"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Pazartesi, Ekim 22, 2012

Her yil sonbaharda tekrarlanan komik bir ritüelim var. Yaklasik  olarak blogu ilk yazmaya basladigim su günlerden beri... Alisverise gidiyorum. Bir bakiyorum, sıklamenler gelmis. " Yoook, yok , hayir, olmaz!" diyorum kendi kendime. Fakat nasil oluyorsa oluyor, kendimi bir adet almis alisveris sepetine yerlestirirken buluyorum.

Eve geliyorum. Sıklamen icin evin az günes alan, en soguk kösesini buluyorum. Cünkü epey arastirdim, bu cicek az günes ister, soguk severmis. Suyu fazla olmayacak, o da yukaridan yaprak üstünden verilmeyecek. Mümkünse saksi altindan. Arastirdim bak gercekten, cok özel cicek bu. Ben de harfi harfine uyguladim okuyup ögrendiklerimi. Hatta bir seferinde penceresi yaz kis acik oldugu icin banyoda bir yer bulmustum ona. Dolap üstünde, ancak basini kaldirip belli bir aciyla bakabildiginde görebildigin bir yer :)

Fakat her yil, ama istisnasiz her yil aldigim sıklamen bir haftayi tamamlamadan solmaya basladi. Cicekleri boynunu büktü, yapraklari sarardi. Ben ayikladim kuruyup gidenleri, "yok , cok soguk oldu, yok suyu az geldi" deyip yaptiklarimin tersini yapmaya basladim. Daha beter sararip solmaya basladi. Su evde zencefilden civanpercemine, mangodan sinir otuna herseyi besleyip büyüttüm de bir sıklamen yetistiremedim. Korkulu rüyam oldu.

Komsularimdan birinin mutfak penceresinde var dizi dizi sıklamen. Neredeyse yaz kis cicek aciyor. Imrenmek ve kiskanmak sözcükleri arasindaki anlam farkini ilkokulda ögrendim. Ve ben bu cicekleri kelimenin gercek ve direk anlamiyla, acikca kis-ka-ni-yo-rum! Hatta bir ara camur bile attim "yapmadir onlaaaar, gercek degildir, plastiktir" diye. Gercekmis fakat.

Bu yil marketin cicek bölümünde o lila mini saksisinin icinde pembe sıklamenle göz göze gelince karsilikli sırıttık birbirimize. Ben repligimi okudum: "Yoook, yok , hayir, hayatta olmaz!". O sadece mahcup mahcup gülümsemekle yetindi. Duymus galiba bir yerlerden hikayemi. Dedim ki " Bak seni sen icin aldigimi saniyorsan cok yaniliyorsun. Saksin cok hosuma gitti, evde bir sukkulent var, onu ekecegim senden sonra." Böyle de aciksözlüyüm.

Eve gelince, bütün diger bitkilerin de durdugu oturma odasindaki güney penceresinin önüne yerlestirdim pembe sıklameni. Bütün ögleden sonra direk günes alir söylemesi ayiptir. Adi üstünde oturma odasi, Kücük Asya'nin dag baslarindaki serin agac diplerine oranla epey sicaktir. Diger cicekleri nasil suluyorsam, bir güzel suladim onu da. Üstten üstten. Yapraklarina degdirerek...

Iki hafta gecti üzerinden. Yapraklarda asayis berkemal. Cicek üstüne cicek  aciyor. Gecen gün suyu var mi anlamak icin biraz egilmistim üzerine; mis gibi koktugunu farkettim üstelik. Nasil güzel bir koku, anlatamam.

Öyle bir koku ki, "Her seyi oluruna birak, müdahale edip durma. Bak o zaman nasil da sade, nasil da güzel insanoglu. Bak o zaman ne kadar da kolay, ne kadar da basit dünya." diyor bana. Bak bak su yaramaza!

Böylece bir halka tamamlanmis gibi oldu. 2006'da ilk sıklameni aldigim günlerde baslamistim yazmaya. Yil 2012  olmus. Bu kadar uzun zaman yazabilecegimi tahmin etmistim de, hic bu kadar cok yazacagimi düsünmemistim. Rakamlarin semboligini sevenler 12 icin "tamamlanan döngü" derler zaten.

Bu yazinin bu blogdaki son yazi olmasinin birinci ve öncelikli sebebi budur dersem yalan olur. Aylar önce "bu blogda son yaziyi bu yil icinde yazayim" dedigimde, bu yaziya konu olan sıklamen henüz lila mini saksisina yerlesmemisti bile sanirim. 12'nin semboligi üzerine kafa yordugum da yoktu.

Takvime baktim da,  zamanlamanin pek güzel oldugunu farkettim. Simdi ben bu blogu bunca yil besledim büyüttüm ya. Üc güne kadar üce bölecegim. Birazini ihtiyac sahiplerine verecegim, birazini ese dosta dagitacagim, kalanini da sabah kahvaltilarinda kavurma edip yiyecegim :)

Bunu bir veda saymiyorum. Zaten hep buralardayim, biliyorsun. Hep buralarda oldugun icin sana da cok tesekkür ederim.

Noktayi koymadan önce sunu da belirtmeden gecemeyecegim. Hani evde yaptigin recellerin kavonozlari üzerine örnegin "mürdüm erigi receli - 2012" falan diye bir etiket yapistiriyorsun da, sonra recel bitip kavanoz yikanirken o etiket cikmak bilmiyor ya. Hani cikarmaya calistikca daha beter yapiskan bir leke birakiyor. Onun üzerine biraz yag damlat, birazcik beklet. Sonra tekrar yika. Ne kadar kolay ciktigini görünce sasiracaksin. Dogrudur, alkol de ayni isi görür. Ama ben denedim, yag daha iyi sonuc veriyor, daha pratik.

Ve bir de bazen mutfakta davlumbaz, lamba, firin kösesi vb. gözden irak gönülden irak yüzeylerin üzerinde yagli su  buhariyla tozun birlesiminden olusan, neyle silersen sil cikmak bilmeyen, hatta silmeye calistikca daha beter yapiskanlasan bir tabaka var ya. Onun icin de öyle yag sökücü özel deterjan falan almana gerek yok. Yüzeyin ya da bezin üzerine biraz karbonat serp (Kabartma tozu degil, karbonat). Sonra biraz da su damlatarak nemlendir. Bu hafif nemli karbonatla hafifce ovarak sil. Bak, ne kadar kolay cikacak o inatci tabaka.

Haydi saglicakla kal :)
.



Çarşamba, Ekim 17, 2012

Hindiba bit pazarindan bildiriyor!

Tüketmek yerine paylasmak, atmayip kullanabileceklere ulastirmak, ikinci el ürünler kullanmak diye bas bas bagiran ben hic bit pazarina gitmemistim :) Özel bir sebebi oldugundan degil, denk gelmemisti bir sekilde. Gecen Cumartesi günü öyle bir denk geldi ki, ayni gün bir degil iki bit pazarina birden ugrayip acigimi kapattim :))

Burada sonbahar ve ilkbahar mevsimleri cocuk esyalari acisindan hareketli bir dönem. Bütün anaokullari, kiliseler, yardim dernekleri,... neredeyse yan yana gelmis üc kisi bile cocuk esyalari bit pazari düzenliyor :) Cocuk giysileri, oyuncaklari, kitaplari ve bakim malzemelerine odaklanan bu tür bit pazarlarini fikir olarak özellikle seviyorum. Cünkü cocuk giysileri cogunlukla eskimeden kücülüyor, bebekler bakim malzemeleri eskimeden büyüyorlar; kitap ve oyuncaklar da evden eve dolastikca yararlananlar artiyor.

