bitkilerden ve öyle çok şey öğreniyorum ki yaşama dair. Şu kavun mesela. Biraz yeşillik olsun diye ektiğim... Biraz değil çok, pek çok yeşillik olması, üstelik o kadar az toprakla, üstelik çiçeğe durması, üstelik İstanbul'da Karaköy iskelesini yıkan fırtına buraya eriştiğinde ve çiçeğini kaybettiğinde bile yıkılmaması, üstelik hava soğudu diye içeri aldığımda güneşe erişebilmek için durmadan -bir yere tutunmaya çalışır gibi- açılıp kapanan eller inşa etmesi... Bu dünyada yaşama karşı bir "kavun duruşu" bile sergileyemeyen ve her şeyden şikayet edip yıkılan ne çok insan var! Şu haberlerde seyrettiğim Avrupalı turist var mesela. Hükümet karşıtlarının işgal ettiği Bangkok havaalanında bir hafta mahsur kalan, elindeki bileti kameraya sallayarak yürürken bir taraftan öfkeyle "15 kez geldim bu ülkeye. Bir daha asla! As-la!" diyen adam. Ne sanıyordu ki Tayland'ı? Biraz Spa, Thai masajı, tropik meyveler, egzotik yemekler, arka planda bir iki tapınak ve gülümseyen çekik gözler mi? Sanki allı pullu, şık paketinin içinde "Tayland" marka bir çikolata yiyoruz da içindeki fındık bozuk çıkıyor bir seferinde. Tüketim toplumunun gezgini de böyle oluyor işte.

Gezgin dedim de, bizim "bahçe"ye hiç UFO uğradığı görülmemiştir; fakat sık sık UGO (Unidentified Growing Object -Kimliği Bilinmeyen Büyüyen Nesne) uğrar. Sebebi benim sadece acemi değil aynı zamanda sabırsız ve disiplinsiz bir bahçıvan olmam. Bir saksıya ektiğim tohum "makul" süreler içinde filizlenmezse, yerine elime geçirdiğim bir başkasını ekiyorum hemen. Hangi saksıya ne zaman, ne ektiğimi de not etmiyorum çoğu kez. Ardından çıkan tohumun ne olduğunu hatırlayamıyorum sonra. Şimdi kavunun saksısında büyüyen bir misafir, bir UGO var. 10 gün kadar önce, başka boş yer bulamadığımdan bir tohumu hayal meyal oraya sokuşturduğumu hatırlıyorum. Ama ne olduğunu tamamen unutmuşum. Belki biraz daha büyürse bileceğim hangi bitki olduğunu...

Oğlumun ateşini merak ediyorsunuzdur belki. Her zamanki gibi beşinci gün sonunda sona erdi. Işıl'ın dediği gibi ve Das Etikett'in gönderdiği linkte belirtildiği üzere ateş aslında savunma sistemimizin doğal bir tepkisi. Virüs ve bakterilerle savaşmak için kullandığı çeşitli yöntemlerden biri. Bu açıdan hemen ateş düşürücü ilaçlara sarılmak çok da iyi değil. Dördüncü gün akşamüstü son kez 38.3 civarına yükseldiğinde bunun artık son demleri olduğunu bilmenin rahatlığıyla ateşe biraz zaman tanımayı tercih ettim. Kendi kendime 38.5'i geçtiğinde hemen ilaç vermeye söz vererek bir süre ılık su kompresi ile ateşi kendi haline bıraktım. Elimle sürekli kontrol ederek ve 15 dakikada bir termometre ile ölçerek... Ateş bir inip bir çıkarak 38.4 seviyesinde asılı kaldı. Sürekli ölçüm yapmanın oğlumu rahatsız etmeye başladığını farkettiğim noktada (iki saat sonraydı bu), işte ancak o zaman verdim ateş düşürücüyü. Ateşe iki saat zaman verdim görevi neyse onu yapması için :) Yine de her çocuğun doğası farklı. 38 derecenin üstünde ateş 1,5 yaşında bir çocuk için hafif ateşken, yeni doğanlarda yüksek ateş anlamına geliyor. Bu tür denemelerin o anda uygun olup olmadığına çocuğun ve ateşin doğasını bilerek karar verilmeli.

Doğasını anlamadan müdahale ettiğimiz için dengesini bozduğumuz başka şeyler de var, değil mi? Bazen insan bu açıdan bilime inancını da yitiriyor. Bilimin kendisine değil de, uygulanageliş şekline diyelim. Hımm, uzun bir "bilimde metod, yöntem" tartışmasına götürebilir bu bizi. Ama ben yoruldum biraz.

Siz de bir şeyler anlatsanıza...

Cuma, Aralık 05, 2008

Küçük olamayacak kadar büyük, büyük olamayacak kadar küçük

Bugün sabah mutlu olmak için bir dolu sebeple başladı. Parlak bir güneş vardı, kahvaltıdaki taze ekmek üstüne tahin ve bal harikaydı, bilgisayardaki DJ abimiz hep sevdiğim şarkıları seçip çaldı. Her günden farklı bir gün değildi aslında. Her günüm yaklaşık böyle başlar benim. Ama insanın tam da bu yüzden mutlu olabilmesi için gecenin bir buçuğunda kucağında 40,8 derece ateşli bir çocukla acilin kapısından dalmış olması gerekiyor sanırım. Galiba bundan da yüksekti ateşi. 40,8 benim dayanamayıp gözümü termometreden kaçırmadan önce gördüğüm son rakamdı.

3 dakika sonra anne evin içinde panikle bir oraya, bir buraya koştururken sincap kendi yatağında ayakta dikilmiş, elini kolunu sallayarak kendi dilinde etkileyici bir tirada başlamıştı. 10 dakika sonra evden çıkmıştık.

