"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Salı, Eylül 29, 2009

Bir iyi, bir kötü

Bugün bir iyi, bir kötü gelisme var. Istiyorum ki iyi gelismenin fotografini yayinlayayim ve daha sonra dönüp okudugumda da sadece onu hatirliyor olayim:


Pazartesi, Eylül 28, 2009

Tüketicinin Da Vinci Sifresi

Hazir gida paketlerinin üzerindeki sifreleri sökmek, Da Vinci sifresini sökmekten zor galiba. Bazen bildigim seylerde dahi bile bile hata yapiyorum alisveriste.

Mesela:
Buraya ilk geri döndügümüz aylarda gecici bir evde kaldik. Mutfak düzeni diye bir sey de yoktu; mutfaga girmeye vakit de. Hayatimin beslenme acisindan en berbat dönemlerinden biriydi. Bir daha tekrarlansin istemem. Bol bol hazir gida ile beslendik ister istemez...

Bir gün sabah kahvaltisinda, -zaten severek yedigim hani su ismi lazim degil ama herkesin bildigi- kakaolu findik ezmesinden yerken, bir taraftan da kavanozun orasini burasini okumaya basladim. Icindekiler bölümündeki tuhaflik o anda dikkatimi cekti. Kavanozun ön tarafinda findik, raps (Türkiye'de yagi kanola diye bilinen bitki), ekmege sürülmüs nefis kakaolu ezme resmi falan var, bir kösede de icinde her zamankinden de fazla süt oldugu yaziyorken; icindekiler bölümünde ilk listelenen seyin seker olmasi tuhafima gitti. Madem pazarlama vurgusu kakaoya, findiga, süte, bitkisel yaga ve bilumum saglikli seylere yapiliyor, öyleyse neden ayni vurgu icindekiler listesinde yok? Kücük, insanin kafasinda ampul yakan cinsten bir aydinlanma aniydi benim icin. Daha önce kozmetik ürünlerinde icindekiler siralamasinin en coktan en aza göre yapilmasi gerektigini okudugumu hatirlar gibiydim. Bu yüzden onlarda ilk sirada hep Aqua (su) gelir. Ayni sey sanirim gida etikletlemesinde de gecerli. Yani bayila bayila yedigim o seyin icinde her seyden cok seker varmis! Ikinci sirada ise yag! Findik ücüncü sirada. Orani %13 (!), daha sonra kakao ve %5 süttozu geliyor. En iyimser tarafindan bir hesaplamayla seker orani en az %34 olmali. Ki tahminen bundan bile yüksek! Aslinda kakaolu findik ezmesi degil, kakao ve findiga bulanmis seker-yag yiyorum demek ki... Pazarlama, sen nelere kadirsin!

Dersimi aldim ya, bundan sonra alisveriste icindekilerin sadece ne olduguna degil, siralamasina da dikkat etmeye karar veriyorum.

Oysa iste bir hafta önce ayni hatayi yine yaptim. Corba repertuarimizi biraz zenginlestirir belki diye, organik sebze bulyonu (tozu) aldim. Icim rahat, ilk denememi yaptim. Sonuc o kadar ,o kadar tuzluydu ki; saskinlikla kavanoza sarildim hemen. Icindekiler bölümündeki ilk madde: Tuz!

Demek ki neymis? Alisveriste tek tek sunlarin her birine dikkat edilecek (hepsi tercih sebebi elbet, tüm kriterleri karsilamak imkansiz!):

1) Bio sertifikasi var mi?
2) Zahmet edip "GDO'suzdur" bilgisi verilmis mi?
3) Fair Trade logosu var mi?
4) Icindekiler bölümündeki siralama nasil?
5) Icindekiler bölümünde nitelik incelemesi (emulgatör, yapay aroma, koruyucu madde, boya maddesi, yapay lezzet arttirici, en temel lezzet arttiricilar olarak yag, seker, tuz, vb, vb, vb...)
6) Fiyat/gramaj-büyüklük karsilastirmasi
7) Geldigi ülke (yerel mi?)
8) Öko-Test ve SWT(Tarafsiz kalite degerlendirme) sonuclari

Üstelik tüm bunlar alli pullu reklam safsatasi bir kenara itilerek; satir aralarinda ima edilen, minik puntolarla yazilanlar desifre edilerek yapilacak.

Demedim mi Da Vinci kodunu cözmek daha kolaydir diye!

Hey! Orada baska Frodo'lar da var mi?

Bir arkadasimla konusuyorduk. Ona gen teknolojisiyle degistirilmis gidalardan ve son zamanlarda onlardan kacinmak icin alisveriste dikkat ettiklerimden bahsediyordum. "Tamamen kacinman imkansiz ama" dedi. Kalkti, mutfak dolabindan bir paket un cikardi. "Bak, bunun üzerinde de Bio yaziyor. Ama yüzde yüz organik oldugundan asla emin olamayiz". "Evet, biliyorum" dedim. "Insan gidip bir dag basina falan yerlesmedikce, yediklerinin organik ve GDO'suz oldugundan asla yüzde yüz emin olamaz. Ama yine de elimizden geldigince kacinmak daha dogru degil mi?"

Bazen global isinma, bazen cevre, bazen cocuk yetistirme, bazen de böyle beslenmeyle ilgili konularda karsima cikiyor bu anlayamadigim bakis acisi.
Tek basima elimden bir sey gelmez, öyleyse savasmayayim.
Artik cok gec, yapacak bir sey yok, o yüzden bosver gitsin.
Ne yaparsan yap degistiremezsin, cok güclüler, boyun eg.
Basari olasiligi cok düsük, enerji/emek harcamaya degmez.

Bir gün ölme olasiligim da yüzde yüz. Ama buna ragmen kavsakta karsidan karsiya gecerken tarfik lambasina bakiyorum yesil mi diye." Nasil olsa ölecegim, bir kaza riskini en aza indirmenin ne anlami var?" demiyorum. Nitekim arkadasim da demiyor.

Herseyi sonunda basarmak icin mi yapiyoruz?
Ben gittigim yolun, varacagim yerden daha önemli olduguna inaniyorum cogu kez.
Frodo'nun yüzügü yok etmeyi basarmasina degil, boyuna bakmadan düstügü yollara hayran oluyorum.
Yenileceksem savasa savasa cekilirim geri.
Ve bu arada etrafima baktigimda, benim gibi düsünen bir kac kisi daha da varsa, gam yemem!

Hem ya basarirsam? Ne kadar da güclü, mucize dolu bir soru bu! Düsünüyorum da 1960'larda ABD'nin simdi unuttugum bir eyaletinde genetigiyle oynanmis misiri ciftcilere satmaya calisan adamlar da böyle düsünmüs olmali. "Kendi ürettigi misirdan gelecek yilin tohumunu cikarmak varken, kim gelir de her yil bizden tohum almayi kabul eder?" degil; "basari sansi düsük, bos mu versek acaba?" da degil.

Soru muhtemelen suydu :"Ya bir de basarirsak?"

Pazar, Eylül 27, 2009

Cok kanuni cikolata!

Alpler'in lila inegine mektup yazdim.
"Cikolatadaki sütleri (süt bile degil aslinda, süt tozu) veren inekler gercekten GDO'lu bitkilerle mi besleniyor?
Peki ya soya lesitini? Onun kaynagi da GDO'lu soya mi?
"

diye sordum.

"Bak ben artik pahali mahali, organik cikolata aliyorum. Sen bu yoldan vazgecsen, hepimiz icin daha iyi olmaz mi?"

dedim.

"Cikolatam kanunlara uygundur. Icine kanunun izin verdiklerini koyarim, vermediklerini koymam. Yemlere gelince, süt aldigim hayvan besicisine "neyle besliyorsun sen bu inekleri bakiim?" diye sormam. Ikameti Alpler olsun, yeter. Bosver, sen de bu kadar kafani takma. Yemler GDO'luymus, ne yazar? Süte gecmedigi bilimsel olarak kanitlanmis" demeye getirdi.