Gittigim iki bit pazarinin organize edilis sekilleri birbirinden farkliydi. Avantajlari ve dezavantajlarini gözledim ve bu tür etkinliklerin yayginlasmasini gönülden istedigim icin de, gözlemlerimi yazmaya karar verdim. Ola ki google'da "nasil bit pazari organize edilir?" diye soran cikarsa, bunlar benim gördüklerim:

Ilk bit pazarini sincabin anaokulu düzenledi. Anaokulunun yöntemi "kategorize edilmis" (sortiert ) satis. Yilda iki kez bahar ve sonbaharda düzenlenen etkinlik icin önce ebeveynlere ve cevreye duyuruda bulunuyorlar. Isteyenler temiz, yikanmis, bakimdan gecmis giysi, oyuncak, kitap vb. getirip teslim ediyor ve bir satici numarasi aliyorlar. Satilacak esyalar bir gün öncesinden türlerine göre ayriliyor. Oyuncak, kitap, bebek arabasi, bebek küveti, kiz cocugu tisört, erkek cocugu tisört, kiz cocugu pantolon, erkek cocugu pantolon, kar pantolonu, kaban, atki, sapka, yagmurluk, yagmur botu, ayakkabi, vb , vb seklinde. Hatta anaokulu yeterince yeri oldugu icin ürünleri giris katinda 0-3 yas cocuklar, üst katta 3-7 yas cocuklar icin seklinde ayirmisti ki, bence bu isleri daha da kolaylastirmis. Satilacak bütün esyalarin üzerine birer etiket yapistiriliyor. Etikette saticinin numarasi, ürünün bir iki detayi ve belirlenmis fiyati yaziyor. Fiyati sanirim anaokulu belirliyor. Saticiyla beraber karar veriliyor da olabilir.

Bu yöntem alici ve satici icin büyük kolaylik. Cünkü herkes aklinda ihtiyaci olan belli seylerin listesiyle gidiyor bit pazarina. Dolayisiyla bütün standlari tek tek gezip o karmasada istedigini bulmaya calismaktansa, dogrudan ihtiyaci olan seylerin bulundugu köseye gidiyor. Ben örnegin hemen 3-7 yas cocuklar icin kitaplar ve oyuncaklar kösesine isinlanip 1,50 Euro'ya gayet iyi durumda 100 parcalik bir puzzle aldim :) Erkek cocuklar icin pantolon kösesinde aradigimi bulamadim. Bulamayinca da baska yerleri tekrar tekrar dolasmama gerek olmadigini bilerek ayrildim pazardan.

Satici icin kolayliga gelince, belli bir standin basinda tüm gün dikilmesi gerekmiyor. Ürünlerin ayrilmis olmasi, bulunmalarini ve satis oranini arttiriyor. Merkezi bir "kasa"da, bilgisayar basina oturmus gönüllü birileri etiketlerden satici numarasini ve ürünün fiyatini not ediyorlar hemen. Büyük olasilikla Excel vb basit bir tablolama programi kullaniyorlar bunun icin. Böylece hangi saticiya ne kadar ödenecegi  otomatik  olarak ortaya cikmis oluyor. Satis geliri anaokulu ile satici arasinda paylasiliyor. Yani dezavantaji (eger bu bir dezavantajsa) gelirin bir kismini mekan sagladigi ve organizasyonu yaptigi icin anaokuluyla paylasmak oluyor.

Evet, bu yöntem alisverisi kolaylastiriyor ama epey organizasyon ve calisma istiyor. Sincabin anaokulu bit pazarindan önceki gün erken (ögle saatlerinde) kapaniyor. Ögretmenler ve gönüllü ebeveynler satilacak esyalarin ayrilmasi, yerlestirilmesi, fiyatlandirilmasi ve etiketlendirilmesi isiyle ugrasiyorlar. Cumartesi günü bit pazarindan hemen sonra da, bu kez satilmayan esyalarin tekrar saticilara iadesi icin tek tek numarali sepetlere geri konmasi, koridorlara yayilmis masalarin toplanmasi ve okulun Pazartesi'den önce tekrar egitime hazir hale getirilmesi gibi isler var.

Organizasyonu düzenleyenin avantaji? Birincisi gelir elde ediyor, ikincisi oyuncak, kitap ve cocuklar icin yedek giysi gibi ufak tefek ihtiyaclarini o da ikinci elden uygun fiyata karsilamis oluyor. Yeterince gönüllü el emegine sahip organizatörler icin bu yöntem en iyisi kanimca.

Gelelim gittigim ikinci bit pazarina... Bu da mahallemizdeki kilisenin düzenledigi bit pazariydi. Onunki klasik yöntem. Belirli bir sabit ücret karsiliginda organizatörün gösterdigi mekanda bir masa/stand satin aliniyor. Belli gün ve saatte o standa satmak istediklerini getirip yayiyorsun. Bit pazari önceden duyurulmus oluyor tabii. Ilgilenenler de gelip alisveris yapiyor. Bu yöntemin organizatör acisindan büyük bir zorlugu yok. Alici acisindan dezavantaji, aradigi sey icin bütün standlari tek tek gezip bakmak gerekmesi. Sincap baktigim her standda satilan ivir zivir oyuncaklara takildigi icin, bu alisveris benim icin bir kabusa dönüstü. Sonunda neredeyse hic kullanilmamis, gayet islevsel kutulu bir oyuncaga 1 Euro verirken, sincabin tutturmasiyla almak zorunda kaldigimiz bir sövalye biblosuna istemeyerek 3 Euro verdim.  Bazi saticilar akillilik edip kendi sattiklari esyalari net bir sekilde beden, büyüklük acisindan etiketleyip ayirmisti. Fakat aklinda belli bir sey olmadan dolasmak niyetinde olan ve yaninda her gördügüyle bastan cikacak bir cocuk bulunmayanlar icin bu tür bit pazarlari da kücük, keyifli süprizlerle dolu :) Anne-baba-cocuk seklinde hep beraber stand kurmus aileler gördüm. Kapi önünde yere örtü serip kendi oyuncaklarini satan cocuklar gördüm. Bence cocuklarin hem satici, hem alici pozisyonunda ikinci el pazarlarda bulunmasi da cok olumlu. Yeni ekonomiyi cekirdekten ögreniyorlar :) Satici stand icin bastan sabit bir ücret ödediginden olacak, bazi masalarda bir evden cikmasi mümkün olmayacak cesit ve coklukta esya gördüm. Sanirim birlesip birlikte masa satin alan insanlar vardi.

Bu yöntemde gerci satici esyalarini kendi yayip, kendi topluyor ve satis sirasinda da standinin basinda durmasi gerekiyor ama ödedigi masa kirasi disinda tüm gelir kendisine kaliyor.

Kilisenin bit pazarinda giriste bir de pasta, kek, cay-kahve satilan bir köse vardi ki, bence anaokulundaki bit pazarinin eksigiydi ve her bit pazarinin olmazsa olmazi olmali :)

Yöntemi ne olursa olsun bütün bit pazarlarinin ögrettigi iyi seyler var. Fazlasiyla kendini önemseyen, kendine dönük bir cagin cocuklariyiz. Baskasinin giydigini giymem, cocuguma giydirmem, icim almaz, ihtiyacim yok ki, durumum iyi, vb vb.

Bunlari satanlar seninkine benzer evlerde yasayan, cagin geregi olarak hijyen takintisinda senden asagi kalmayan insanlar...
Bunun ihtiyac sahibi olmakla ilgisi yok. Cogumuzun ihtiyaci yok zaten. Dünyanin ihtiyaci var.
Birimizin kullandigini digerine vermesine,
ayricalik tamtamlari calmadan almayi ve biriktirmekten vazgecip vermeyi ögrenmemize,
dik burunlarimizin biraz sürtülmesine,
egolarin biraz törpülenmesine,
biraz nefes almaya ihtiyaci var dünyanin.