Bu yazıyı "küçük mutluluklar" olarak mı, yoksa "büyük mutluluklar" olarak mı etiketliyeyim bilemedim. Küçük olamayacak kadar büyük, büyük olamayacak kadar küçük mutluluk...
*
Aranızda küçük çocuklarda ateş kontrolü için doktorun verdiği ilaçlara destek olabilecek doğal yöntemler, otlar, meyveler vb. bilen var mı? Endonezyalı bir arkadaşım kendi ülkesinde çocuklara ateş düşürücü etkisi sebebiyle hurma yedirildiğini anlatmıştı. Hiç denemedim, o yüzden doğrulayamam bunu. Buna benzer, denemesi zararsız ve ateş düşürücü ilaçlara eşlik edebilecek doğal bir şeyler arıyorum. Sevmiyorum çünkü o ilaçları da...

Salı, Aralık 02, 2008

Sayısız küçük şeyin toplam sonucu

Bir naylon poşeti tekrar kullanmakla dünyayı kurtarabilir miyim?
Arkasını not almak için kullandığım bir alışveriş fişi Amazonları kurtarır mı?
Ben 10 derece daha düşük ısıda yıkasam çamaşırlarımı, bir de yıkamadan önce bir kez daha giysem, enerji krizi çözülür mü?
Ben binmesem de gideceğini bilsem bile, şehir merkezine gitmek için otobüs yerine yürümeyi tercih etsem, karbon salınımını azaltmakta bir faydam olur mu?
Suşi yemesem mesela balık katliamı son bulur, soya yemesem GDO lobisi zarar görür mü?

İçimdeki ses "Evet!" diyor. Çünkü benim gibi bir sürü insanın daha benzer soruları kendine sorduğuna ve samimiyetle "Evet" diye yanıtladığına inanıyorum.

Dünyayı bu hale getiren -her ne kadar aksine inanmayı tercih etsek de- benim, senin ve onun küçük, bireysel eylemleri değil mi? Atmosfere günde bilmem kaç bin ton zararlı gaz ve zehir salan ve bu yüzden sorunun birincil veya tek kaynağı olması gereken bacalardan, zehrini nehirlere pompalayan fabrikalardan, Amazon'dan günde bilmem kaç futbol sahası çalan güçlü ve kötü adamlardan bahsetmeyin bana; onları besleyen de market rafları arasında, mutfakta, ofiste, sokakta her gün aldığımız küçük kararlarla biziz.

Tersi neden mümkün olmasın?

Geçenlerde rastgeldim. Duane Elgin demiş ki "Bütün bir toplumun karakteri milyonlarca insanın gün be gün yaptığı sayısız küçük şeyin toplam sonucudur."

Tek başına



Hem böyle olmasa ne farkederdi ki? "Tek başına olmak, sürüden ayrı düşmek, güzel ve doğru olmak adına elinden ne geliyorsa onu yapmaya engel mi olmalı?" diye soruyor Lantana.

Pazar, Kasım 30, 2008

Sahte balonlara hayır!


Geçen gün ekolojik bir bulaşık deterjanı aldım. Arkasında şöyle yazıyordu:

Köpük arttırıcılar iyi balonlar üretir ama kötü şeyler yaparlar.
Köpük arttırıcılar yapay balonlar üretir. Bunun temizlik gücüyle ilgisi yoktur. Çevreyi de kirletirler, bu yüzden biz onları kullanmıyoruz.




Ne âlâ! Bulaşık deterjanında bu sorunu çözdük diyelim. Peki ya diğerleri? Konuyu biraz araştırdım. Bildiğim tek yapay köpük arttırıcı Sodium lauryl sulfate. Diş macunundan sıvı el sabununa, bulaşık deterjanından şampuana bir çok temizlik ve kişisel bakım ürününde karşımıza çıkıyor. Bunlara bebekler için kullanılan ürünler de dahil. Bir de kardeşi var: Sodium laureth sulfate. Her ikisiyle ilgili kansere sebep olduklarına dair bir iddia var. American Cancer Society bunun bir şehir efsanesi olduğunu ve gerçekle ilgisi olmadığını bildirmiş. Internette dolaşan şehir efsanelerini inceleyen snopes.com'da da yalanlanmış bu iddia. Ancak Skin Deep: Cosmetic Safety Database ve benzeri sitelere göre bu maddeler tamamen zararsız da değiller. En azından cilt ve göz iritasyonuna sebep oldukları belirtiliyor (burada ve burada).
Temizlik ve kozmetik ürünlerinde kullanılan bu tür kimyasal maddelerle ilgili yeterli ve ikna edici bilgiye erişemediğimde onlardan mümkün olduğunca kaçınmakta buluyorum çareyi. Özellikle söz konusu madde SLS ve SLES örneğinde olduğu gibi tamamen yan bir unsur ise. Çünkü uzun vadede ve başka kimyasal maddelerle etkileşim haline girdiğinde vücudumuzda ve çevrede ne gibi zararlar yaratacağı belli değil. Bunları konu alan araştırmalar uzun sürüyor ve çoğu zaman kesin sonuç alındığında nüfusun bir kısmı için çok geç oluyor.
Üstelik bu örnekte gereğinden fazla köpük ile temizlik arasında kurulan ve gerçekte varolmayan bağ da rahatsız ediyor beni. Tüketici olarak bu ve benzeri saçmalıklarla karşılaştığımda kandırılmış hissediyorum kendimi. Sırf ben gerçek olmayan bir temizlik yanılsamasına kapılayım diye çevrenin zarar gördüğünü bilmek daha da çileden çıkarıcı.
Uzun lafın kısası "sahte balonlara hayır" diyorum kişisel olarak. Bundan önce keşfettiğim ve denediğim doğal temizlik yöntemleri ile SLS ve benzerlerinin önünü de bir nebze kesebildiğim için mutluyum. Şampuan, el sabunu ve diş macununda da benzer arayışlarım var. Ama henüz içime sinen bir doğal çözüm bulmuş değilim.