Oldu, peki.
Sen kanuni cikolatalarinla devam et yola.
Ben de kendi yoluma.
Kanun namina degil, insaniyet namina...

Cuma, Eylül 25, 2009

Cyclamen'le bir deneme daha...


Tohumdan veya celikten kendim üretmedigim bitkilerle aramiz hos degil diye haftalardir markette gördügüm Cyclamen'lerden almiyordum. Oysa ki pek severim kendilerini. Bu hafta artik kendimi tutamadim. Bir dergide Cyclamen bakimiyla ilgili kücük notlara rastgelmistim. Onun verdigi cesaretle bir deneme daha yapmaya karar verdim. Fotografta oldukca büyük cikmasina karsin, aslinda gayet minyatür aldigim bitki. Öyle ki, saksisi sadece bir Türk kahvesi fincani büyüklügünde... Ne olur ne olmaz diye, hemen aldigim gün bir yapragini kesip baska bir saksiya, dogrudan topraga diktim. Bu yöntemle cogaltilabilir mi, emin degilim. Bakalim neler olacak...
Cyclamen bakiminda sunlara dikkat etmeliymis:
-Aydinlik, ama direk günes görmeyen; serin ama hava akimina maruz kalmayacagi bir yer secilmeliymis.
-Ille de ilik bir odaya koymak gerekirse, en azindan direk kalorifer üstüne kesinlikle yerlestirilmemeliymis.
-Asla ve asla bitkinin kendisi / topragi sulanmamaliymis. Bu takdirde yaprak ve tomurcuklari cürüyormus. Dogru yöntem, Cyclamen'in saksisini su dolu, daha derin bir baska kabin icine yerlestirip 20 dakika kadar alttan su cekmesini saglamakmis. (Bir arkadasim aslinda bu yöntemin bütün saksi bitkileri icin dogru sulama yöntemi oldugunu söyledi.)
-Ciceklenme döneminden önce ve ciceklenme dönemi sirasinda haftada bir sulama suyuna biraz gida eklenmesi de iyi olurmus.
2.Ekim.2009/güncelleme: Bir kac gün önce yapraklari sararmaya, cicekleri de boynunu bükmeye basladigi icin Cyclamen'i oturma odasindan evin en serin yerine, banyoya aldim. Aninda düzeldi. Cicekleri hemen dik duruma gecti ve günlerdir orada duruyor keyifle. Bugün baktim, banyoda sicaklik gün ortasinda 17 derece. Gece haliyle daha da soguk. Demek ki budur Cyclamen'in hazzettigi sicaklik. Hatta balkona cikarsam orada daha da mutlu olacak sanirim.

Salı, Eylül 22, 2009

Haseki küpesiymis...


...tohumlar karisinca ne oldugunu bilemedigim bitki. Yapraklarindan kendini belli etti. Belki bütün kis ic mekanda canli tutmayi basaririm, belki gelecek yaza cicek acar diye hayalleniyorum simdi. Cicegi ne renk, onu bile bilmiyorum. Cocuk parkinin kenarinda oglum susamisti da, su vermek icin durdugumda farkedip toplamistim tohumlarini. Cicek yoktu bitkinin üzerinde hic. Feslegen anneannem icinse, haseki küpesini oglum icin ekmistim.
Geranium pratense baska bir bahara...

Açıl mango, açıl...


Pazartesi, Eylül 21, 2009

Gidalar üzerine iki site daha...

GDO basta olmak üzere gidalarimiz üzerinde oynanan oyunlari arastirirken su siteleri de okumadan gecmemeli:

- TransGen : Gen teknolojisiyle üretilmis gidalar hakkinda. Özellikle kanun ve düzenlemelerin anlamini sokaktaki insan icin hukuk dilinden arindirarak anlatan pdf dosyalari cok ise yariyor.

- FoodWatch : Ingilizcesi de burada.

Güncelleme: 16/10/2009--> Bu yazinin basligi her ne kadar "iki site"den bahsetse de, GDO hakkinda buldugum siteleri burada listelemeye karar verdim:

-Informationsdienst Gentechnik
-Greenpeace

Bu vejeteryan köfteler var ya...

Uzun zamandir denenecekler listemde bekleyen Zeytin Agaci'nin Otoburgerini yaptim bir kac gün önce. Neden denemekte bu kadar geciktigime sastim. Yesil mercimekle yapilan harika bir vejeteryan köfte. Baharat miktarlarina mümkün oldugunca sadik kalmaya calistim. Ama herkes agiz tadina göre ayarlayabilir. Firinda "kizartmak" icin belirtilenden biraz daha fazla yag eklemek daha iyi olacak sanirim. Üstelik pismeden önceki hali bana Malta'da yedigimiz bakliyat ezmelerini hatirlatti. Tamam, onlardan kat kat daha güzeldi :) Yumurta katilmazsa o sekilde de tüketilebilir.

Ne diyordum? Vejeteryan köftelere bayiliyorum! Degerli okuyucunun bildigi baska tarifler de var mi?

Güncelleme (22.Eylül.2009): Vejeteryan köfte fikirleri bir arada dursun diye baska bir giris acmiyorum. Pazar günü hobi bahcesi olan komsumuz kocaman bir kabak daha getirdi. Nasil tüketecegimizi düsünmeyelim diye bir de tarif verdi hatta: "Kabagi rendele, biraz maydonoz, biraz sogan, biraz chili...". Aaa! Bizim mücver bu! Romanya Almanlarindan kendisi. Burnum beni yaniltmiyorsa, daha cook ortak yemegimiz var kendileriyle :) Bugün yapildi, afiyetle yenildi. Neyse, en lezzetli etsiz köftelerden biri olarak mücveri de unutmamali diyorum.

Ziyaret

Durmadan silmeme ragmen pencere kenarlarinda birikip duran "sey" meger hus agacinin tohumlariymis!

Binlerce hus tohumu tarafindan durmadan ziyaret edilmekteyiz. Ne büyük onur!

Cumartesi, Eylül 19, 2009

Mürver ve kizilcik sezonunu kapatiyorum!

Biraz daha yazmazsam hepsini unutacagim. Sonra önümüzdeki yil "neydi, nasildi?" diye en basindan baslayacagim. Yaz kizim :

1) Isil, sen bu yazinin devamini okuma. Olabileceklerden ben sorumlu degilim!

2) Mürver topladik, kizilcik da... Elma suyu aldim. Özellikle dogal olarak bulanik (naturtrüb), dogrudan meyveden elde edilmis (direktsaft, elma suyu konsantresine su katilarak degil) ve organik olanini tercih ettim.

3)Mürverleri temizledim. Büyük miktarda mürveri temizlemek (catalla bile) büyük bir delilik. Gelecek yil ayni ise kalkismam icin yine bu kadar delirmis olmam gerekecek. Ayiklamadan sonra yaklasik bir kilo gelen mürverleri bir litre elma suyu ile agir ateste, kivami bence recele benzer bir seye dönüsene dek pisirdim. Ertesi sabah kahvaltisinda afiyetle yedim. Esim "bir seyi eksik, ne oldugunu anlayamadim" dedi. Kabul etmedim. Sorunun ne oldugunu ertesi gün anladim. Bir sey eksik degil, fazla. Minik mürver cekirdekleri gerci ekmege sürülmüs halde cignerken rahatsiz etmiyor ama insanin genzinde tuhaf bir tat birakiyor. Üsenmedim, recelin tamamini blender'dan gecirdim. Ardindan da gayet ince bir süzgecten (eskilerin deyisiyle kevgirden) gecirdim. Cekirdekler üstte kaldi, atildi. Geriye kalan artik mürver receli degil, marmeladiydi sanirim. Ama lezzetliydi.