Bütün bit pazarlarinda temel kural, karsilikli saygi ve güven.
Satin almak istemeyecegin seyi satma.
Satici mahalledasindir, sehirdasindir, komsundur. Komsuna güven.
Aldigim her iki kutulu oyuncak da bantlanmisti. Iceriklerini ancak eve gelince kontrol edebildim. Hic eksikleri yoktu :) 

Çarşamba, Ekim 10, 2012

Sahip Olmak ya da Olmak

Izmir Karsiyaka'da bir "simit cafe"de oturuyorum. Sincapla babasi berbere gitmisler, onlari bekliyorum. Önümdeki masada simit var, ince belli bardakta açık çay var ve bir kitap var; daha ne isterim :)

Okudugum kitabin adi "Sahip Olmak ya da Olmak". Erich Fromm'un ilk kez 1976'da yayinlanmis olan kitabi. Ben ilk kez 1993'de alip okumusum. Giris sayfasina not etmisim, oradan biliyorum. O yildan beri kac kez okudum bilmiyorum. Ne zaman elime gecse tekrar okurum.

Bu kez baskaydi. Bu kez daha önce altini cizmedigim pek cok satirlari cizdim. Bu kez daha önce üstünkörü gectigim pek cok satiriyla aydinlandim. Ayni Walden'da oldugu gibi, kitap ayni kitapti ama yeni seyler anlatmaya baslamisti. Bazen kitaplara oluyor böyle seyler...

Konu sadece sahip olmak ya da olmak degil.
Dünyaya sahip olmanin penceresinden ya da olmanin penceresinden bakmak...
Ögrenmenin,
hatirlamanin,
konusmanin,
okumanin,
otorite uygulamanin,
bilmenin,
inanmanin
ve sevmenin,
daha dogrusu bütün eylemlerimizin
bir "sahip olmak" hali var, bir de "olmak" hali.

Diyor özetle Erich Fromm.

Kitaptan alinti yapmayacagim; cünkü neresini alintila(ma)yacagimi bilemiyorum. Zaten gecmiste baska yazilarin icinde bahsettigim kisimlari da var. Yazarin kitabin girisinde yaptigi üc alinti var. Tadimlik niyetine onlari yazacagim :

"Yapmaya giden yol, olmaktan gecer." (Lao-Tse)

"Insanlar ne yapmalari gerektigini degil, ne olduklarini düsünmelidirler daha cok" (Meister Eckhart)

"Ne kadar azsan, yasamini ne kadar az görkemli kurmussan, o kadar cok seyin vardir demektir ve görkemsiz yasamin o denli büyüktür." (Karl Marx)

"Sahip Olmak ya da Olmak" i (Ingilizce özgün adi "To Have or To Be?") okumadiysan tavsiye ederim. Okuduysan, tekrar okumani da... Bilirsin, olur böyle seyler; bazen kitaplar degisir. Öyle sorular sor(dur)maya baslar ki, sen de güzellesmeye baslarsin ;)

Çarşamba, Ekim 03, 2012

Bu ay ben ellerimle Eylül / Ekim 2012

Eylül ve Ekim icin ortak liste :) Tatilden geldigimde Martha Teyze bana bahcesinden topladigi mürdüm eriklerinden verdi. Yikanmis, tek tek cekirdekleri ayiklanmis ve dondurulmus! "Seni daha erken bekliyordum, gecikince senin payini ayiklayip dondurdum" dedi bana, sanki öncesinde konusup anlasmisiz gibi :)

3 kilo mürdüm erigiyle marmelat yaptim. Artik bir süre marmelat ve recel yapmak istemiyorum. Bu arada kizilciklar olmus. O yüzden biraz da kizilcik topladik (600 gr. kadar) . Internette "kizilcikla bu yil ne yapabilirim?" diye dolasirken Özlem'in kizilcik receli tarifine denk geldim. Yorumlarda Tijen kizilcikla mürdüm eriginin birbirine cok yakistigini söylüyordu. Önce heveslenip bir mürdüm erigi-kizilcik marmeladi yapmak istedim. Sonra evdeki muhalefet ve teknik sorunlar sebebiyle vazgecerek ayri ayri mürdüm erigi marmeladi ve kizilcik serbetinde karar kildim. Biraz kizilcik serbeti de Martha Teyze'ye verdim. Kizilcigi bilmiyormus :)

Gecen hafta "saha"ya gittik. Inanilmaz bir saka gibi, yarisina toprak yigmislar, bir insaat basliyor. Ben tam saskinligimi atamadan üstümden, orta yasli bir kadin gelip bana "burada ne yapiyorlar?" diye sordu. Kizgindim; "bilmiyorum ama gercekten cok yazik" dedim. "Kesinlikle!" dedi; konusmaya basladik. Ona sahanin etrafindaki birbirinden özel agaclardan bahsettim. Kizilciktan örnegin... O da bilmiyordu; bana yüzde yüz bilip emin olmadan toplayip yememek gerektigi hakkinda nasihatta bulundu :)

Kizilcik bilip bulamayanlarla, bulup da bilemeyenler arasinda kaldim dostlar. Bilmekle bulmayi bulusturmali :)

Mürdüm erigiyle, kizilcigiyla, elmasiyla, armuduyla, akdikeni, cakal erigi ve kusburnuyla...
Kizarip olgunlasan binbir meyvesiyle...
Sonbahar ne güzel mevsim, degil mi?

Sen neler yapiyorsun?
Lafı ağzımdan almış bu afili arkadaş...

Perşembe, Eylül 27, 2012

Semizotu, feslegen ve bir takim tuhaf seyler

Anneannemi önceki yil, dedemi gecen yil kaybettik. Bir ailenin yaklasik 60 yillik hikayesine taniklik etmis tek katli bahceli ev de, bu yil yavas yavas bosaltildi. Akibeti mechul.

Herkes evden bir anı aldi. Ben ancak bu yaz ugrayabildigim icin, evde bana cocuklugumdan iz birakmis, anı olabilecek hicbir sey kalmadigini biliyordum. Fakat ne alacagimi da bilerek gittim eve.

Bahcede semizotlari yetisirdi. Tam olarak domateslerin arasinda, ama bahcenin her tarafina da yayilmislardi. Anneannemin semizotlariyla iliskisi tarafsizdi. Onlara aşk duymuyordu. Domateslerin köklerini boğuyorlardı, her yana yayilip duruyorlardi. Ama nefret de etmiyordu onlardan. Sabahlari kahvaltidan sonra domateslerin arasina girer, görebildigi kadariyla temizlerdi semizotlarini. Bahcede oynamayi seven ben, yardim etmek isterdim ona. "Tamam, iyice sök, kökleri de gelsin" derdi. Topladigimiz semizotlarini cöpe atmazdik tabii ki.    Onlari mutfaga götürmek benim görevimdi. Tezgahin üzerine birakirdim. Oyuna devam ederdim.

Ögleye dogru anneannem annemlerin etrafinda dolanmaya baslardi. "Birakin su yaptiginiz isi, su cocuklarinizin karnini bi doyurun" derdi. Evin kimbilir hangi kösesinde yillik temizlik yapmaya dalmis annemler "sonra, sonra, daha erken, su is bir bitsin" derlerdi. Anneannemin ici rahat etmezdi. Mutfaga gidip semizotlarini yikar,  yanina harika bir süzme yogurdu ve ekmek eklerdi. Biraz da nane ve kirmizi biber. Kuzenlerimle yumulup yedigimizde de yanimizda  oturur, karnimizin doydugundan emin olurdu. Hayatimin en güzel yemeklerinden biriydi.

Bu yil gittigimde bahceyi yabani otlar sarmisti. "Semizotu tohumu toplayacagim" dedim. "Yoktur, görmedik" dediler. "Vardir" dedim. Semizotu vefalidir, öylece cekip gitmez. Eskiden domateslerin ekili oldugu yerde yabani otlari kaldirdik, altindan cikti semizotlari. Hepsi tohumdaydi :) Sevine sevine topladim miras/hatira semizotu tohumlarini. Bu yil baska bahcelerden toplanmis semizotu tohumlari da vardi. Itinayla ayirdim, isaretledim karismasin diye. Icimde bir yer "deli, bunlarin hepsi ayni tür" diyor. Baska bir yer "sensin deli, bunlar baska" diye geri püskürtüyor.