Fotoğraf: Jeff Kubina

Çarşamba, Kasım 26, 2008

kimyonun maceraları 26/11/2008

Kimyonun bi eski dostla hâlleşmesidir:

...veya bir ses, bir söz olacaksa ille de, seninki olsun kara kuş.

Hadi sen yine pencerenin kenarına gel karlı bir kış günü. Ben seni bi küçük karga sanayım. Aklımı karıştıran şeyleri sana sorayım.

Sonra bahar gelsin, daha güneş doğmadan başla sen şarkına. Ben dünyanın ne parlak, ne olağanüstü bir yer olduğunu anlayayım bir daha. Sesinin sahibini merak edeyim.

İlkyazın ılık akşamüstlerinde yorgun argın eve dönerken seslen bana. Batmak bilmeyen güneşe övgüler yağdır. Bir an durup dikileyim sokakta. Neden sonra yaşlı bir akçaağacın dalında göreyim seni. "O güzel şarkıyı söyleyen sen misin, çirkin şey?" diyeyim.

Sonra...
Çook çok zaman sonra...

Lafın lafı açtığı bir öğleden sonra, aralarında en güzel olan, "Kara kuşu unuttun mu? Bahçelerde öteni unuttun mu? Aşkolsun!" desin bana. Yeniden peşine düşeyim.

Kara kuş, Turdus merula, eski dost!

İşte böylece
yeni baştan
tanışalım seninle.

Cuma, Kasım 21, 2008

kimyonun (resimli) maceraları 21/11/2008

Güvercinler


kelimeler bazen çok geliyor,
kelimeler bazen üstüne geliyor.

o zaman ufka bakan bir güvercinin kanadındaki sessizlik olmayı diliyor kimyon.

Salı, Kasım 18, 2008

Malta: mimari renkler

Mimariden pek anlamıyor olsam da, Malta'nın korunması az çok başarılmış eski taş evlerini, dar sokaklarını, orada burada karşıma çıkan detayları ve bunların bana çağrıştırdıklarını seviyorum. Buraya özgü krem renkli, işlemesi kolay bir taş kullanılırmış eski evlerde. Dış kapılar ve pencerelerde kullanılan ahşapla kesme taşın sade dostluğu, yalnızca Akdeniz değil biraz Kuzey Afrika, biraz Ortadoğu tadı veren sokaklar, yüksek duvarlı mahrem bahçeler, bina köşelerinde ermiş heykelleri hoşuma giden detaylardan. Küçük bir fotoğraf gezisine var mısınız?

Bu fotoğrafı nerede çektiğimi çoktan unuttum. Sanırım ara sokakların birinde kaybolmuşken denk gelmiştim. Tipik bir Malta sokağı işte böyle bir şey denebilir:

IMG_0450


Bu da bir diğeri. Yanılmıyorsam Sliema'dan. Soldaki binada görüldüğü gibi bazı yeni binalarda eski tarzı devam ettirdikleri söylenebilir. Ama hepsinde değil :(


Evler

Daracık sokaklarda yürürken insan başını arada bir de olsa yukarı kaldırmayı ihmal etmemeli :) Orada küçük hazineler bekliyor bizi...

Malta evi - detay

Bu mavili ev benim en çok sevdiklerimden. Daha önce de yayınlamış olabilirim bu fotoğrafı:



IMG_0451


Bu da başka bir evin soluk mavi panjurlu penceresi. Sliema-St.Julians arasında, ana yol üzerinde:

Pencere


Yüksek apartmanların arasına sıkışmış, neredeyse yıkılmayı bekleyen bu ve benzeri evler ise üzüyor beni:



Eski ev


Bu sokak Valletta'dan. Daha önceki bir yazının yorum bölümünde bahsettiğim su gibi akan öğle-buz çiçeği de bu karede:

Öğle-buz çiçekli balkon


Valletta'nın merdivenli, cumbalı sokaklarından biri:

sokak


Ve yine Valletta'dan küçük biblolar, noel süsleri, kırtasiye, kartpostallar ve benzeri ıvır zıvır satan bir dükkan. Bana çocukluğumun taşra dükkanlarını hatırlatıyor vitrini. Eğer bir gün Malta: Dükkanlar başlıklı bir foto-yazı yayınlarsam bu fotoğrafı orada da göreceksiniz, emin olun :) Soldaki kapıya ve sağda köşebaşındaki sırtı dönük ermiş heykeline de dikkatinizi çekmek isterim:

Dükkan


Vee... Messina Palace. Valletta'nın insanda terkedilmişlik hissi uyandıran bir çok sokağına karşılık, Cumhuriyet Caddesi ile S. Kristofru Sokağı'nın köşesinde bulunan bu ev iyi bakılmışlardan. Bugün bir tür Alman-Malta kültür derneği olan German-Maltese Circle'a ev sahipliği yapıyor. Adındaki iddialı "Palace" sözcüğüne bakmayın. Burada vaktiyle hali vakti yerinde olan ailelerin yaptırdığı, bugün müze vb. amaçla korunan ve kullanılan pek çok "Palace" veya "Palazzo" var.


German-Maltese Circle (Messina Palace)


Kelimenin her iki anlamıyla da yeşil olan bu pencerelere ne demeli?

Yeşil pencereler


Bu da bir binanın köşesinde azimle sokağı koruma görevini ifa eden ermiş:

Sokağı koruyan ermiş


Son olarak bu turuncu kapılar da Ayça için. Uzun zaman önce verilmiş bir söze istinaden :)

Turuncu kapılar


Burada da aynı evin daha genel bir görünüşü. Baştan aşağı turuncu :)

Turuncu - genel


Malta sokaklarından şimdilik bu kadar :)
Sahha!

