Hah, geldin mi?
Göl, bak su tarafta.
Göl...
Ya da "göl" :)
Thoreau'un dipsiz ve berrak sulu Walden'iyla karsilastirilamazdi tabii. Bulanik, dibini göstermeyen bir suyu vardi. Ama insanda aslinda gayet sığ oldugu izlenimini yaratiyordu. Yargilayacak degilim. Sazlar ve ördekler yasamlarindan memnun gözüküyordu ve belli ki icinde bulundugu ekosistemde bir anlami vardi gölün.
Etrafinda biraz dolasarak oturacak bir yer aradik. Sık agaclik ve calilar aslinda pek oturmaya olanak tanimiyor gibiydi. Ama sonunda yikilmis agac kütüklerini, dikenli calilari güc bela asarak kiyiya biraz yakin, iyi kötü piknik örtümüzü serebilecek bir yer bulduk. Arabayi oraya kadar ilerletmek mümkün degildi, yol kenarinda biraktik. Ormanın güvenli bagrında onu calacak kimse yoktu. Böylece hem gölden hem de yoldan sadece bir kac metre uzaklikta ama her iki taraftan da sık agaccık ve sazlarla gizlenmis, kendi kücük sakli evrenimize yerlestik.
Bu arada tasinma sirasinda esim bi an yere egilerek bir seyler toplamis, sonra dönüp bize de göstermisti: üc tane bögürtlen. Hepimize birer tane :) Fakat hayatta yedigim en lezzetli bögürtlendi diyebilirim. Sincap "ben yine bögürtlen istiyorum" dedi, baska olmadigi ögrenince hayalkirikligiyla mizmizlanmaya basladi. Gerci etrafimiz dikenli bögürtlen calilariyla doluydu. Fakat üzerinde meyve olan birine rastlayamadik bir türlü. Ben belki bögürtleni unutur diye sofrayi kurmaya basladim. Menüde fazla sey yoktu aslinda. 3 gün önce yaptigim pizzadan üc dilim, önceki günden bir haslanmis misir, iki havuc (dilimlenmis), üc elma (biri sincap icin dilimlenmis), bir muz, kücük bir kesekagidina doldurdugum kuru kayisi ve bademler, biraz bisküvi. Sincap gerci bir taraftan atistirmaya baslamisti, ama hala "bögürtlen istiyorummm" deyip duruyordu. Sonunda Walden'i actim; anin anlam ve önemine en cok uyan kismi okumaya basladim; "Göl" adli kismin cok sevdigim ilk paragrafini:
"Bazen, insanlara ve dedikoduya fazlasiyla doyup köydeki bütün arkadaslarimi eskitince, normalde kaldigim yerden biraz daha batiya yönelirdim. Kasabanin fazla ugranmayan bölgelerine, ' taze ormanlarla yeni otlaklara gider ' ya da günes batarken Fair Haven tepesinde yaban mersini ve bögürtlenden olusan yemegimi yer, bir kac günlük meyve depolardim. Meyve satin alan biri, meyvelerin gercek tadina varamaz; pazarda satmak icin meyve yetistiren de meyvenin tadini alamaz. Meyveden tat almanin tek bir yolu vardir, ama cok az insan bu yolu dener. Yaban mersininin tadini ögrenmek isteyenler, keklik kusuna veya sigir güden kovboya sorsun. Hic toplamadiginiz yaban mersinlerini tattiginizi saniyorsaniz, kötü bir hata yapiyorsunuz. Bir yaban mersini asla Boston'a ulasmaz; sehrin üc tepesinde yetistigi icin Boston'da bilinmez. Meyvenin en lezzetli ve önemli kismi, üstündeki buguyla birlikte pazar arabasinda kaybolur, meyve hayvan yemi haline gelir. Ebedi Adalet hüküm sürdügü müddetce, tek bir masum yaban mersini bile arazideki tepelerden sehre tasinamayacaktir."
Okuduklarimin sincabi teselli ettigini söyleyemeyecegim tabii, esimle ben anlayisla birbirimize bakip kafamizi salladik, yemegimize devam ettik. Sonunda tika basa doyduk mu? Hayir, ama eve ac varmayacak kadar toktuk, önemli olan da bu.
Yemekten sonra herkes kendi alemine daldi. Sincap tam bir karni doymus piknik cocugu gibi (bu arada atesi de düsmüstü tamamen) etrafta hoplayip ziplamaya basladi, minik kesifler yapmaya cikti. Ne yazik ki, kücük evrenimiz piknik örtüsününü dört bir yaninda bir kac metreyle sinirli sayilirdi. Durmadan uyarmak zorunda kaldik: "bögürtlen calilarina dikkat et, dikenleri batmasin", "o tarafa cok gitme, bak bir hendek var orada, düsersin", "önüne bak, bir agac kütügü var orada", vb vb.