Evde, hayret, kimsenin el atmadigi eski fotograflari buldum. Herkesin fotograflari (dügünler, dogumlar, ziyaretler, güzel günler...) sahibine geri verildi. Bir fotografta kimse yoktu. Sadece bahce cekilmis. Üstelik bahcenin en sevdigim kösesi; havuz basinda anneannemin her yaz yetistirdigi sardunyalar ve feslegenler. Anneannem sicak yaz öglelerinde feslegenlere elini sürer, sonra ellerini burnuma dayardi "Bak, ne güzel kokuyor" diye. Burnuma feslegen kokusu gelir, tenim elinin nasirlarini hissederdi. Ikisi beynime birlikte yazildi. Bilmiyorum, anneanneme "yenir mi bunlar?" diye hic sordum mu? Sanki öylesine güzel kokuyordu ki, yenmesi gerekir gibi düsünmüstüm. Sanki o da "hayir" diye yanit vermisti. Bilmiyorum, böyle mi oldu gercekten. Oysa yeniyordu. Simdi pencere kenarinda yetistiriyorum ve aklim estikce her yemege katiyorum.

Ve sana bir sey söyleyeyim mi, ne zaman pesto yesem, anneannemin ellerini burnumda hisediyorum. Icim sizlamadan hic pesto yiyemiyorum.

Ve sana bir sey söyleyeyim mi, o fotografla ilgili tuhaf bir sey oldu. Eve getirip tekrar incelerken havuzbasindaki feslegenlerle sardunyalarin ötesinde, her yil domates ekili olan köseye dogru bir ayciceginin gölgesinde dedemin oldugunu gördüm. Daha ötedeki cam agacinin gölgesinde ise anneannem vardi. Fotografi her kim cektiyse, amaci aslinda onlari cekmekti sanirim. Fakat eski fotograf makinelerinin cokca yaptigi bir azizlik sebebiyle, odaklamada bir sorun olmus, arka planda belirsizce cikmislardi.

Sana bir sey söyleyeyim mi, icimde bir yer miraslarindan cok mutlu ve memnun. Bir baska yer, "hayat bu, iste böyle oluyor, onlari bile saliver gitsin" diyor.

Icimdeki cesitli yerlerin catisip durmasindan yorgunum.

Pazartesi, Ağustos 20, 2012

"Tatil"e çıkıyorum.
Uzaklara gidiyorum.
Yakinlara geliyorum.
Bir süre yazacagimi sanmiyorum.
Gerekirse bir mail atarsin, ya da bir yorum.
Firsat bulunca mutlaka yanitlarim.

Canın sıkılırsa, sagda 'Rastgele' linki var."Aradigim beni bulur" diyenler icin...
Arsiv var, kronolojik gitmeyi sevenler icin...
Bulut var, temasal yaklasimlar icin...
Arama kutucugu var, "her sey bir sözcükle baslar" diyenler icin...
Baska agaclarin meyveleri var, döneniyle duraniyla; atlamayi sevenler icin...

Simdi gidip bavullari yerlestirmeye devam edecegim.
Bolca kendime söylenecegim.
Yolculukta olabilecek bütün olumsuzluklari hesaplayip,
onlara göre tek tek önlem alan zihnime sasacagim.
Yol-culuk, gerginlik, gereklilik, tekrar tekrar gectigim yollar üzerine düsünecegim.

 Saglicakla kal hep, hepimize iyi yolculuklar.

Cumartesi, Ağustos 18, 2012

Cuma, Ağustos 17, 2012

Nevresim takimi üzerine bir takim fani gevezelikler

Bu yöntemi uzun süren bir kendi basina nevresimlerle savasma (pardon degistirme) döneminin ardindan annemden ögrendim. O da otellerde calismis bir yakinimizdan ögrenmis.

Tarifi biraz geometrik yapacagim ama "anlamadim, ben okuldayken de sevmezdim zaten geometriyi" dersen baska sekilde de anlatmaya calisirim. Bir kez soyut ve geometrik tarifle denemen yeter, sonra zaten gerek kalmayacak, anlamis olacaksin.

Nevresimin  her bir kösesine bir harf adi veriyoruz. Dügme ya da fermuarli olsun,  acik kenarindaki köselere A ve B diyelim. Diger uclarina da C ve D... Yorganin her bir kösesine de islem tamamlandiginda nevresimin hangi kösesi denk gelecekse ona uygun harfler atayalim. a, b, c ve d seklinde. Yani a kösesi A'ya, b kösesi B'ye... denk gelecek sonucta.

Önce yorgani uygun bir yere seriyoruz. Bu sirada c ve d adini verdigimiz köseler ve cd dogrusu (yani yorganin pratikte dar kenarlardan herhangi biri) bize yakin durmali.

Sonra nevresimi malum AB acikligindan elimizi sokarak, icini disina cikariyoruz. Ben hatta nevresim yikamak icin cikarirken ya da makinede yikanirken bir sekilde ters dönmüsse, oldugu sekilde kurutup, ütüleyip kaldiriyorum dolaba. Cünkü nasilsa zaten yorgana takarken icini disina cikarmam gerekecek yine ;)

Ters cevirdigim nevresimin AB acikligindan bir kez daha elimi icine sokup C ve D köselerine ulasip  sıkıca tutuyorum. Sol elim C'yi tutuyor, sag elim D'yi. Nevresimi bu sekilde tutarken yorgana dönüyorum. Neredeydi yorgan? Uygun bir yere serebildigimizce sermistik. cd bize dogru bakiyordu. Simdi C'yi tutan sol elimle yorganin c kösesini ve D'yi tutan sag elimle de yorganin d kösesini tutuyorum. Vee, nevresimi kollarimdan asagiya dogru ve ellerimden sıyrılacak şekilde, bu kez düz cevirircesine silkeliyorum.

Evet, sadece silkeliyorum :) Aslinda ilk yaptigim cevirmenin tersini yapiyorum. Ama bu kez yorganin köseleri elimde oldugu icin, yorgan nevresimin icinde kaliyor :)

Sonra biraz sagini solunu düzeltmek gerekebiliyor. Ardindan dügmelerini ilikliyorum.

Bitti :)

Aslinda cok kolay. Ilk denemeyi daha iyi anlamak icin bir yastik ve yastik kilifiyla da yapabilirsin.

Bu arada yeri gelmisken...
Eskiden nevresimleri ütülemezdim. Simdi ütüye baslamadan önce katlayabildigim kadar düzgün katliyorum. Sonra ütüye basladigimda bu katlanmis, carsaf, nevresim ve yastik kiliflarini son bir iki kat üzerinden ütü basarak biraz düzeltmis oluyorum. Amac jilet gibi ütülü nevresimler sahibi olmak  ve bunun üzerinden "ev kadinligi" gururunu beslemek degil. Cünkü  ne türden olursa olsun gurur beslemek icin fosil yakit harcamayi sacma buluyorum. Amac nevresim ve carsaflari biraz daha sekilli semalli hale getirip ( kelimenin gercek anlamiyla presleyip) dolapta daha az yer harcar hale getirmek. Yoksa gidip bir de camasir dolabi almak gerekecek. Oysa su anki bu haliyle is görüyor. Eger üstten de olsa ütü basmaya zaman bulamazsam, sadece düzgünce katlamakla yetiniyorum. Dolayisiyla bir gün bizim eve yatiya gelecek olursan, nevresim takiminin temiz, yikanmis olacagini garanti edebilirim ama ütülenmis olacagini garanti edemem. Haberin olsun.
Zamanim varsa evdeki plastik posetleri ben de böyle katlarim:
"football fold" a grocery bag

Bazen bunlari katlamakla ugrasmak deli isi gibi gelir,
bazen tam tersine meditasyon gibi...
Bazen böyle cok daha az yer kaplamalari ve düzenli durmalari dogru gibi gelir,
bazen "iyi de neden bu kadar cok plastik poset var ki zaten evde?" derim.