Pazartesi, Kasım 17, 2008

Sonu gelmeyen okuma listesi

Thoreau severler için Simple Living News'in son sayısında bir yazı var. Vakti olanlara hatta bu sayının tamamını okumalarını tavsiye ederim. Yılbaşı alışverişi ve hediye çılgınlığı, karşı önlemler, 28 Kasım Satın Almama Günü ve daha fazlası bu sayının konuları. Daha da vakti olanlara Sade ve Ekolojik Bir Yaşam'daki Satın Almama Günü'ne dair şu yazıyı öneriyorum. Hâlâ biraz vaktiniz mi var? İki Oda Bi Salon'a buyrun. Hatta komşusu Beğenmezsen Okuma'nın kapısını çalmayı da unutmayın. Başka? TreeHugger var, Tree Hugging Family var, The Non-Consumer Advocate var ve -adını bir kez daha anmaktan çekinmiyorum- The Story of Stuff var.
Okunacak ne çok şey var!

Peki, sizde ne var?

Malta: renk renk

Hibiscus rosa-sinensis (nam-ı diğer Çin gülü) Malta'da çok sevilen süs bitkilerinden biri. Aslen kırmızı çiçekleri olmasına rağmen benim çok da anlayamadığım genetik bir sebeple bu çiçeği çaprazlamak ve her defasında bir birinden farklı renk ve şekillerde yeni varyasyonlar üretmek mümkünmüş. Aslen doğu Asyalı ve herdem yeşilmiş. Balkonlarda, kapı önlerinde saksı içinde yetişenlerini de görmek mümkün, bahçelerde ağaç şeklinde yetişenlerini de. Bunlar da benim burada görüp fotoğrafladıklarım:

Kırmızı:

Kırmızı Japon gülü



Pembe ve kat kat:

Pembe



Pembe ve yalın kat:

IMG_146Pembe, Lantana ile



Sarı:

Sarı

Bir de fotoğraflamaya vakit bulamadan açıp solan krem-beyaz renkli bir tane var. Kırmızısı bir yana sanırım en sevdiğim ikinci sıradaki pembe renkli olan. Taç yapraklarının grapon kağıdından yapılmışcasına gerçeküstü bir duruşu var. Siz bahçenizde hangisine yer açardınız?

21 Aralık - Güncelleme:Bir de ara sokaklarda bir evin kapısı dibinde şu sarı, katmerli Çin Gülü'ne rastladım:

Çin gülü - sarı , katmerli

Çarşamba, Kasım 12, 2008

Basit yaşam ekonomiyi gölgeler mi?

Gönüllü olarak basit yaşamanın veya tasarruflu olmanın veya freni boşalmış tüketim otobüsünden atlamanın bireyler için belki iyi ama makro düzeyde ülke ekonomileri için kötü olduğuna dair bir görüş var. Çünkü ekonomik büyümenin lokomotifi tüketicilerdir ve tüketmemek en iyi olasılıkla büyümeyi yavaşlatır, kötü olasılıkla durgunluğa yol açar. Böyle deniyor. İlk anda kurulan mantık bağı yanlış da görünmüyor. Fakat yine de beni rahatsız ediyor bu bakış açısı. Birincisi, hiçbir şey sonsuza kadar büyüyemeyeceğine göre ülke ekonomilerinin her yıl biraz daha, biraz daha büyümesini beklemek gerçekçi mi? İkincisi sonsuz ekonomik büyüme adına yaratılan tüketim toplumunun, ruhları, bedenleri ve çevreyi çeşitli şekillerde (burada detayına girmeyeceğim) hırpaladığı biliniyor. Bu üç açıdan sağlıksız bir toplum büyük, gelişmiş bir ekonominin nimetlerinden ne ölçüde faydalanabilir ve onu ne zamana dek besleyebilir? Gezegenini tüketen ekonomi nerede büyüyebilir?
Bunlar benim ekonomiden derinlemesine anlamadan ve fazla bir araştırma yapmadan aklıma ilk anda gelen sorular. Basit yaşamın sağlıklı bir ekonomik gelişme ile paralel, onunla zıtlaşmadan gidebileceğine dair kuvvetli hislerim ve kendimce bir iki fikrim var ama bilimsel dayanaktan yoksunum. Tezlere ve antitezlere ihtiyacım var. Bu yazı basit yaşam ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiye dair soruyu ortaya koyan ilk yazı olsun. Zamanla cevaba katkısı olabilecek görüş ve kaynakları paylaşan diğer yazılar takip etsin onu. Bu konuda söyleyecek sözü olanlar da söylesin tabii :)

Pazartesi, Kasım 10, 2008

Yaşadığım yüzyıl

"Yaşadığım yüzyıl her şeyi eğip büken bir gözlük yerleştirmiş gözüme, gerçeği göremediğimi sezinliyorum. Ama kahretsin, seviyorum da gördüklerimi..."

Orhan Pamuk-Sessiz Ev (Tarihçi ağabeyin ağzından)

Cuma, Kasım 07, 2008

Yapraklar, tohumlar, bir de kır çiçekleri

Bu sonbahar yürüyüşlere, doğa gezintilerine çıktınız mı?
Ağaçları seyrettiniz mi?
Atkestanelerini, meşe palamutlarını, kanatlı akçaağaç tohumlarını toplayıp eve getirdiniz mi?
Ya binbir renkli ağaç yaprakları ? Akçaağaç, meşe, çınar, ille de kayın ve daha niceleri...
Eve getirip kalın bir kitabın arasına koyup kurutmayı denediniz mi onları?

Peki ne yapacaksınız bütün bu hazineyle?
Ben dün şu sayfayı keşfettim. Doğadan toplanan malzemerle yapılabilecek sevimli şeyleri anlatıyor. Güzel tarafı çocuklarla birlikte yapılabilmesi. Ben en çok akçaağaç tohumlarından yapılan kirpiyi, at kestanesi ve kozalakla yapılan şu sevimli hayvanları, kozalaklardan yapılan ağaçları, kurutulmuş yapraklarla yapılmış şu resimleri sevdim. Aaa, bir de yine kurutulmuş yapraklar ve parmak boyasıyla yapılmış şu harika pencere resmi vardı.