4) Mürverlerin bir kismini sadece üzerlerini örtecek kadar suyla, sekersiz pisirdim. (Cekirdeklerini ayni sekilde ayikladim.) Onun nasil tüketilecegini daha önce yazmistim. Yine diyorum, nefis bir sey.

5) Kizilciklari yikadiktan sonra, nispeten olgun olanlarini marmelat icin ayirdim. Üzerlerini örtecek kadar elma suyu ile pisirdim. Epey yumusayinca altini kapatip soguttum. Suyunu bir kenara ayirdim. Kevgirden gecirdim. Burada uzuuun bir parantez aciyorum. Yemek tariflerinde hep rastladigim bu deyisi ilginc bulur, merak ederdim. Artik biliyorum. Kevgirden gecirmek bu eylemi tanimlamak icin yeterli degil. Kizilciklari-kevgire dök-avucunla-ovala-olmadi yumrukla-didin-cabala-kizilcigin al kanlarina bulan-savas onunla-hakkindan gel gibi bir fiil uydurmaliyiz bunun icin. Ciddiyim. Parantezi kapatmiyorum. Kizilciklari kevgirden gecirirken sunu düsündüm bir de. O eski kadinlarin; o tarhanasini, tursusunu, recelini, kurutmasini, pekmezini ve daha bilmiyorum nelerini kendi yapan o kadinlarin elleri yüzellibin kez öpülmeli. "Calismiyor" deyip gecildiyse, büyük saygisizlik edilmis onlara. Eger her gün masa basinda 9-5 isi yapmak "calismaksa", o kadinlarin yaptigi icin mutlaka baska bir fiil uydurulmali. Bu da dilbilimcilerden ikinci talebimdir bu parantez icinde.Kapa parantez. Kevgirden gecirilmis (!) kizilciklari tekrar ayirmis oldugum suda pisirdim. Yine bence uygun kivami alana dek. Sekersiz oldugundan biraz eksiydi. Ama sunu belirtmem gerek. Insan dogal malzemelerle calismaya baslayinca aliskin oldugu rafine tatlardan uzaklastigini da unutmamali. Rafine seker yok, rafine tat da yok. nokta.

6) Büyük günahimi en sona sakladim. Topladigimiz kizilciklarin büyük bir kismi hala cok cok eksiydiler. Epey bir sucluluk duygusu duyduk bu yüzden. Atmaya da kiyamadim. Bir hafta mutfagin bir kösesinde beklettim. Sapkadan sihirli degnek cikar diye umdum. Cikti da nitekim. Dün baktigimizda kizilciklarin durduklari yerde olgunlastiklarini gördük! Epeyce yedik. Öyle ki sincap icin cekirdeklerinden ayirmak icin tek elimin parmaklarini hafifce bastirmam yetiyordu. Bugün tekrar ise koyuldum. Geriye kalan tüm kizilcigi üzerini örtecek kadar su ile (ve sadece su ile, sekersiz) pisirdim. Suyunu süzdüm. Kalanini yine sogutup kevgirden gecirdim (ac parantez-!kapa parantez). Evet, gercekten delirmis olmaliyim. Süzülen bulamacin su kismini kizilcik suyuna ekledim. Onu istedigimiz zaman biraz su ve bal (veya pekmez, veya agave nektari, veya akcaagac surubu, veya, veya) ekleyerek iciyoruz. Nefiiiis bir sey! Oglumuza sözde sekersiz meyve suyu icirmeye kalkan ama icine seker katmayip da aspartam kativeren endüstriyel üreticiye selamlar gönderiyoruz.
Kevgirin öte tarafinda kalan kizilcik bulamacina bakinca Türkce'de kizilcik salcasi diye bir kavram var mi diye süpheye düstüm. Evet, olmali. Yoksa adini ben koyuyorum. Sekersiz oldugundan her tarafa cekilir eksi bir tadi var bu salcanin. Bal ekler, ekmege sürüp yiyebiliriz; veya eksi gerektiren yemeklere katabilirim. Henüz karar vermedim, ona bir rol kurgulayacagim.

7) Taaa en basinda ayiklarken (yani pismeden önce) bir miktar mürver cekirdegi ayirdim. "Bahcemde, bagimda mürver agacim olsun isterim" diyen var mi? Parmagini kaldirsin, göndereyim. Buralarin inanisina göre kutlu, ugurlu bir agacmis. Benden söylemesi...

Mango


Mangonun büyüme hizi benim fotografini cekip yazma hizimdan fersah fersah öte. Olaganüstü güzellikte kizil yapraklari vardi; ben fotograflayana dek yesillenmeye basladilar. Bu fotograf bir kac gün öncesine ait. Yapraklarin asagiya dönük halinden hic endiselenmiyordum. Cünkü licinin de baslangicta böyle bir hali olmustu. Bir tür enerji toplama taktigi belki de... Nitekim iki gündür yapraklarini yavastan kaldirmaya basladi, semsiye gibi aciliyor adeta. Beni asil sasirtan, bildigim diger bitkilerden farkli olarak yasama ayni anda tam bes (5) yaprakla merhaba demesi. Bütün bitkiler gibi mango da sasirtici, süpriz dolu, olaganüstü!
Benim de sardunyam olsun diye... Anneanneminki gibi en kirmizisindan...
Olmadi. Umudumu kesmedim; baska türlü deneyecegim.
Sardunyali arkadasimdan bir yaprak sözü daha aldim.

Cuma, Eylül 18, 2009

codecheck.info

Gen teknolojisiyle üretilmis gidalar üzerine arastirma yaparken codecheck.info'ya rastladim. Bu harika site ne yazik ki sadece Almanca. Kullandigim ürünün EAN ( barkod) numarasini veya yaklasik adini veriyorum. Ürünün icerigindeki tüm maddeleri listeledigi gibi; her bir maddenin üretim yöntemi, allerjiye sebep olup olmadigi , toksikolojik acidan durumu gibi konularda da bilgi veriyor. Dünyanin en bilimsel sitesi degil belki ama aldigi seylerin icerigini merak eden tüketici icin gayet basarili bir ilk referans noktasi.
Sistem söyle isliyormus: Ben (eger o ana dek zaten kaydedilmemisse) tüketici olarak elimdeki ürünün barkod numarasini, adini ve elimdeki pakette "icindekiler" basligi altinda sayilan tüm maddeleri giriyorum. Arka planda ikinci bir veritabaninda tüm bu maddelerin muhtemel veya kesin kanitlanmis riskleri, zararlari veya tam tersine avantajlari üzerine bence güvenilir kaynaklarca saglanmis bilgiler var. Sistem bu ikisini eslestirerek bir rapor hazirliyor. Sadece gida maddeleri icin degil üstelik. Kozmetik, oyuncak, elektronok gibi cesitli basliklarda binlerce ürün kaydedilmis.

Keske codecheck.info'yu da alisverise götürebilsem :)

Dünya bir banka olsaydi...

Hah...hah...haa...
Bu güzel iste!

Greenpeace'in web sayfasinda sattigi tisörtlerin birinin üzerinde söyle yaziyor:

"Dünya bir banka olsaydi, coktan kurtarmistiniz!"

Cikolata, seni yeniden kesfediyorum

Eski cikolata tarifini tozlu arsiv raflarindan cikardim. Bu arada gidip organik cikolata aradim. Cünkü oglum her zamanki dolaba bakip "haa..aa" deyip duruyordu. Bu onun dilinde cikolata demek. Alternatif bir dükkanda (bu evimizin yakininda da var bir tane, ne sansliyim!) daha önce buldugum ve denedigim 99 sentlik organik ve de aci cikolatadan aldim. Sadece kakao, kakao yagi ve rafine olmayan (esmer demiyorum, bu yaniltici), ham seker kamisi sekerinden üretilmis. Kakao orani %72, süt yok (olmasa da olur), soya lesitini bir yana hic bir kivam arttirici yok! Ama cikolata. Demek ki oluyor.