Sadelesmenin nadiren siyah ve beyaz renkte olabilecegini,  cogunlukla  (degisik evlerde ve degisik zamanlarda) grinin cesitli tonlarinda dolastigini anlatir bir örnektir benim icin.

Hem blog sahibi de üsenmemis fotograflamis tek tek nasil yapildigini. Belki isine yarar.
Hatta oldu olacak, tek basina nevresim degistirmenin eziyet olduguna inananlardansan haber ver, bir ara fotografsiz da olsa onu da anlatayim.

Bazen hayat sadece "sade" anlaminda degil, "kolay" anlaminda da basit :)

Pazartesi, Ağustos 13, 2012

Eski gömlekleri atma

Eskimis gömlekleri atma!
Bir iki fikrim var.

1.fikir: Bir ay kadar önce sincabin anaokuluna bir slayt gösterisine davet edildim. Anaokulunda cekilen fotograflar normalde cocuklarin haklarinin korunmasi amaciyla velilere verilmiyor (Velilerden biri bir grup fotografini alip internette yayinlayabilir, oysa gruptaki cocuklardan bir digerinin velisi bunu tercih etmiyor olabilir vb. vb.) Sincap genellikle anaokulundaki gündelik yasamdan pek bahsetmedigi icin merakla gittim bu gösteriye. Nitekim "bugün ne yaptiniz?" soruma rutin "ahhgh! hicbir sey!" diye yanit verdigi günlerden birinde üst kattaki kreatif atölyede bir siraya kurulmus, ilginc bir deney yaparken cekilmis bir fotografta gördüm yaramazi :) Neyse, lafi uzatiyorum bak yine. Kreatif atölyede cekilmis bir diger fotografta etüde gelen ilkokul cocuklari görülüyordu. Fotografi görünce gülümseyip "Hah! Aklin yolu bir iste!" demeden duramadim. Cünkü hepsinin üzerinde, giysileri kirlenmesin diye giydikleri birer önlük vardi ve bu önlükler aslinda birer eski erkek gömlegiydi. Tersten giyilip sirttan iliklenmis :)

Ben de daha bir iki ay önce bahar temizligi yaparken giysi dolabimdan cikan eski bir gömlegimi (o kadar cok ve severek giymistim ki, dirsek kismi adeta eriyip yirtilmisti, giyme imkanim yoktu artik) atmayip saklamistim. Sonra resim yaptigimiz bir gün sincabin üzerine koruyucu bir sey ararken aklima gelmisti bu gömlek.O günden beri "sincabin suluboya yaparken giydigi önlük" rütbesine terfi etmisti. Cünkü evet, itiraf ediyorum, ben piyasada elisi önlügü niyetine satilan o musamba gibi seyleri almadigim gibi, ketenden elisi önlüklerini de cok pahali bulup almamistim.  Iyi ki almamisim :)

2. fikir: Bir yil kadar önce bir gün sincap gelip "anne, ben doktor cantasi istiyorum" dedi. Anaokulunda o siralar severek oynadiklari bir doktor cantasi vardi. Icinde steteskopu, hemsire kepi, doktor önlügü, ilaci, siringasi vb.ile tam tesekküllü olarak piyasada satilan bir oyuncak bu. Fakat gidip de aynindan bir tane satin almak, basit yasamanin şanına yaraşmaz be cocugum :) Nasil ki bakkal dükkanimizi kendimiz kurduk, doktor cantamizi da kendimiz yapacaktik tabii ki... Sincabin dogdugu sirada hastaneden verilmis, icinde uluslararasi bir bebek bakim ürünleri markasinin numuneleri bulunan beyaz el cantasi gibi bir sey vardi evde. Numuneleri tabii ki kullanmamis, ama cantayi saklamistim :) Icine boyuna asılan türden ve yine bir telekomunikasyon firmasinin armagani olan anahtarligi koyduk, steteskop niyetine. Suruplerin icinden cikan türden ignesiz bir siringa, sakiz kutularindan biri (ilac kutusu niyetine), büyük halasinin armagan ettigi oyuncak bir cep telefonu (bizim doktor sagi solu aramayi seviyordu)  veee bir doktor gömlegi... Benim eski, artik yakasi asindigi icin giyemedigim ama bembeyaz bir is gömlegim :) Vakti zamaninda ben 36 bedenin icine girebilirken almisim, yikandikca hatta biraz daha da cekmis; kisa kollu. Etekleri sincabin dizlerinden biraz yukarida kalan, kollari dirsegine hafifce yaklasan, ideal bir doktor önlügü oldu :) Üstelik katlaninca "doktor cantasi"na da sigiyor :) O kadar cok oynadik ki, bu canta ve icindekilerle... Doktor-hasta rollerini degistikce hem sincap giyebildi gömlegi, hem ben :)

Dr. Sincap is basinda...
Elinde telefon, eczaciyi (yani beni) ya da "yemekci"yi (yani beni) ariyor :)
Hasta icin (yani ben) siparisleri olacak... 

Laf eski gömleklerden acilmisken, senin de var mi onlara yeni bir hayat verecek fikirlerin?

Cuma, Ağustos 10, 2012

Rüya

Bu rüya iki gün öncesinden. Bir is seyahati sirasinda bir otelde konaklamak gerekmis. Sabah otelden cikinca arabami aramaya basliyorum. Sözde onunla yolculuk ediyormusum. Gece otelin önüne parketmisim. Sabah bulamiyorum. Ariyorum ariyorum, yok. Her tarafa kosturuyorum yok. "Arabam calinmis, eyvah" diyorum icimden. Nasil kiziyorum, nasil kiziyorum hirsizlara. Fakat rüya bu ya, ne arabanin rengini animsiyorum, ne de gece otelin önünde nereye parkettigimi. O yüzden de bir türlü emin olamiyorum calindigindan. Emin olsam bagiracagim "Hirsiz vaaaar!" diye, polis cagirip anlatacagim bir bir; sikayette bulunacagim. Bu yüzden bagiramiyorum, kimseye duyuramiyorum. Hatta süpheleniyorum benim gercekten oraya park edilmis bir arabam var miydi diye? Bagiramadikca, bulamadikca, yola düsemedikce sıkıntılanıyorum. Bildigin kabus...

Sincap mi seslendi, ne oldu bilmem. Uyandim. Uyanir uyanmaz aklimdaki ilk düsünce: "Bi dakika! Ama benim arabam yok ki! Oh, aman ne iyi,  iyi ki yok. O zaman bu sadece bir rüya, calinan bi sey de yok" :)) . Bir arabam olmadigi icin hic bu kadar cok sevinmemistim. Nasil mutlu oldum, anlatamam. Hani rüyamin icinde farketsem bunu, hoplaya ziplaya, neseyle yürüyüp gidecegim.

Allah sevdigi kuluna önce kaybettirir, sonra buldururmus derler.
Ben bu rüyayi tersine yordum.
Sen neye yorarsan yor :)

Nihayetinde alt tarafi kissadir.
Sen ne hisse alirsan al :)

Salı, Ağustos 07, 2012

Göğe bakmanın silkeleyici etkisi

Asagidaki video Sezer'in blogunda rastladigimdan beri sık sık aklıma geliyor. Etkisi büyük. Insana evrendekini yerini animsatiyor. Gündelik kosturmacamizin ve catismalarimizin ne kadar fani ve önemsiz oldugunu animsatiyor.




"Gökbilim icin mütevazi ve karakter gelistiren bir deneyim oldugu söylendi." :)

Son zamanlarda bu amacla yararlandigim bir site daha var. NASA'nin günlük astronomi fotograflari sitesi. Her gün güncelleniyor. Istenirse arsivden gecmis günlerin fotograflarina da bakmak olasi. Insani bir sekilde gündelik gercekliginden (ya da yanilsamasindan diyelim) cekip cikariyor, kuvvetle silkeliyor :)

Göge bakmak iyidir :)

Pazartesi, Ağustos 06, 2012

Bu ailenin sadelesme macerasi sanirim yeni basladi. Ilginc bir sekilde ben de ilk günlerden takibe basladim bir arkadasim sayesinde.