Gördüklerim hayalgücümü harekete getirdi de örneğin karaağaç tohumlarıyla çok güzel, pul pul balıklar yapılabileceğini düşündüm bir de. Nereye isterseniz oraya...

Peki bu yaz kırlara gitmiş miydiniz?
Papatyalar, gelincikler, civanperçemleri, hindibalar...

Tamam, tamam, susuyorum!

Perşembe, Kasım 06, 2008

Bilimde sadelik ve Occam'ın usturası

Sadeliğin sadece gardrobunda, kitaplığında, mutfağında büyük temizlik yapmak isteyenlerin derdi olduğunu mu sanıyorsunuz? Veya parlak kariyerinin bir noktasında trenden atlayıp inzivaya çekilmeye, gidip bir balıkçı kasabasında yaşamaya karar veren genç borsa komisyoncularının hedefi mi sadelik sadece?
Değil.
Sadece sanatta değil, bilimde ve felsefede de daha yalın, daha basit olanı arayanlar olmuş daima. Örnekler pek çok; Atina sokaklarında gündüz vakti elinde fenerle dolaşan Diyojen'in tek aradığı şeyin "dürüst bir adam" olmadığını biliyoruz. Einstein "her şeyin mümkün olduğu kadar basit olması ama bundan daha basit de olmaması" gerektiğini ifade ederken basitliğin temel ilkeleri olarak ölçü ve dengeye de vurgu yapıyor.

14. yüzyılda yaşamış İngiliz mantıkçı ve Fransiskan keşişi Occam'lı (veya Ockham'lı) William'ın ortaya koyduğu temel prensip (ki bugün Occam'ın usturası olarak biliniyor) da bilimin basitliği arayışına bir diğer örnek. Ne diyor Occam'lı William? Bir fenomeni açıklamakta eşit derecede başarılı olan teorilerden her zaman daha az unsur (daha az değişken, daha az varsayım, vb.) içeren tercih edilmelidir. Bir başka deyişle "diğer her şey eşit olmak üzere, en basit çözüm en iyisidir". Aslında tam olarak böyle söylemiyor Occam'lı William. Diyor ki:

"entia non sunt multiplicanda praeter necessitatem"
yani yaklaşık olarak;
"unsurlar gereğinden fazla çoğaltılmamalıdır"

Örnekleyelim. Diyelim ki elimizde G gerçekliğini açıklamak için geliştirilmiş iki ayrı teori var. Biri diyor ki "G'yi x, y ve z faktörleri belirler" (G= ax+by+z gibi). Diğeri de diyor ki "Hayır. G sadece x ve z ile tanımlanabilir" (G = ex-fz gibi). Eğer her iki teori de G'yi tespit veya tahmin etmekte eşit derecede başarılıysa Occam'ın usturası birinci teoriyi boşverip ikinciyi kullanmamızı önerir. Çünkü daha yalındır, daha az unsur ile aynı gerçekliği açıklayabilir.

Bazen sadece bilim değil, iş dünyası da Occam'ın usturasının peşinden gider. Elbette daha çok maliyet endişeleri sebebiyle... Özellikle veri madenciliği yöntemlerinden biri olarak karar ağaçlarında, oluşan ağacı sadeleştirmek, daha anlaşılır kılmak, uzmanlarının deyişiyle "budamak" için bu prensipten faydalanılır. Bunu da örnekleyelim:
Diyelim ki araç sigortası yapan bir sigorta şirketi olarak elimizde geçmişteki sigortalılara ve onların şirketimize maliyetine dair onbinlerce kayıttan oluşan bir veritabanı var. Bu veritabanından çıkacak bilgiye dayanarak yeni sigorta taleplerini (ve tabii talep edeceğimiz ücreti) belirlemek istiyoruz. Devasa veritabanımızı inceleyerek iki teori geliştiriyoruz. Biri diyor ki:
1)[(yaşı 30'un üzerinde VE cinsiyeti kadın) VEYA (yaşı 40'ın üzerinde VE cinsiyeti erkek)] VE yaşadığı kentin nüfusu 5 milyondan düşükse risk faktörü = "orta"dır
2)[(yaşı 30'un üzerinde VE cinsiyeti kadın) VEYA (yaşı 40'ın üzerinde VE cinsiyeti erkek)] VE
yaşadığı kentin nüfusu 5 milyondan fazlaysa risk faktörü = "yüksek"tir
3)[(yaşı 30'un altında VE otomobil kategorisi = "çok lüks" ise risk faktörü = "çok yüksek"tir ("babam sağolsun faktörü")
4)bıdı bıdı bıdı VE vıdı vıdı vıdı ...
5)bla bla bla...
6)...
Diğer teori ise diyor ki:
1) sigortalı yaşı 35-55 arası VE otomobil kategorisi = "orta" ise risk faktörü = "orta"
2) geriye kalanların hepsinde risk faktörü = "yüksek" tir.
Ve ister inanın, ister inanmayın; her iki teori de riskli sigortalıları eşit oranda (diyelim ki %78,5 oranında) doğru tahmin ediyor. Occam'ın usturasını ele almış olan bilgi analisti doğal olarak ikinci teorinin tercih edilmesini önerir. İnce maliyet hesaplarının peşinde olan finansal analistin usturası daha da keskindir; o da der ki: "birinci teori sadece karmaşık değil aynı zamanda gerektirdiği veritabanı büyüklüğü ve işlemci performansı açısından daha da maliyetli. Tahmin başarısı %77 olduğunda dahi 2. teoriyi tercihe devam edelim"
Fakat biz şu iki analisti baş başa bırakalım da, yine bilime ve onun gerçekliği açıklarken sade olma çabasına geri dönelim. Neden bilim çevremizde olup bitenleri açıklamaya çalışırken bu kadar kolaylıkla karmaşanın kucağına düşüyor? Neden bugün doğruluğuna somut kanıtlarla inanılan bir teori yarın tam tersini söyleyen bir diğeri tarafından çürütülüyor? Neden insan, doğa ve evren hakkında bunca karmaşık ve bazen birbiriyle çelişir gibi görünen teori var? Ben yanıtı şu satırlarda buluyorum:
"Doğanın bütün yasalarını bilseydik, belli bir noktadaki tüm sonuçları açıklamak için sadece bir fenomenin tanımının veya tek bir gerçeğin yeterli olması gerekirdi. Oysa pek az yasayı biliyoruz ve (bunlara dayanarak) vardığımız sonuç da çarpıtılmıştır. Elbette doğadaki bir karmaşa veya düzensizlik yüzünden değil, fakat hesaplamada bazı temel unsurları gözardı ediyor olmamızdan dolayı. (Doğanın) Yasa(larına) ve ahenk(ine dair) anlayışımız belirlediğimiz örneklerle sınırlıdır. Buna karşılık henüz keşfedilmemiş çok daha fazla sayıda ve görünüşte birbiriyle çelişen yasanın sonucu olan ahenk daha da olağanüstüdür.
Söyleyeni tahmin edebilirsiniz. Yirmili yaşlarının sonunda ormana giden ve bir süre orada yaşayan bir adam...
Doğanın tüm yasalarını bileceğimiz güne dek (eğer başarabilirsek tabii bunu) elimizdekileri olabildiğince sade, olabildiğince anlaşılır tutmak herhalde doğru olacaktır. Çünkü kişisel olarak, "tüm yasaları" bildiğimizde, karşımızda duracak resmin bundan daha farklı olacağını sanmıyorum. Bildiğimiz için değil, zaten öyle olduğu için...