Aci cikolata zaten öyle cok cok yenebilen bir sey degil. Has olan her sey gibi. Tam unla yapilmis ekmek gibi. Azar azar yemek yetiyor. Oglum icin kücük parcalardan olusan paketler hazirlamayi ve büyük paketi göstermemeyi düsünüyorum. Cikolatanin lapur lupur yenen bir sey olmadigini ögrenmesi daha iyi. Oya Hanim GDO ile ilgili bir önceki yazida adini koydu. Tokgözlülük ve bunun gida sektöründe oynanan sacma oyunlara deva olabilecegi üzerine düsünceler gelistiriyorum. Zaten dünyanin bir cok derdine tokgözlülügün, azla yetinmenin, gönüllü olarak sade yasamanin deva olacagina inanmiyor muyum?

Kendi fanusumuzun icinde her sey yolunda. Dis dünyaya cikinca, mesela her zamanki teyzemizi ziyarete gittigimizde sehpanin üzerinde hep duran "haaa...aa" yi görünce neler olacak bakalim?

Çarşamba, Eylül 16, 2009

Kücük mutluluklar: Anlatması zor

Mutfağa bir şey almak için girdim. Masaya baktım. Durup bir daha baktım. Şaşırdığımdan değil. Yeni pişmiş ekmekleri yarım saat önce fırından çıkarıp, soğusunlar diye masaya bırakan zaten bendim. Kücük otobüs o sırada orada mıydı, yoksa sonradan mı gelip park etti oraya, hatırlayamadım. Ama ona da şaşırmış değilim; evin içinde park etmediği bir yer kalmadı ki! Mutlu oldum; çok mutlu oldum sadece. Sebebini anlatması zor. Ne için geldiğimi unuttum. Bu fotoğrafı çektim. Mutfaktan çıktım.

Cumartesi, Eylül 12, 2009

GDO hakkinda bir kac sey...

GDO (Genetigi Degistirilmis Organizma) üzerine okuyup duruyordum. Sanirim yine büyük bir okyanusa baliklama daldim. Himm, daha fazla dagilmadan sunlari bir toparlayayim.

Birincisi, Funda'nin e-posta ile gönderdigi belgede de belirtildigi üzere genetigi degistirilmis olma olasiligi en yüksek olan bitkiler misir, soya, kanola ve pamuk. (Kanolada kafami karistiran bir sey var; bunu arastirip sonra bir ara yazayim.)

Ikincisi, bu dört muhtemel GDO beklenmedik sekillerde karsimiza cikabiliyor: Mısır unu, yağı, nişastası, gluten, fruktoz-glikoz şurupları, fruktoz, glikoz, dekstroz, modifiye nişastalar, soya unu, lesitini, proteini, isolat ve isoflavonu, monosodyum glutamat ve eşdeğerleri, bitkisel hidrolize protein, soya yağı, kanola yağı, pamuk yağı gibi...

Ücüncüsü, Avrupa Birligi ve Türkiye'de kanuni düzenlemeler ve uygulama son derece farkli. Kendi yaptigim alisverislerde neye dikkat etmem gerektiginden yola cikarak AB ülkelerinde ve özelinde Almanya'daki son durumu tekrar arastirdim. Durum su:

- 18 Nisan 2004'den beri AB sinirlari icinde genetik olarak degistirilmis organizma iceren veya bunlardan üretilmis her türlü ürün bildirilmek zorunda. Son üründe varligi kanitlanamasa dahi... Ama istisnalari var. GDO bitkilerle beslenmis hayvanlardan elde edilen her türlü hayvansal gidada bu bildirimin yapilmasi mecburiyeti yok. Nedenini anlayamadim. Bu da satin aldigimiz et, balik, yumurta ve süt ürünlerinde gayet de GDO bulunabilir demek oluyor. Bu arada genetigi degistirilmis bakterilerden üretilen katki maddeleri varmis ki, bunlarin bildirimi de gerekmiyormus!

-Bu yüzden genetik olarak degistirilmis (g.o.d. diyeyim buna) bitkilerin cogu zaten hayvan yemi üretimine aktariliyormus. Yani benim 'misir gevregi almam, soya eti yemem' demek yerine dikkatimi et ve süt ürünleriyle katki maddelerine cevirmem gerekiyor daha cok.

-Bir de organik (bio) sertifikali ürünleri tercih etmek otomatik olarak GDO belasindan da uzak tutuyormus bizi tüketici olarak.

- Almanya Greenpeace'in web sayfasinda GDO ile ilgili bir tüketici rehberi buldum. Acik acik marka - ürün isimleri verilerek hangi firmalarin ak, hangilerinin kara listede oldugu, hangi ürünlerin süpheli, hangi ürünlerin temiz oldugu listelenmis. Temmuz 2009'da yayinlanmis, oldukca yeni. Alisverise giderken yanimda tasimaya karar verdim.

-Beni özellikle hayal kirikligina ugratan Alpler'in lila inegi oldu. Greenpeace'in rehberinde belirtildigine göre icerigindeki süt tozunun elde edildigi süt g.o.d. bitkilerle beslenmis hayvanlardan geliyormus. Üreticisi durumu degistirmek icin en ufak bir girisimde dahi bulunmuyormus. Bugün alisveriste paketini özellikle inceledim, bilesiminde GDO bulunduguna dair bir not yok, ki kanunen bulunmasi gerekmedigi de anlasiliyor. "Garantiert Alpenmilch" yaziyordu ön tarafinda kocaman. Icindeki sütün Alplerden geldigi garantiymis yani. Velakin o ineklerin reklamlardaki gibi yesil cayirlarda otlamadigini zaten biliyoruz. Ikametgah adresleri o kadar da önemli degil. Tüketici olarak kafam karisti, cok kisisel aliyorum o kocaman garanti notunu, kendimle dalga gecilmis hissediyorum. Ve hatta seytan diyor ki 'git kendi cikolatani yap'. Var gecmiste denemisligim. Biliyorum 50 centten fazla tutar; biliyorum tadi o kadar da lila olmaz, ama bak sana söylüyorum lila inek, yapabilirim.

Simdilik bu kadar.

Perşembe, Eylül 10, 2009

Tuhaf...

Televizyon seyretmeyince, internetten bile gazete okumayinca iste böyle tuhaf oluyor. Ben burada mutlu mesut recel kaynatiyorum; Marmara yüzyilin seline teslim(mis), yeni farkediyorum. Bu hadi yine tuhafligin hafif olani. Türkce gazeteleri evirip ceviriyorum. Bolca "flash...flash...flash" detay, bolca fotograf var; beyanatlarin da bini bir para. Ama ne olup bittigini bir türlü tam cikaramiyorum. Ne oldu, ne zaman basladi, nerede nasil gelisti, can kaybi, mal kaybi, son durum nedir? Neden bir kösecikte olsun özetle anlatilmiyor bunlar? Ne zaman önemli bir gelisme olsa ülkemde, anlayip cözene kadar akla karayi seciyorum. Gazeteciligin de neon isiklari gibi yanip sönmeyen, "flash...flash...flash"lamayan, kanli acikli fotograf yayinlayip okuyucuyu duygu seline bogma kolayciligina kacmayan daha sade, daha bilgilendirici sekli olmali. Sahi, nerede? Bir türlü bulamiyorum :(

Ekşi erik --> Ekşi maya ?

Temmuz ayında 3 hafta halamda kaldim. Kücüklerden fırsat buldukça uzun uzun konuştuk. Bir sürü ilginç şey öğrendim ondan. "Halamla konuşmalar" diye bir dizi yazı yazsam yeri var. En kısası ve bana en ilginç gelenle başlayayım.