Sahi senin kac bıçağın var mutfakta? Yemek bıçaklarını saymazsak? (Dilersen onları da say tabii...)

Bi ol artik!

Ünlü sigara markasinin "Don't be a maybe. Be" (Belki olma. Ol...) reklam sloganindan haberdar misin? Türkiye'de de var mi? Burada üstelik reklam panolarinda sigara reklamina izin var. Insanin gözüne gözüne giriyor bu trajikomik "ol!" mesaji.

Reklamin orijinali suradaki gibi. Su, su ve su sekilde derdini daha acik ifade ettigi reklam panolarina rastlamak da olasi. "Bu sigarayi icmezsen kaybedenler kulübündensin, hicsin, hicbirseysin, kayipsin, yolunu kaybettin. Bi sey olmak, bir yere varmak, kazanmak istiyorsan yapman gereken sey belli" diyor aklinca.  Reklam üretenlerin cok kullandigi, reklamverenlerin agzinin suyunu akitan bir yöntem. Reklamda ürünün kendi özelliklerinden degil (överek anlatacak bir sey yok cünkü), tüketicinin hayallerine vurgu yapmak, erismek istediginden bahsetmek... Satir aralarindan da öte, harflerin arasina saklanmis, üst yüzeye bilincli olarak cikarilmamis bir alt mesaj vermek... Bugün karsina cikan on reklama bak. En az sekizinde, büyük olasilikla onunda da göreceksin ayni yöntemi. O kadar yaygin ki, artik sorgulamiyoruz. Yargilamiyoruz. Hatta farketmiyoruz.

Alman tüketiciler bu akli begenmemis olacaklar ki, alternatif reklam sloganlari üretmisler, "pro-maybe"ciler var aralarinda. Biri hatta gercekten cok kizmis :D

Bi sey olmayi birak da,
ol
artik!

Not: Animsatma ve ilham icin Hayat Bir Dejavu'ya tesekkürler :)

Cuma, Ağustos 03, 2012

Büyümek üzerine

Prolog:
Doga da nasil güzel bir ögretmendir, bilir misin?

Oglum:
Oglum 3.560 kg agirlikla dogdu. Boyu 53 cm.ydi. Gerci ilk haftalarda hem sütün az olmasinin etkisiyle, hem de dogal sürecin bir parcasi olarak biraz kilo verdi. Fakat sonra toparladi. Bir aylikken yapilan rutin kontrolde 4.440 kg ve 56.cm.di. Oturup hesaplarsan göreceksin; bir ay sonunda %25 kilo artisi ve %6 boy artisi var. Hic fena degil :) Doktor da öyle dedi zaten.

Oturup tekrar hesaplarsan göreceksin ki, bu artis oranlariyla 3 aylikken yaklasik  6,9 kg ve 63 cm olmaliydi. Ama degildi, daha fazlasi vardi. Doktor kontrolünde 7.180 kg ve 65 cm. olarak ölcüldü. Neredeyse gözle görünecek kadar hizli, bas döndürücü bir hizla büyüyordu :)

Biz yine de onun kadar abartmayalim ve 1. ve 3. aylar arasindaki kadar hizli degil de, ilk bir aydaki hiziyla ve sabit olarak büyüdügünü varsayalim. Ben üsenmedim, oturup hesapladim. 7 aylikken 13 kg ve 79 cm. olmaliydi. Ama degildi :) 9.640 kg ve 71 cm.ydi. Oransal olarak büyümesinde yavaslama vardi ama gayet saglikli, neseli, hareketli, her insan yavrusu gibi bir insan yavrusuydu. Doktor da öyle dedi zaten :)

Yine ayni hesaplama mantigiyla 1. yasgününde 51 kg. ve 106 cm. olmaliydi. Neyse ki degildi :) 2. ve 3. yasgününde de degildi hatta. 106 cm. sinirini  bu yil gecti. Bu boyla 51 kg.olsaydi sanirim simdi obezite merkezlerinden birinin kapisini asindiriyorduk.

Yaklasik 6 ayliktan itibaren boy ve kiloca büyüme orani düzenli olarak azaliyordu (ve bu tuhaf bir sekilde cok normaldi) ama bu arada dogdugunda yapamadigi bir dolu baska seyi yapabiliyordu. Anlamli iletisim kuruyor, emekliyor, inanilmaz bir hizla süt dislerini tamamliyordu, "duvardaki dügmeye basinca tavandaki lamba yanar" seklinde sebep-sonuc iliskileri kuruyordu.

Limon feslegeni:
Bu limon feslegenini, bildigin gibi, bu ilk baharda ekmistim. Baslarda cimlenirken beni biraz ugrastirdi fakat sonra hizla büyüdü. Gürbüz ve saglikli bir bitki oldu. Salatalara, firinda ya da tencerede pisen türlü türlü yemege katildi. Ben üstten aldikca o yanlardan yeni yeni dallar,yapraklar verdi. Bir süre sonra cicege durma isaretleri vermeye basladi. Ben dedim ki, "dur olmaz, ben senden daha cok yaprak bekliyorum". Cünkü biliyorum ki, feslegen genel olarak tekyillik bir bitki ve yaz ortasina dogru aklini fikrini ciceklenmeye ve ardindan da tohumlarina veriyor. Yapraklariyla fazla ilgilenmemeye basliyor o zaman. Varsa yoksa cicek, tohum. Yapraklar keyifsizlesiyor, bitki büyümüyor. Bu yüzden ciceklenmeye hazirlanan bütün dallari üstten aldim. Kestigim yerlerden yeni yaprakli dallar verdi. Fakat o dallar ciceklenmeye giristi bu kez. Bizim limon feslegeni ne yapti etti, illaki ciceklendi :) Ve tabii ki yapraklari keyifsizlesti, yeni dallar vermez oldu. Ben de kendi haline biraktim onu. 


Devetabani:
Evin en eski bitkisi olan devetabani ilginc bir bitki. Bu evin bizden bile kidemlisi o. Evin eski sahibinden kalma. Bize devrolan saksisinda yasiyor. O kadar büyük ki, saksisini degistirme girisiminde bulunamadim. Ilk tasindigimiz yil saksisina üstten biraz toprak eklemistim sadece. Simdi ilginc bir sekilde yine azalmis görünüyor topragi. Beni sasirtan yani su: Nasil oluyor da, bu kadar az topraga ragmen bu kadar devasa yapraklar üretmeyi basariyor? Evde bazi baska bitkiler var ki, bunun iki kati büyüklükte saksiya da eksem ulasacaklari büyüklük belli. Iki kücük yapragi nazlana nazlana üc ayda büyütüyorlar. Buna karsilik devetabani her yaz 3-4 yapragi ard arda veriyor. Üstelik o yapraklarda ciktiktan sonraki bir hafta icinde de ilk dogus büyüklüklerinin 2-3 katina cikiyor. Neredeyse yapraklarin büyürken cikardigi sesi duyacagim. Nasil yapiyor bunu? Ve digerleri neden yapamiyor?

Nane:
Posta kutumdan cikan sürpriz naneyi animsiyor musun?
Bugün farkettim. Saksinin baska bir yerinden yeni sürgün veriyor. Nane de ilginc bir bitki. Suyunu, gidasini, yerini yeterli buldu mu, kökleri sagdan soldan, ilgisiz yerlerden yeni sürgünler veriyorlar topragin altindan. Insanin dert etmesine gerek yok, naneyi nasil cogaltsam diye :)

Benim tohumlarini ektigim naneye gelince, neyse ki o böyle seyler yapmaya kalkismiyor. Nane tohumlari minicik ve siyah oldugu ve zor cimlendigi icin  o saksiya bir cok tohum ekilmis oldu. Zamanla hemen hepsi cimlendi. Kimisi (ilk cimlenenler) günesi cok gördü, cok büyüdü. Kimisi (sonradan cimlenip digerlerinin gölgesinde kalanlar) az büyüdü. Bir de sürpriz naneyi örnek alip, "o yapiyor da ben niye yapmayayim, benim de yapmak gerek" diyerek saga sola sürgün atmaya kalkarlarsa, o kücük saksinin icinde halleri nice olur, bilmem.