Salı, Kasım 04, 2008

Yerini bulan bir yapboz parçası daha...

Malta'ya geldiğimizden beri gördüğümüz ve ne olduğunu merak ettiğimiz bir ağaç var. Dikkat çekici tek yönü meyve veya tohumları. Bakın, şöyle bir şey:

Adı öğrenilecek ağaç


Çiçeklerine dair hiçbir şey hatırlamadığımdan dikkat çekmeyen küçük beyaz şeyler olduklarını tahmin ediyordum. Adını merak ediyordum, ama webde nasıl tarif edeceğimi, nasıl arayacağımı bilemiyordum. Geçen haftasonumu bu işe ayırdım. Aklıma gelen her türlü anahtar kelime ile aradım. Ağaçlarla ilgili sitelerin ağaç teşhis bölümlerinde bilmediğim kavramlar arasında debelendim. Bulduğum sitelerdeki neredeyse bütün Akdeniz ağaçlarını taradım. Adını merak ettiğim başka ağaçlar, bitkiler hakkında bilgilendim. Bir bu ağacı bulamadım! Sonunda aklıma Maltalı bilenlere sormak geldi. Değil mi ya! Hele de buraya özgü bir ağaçsa en iyi onlar bilirdi. Bir Malta bahçe sitesinde soruma gelen yanıt şöyleydi:

"Norfolk Island Hibiscus (Aslında tam bir hibiskus sayılmaz, ama adı böyle) veya Cow Itch Tree - Meyveyi dikkatsizce ve özensizce açmaya kalkışırsanız ikinci ismin ne kadar yerinde olduğunu göreceksiniz...

Latince adı Lagunaria patersonii.

Aslen Malta'ya ait değil, tohumdan kolaylıkla üretilebilir, uygun şartlar altında hızlı da büyür. Burada oldukça yaygın bir bitkidir ve çekici pembe çiçekleri için yetiştirilir."

"çekici pembe çiçekler" mi? Ben niye görmedim peki bu çiçekleri???
Wikipedia girişi der ki Norfolk Adası'na (Avustralya) özgü (endemik) bir ağaçmış ve dünyaya oradan yayılmış. Başka sitelerde belirtildiğine göre de güzelim pembe çiçeklerini yaz ortasında açarmış.

Bi dakika, bi dakika!
Yaz ortası mı?

Sabah saat 10'u bulmadan güneşin tepeye yükseldiği...
Oğlumun her 2-3 haftada bir sıcaktan hastalandığı...
Vaktimizin çoğunu evde geçirdiğimiz...
Dışarı çıksak bile güneş altında cayır cayır yanan kıyıya hiç gitmediğimiz...
...yaz ortası mı?

İşe gidiş dönüşlerde bu ağaçların olduğu yoldan geçen; yaz boyu "Bugün günün nasıl geçti?" diye her sorduğumda "Eh, her zamanki gibi" diye yanıtlayan eşime soracak oluyorum. Daha soru cümlem bitmeden yanıtlıyor: "Aaaa, evet, biliyorum ben bu çiçekleri!"

Eh, teşekkürler! :) Şimdi tamam oldu ve yerini buldu yapbozun eksik parçası...

Son olarak bu ağaca Türkçe bir ad aranıyor. Önerileriniz?

Ek: Şurada hem çiçek hem meyvesini bir arada görmek mümkün. Eklemeden geçemiyorum.

Pittosporum'dan yeni dersler

Meyvelitepe'nin arayıcılık/toplayıcılık üzerine şu güzel yazısını okumuş muydunuz? Bu yıl her ne kadar doğaya erişim olanaklarımız kısıtlandıysa da huylu huyundan vazgeçmiyor. Malta'nın sıkışık sokaklarında dahi gezerken gözüm balkonlarda, saksılarda, bitkilerde ve tohumlarında. Kendimi şehirli toplayıcı sayıyorum :) Haftasonu Upper Barracca Garden'dan şu aşağıdaki resimde görülenleri topladım.