Ekşi maya denemelerimden bahsedince bana çocukluğundan, köyden hatırladıklarını anlattı. Elbette onlar da eski hamur kullanırlarmış öncelikle. Ama gerektiğinde maya üretmek için bildiğimiz ekşi eriği pişirerek onun suyuyla başlarlarmış işe. "Biz hamuru eriğin ekşisi sayesinde mayalanıyor sanırdık" dedi. Ona muhtemelen eriğin kabuğunda yerleşmiş olan mikroorganizmaların işlevinden bahsettim. Bu çok da şaşırtıcı değil. Daha önceki araştırmalarımda bu amaçla ananas suyu ve patates kullanıldığını bile okudum. Anladığım kadarıyla Akdeniz havzasında yaygın olarak üzüm kullanılıyor, kurutulmuş veya taze. Pınar'ın bir arkadaşı ekşi mayasını kara üzümle üretip paylaşmıştı bizlerle.

Halamla bir deneme yapmaya karar verdik. Evin çevresindeki henüz gayet ekşi eriklerden bir avuç toplayıp biraz suda pişirdik. Soğutup unla karıştırmak amacımız. Ama kücüklerden biri -neyse ki soğumuş- erik suyunu dökünce bizim deney de başlamadan son buldu. Başarır mıydık ondan da emin değilim; eriği bol suda yıkayıp bir güzel "kirlerinden" ve bu arada gerekli mikroorganizmalardan arıtmış olduğumuz sonradan aklıma geldi! :) Büyükannelerimiz muhtemelen bu derece hijyen takıntılı değildi... Bir de bu pişirme işine takılıyor tabii aklım. O zaman mayayı oluşturacak mikroorganizmalar da canlı kalamaz gibi geliyor cünkü. Belki de yapılan sadece ılık suda bekletmekti biraz. Emin değilim, bunu tekrar sormam gerek.

Halamın anlattığına göre yaylaya ilk çıktıklarında hayvanlar henüz yavrulayıp süt vermeye başlamamış olurlarmış. Nihayet süt bulunduğunda ise mayalayacak yoğurt olmazmıs, cünkü yaylaya çıkarken beraberlerinde getirseler bile o kadar uzun süre dayanamazmış yoğurt. Bu yüzden yayladaki ilk yoğurdu da yine sütü erik ekşisi ile mayalayarak üretirlermis. İşte bunu daha önce hiç duymamıştım! Kefir ile ekmek mayalanabildiğine göre; ekşi maya, yoğurt, kefir ve benzeri ürünlerin hepsi belli mikroorganizmaların sebep olduğu -ve bizim adina fermentasyon dediğimiz- bir aktivitenin sonuçlarıysa belki o kadar da olmayacak bir şey değildir bu. Şimdi merakla bu bilgiyi onaylayacak başka kaynaklar bulmayı umuyorum. Değerli okuyucunun da bir fikri var mı bu konuda?

Çarşamba, Eylül 09, 2009

Eski ampullere veda

1 Eylül'den itibaren AB ülkelerinde, bildiğimiz klasik ampullerinin satışında dereceli olarak yasak başladı. Yerini enerji tasarrufu sağlayan yeni nesil lambaların alması hedefleniyor. Yeni ampuller eskilere denk ışığı vermek için onların sadece %20'si kadar enerji harcıyormus.
Artık 100 Watt'lık klasik ampuller hiç bir yerde satılmayacakmış. Gelecek sene 75 Watt, iki yıl sonra çok yaygın kullanılan 60 Watt, üç yıl sonra 25 Watt ve yukarısı ampuller yasaklanacakmış.
Kimisi geçişin çok yavaş olduğunu iddia ederken, kimisi de yeni nesil lambaların yapay ve soğuk ışığından hoşlanmadığı için itiraz ediyordu yasağa. Hatta 1 Eylül'den önce eski tür ampullerin stoğunu yapan tüketiciler olduğunu dinledim televizyondan.
Gelişme bence o kadar da yavas degil ve de sevindirici.
Işığın dogalligina gelince hangisi günesin yerini tutabilir ki?

Kızılcık, mürver, şurup, marmelat


Aklımda bu dört sözcük dönüp duruyor günlerdir.

Unutmadan not etmeliyim şunların hepsini:

Cumartesi günü biraz daha kızılcık toplamıştım. Yine şurup yapmayı denedim. 1 su bardağı kızılcık, iki şu bardağı su ve bir yemek kaşığı şeker ölcüsü ile piştiler. Yine bir parça tarcın kabuğu vardı. Bu sefer şeker ayarı tamdi. Meyvenin buruk tadı farkediliyordu ama zaten tercih ettim bunu özellikle.

Pazar akşamı "peki bu mürverleri ne yapsam?" diyerek uykuya daldığımdan olacak, gece rüyamda mürverlerle uğraştim. Sabah kalktığımda elma suyuyla şekersiz marmeladını yapmaya karar vermiştim. "Neydi peki elma suyuyla meyvelerin tam ölcüsü?" diye notlarımı karıştırırken karşıma Tijen'in "Meyve Agacindan Hikayeler" kitabindan vaktiyle not aldigim mürver surubu tarifi cikti. Peki, belki de bütün kainat mürver surubu yapmami istiyordur. Orada tarif edildigi üzere pisirdim mürverleri. Yalniz zencefil ve karanfil yoktu evde; ben baharat niyetine yine tarcin kabugu kullandim. Icinde hic seker yok, sonradan biraz ilik su ve bal ekleniyor ve harika bir seye dönüsüyor. Kisin sogukalginliklarinda kullanilmak üzere saklaniyormus ama ben bu haliyle saklarsam buzdolabinda, bozulacagi kesin gibi. O yüzden hastalanmadan icip bitirmeyi tercih ettik. Bu arada okudugum bloglardan birinde tarif edildigi üzere bir catal yardimiyla ayikladim mürverleri. Yoksa hayatta akil edemezdim ben böyle pratik bir seyi.


Fotograf: juergen.mangelsdorf


Neredeyse bizimmis gibi sahiplendigimiz kizilcik agaci son günesli günleri de görsün, vakit bulursak biraz daha mürver de toplayalim ve artik marmeladini yapayim sunlarin diye hayal kuruyorum.

Sekersiz, sadece elma suyuyla yapilan recel/marmelat ölcüsünü buldum bu arada. Vaktiyle Mekanimiz Mutfak'ta yayinlanmisti. Bir litre katkisiz yüzde yüz elma suyu ve bir kg. meyve ile yapiliyor.

Tek sorun, fazla dayanikli olmamasi. Sebebini bir kac kavanoz küflenmis receli attiktan sonra okudum. Seker sadece tad vermekte degil, ayni zamanda meyvenin bozulmasini önlemekte de ise yariyor recel yapiminda. Ne kadar cok kullanilirsa o kadar dayanikli oluyor recel. Ama biz zararli yönleri sebebiyle öyle bol keseden seker kullanmak istemiyoruz tabii ki. Cözüm receli (veya marmeladi) az miktarda, tadimlik yapmakta ve mutlaka iyice kaynar suda yikanarak temizlenmis kavanozlarda saklamakta.

Bir sekersiz recel linki de Funda'dan.

Pazartesi, Eylül 07, 2009

...ve sacimi da zeytinyagli sabunla yikamiyorum o zaman

"kafamda cok fazla fikirler ucusmaya baslayinca sanki beynimi minik minik yiyorlarmis gibi geliyor,

o zaman tum bildiklerime karsi cikip ozgur cehaletin mutlulugunu yasamak istiyorum.

her kucuk ayrintiya dikkat ettigin bir donemin ardindan her seyi bosverdigin zamanlarin da oluyor mu evren?"

...diye sormussun ya Baris,

evet, evet, evet!

Aynen tarif ettigin gibi hissettigim zamanlar,
ve "bilmezdim, ne güzel" dedigim zamanlar,
ve bazi seylerin ucunu saliverdigim zamanlar oluyor.

Gidip etiketinden tek bir satir bile okumadan bir seyler aliyorum,
ve yogurdun plastik kutusunu da geri dönüsüm cöpüne atmiyorum,
ve sacimi da zeytinyagli sabunla yikamiyorum o zaman.