Kavak agaci:
Bu kavak agaci annemlerin oturdugu apartmanin bahcesindeydi. Kimse dikmemis. Bir zamanlar ucup gelen bir tohumla kendi kendine tutunup büyümeye baslamis. Eski bir dere yatagi olan yerini sevmis olacak ki, büyümüs de büyümüs. Boyu apartmanin boyuna yaklasmis. Komsulardan bazilari sikayet eder olmus, "polenleri alerji yapiyor" demisler. "Büyüdükce isigimizi kesiyor" demisler. Demisler de demisler. Önceleri pek önemseyen olmamis bu laflari. Kavak agaci apartmanin boyunu gecmis. Bir gün birileri demis ki, "bu kadar büyürse bir kavak, yikilir gider; kendi haline birakilmamali. Hem sonra apartmanin temeline de zarar verebilir kökleriyle. Ciddiye almali". Ne kadar dogru, ne kadar yanlismis bu iddialar, bilen yok. Fakat ciddiye alinmis.Iyi de nasil kesilecek bu koca kavak? O kadar büyük ki, kesmeye kalksan daracik sokakta devrilip bir yerlere zarar verme olasiligi var. Hemen karsida ilkokul var, bahcesine devrilirse mazallah... Burasi bir  okul yolu, cocuklara bir sey olursa ya? Öyle üstünkörü kesmeye de gelmez bu devi.

Epey zaman dert olmus bu konu apartman sakinlarine. Derken bu isin bir ustasi bulunmus. Öyle degil mi ya, her isin bir bileni, uzmani var. Demis ki, özel araclarimizla gelecegiz. Bir vincle agaci bir yandan sabitlerken, üstten parca parca keserek kücültecegiz. Köküne kadar böyle kese kese inecegiz. Bu arada yolu kisa süreligine kapatacagiz. Güvenli olacak, merak etmeyin.

Öyle de olmus. Dogru mu olmus, yanlis mi bilmem. Ama ustasi gelip agaci usulünce kesmis, dert bitmis.

Budama:
Zaten sorduk, ögrendik, biliyoruz ki, doganin insan kontrolünde büyümeyen bitkileri de kendi kendine yapar bunu. Agaclar doganin baska gücleri sayesinde zaman zaman budar kendini. Kontrolsüz ve sagliksiz büyümelere pek izin vermez doga. Kuvvetli bir rüzgarda kirilip giden dal, zaten agacin zayif ve hastalikli dalidir. Kabuk böceklerinin istilasina ugrayan agaclar, likenlerin sardigi agaclar genellikle zayif düsmüs  ya da yanlis yerde büyümüs agaclardir.  


Adalar, martılar, yilanlar ve fareler:
Bu hikayeyi yillar önce bir Cetin Altan yazisinda okudugumu animsar gibiyim. Detaylarindan cok emin degilim, kismen uyduruyor da olabilirim. Ama önemli degil, bu hikayenin benzer versiyonlari her yil dünyanin cesitli yerlerinde tekrarlanir. Marmara adalarindan biriymis sözkonusu olan. Ada sakinleri, neden bilinmez martilardan sikayetciymis. Adayi martilardan temizlemeye karar vermisler. Martilar gidince yilanlar cogalmaya baslamis. Adayi yilanlara birakacak degiller ya, bu kez yilanlarin caresine bakmaya karar vermisler. Yapmislar da... Bir sonraki yil adada artan farelerden sikayet etmeye baslamislar. Sonra ne olmus bilmiyorum. Fare büyümesine care olarak farelerin caresine mi bakmislar, yilanlari ve martilari geri mi cagirmislar? Yoksa sorunun asil kaynagi olan türü bulup, onun mu caresine bakmislar?

Ağaçlar,  Çan egrisi ve tümör:
Hayatimda sonsuza dek büyüyen agac hic görmedim. Yedi Göller civarinda Isa'yla yasit oldugu söylenen bir agac görmüstüm vaktiyle. Evet, cok büyüktü, devasaydi. Gövdenin cevresini saran bir halka yapabilmek icin 3-4 kisi gerektigini görmüstük deneyerek. Fakat o bile yasina oranla gayet edepli büyümüs bir agacti. Büyüme oranini gecen yillarla arttiran bir agac hele hic görmedim. Sen gördün mü?

Tuhaf ama gercek. Bütün organik sistemler bir çan egrisi ciziyorlar. Istisnasi yok. Hepsinin ömründe bir hafif tepelik, bir dik yokus, bir zirve, bir dik inis ve düzlüge varis var. Hepsinin ömründe bir ilkbahar, bir yaz, bir sonbahar, bir kis var.

Bütün organik sistemlerde buna direnen bir yapi var. Arada bir ortaya cikiyor. Bazen gözle görünür hal almadan sistem onu kendi kendine yok ediyor. Bazen ise sistemin gözünden kaciyor. O zaman kontrolsüzce eksponensiyel büyümeye basliyor. Bir zirveye, bir üst sinira ulastigini kabul etmiyor. Bu tür büyümenin adi tümörlesme, kanserlesme. Hicbir organik sistemde saglikli kabul edilmiyor. Ya uzmani kesip cikaracak o tümörü, ya büyümesini bir sekilde durduracak, ya da ana organizmanin varligini ( ve dolayisiyla kendi varligini) sona erdirene dek büyüyecek. Erken teshisi cok önemli. Ileri dönemlerinde teshis edilirse, tedavisi bile hasta organizmayi cok zorlayip, sarsiyor.

Epilog:
Böyle iste.
Doga da nasil güzel bir ögretmendir, bilir misin? 


 

Salı, Temmuz 31, 2012

Senin "growth"un ne türlü bir "growth"?

Okudugum kaynaklarda sıkça rastlayip aralarindaki ince anlam farkini merak ettigim iki kavram vardi:
agrowth ve degrowth


Ahmet Atil Aşıcı ve Ümit Şahin'in editörlügünü yaptigi "Yeşil Ekonomi' adlı kitabi okurken (hani şu elimde firindan cikmis taze ekmek gibi tuttugum) bu iki kavram arasindaki tam anlam farkini da ögrenmis oldum.

Kitapta aciklandigina göre degrowth (kücülme) yaklasimi "üretim ve tüketimin mutlak olarak azalarak ekonomilerin kücülmesi gerektigini" savunur. Cünkü "tüm iktisadi faaliyetler  termodinamigin ikinci yasasi  uyarinca entropiyi ve ve dolayisiyla faydali kaynaklarin kaybini arttirir".

Buna karsilik agrowth (büyümeme) hareketi "kücülme yaklaşımını fazlasıyla radikal ve uygulanamaz bulmakta, yapilmasi gerekenin büyüme kavramini kafaya takmamak oldugunu savunuyor". Örnegin büyümenin birincil ölcülerinden biri olarak GSMH'nin sebep oldugu bilgi kirliliginin önlenmesi gibi.  Tim Jackon gibi büyümenin toplumsal refaha belli  bir asamadan sonra katkisi olmadigini ve hedefin sifir büyüme olmasi gerektigini, asil artmasi gerekenin refahin maddi olmayan unsurlari oldugunu savunanlar var.

Oldu olacak growth (büyüme) kavramini da tanimlayalim. En özet sekliyle,  "Ekonomik büyüme, bir ekonomide zaman içinde mal ve hizmet üretimi miktarında artış olmasıdır" diye tanimlaniyor. Geleneksel olarak GSMH ya da GSYH ölcülüyor (ya da bir görüse göre ölcülemiyor).