Bu arada biraz uzanip gökyüzüne baktim. Tam üstümüzde bir akcaagac vardi ve görüs alanimi yapraklariyla kapliyordu. Akcacagacin karsilikli tomurcuklari vardir. Bütün agac -kücük istisnalari saymazsak- bu bastan konmus "karsiliklilik" kuralinin büyük capli bir tekrari gibiydi. Insan biraz basini cevirince görüs alanina kayin dallari ekleniyordu. Kayin dallari havada asili gibi durur ve aklin kavrayamayacagi bir enerji yayar. Gerci insan yeterince yogunlasinca, etrafinda bu türden bir enerji yaymayan hicbir unsurun olmadigini da farkediyor. Esim bir taraftan son yillarda ne kadar az tatil yapabildiginden ve iyi, uzun bir tatile ne kadar ihtiyac duydugundan bahsediyordu. Ona dedim ki; "Iste tam burada yeterince sessizce ve odaklanarak durursan, ormanin sana bir kac saatte verecegi dinlenme hissi 15 gün boyunca bir all-inclusive tatil köyünün kumsalinda pineklemekten ya da bir büyük sehirde kültür turu yapiyorum diye oradan oraya kosturmaktan daha cok olacak. Dinlenmek icin uzaklara gitmeye gerek yok. Haftasonlari firsat buldukca buraya gel, sadece kosmaya degil, bazen saatlerce sadece oturmaya , bak ne iyi gelecek." Esim bu fikri cok parlak buldu. "Iyi, o zaman bugün de kalabildigimiz kadar uzun burada kalalim" dedi. Sincabi saymazsak sessizlik oldu, herkes yine kendi alemine daldi.
Ben, agactan ayrilarak basladigi yolculugu, hedefe varmadan bir örümcek aginda noktalanmis kücük bir akcaagac yapragina dikkatimi verdim. Hissedemedigim kadar ufak esintilerle bile, bir saga bir sola dönüyor, günes isigiyla tuhaf, eglenceli bir oyun oynuyordu. Seyretmek güzeldi; bır süre hic sıkılmadan izledim. Dogadaki en kücük olaylarin bile böyle bir etkisi var. Yüzeysel baktiginda sanki önemli hicbir sey olmuyormus gibi görünüyor. Ama yeterince seyredince kendini Lost veya baska bir heyecanli dizinin 360 bölümünü birden ardarda izlemis gibi aksiyon ve heyecanin ortasinda buluyorsun. Hayır, hic sıkılmıyorsun. Sonunda kafanda 360 bölümün agirligini degil, tarif edilmez bir hafifligi hissedebilmek de cabasi.
Akcagaac gövdesinin topraga yakin bir yerinde bir baska örümcek agi vardi. Ancak günes isiginin dogru acisini yakaladiginda görebildigin, doganin harika dokumalarindan biriydi. Gel, sen de seyret biraz. Bu arada ben de sana örümcek aglariyla ilgili bir sey anlatayim. Bizim kültürümüzde "pastirma yazi" denen bu erken sonbaharin günesli, güzel, ic isitan günlerine bu kültürde "Altweibersommer" denir. "Yasli dokumaci yazi" diye cevirebilirsin belki, ama konunun bildigimiz dokumacilarla ilgisi yok. Söz konusu olan örümcek aglari. Bazen Eylül sonlarina dogru gece iyice düsen isi, su buharinin tutundugu her yerde yogunlasmasina neden olur. Sabah isi tekrar yükselmeye baslar. Ögleye dogru buharlasma baslamadan önce yollarda olursan, incecik su damlaciklariyla belirginlesmis ve böylece göze görünür olmus örümcek aglarina rastlarsin. Cevredeki bütün calilarin, citlerin, bitkilerin üzerinin hic farkinda olmadigimiz yüzlerce örümcek agiyla örtülü oldugunu görmek sasirticidir. Örümcek aglarinin dokularinin, desenlerinin aldigi olaganüstü sekiller de öyle... Yillar önce, henüz Altweibersommer'dan habersiz oldugum sisli bir sonbahar sabahi alisverise giderken, nehrin üzerindeki demir köprüden gecmistim. Köprünün parmakliklarini kaplayan yüzlerce örümcek agini sana nasil anlatsam. Sisler arasinda olaganüstü, nefes kesici, gizemli bir sanat sergisinin ortasindan gecer gibi hissetmistim kendimi. Doga böyledir, bazen alisverise giderken bile kutsayiverir seni.