önemli degil,
geciyor sonra...

bu basit yasam günlügünü de bu yüzden tutuyorum zaten,
kendimi motive etmek icin,
unutmamak icin,

parmagimi baskalarina sallayip "yapiyor musunuz bunlari bakiiim?" demek degil derdim.

iyi ki sordun.

Pazar, Eylül 06, 2009

Mürver

Sincap ve babasi bugün ögleden sonra gittikleri orman gezintisinden iki avuc mürver ve bir avuc taze findik ile döndüler. Ne güzel, ne güzel! Velakin baba "mürverleri böylece yiyecegim" diye tutturdu. Hatta epeyce de dalindan toplarken yemis! Oysa ki bir yerlerde "mürverin meyvesi öylece yenmez, zehirlidir; pisirilir, islenir, öyle tüketilir" diye okumuslugum var. Simdi bu bilgi dogru mu emin olmam lazim (babanin genel durumu aksini söylüyor). Eger dogruysa, mürveri islemenin bir yolunu bulmak lazim. Artik surubu mu olur, marmelati mi, henüz aklima gelmemis baska bir sekli mi? Mürverlere yazik etmemek lazim.

Findiklardan yana bir sorun yok.

Soya lesitini

Dilek ne iyi etti de, haberdar etti. Fikir Sahibi Damaklar'in tartışma grubuna üye oldum. Sayelerinde GDO hakkında bilinçlenme eğrim yine yükseliyor bugünlerde. Sincabın hoşuna gideceğini bildiğim halde, genetiğiyle oynanmış mısırdan yapılmıştır diye mısır gevreği almıyordum. Ete iyi bir alternatif olabilirdi bizim için, soya eti de almıyordum aynı sebeple. Nasıl olmuşsa olmuş, soya lesitini kaçmış gözümden. Onu pek çok gıdanın ambalajında okuyunca seviniyordum hatta. Çünkü hiç hazzetmediğim başka kıvam arttırıcıların alternatifiydi. Artık soya lesitinine de dikkat etmek gerek.
Bu daha da az hazır gıda demek... Çikolatalı fındık ezmesi ve çikolata , ne yapmalı da size bir alternatif bulmalı?
Sincapla gezmeye çıkarken daha da hazırlıklı olmak gerek bir de...
Dikkat etmemiz gereken başka neler var kimbilir?
Daha da takipteyim.

Asbeste dair...

Asbeste adını Eski Yunanlıların vermiş olması tesadüf değil elbette. Aslında doğada kendiliğinden var olan bir mineral ve en azından 2500 yıldır insanların bilip kullandığı tahmin ediliyor. Okuduğuma göre coğrafya kitaplarında Türkiye'nin yeraltı zenginlikleri arasında sayılan amyant ile asbest aynı şeymiş. Asbestin özelliği hem ısı, hem nem, hem de sese karşı yalıtım sağlayabilmesi. 1000 dereceye kadar ısıya dayanabiliyor. Bir noktaya kadar asite de dayanıklı. Lifli yapısı sayesinde aynı zamanda hem gayet esnek, hem de gayet dayanıklı olabiliyor. Bozulmuyor, paslanmıyor. Ayrıca hafif. Üstüne üstlük bol ve ucuz. Bütün bunlar sayesinde pek çok kullanım alanı bulmuş kendisine. "Mucize mineral" diye adlandırılmış bir ara, öldürücü mineral olduğu sonradan anlaşılmış. Zararlarının bilincine varıldığı 80'li yılların başına kadar 3000'den fazla üründe kullanılmaktaymış. Pek cok degisik cesidi ve kullanim formu var. Uzmani olmadigimdan detayina girmiyorum.

Endüstriyel kullanımı 1870'lerde, başta Kanada olmak üzere Batı ülkelerinde başlıyor. Özellikle inşaat sektöründe yaygın olarak kullanılıyor. Hem iç, hem dış yalıtımda. Yapımında asbest kullanılan en ünlü binalardan biri 11 Eylül'de yıkılan Dünya Ticaret Merkezi kuleleri. Bu olayda onbinlerce kişinin asbest tozuna maruz kaldığı ve artan sayıda kişinin bunun sonuçlarını yaşadığı söyleniyor. Ancak Almanca Wikipedia'da yazdığına göre bu konu ABD'nde tabu.


Tuzlu suya karşı dayanıklılığı sebebiyle gemi yapımında da kullanılıyor. Telefon ve yüksek gerilim hatlarında dış ortamdan yalıtımı sağlıyor. Tost makinesi, sac kurutma makinesi ve ütüden otomobile, koruyucu giysilerden Noel ağaçlarına bir sürü kullanım alanı buluyor (veya gecmiste bulmus) kendine.

Uzman olmayan kisilerin asbesti taniyabilmesi güc. Cünkü pek cok degisik üründe, pek cok degisik formda cikiyor karsimiza. Bazi formlari daha stabil ve dolayisiyla biraz daha güvenli. Bazi türleri daha gevsek lifli. Zamanla cözünüp ortama, havaya karismasi daha kolay. Gri renkli, lifli yapisiyla insaatlarda kullanilan bazi türlerini tanimanin mümkün oldugu söyleniyor sadece.

Tuhaf olan şey, aslında sağlığa zararlı olabileceğine dair ilk bilgiler daha 19. yüzyılın sonunda gelmeye başlıyor. 1898'de İngiltere'de "asbest tozunun kötü sonuçları"na dair raporlar yayınlanıyor. Bu yıllarda Avrupa'nin çeşitli ülkelerinde asbest madenlerinde ve atölyelerinde çalışalar arasında yaygın olan ve ölümle sonuçlanan vakalar genellikle verem sanılıyor. 1900'de bir İngiliz patalog bu ölümlerin verem değil, akciğer dokusunu yaralayıp iltihaplanmasına sebep olan asbest liflerinden kaynaklandığını kanıtlıyor. Hastalığın adi: asbestosis. Asbestin yol açtığı bilinen hastalıkların en hafifi... Asbest lifleri öylesine kücük boyutlarda ki (0,01-2 mikrometre), üst solunum yollarının doğal koruma mekanizmalarını aşarak akciğere ulaşıyor ve orada yerleserek akciğer dokusunu tahrip ediyor. Özellikle madenci ve tersane çalışanlarında görülen bir meslek hastalığı. Öksürük ve nefes darlığı en bilinen belirtileri. Artan kanser riski cabası...

1930'lardan itibaren asbestin asbestosis sonucunda veya ondan bağımsız olarak akciğer kanserine de sebep olduğuna dair araştırmalar yayınlanıyor. Bu kadar erken bu bilgiye sahip olunmasına karşın yasaklanmasının bu derece uzun sürmesinin iki sebebi var. Birincisi, hastalığa sebep olma sürecinin uzun olması. Bazen on yıllar alıyor hastalığın ilk belirtilerinin görülmesi. Etkilerinin ne genis capli, ne ciddi boyutlarda olduğu gayet geç anlaşılıyor bu yüzden. İkincisi ama daha önemlisi, asbest lobisinin etkili çalışmaları. Maliyeti endüstri tarafından karşılanan kimi araştırmaların sonuçları istenenin aksini kanıtlıyor olmalı ki, ortadan kayboluyor.

Akciğer kanserine ek olarak, bir başka kansere daha yol açıyor asbest: Mesothelioma (akciğer zarı/karın zarı kanseri). Aslında gayet nadir rastlanan bir hastalık. 50'li yıllarda adeta bir patlama yaşaması ile anlaşılıyor asbestle bağlantısı. Sadece asbest madeninde çalışanlar değil, maden yakınında yaşayanlar, maden çalışanlarının yakinlari, yani bir şekilde (ve gayet az miktarda) asbest tozuna maruz kalanlar da yakalanıyor bu hastalığa. Üstelik aile bireyleri maden çalışanlarının giysi ve saçlarıyla taşınan toza maruz kalıyorlar sadece. İngiltere'de bir tersane çalışanının kızının 2000'li yıllarda bu sebeple tazminat almaya hak kazanması okuduğum ilginç bir bilgi. Asbeste maruz kalmanin güvenli bir düzeyi olmadigi bir cok kaynakta acikca yaziyor. Cok az miktarda asbest tozu bile hastalik yapici etkiye sahip.