Topladıklarım

Pittosporum tohumlarını önceki yazıların birinde anlatmıştım zaten. Diğerlerinin ne olduğunu tahmin edebilecek var mı?

Ama pittosporum tohumları hakkında öğreneceklerim henüz bitmemiş. Bu sabah kalktığımda bu tohumları aşağıdaki şekilde kendiliğinden açılmış buldum:



pittosporum tobira tohumları  - kendiliğinden açılmış

Anlaşılan bizim akpıtrak da papazkülahları gibi meyvesinin dış kabuğunu üç yerden açarak nazikçe salıyor tohumlarını doğaya. Doğanın çözümleri bu kadar basit ama bir o kadar da olağanüstü. Ve ben ne kadar da haşinim! Bir de bıçakla orta yerinden kesmiştim geçen hafta bu tohumları :(

Güncelleme (22.12.2008) : Kasım ayında bir okul bahçesinde meyveleri tohuma durmuş bir pittosporum ağacı gördüm. Pittosporum tobira arşivciliğine soyunduğumdan onu da buraya ekliyorum:



Pittosporum tobira - tohumda

Pazartesi, Kasım 03, 2008

küçük mutluluklar: pembe buz çiçekleri

Öğle-buz çiçeği günler süren sessizliğinden sonra beni bu sabah böyle karşıladı:

Öğle/buz çiçeği


Zaten dün akşam "biraz açasım var, pembelere bürünesim var" havalarındaydı.
Tuttu mu acaba?
Tutmuştur, tutmuştur, değil mi?

Cuma, Ekim 31, 2008

Öyle bir an

Şu keçiboynuzu bebeğine bakarken aklıma düşenleri anlatmasam olmayacak...
***
İşte burada, asfalt yolun ortasında yürüyorum. Akdeniz'deyim. Beş yaşındayım. Üzerimde annemin diktiği askılı elbisem var. Simsiyah uzun saçlarım var bir de...Etrafım, aralarında annemin ve kızkardeşimin de olduğu bir sürü kadın ve çocukla dolu. Aslında buralara ait değiliz hiçbirimiz, bu iklime ait değiliz. Göçebelik o zamandan başlamış. Öğle vakti bitişik köydeki birini ziyarete gitmişiz topluca. Bu ziyarete dair aklımda en ufak bir iz bile kalmamış. Yakıcı öğle sıcağı göz önüne alınırsa arabalara veya bir otobüse doluşup gitmiş olmalıyız. Akşamüstü sıcaklık biraz azalınca da geri dönüşü yürüyerek yapmaya karar verilmiş.

İşte burada, asfalt yolun ortasında yürüyorum. Önümde öbek öbek çocuklar, türlü oyun uydurarak, neşeyle yürüyor. Annelerden oluşan grup arkada keyifli sohbetlere dalmış. Etrafıma bakıyorum. Ağaçlara, otlara, üzerinde yürüdüğüm yola. Karşı tepelerin üstünde devrilip giden altın topa bakıyorum.

Çocuk öbeklerinin birinden neşeli kahkahalar yükseliyor birden. Bakıyorum, terlik ve sandaletlerini çıkarmış, çıplak ayakla yürüyorlar yolda. Arkama dönüp sesleniyorum: "Anneeee, ben deeeeee!". Parmağım ilerideki çocukları işaret ediyor. "Tamam, çıkar sen de" diyor annem. İzni bu kadar kolay koparabildiğime şaşmış, hemen çıkarıyorum terliklerimi. Gün boyu ısınmış ama yakmayan asfaltı ve onun tuhaf, alışık olmadığım dokusunu hissediyorum ayaklarımda. Ne güzel, bak ben de çıplak ayakla yürüyorum şimdi. Elimde terliklerim. Ilık da bir rüzgar esiyor.

Biraz sonra, bu sefer yol kenarındaki ağaçların altında bir hareketlilik oluyor. Bir kaç çocuk ağaçlara tırmanmış, kalanlar etrafına toplanmış. Yukarıdan atılan meyveleri paylaşıyorlar bir bir. Keçiboynuzu! Arkama dönüp sesleniyorum tekrar:"Anneeeeee! Ben de, ben deeeee!"
"Tamam" diyor annem yine, "git bir tane de sen al". Yine şaşkın, yine mutlu. Koşarak gidiyorum, keçiboynuzu hakkımı kapıyorum. Bak, şimdi de bir keçiboynuzu var elimde. Mmmm, öyle de tatlı ki...Hiç benzemiyor daha önce yediklerime.

İşte böylece yürüyoruz. Güneş gittikçe soluklaşıyor, rüzgar daha bir hissettiriyor kendini. Derken bir hareketlilik daha. Bu sefer arkamdan yükselen kahkahalara dönüp bakıyorum. Annelerden bazılarının da terliklerini çıkarmış, çıplak ayakla yürümeye başladıklarını görüyorum. Asfaltın üzerinde komik hareketler yapıyor bir ikisi. Sanki çocuk olmuşlar onlar da birden. Gülüşleri, yürüyüşleri bile değişivermiş. Anneme bakıyorum, yanındakine bir şeyler anlatıyor dalgınca gülümseyerek, beni görmüyor o an için. Dönüp yürümeye devam ediyorum.

bir elimde terliklerim
diğer elimde keçiboynuzum
üzerimde annemin diktiği çiçekli elbise
saçlarımda rüzgar var
ayaklarımın altında ılık asfalt

Nedenini bilmeden kendimi çok mutlu hissediyorum. Beş yaş çocukları mutluluklarının nedenleri üzerine düşünmez ki hiç.

Yürüyorum, yürüyorum.