Eger bu güzel, ilimli yaz günleri, burnunu bu yil oldugu gibi Ekim'e dogru da uzatirsa, o zaman da "Golden Oktober" adini alir. "Altin Ekim" yani :) Istemistik ki, bu altin ekim gününü su akcaagacin altinda ördeklerin sudaki şıpırtılarını ve bak bak şimdi hendekten gecen sincabın (hayır, bizimki degil, ormanınki) hisirtisini saymazsak sessizlikle gecirelim. Fakat, sincap (bizimki yani) rahat durmuyordu. Hala bögürtlen istiyordu, hendekten kosup giden sincabi takip etmek istiyordu, sonu gelmez hikayeler anlatip duruyordu. Ilk planimiza geri dönerek toparlanip tekrar yola düsmeye, ormanin derinliklerine dalmaya karar verdik.
Biz toparlana duralim, sen su kenarda dur. Su kitabi al, "Yasadigim Yer ve Yasama Nedenim" adli bölümü ac, bir kac sayfa sonra, -evet, sincabin karaladigi sayfadan da sonra- alti cizili paragraflar arasinda "Ormana gittim..." diye baslayan bir bölüme rastlayacaksin. Biliyorum, biliyorum daha önce de okumustum bu bölümü sana. Ama bu gezintinin bu bölümün tekrarini gecerli kilmayacak herhangi bir ani var mi sence? Hadi su an tam da o an olsun öyleyse:
Ormana gittim çünkü bilinçle yaşamayı diliyordum; yaşamın sadece temel gerçekleriyle yüzleşmeyi ve öğretmesi gerekeni öğrenememiş olup olmadığımı görmeyi... (diliyordum). Ölüme eriştiğimde hiç yaşamamış olduğumu farketmek istemiyordum. Ne yaşamın ta kendisi olmayanı yaşamaktı dileğim -yaşamak öylesine değerli ki-; ne de çok gerekmedikçe vazgeçmek. Derin yaşamak ve yaşamın tüm özünü emmek istiyordum; yaşam dolu olmayan her şeyi kökünden söküp atacak kadar kadar azimle ve bir Spartalı gibi yalın yaşamak; genişçe bir ot kümesini dibinden biçmek; yaşamı önüme katıp bir köşeye sıkıştırmak ve en yalın paydasına indirgemek... ve eğer sıkıcı ve değersiz olduğu ortaya çıkarsa neden bu gerçek değersizliğinin tümünü almalı ve dünyaya duyurmalı? Yok eğer yüce bir şeyse neden yaşayarak görmemeli ve bir sonraki sefer gerçek hakkını vermemeli?"
Dogru, bence insan ormana gitmeli. Öyle ya da böyle, er ya da gec, ister yasaminin anlamini bulmak, ister bir tatil gününe anlam katabilmek icin... Ormana gitmeli insan.
Yarin yine bu saatte burada, göl kiyisinda bulusalim. Dedim ya, altin ekim gecip gideli cok oldu, havalar serin. Kalin giyinmeyi unutma. Yolu biliyorsun, sakın kaybolma.
Sakın,
kaybolma.
The Joy of Taking Care of My Life
1 gün önce
Heyecanla bekliyorum; İçim kıpır kıpır. İyi ki geçen hafta; gitmişiz ormana. :)
YanıtlaSilDoğru, insan ormana gitmeli... gittim sanki seninle.. ne yaşamın anlamini bulmak, ne de güzel bir gün geçirmekti salt nedenimiz... Daha çok ormanın söylediklerini duymaktı amaç... Söyledi, biz duyduk...:)
YanıtlaSilEvet! yarin ayni saatte buluşalım..Mavi şalımı yanıma aliyorum..
Gülin,
YanıtlaSilIyi ki :)
Burcu,
Ne güzel seyler duyduk...
Biz de sonbahar festivali icin gittik gecen hafta
YanıtlaSilAyni seninki gibi bir orman ve icinde bir gol
Ekolojik olarak da cok muhim bir gol.
Yuz yil kadar once bir aile yerlesmis o bolgeye. Bir kis gunu atlariyla golun ustunde kizakla giderlerken gol catlamis ve atlar gole duserken aile kacmayi basarmis. Bu hikayeyi bilenler yuz yil sonra dalgic indirip atlari bulmak istemis. Dibe indiklerinde gozlerine inanamamislar. Golun ekolojik yapisi soylemis, dipte hic oksijen yok yaklasik 8 metrelik bir derinlikte, sonraki 15 metrede ancak oksijen var. Atlar oksijensiz ortamdan dolayi oldugu gibi duruyorlarmis. Ayrica 600 yil oncesinden misir kocanlari, taneleri bulmuslar. Gel bir gun de beraber gidelim :)