1970'lerde gayet yoğun olarak kullanılmaya devam ediyor asbest. Almanya'da mesela, özellikle büyük inşaat şirketlerince yapılan binalarda, büyük inşaat projelerinde, kamu binalarında -ki buna hastaneler, ana okulları ve okullar, kapalı yüzme havuzları dahil ne yazık ki- bol miktarda kullanılıyor. Çatı yalıtımında, dış duvar yalıtımında, bazen iç duvarlarda, PVC yer kaplamalarinda, o yıllarda çok rastlanan bir tür elektrikli radyatörde... (Elektrikle ısıtılan ve bu isiyi daha sonra dışarıya veren tuğlalar var bu radyatörün içinde. İlk kez Almanya'da gördüm ama Türkiye'de de kullanılıyor olabilir, tuglalar cikarildiginda ortama asbest tozu yayiliyor) Yani binalarin akla gelebilecek her yerinde kullanılmış asbest. Üretimin zirveye ulaştığı 1973 yılında dünya çapında 5,3 milyon ton asbest üretilmiş! Kisisel arastirmalarimizdan edindigimiz izlenim, Almanya'da 1950'lerden itibaren 1990'lara kadar yapilmis her binaya söyle ya da böyle asbest bulasmis oldugu. Hele kamu binalarinda, hele anaokullarinda, okullarda bu derece yaygin kullanilmis olmasi cocugumuz acisindan epey endiselendiriyor bizi.

1980'lerden itibaren asbestin zararları gittikçe daha iyi anlaşılmaya, asbest üreticileri gittikçe daha çok köşeye sıkıştırılmaya başliyor. Yine de Avrupa ülkelerinde ve bu arada Almanya'da kullanımının tamamen yasaklanması 90ların basını buluyor. Kanada en önemli asbest üreticilerinden biri olarak asbestin zararlarını kabule ve yasaklanmasına karşı en çok direnen ülkelerden biri. Şu anda en büyük üretici Rusya ve Cin. En büyük tüketici de -tahmin edileceği üzere- yine Cin. Okuduğum kitaplarda gördügüm bir grafik beni dehşete düsürdü. Almanya'da asbest üretiminin yıllara göre dağılımını gösteriyordu bu grafik. Sektörün 70lerde ulaştığı zirve gayet açık görülüyor. Almanya'da yasağın başladığı 1993'ten itibaren üretim eğrisinde gayet keskin bir düsüs var. Dehşetli olan şey, sadece iki yıl içinde eğrinin tekrar ve cok keskin bir şekilde yükselmesi. Öyle ki 1993'dekinden de yüksek bir düzeye ulaşıyor üretim. Nereye gidiyor onca asbest? Çok büyük ihtimalle yasağın olmadığı, zararların da bilinmediği 3. dünya ülkelerine. Başarılı pazarlama taktikleriyle. Bu arada belki Türkiye'ye de...

Su anda pek cok gelismis ülkede -Avrupa Birligi ülkeleri dahil- asbest kullanimi tamamiyla yasak. Eski binalarda kullanilan asbestin dokunulmadigi sürece bir tehlike olusturmadigi varsayiliyor. Ne derece güvenilir, bilmem. Ancak asbestin cikarilmasi veya bir sekilde müdahale edilmesi gereken durumlarda bu isi mutlaka sertifikali uzmanlarinin yapmasi gerekiyor.

Asbestin, yasakli oldugu Avrupa ülkelerinde sebep oldugu bazi kanser türlerinin yeni yeni zirve yapmasi, bazi kanser türlerinde ise en yüksek rastlanma oranina önümüzdeki 15-20 yilda erisileceginin tahmin edilmesi bir diger aci bilgi.

Türkiye'deki durum nedir denirse; okuduklarimdan anladigim kadariyla bazi türlerinin ithalati yasak, bazi türlerinin Türkiye'de cikarilmasi ve kullanilmasi yasak. Asbestle calisanlarin maruz kalmalarina izin verilen maksimum miktar belirlenmis (ki bilimsel olarak yokmus öyle bir güvenli düzey, tekrarliyorum), nasil saklanmasi gerektigi kurala baglanmis. Gayet yasakli, kontrollüymüs gibi yapip; gayet serbest, kontrolsüz kullaniliyormus izlenimi edindim dogrusu. Gecmiste Türkiye'de yasadigim, okudugum, calistigim binalarda durum neydi?
bugünkü durum nedir?
belediyeye veya yapan firmaya sorulsa binanin asbest durumu hakkinda bilgi ver(ebil)ir mi?
asbest iceren binalarda tadilat nasil yapiliyor?
cikan asbest ne yapiliyor?
yikilacak binalarda asbest olup olmadigina dikkat ediliyor mu?
Aliaga'da hala Avrupa'nin asbestli hurda gemileri parcalanmaya devam ediyor mu?
Merak ettim.
Türkiye'de bu konunun az gündemde olmasi asbestin az kullanilmis olmasindan mi, yoksa az önemseniyor olmasindan mi?
Merak ettim.
5-6 yil önce evimizdeki elektrikli kalorifer asbestli olabilir mi diye panik yasayinca "bosverin, ben Türkiye'de kalorifer isinde calisirken, ellerimizle parcalardik asbest kütlelerini, hic bir sey olmuyor" diyen Türk tanidigimin hali nedir?
Merak ettim.

Asbestle ilgili bilip ögrenebildiklerim bu kadar simdilik. Sanirim bir önceki yaziya birakilan yorumlardaki sorulari cok da yanitlayamadim. Benim kafamda da ic rahatlatan yanitlardan cok; sorular, sorular var. Arastirmaya devam...

Kaynaklar:
1) Asbest - Türkce, Ingilizce, Almanca Wikipedia girisleri
2) Industriegeschichte: Das tödliche Wunder, Die Zeit
3) Asbest Yasagi ve Türkiye , isguvenligi.net
4) Türkiye'de asbest ve fibröz zeolit (eriyonit) ile ilgili Akciger hastaliklari
5) Gift im Wohnzimmer, H. Gloning, A. Hellmann, Mobuse Verlag, 1995 (ISBN: 3-925499-84-9)
6) Asbest - der tödliche Staub, Verein für Umwelt und Arbeitsschutz e.V., 1992
(ISBN: 3-926748-10-9)