İşte öyle bir an...
Silikleşen, ardı ardına kaybolup giden milyonlarca an kırpıntısı içinde işte bir tanesi...
Nasıl oluyorsa bak hâlâ capcanlı; aklımın neresine yazmışsam onu, örselenmemiş hiç. Her anımsayışımda da o günkü kadar mutlu etmeye devam ediyor beni.
***
Var mı sizin de öyle bir anınız?
Anlatsanıza...

Perşembe, Ekim 30, 2008

Güveye karşı doğal çözümler

Bir ara naftaline de doğal bir alternatif aramıştım. Naftalinin kokusu eşimi aşırı rahatsız ediyordu, sanırım alerjisi var. Petrol yan ürünü olması da hoşumuza gitmiyordu üstelik. Başlangıçta sorduğumuz hiç kimsenin aklına doğal güve kovucu olarak bir şey gelmedi. Fakat ben daha sonra internette ve kitaplarda bir dolu alternatif buldum. Bazılarını denedik ve memnun kaldık. Elbette denediklerimizin bile yüzde yüz güvenilir olduğunu söyleyemem. Evimizi ziyaret etmeyen güveler gelmeyiş sebeplerini bildiren mektuplar göndermiyor çünkü:))

*Mor kekik, lavanta ve defne güve kovucu olduğu söylenen Akdeniz'li bitkiler. Lavanta sadece güvelerin değil böceklerin ve sineklerin de sevmediği bir bitkiymiş. Kurutulmuş lavanta yapraklarıyla hazırlanacak torbacıklara bir kaç damla lavanta yağı damlatmak etkiyi daha da arttırırmış.

*Sedir ağacının da güve kovucu etkisi olduğu biliniyor. Hatta piyasada sedir ağacından küçük ahşap halkalar satılıyor bu sebeple. Her yıl zımpara kağıdı ile zımparalayarak kokusunu tazeleyip uzun zaman kullanabiliyorsunuz. Sedir ağacı talaşı, sedir ağacı yağına batırılmış kağıtlar da aynı işi görüyor.

*Kafûru güvelerin hoşlanmadığı bir başka koku. Ancak piyasada doğal olmayanları da satılıyormuş. Doğrusunu sorup öğrenip öyle almalıymış.

*Giysiler için dolaplara kurutulmuş limon kabuklarını doldurduğunuz müslin torbalar asmak işe yararmış.

*Lesley Bremness'in anlattığına göre kokulu yonca (Melilotus officinalis) 'nın kurutulmuş yapraklarını çamaşırlar arasına serperek güveleri kovabilirmişiz. Bu bitkiyi çocukluğumdan hatırlıyor ve dolayısıyla Anadolu'da yaygın olarak yetiştiğini varsayıyorum.

*Artemisia türlerinin (örn. Pelinotu/Artemisia absinthium ve Karapelinotu (Kafuriye/Artemisia abrotanum ) kurutulmuş yaprakları da güve kovarmış. Bu bilgiyi hem L.S., hem de Jekka McVicar veriyor.

*Biberiyenin güveleri kaçıran kokusu çok eskilerden beri bilinmekteymiş. Bu sebeple Akdeniz'de çamaşırları biberiye çalıları üzerine sererek güneşte kurutmak adetmiş. Sanırım bunu söyleyen de Lesley Bremness idi.

*J.M.'e göre çamaşırların arasına konan çörekotu tohumları da etkili bir güve kovucuymuş.
*Tanacetum balsamita'nın nane ve kafûru kokan kurutulmuş yaprakları da güve kaçırıyormuş. (J.M.) Bu bitkinin tam Türkçe adını bulamadım. Almanca adı Balsamkraut, İngilizce'si Costmary. Ama çocukluğumun çayırlarında gördüğümü hatırlıyorum. Demek ki o da Anadolulu.

*Terebentine batırılmış bir bezle halınızı silerseniz hem temizlemiş, hem de güve yumurtalarından kurtulmuş oluyormuşsunuz. Bu bilgi anonim.

*Yün giysilerin cebine sabun koymak, halıları rulo şekline getirip kaldırmadan önce üzerlerine sabun rendesi serpmek de yine halk arasında bilinen bir başka yöntem. Yünlü kazakları sabun rendesiyle yıkamak, yıkarken bir iki damla sedir ağacı yağı eklemek ise benim okuduklarımdan yola çıkarak uydurduğum bir başka çözüm.

*Tuhaf ama halıları gazete kağıdına sarmak da işe yarıyormuş. Bu yöntem çok da doğal sayılmaz. Zira tahminen gazetede kullanılan mürekkep kokusundan kaçıyor güveler, insanlar da kaçmalı!

*Hepsinden önemlisi giysi ve diğer yünlü eşyaları güneşte iyice havalandırmak ve saklama sırası geldiğinde hava almayan, kapalı ortamda saklamak temel kuralmış, bu da böyle biline...

Velhasıl doğanın her şeye bir çözümü var, çözümsüz olan kulağını onun söylediklerine tıkayan bizleriz.

Çarşamba, Ekim 29, 2008

Hortumlar ve Merdivenler

Bir süre önce çocukken evde yaptığımız yılanlı ve merdivenli bir karton oyunundan bahsetmiştim ya...
Dün posta kutumuzdan çıktı! Friends of Earth adlı Malta'lı çevre kuruluşu bir tanıtım broşürü göndermiş. Arka sayfasında da bahsettiğim oyunun Tornados & Ladders adlı bir çok benzeri vardı. Benim tarifimden bir şey anlamamış olanlar olabilir diye bir fotoğrafı aşağıda:

tornados and ladders

Ben oyunda kullanılan zarı nasıl yapabiliriz diye düşünüp bir çözüm getirememiştim. F.o.E ona da bir çözüm bulmuş, o da burada:


zar


Her iki fotoğrafı da üzerlerine tıklayarak büyütebilirsiniz.