Perşembe, Eylül 03, 2009

Asbest pesimizde

Asbestos...
Adi eski Yunanca'dan geliyor. "Yok edilemez" demekmis.
Nisan ayinda baslayan ev bulma ve tasinma kosturmacasi arasinda aklimizi en cok kurcalayanlardan biriydi asbest. Almanya'da (pek cok baska ülkede oldugu gibi) insaat sektöründe bir dönem yaygin olarak asbest kullanildigini biliyorduk. Ciddi zararlarindan yüzeysel olarak haberdardik. Evimizde hic bir sekilde asbest kullanilmamis olmasini -özellikle oglumuz acisindan- cok önemsiyorduk. Üzerinde ciddi olarak düsündügümüz iki evden sirf bu yüzden vazgectik. Binalarin bakimindan sorumlu firmadaki görevli birinin balkonunda asbest kullanildigini bizzat görmüstü, digerinde oldugundan da oldukca emindi. Su an oturdugumuz evle ilgili de ayni arastirmalari yaptik, temiz olduguna karar verdik. Bu arada esim belediyenin cevre koruma ile ilgili birimi ile görüstü. Konuyu o kadar cok sorguladi ki görüstügü kisi sonunda incelememiz icin asbest hakkinda bir kac kitap ödünc verdi bize. Okuduk, insanlarin bu konuya nasil bu kadar ilgisiz kalabildigine tekrar sasirdik.
Evimizin tadilati baslayacakken esim her ihtimale karsi ustalarla evin herhangi bir yerinde asbest olup olamayacagi konusunu da konustu. Biri balkondaki parmaklik görevini gören tuhaf seyi gösterdi bize: "Bakin bunda asbest var mesela, ama endiseye gerek yok; müdahale edilmedigi, sökülmedigi sürece bir zarari yok kesinlikle" . Sasirip kaldik. Üstelik oturdugumuz binada tüm balkonlarda vardi ve biz söyleyene kadar binada oturan hic kimsenin de haberi olmamisti. Üstelik ortak bir karar almadan binanin dis cephesinde bir degisiklik yapilamadigindan bu tuhaf seyi kaldirip atamiyorduk da. Ve üstelik kendi basimiza kaldirip atmamiz da kanunen yasakti. Asbest konusunda uzman bir firmanin yapmasi gerekiyordu bu isi.
Her seye dokunmayi, herseyi kaziyarak kesfetmeyi seven sincaba dogal olarak balkon yasagi geldi. Yine de güvende mi(yiz), emin degiliz tabii...
Agustos ortasinda ayni sokakta oturan ve tatile giden yakin bir arkadasimin sardunyalarini sulamayi görev edindim. Oldukca büyük binalardan olusan bir site bu. Bir süredir devam eden bir dis cephe ve cati izolasyonu calismasi var bir de. Cicekleri sulamaya gittigim günlerden birinde sitedeki binalarin hepsinin önünde devasa cuvallar görüyorum. Üzerlerinde kocaman bir "a" harfi var. Altinda "dikkat, asbest icerir, sagliga zararlidir, vb, vb" yaziyor. Meger bu binalarin önceki izolasyonu asbest ile yapilmis ve simdi yenileniyormus o da. Yüzlerce kisi oturuyor sitede ve ne kadar uzmaninca, ne kadar dikkatli yapilirsa yapilsin solunan ortama asbest tozlarinin karismadigina inanmiyorum. Sardunyalara acimasam, bir de söz vermis olmasam kacip gidecegim. El mahkum giriyorum binaya. Ve emin oluyorum iyice, asbestten kacis yok, bu dehsetli madde her tarafta!

Neden bu kadar endiseliyiz asbest konusunda? neden büyük bir sorun olarak görüyoruz?
Onu da sonra yazayim...

Crassula ovata



Aylar önce Sukkulentler hakkinda yazdigim yazinin sonunda bahsettigim, ne oldugunu cikaramadigim bitki Crassula ovata imis. Iki gün önce gittigim bir bahce markette not ettim adini. Daha önce dikkatimi cekmemesine sastim, meger burada oldukca yaygin bir ic mekan bitkisiymis. Sokakta yürürken bir cok pencerede rastliyorum. Bu arada Flickr ve Wikipedia'da gördüm. Kücük, hos cicekleri de var bu bitkinin. Malta'dan gelirken köklendirdigim Crassula ovata yapragini geride birakmak zorunda olduguma üzülmüstüm. Burada yakin bir arkadasimin evinde de oldugunu gördüm. Ben uygun bir zamanda köklendirmek icin bir yaprak rica edeyim derken, o bugün evinde ikiser ikiser bulunan bitkilerden bazilarini hediye etti bana. Aralarinda Crassula ovata da var!


Ne diyeyim, körün istedigi bir göz, Allah verdi iki göz :)
Fotograf: dadoobe

Hos, kocaman bir bosluk

Dün asliberry'nin yazisinda kullandigi bir ifade hosuma gitti: "tokat atana gül atmak..."

Bugün bana tokat atan birine gül atmayi denedim. Icimde hos, kocaman bir hafiflik olustu. Normalde icini kötü seylerin doldurdugu kocaman bir bosluk...
Iyi duygu dogrusu.
Her zaman böyle olacagima söz veremem. O kadar olgun degilim ne yazik ki.
Ama deneyebilirim.
Ruhumu kötü duygular cöplügüne cevirmemek en cok bana yarar sanirim.

Salı, Eylül 01, 2009

"Kizilcik" de neymis!

Kızılcığın "kizilciga" dönüsmesi son derece rahatsiz ediyor beni. Son bir kac yazidir Demet sayesinde haberdar oldugum Türkcelestirme programini kullaniyorum. Ama ne yalan söyleyeyim, onu da cok pratik bulmuyorum.

Yok mu bu isin daha kolay yolu? s'yi ş, u'yu ü yapan bir tus bilesimi, veya onun gibi bir sey?
Püfff! Yazi yazmak da zevk vermiyor artik.

Hoşgeldin...


Hoşgeldin mango,
Yaşama sırası sende...
***
Hele bir nefesleneyim, daha bir şeyler yazacagım sana dair...
***
Aynı gün, daha sonra:
Ağustos ayında Meksika'da mango hasadı yapıldı sanırım. Marketler fazlasıyla ve uygun fiyata mangolanıverdi. Alındı, yenildi. Çekirdeği kaldı geriye. Mangonun aslında şeftali, kayısı gibi sert bir çekirdeği var. Ama bir tarafından açılmıştı zaten hafifçe. Bir bıçak yardımıyla -midye açar gibi- uğraşınca; gayet kolay oldu tamamen açması. Ortaya da ünlü dev fasulye çıktı. Madem fasulseye benziyor, çimlenmesi de ona benzer düsüncesiyle, ıslattığım bir kağıt mendile sardım tohumu. Ardından nemini kaybetmemesi için kapaklı bir kaba koydum. Sadece bir kaç gün içinde çimlenme başlamıştı bile. Fazla beklemeden hemen toprağa ektim. O gece uyku arasında farkettim yaptığım büyük hatayı. Çimlenen kısım yukarı doğru uzayacak yanılgısı ile üste getirerek ekmiştim tohumu. Oysaki kök olacaktı o, toprağa bakmalıydı. İki gün boyunca yığılan işler yüzünden fırsat bulamayarak, uygun bir ani bekledim tohumu düzeltmek için. Ücüncü gün toprağı açtığımda kök olacak bölüm 180 derecelik bir dönüş yaparak başını -olması gerektiği gibi- toprağa sokmuştu bile! Sonrası bilindik hikaye....
Görüldügü üzere gayet kendi işini kendi gören bir tohum mangonunki. Benim gibi acemi bahçıvanlara fazla iş düşürmüyor. Bugün bu konuda mutlaka bir giriş yapmış olacağını tahmin ederek gaertnerblog.de'ye uğradım. Orada benim mango bebeğimin bir benzerine rastladım ve sayfanın altına doğru da yetişmiş bir mango bitkisini gördüm. Gayet güzel bir salon bitkisi olacağını tahmin etmiştim, yanılmamışım.
Bugün her ne kadar dünyanın sıcak iklimli pek çok bölgesinde yetiştirilse de aslen Güney Asya'lıymış mango. Mangifera ailesinden. Besin değeri son derece yüksek. Bitkisi sıcak, nemli iklim seviyormuş.

Son olarak nezaketinden sesini çıkarmayan değerli okuyucunun aklındaki soruların yanıtını vereyim:
Evet, daha meyveyi alırken tohumu ekmeyi bal gibi de düşündüm.
Hayır, mümkün olduğunca yerel mevsim meyvelerini tüketmemiz gerektiğine dair inancım sarsılmış değil.
Evet, bu alışverişle karbondioksit salınımına yaptığım olumsuz katkının farkındayım.
Evet, yerel meyve üreticilerine küçük bir kazık attığımın da farkındayım.
Evet, içim hiç de rahat sayılmaz.
Önümüzdeki bir iki ay en azından Avrupa kıtasında yetişmemiş tek bir meyve bile satın almayacağıma söz verirsem suçum hafifler mi acaba?