Her ne kadar bu konularda acikca fikrimizi soran yoksa da,
bilirsin her sey sen ve benle baslar
ve bilirsin, senin ve benim, ikimizin cebindeki paranin oy gücü var..
Özellikle büyüme(me) söz konusu olunca...

Senin oyun nereye gidiyor?
Sence dogrusu ne?
Senin "growth"un ne türlü bir "growth"?

Pazartesi, Temmuz 30, 2012

Yabani 'pusula' marulu

Yeni bir bitkiyle tanistim :)

Latince adi Lactuca serriola.
Türkce'de yabani marul, aci marul, esek marulu, yagli marul gibi adlarla biliniyormus ve Anadolu'da cok yayginmis. Almanca adi Stachel-Lattich (Stachel=Diken). Cünkü yapraklarinin arkasini cevirince ana damar boyunca türü benzerlerinden ayiran dikenler var. Fotograflarini gördügümde burada da kendisini ya da benzerlerini cok gördügümü farkettim ve sıkı takibe aldim. Cünkü bir diger Almanca adinin (Kompass-Lattich) ele verdigi gibi, cok ilginc bir özelligi var: Cok günes alan ortamlarda yetisen bireylerinin yapraklari pusula niyetine, yön bulmakta kullanilabiliyor :)

Bu yasayan ve yenebilen pusulanin calisma mantigi söyle:
Normalde pek cok bitki yapraklarini sapin cevresinde degisik acilarda yayarak büyütüyor. Bu bitki, cok günes alan ortamlarda asiri günes isigindan korunup, su kaybini azaltmak  icin yapraklarini sadece güney-kuzey yönünde büyütüyor. Ayni zamanda (yapraklarini günese dogru acan diger bitkilerin aksine) yapraklarinin genis yüzeyini günes isinlarina paralel tutuyor. Yani yapraklar gökyüzüne dogru degil, yana dogru bakiyor. Bu durumda otomatik olarak yapraklarin uzanis yönü güney-kuzey dogrultusunu gösterirken, genis yüzeyleri de dogu-bati dogrultusunu gösteriyor :)

Photo by chemazgz

Bu özelligi sadece dik ve sürekli günes isigi alan bireyler gösteriyormus. Ayni cevrede ama gölgede yetisen bireyler ise bilindik sekilde büyüyorlarmis. Bitki hangi sekilde büyürse, o seklide kaliyormus. Su var ki,  pusula seklinde büyüyenler günesin durumuna göre, fotosentezde isiktan tam yararlanabilmek icin bazen yapraklarini  günes isinlarina paralel pozisyondan dik pozisyona cevirebiliyormus (ki bu tür yaprak hareketlerini hemen her bitki yapar zaten).

Pusula marulunun varligindan haberdar oldugumdan beri cevremde görmek icin bakiniyorum. Burada taslik alanlarda,otoban kenarlarinda, hatta oturdugumuz sokakta kaldirim kiyisinda yetisen benzerleri var. Sadece iki kez acikca güney-kuzey dogrultusunu gösteren ve topraga paralel degil, dik duran yapraklar gördüm. Ikisinde de yaprak arkasinda ana damar boyunca dikenler acikca görülüyordu. Kalanlarinda ise (ayni tür mü, yoksa akraba mi emin degilim) yapraklar bir yön göstermese bile acikca günes isigindan korunmak icin topraga (ve günes isinlarinin gelis yönüne) dik durusluydu. En azindan bitkilerin bu türden bir korunma mekanizmasi oldugunu ögrenmis ve gözlemis oldum.   


Photo by Dandelion and Burdock
Yabani 'pusula' marulu papatyagillerden ve karahindibayi andiran minik, sari cicekleri var. Sapi kirildiginda icinden beyaz bir lateks sivisi akiyor. Vikipedi'ye bakilirsa sofralarimiza yolu cokca düsen salata marulunun atababasi imis kendisi. Tadi oldukca aci olmasina ragmen yenebiliyor. Yabanda hayatta kalabilmenin yollarini anlatan Almanca bir sitede gerektiginde yenebilecek bitkiler arasinda sayiliyor. Baska cografyalarda  "gerektiginde" degil seve seve yeniyor :) Akdeniz'de cig ya da haslanmis hali salata olarak tüketilirmis. Girit mutfagi'nda da kullanilirmis. Bu bilgiyi okuyunca Tijen Inaltong'un "Bir Ot Masali"ndaki esek marulu ile karsilastirdim. O Sonchus oleraceus adli bir baska türmüs; not düseyim.

Doganin pusula bitkileri bu yabani marulla sinirli degil. Kuzey Amerika'ya özgü  Silphium laciniatum yine Papatyagillerden ve yabani marula benzeyen bir bitki. Yapraklari benzer mantikla kuzey-güney yönünde büyüyor. Cevremizde rastlayabilecegimiz bitkilerden solucanotu (Tanacetum vulgare) ile bazi Iris türleri ve Aster linosyris benzer özelligi oldugu söylenen bitkilerdenmis, gözlemeli :)

Pusula bitkiler hosuna gitti mi? Takvim bitkileri zaten az cok biliyoruz, peki saat niyetine kullanilan/kullanilabilecek bitkilere ne dersin?

Cuma, Temmuz 27, 2012

Bazen dünyayi kurtarmak ne kadar kolay

Yaz basindan beri yazacagim, durmadan öteleyip duruyorum. Belki de biliyorsundur diye düsündügümden biraz da. Ama belki de bilmiyorsun ya da biliyordun unuttun...

Diyecegim su ki, yazin şu sıcak günlerinde çamaşır yıkarken, camasir makinesinin sıkma ayarini en düsüge getirebilirsin. Gercekten... Zamane makinelerinin en düsük sıkma ayarinda bile camasirlar makineden damlama olmayacak sekilde cikiyorlar. Üstelik hava sicak oldugu icin bu durumda bile kolayca kuruyorlar. Sahsen ben hava sicakligi 20'yi gectikten sonra böyle yapiyorum. Bizim evin makinesinde sadece 1200 ve 600 devir secenekleri var ve ben 600'e cekiyorum. Camasiri da ne acik , ne kapali ortamda, cati katinda kurutuyorum. Su ana dek hic kurutma sorunu yasamadim.

Böyle yapiyoruz da ne oluyor?
Makine daha az enerji harcamis oluyor tabii ki :)

Bazen dünyayi kurtarmak ne kadar kolay degil mi? Sadece bir dügmeye basiyorsun, o kadar :)

Hazir o dügmelere basmaya baslamisken, camasirlari her zamanki gibi 40-60 derece ile ciddi yikama ayarinda  (Almanca makinelerde Kochwäsche, Buntwäsche diye geciyor )  degil de , en fazla 30-40 dereceyle hassas camasir ayarinda (Almanca makinelerde Feinwäsche diye geciyor) yikamaya da ayarlayabilirsin. Cünkü yaz günlerinde amaç annemin deyisiyle "zaten sadece ter kokusu, bi sudan gecsin yeter" :) Hatta kışın da özellikle cok kirli camaşır yıkamıyorsam, hep bu ayarı kullanıyorum ben. Bu sekilde yikayinca makine düsük isida ve daha nazik yikadigi icin daha az su ve enerji harciyor.  Kimbilir belki nazik yikandiklari icin, giysilerimizin de ömrü uzuyordur :)

Çarşamba, Temmuz 25, 2012

İncelikli sanat

  Kopya olmasin diye sonra yazacagim :)
Photo by : tomopteris

Şu yukaridaki güzelligin cesitli örneklerini dün aksam yürüyüsünde gördük. Böylece ben de kendisinden bugüne dek hic bahsetmedigimi farkettim. Sonra da isi bir bilmeceye cevirmeye karar verdim (Not: Evet, üzerimde yaz rehaveti var :) )

Bilmece şu:
Yukarida bir örnegi görülen doga olayi nedir?
Kimin eseridir?
Nasil olur?
Iyi midir , kötü müdür?

Ne oldugunu tam olarak bilenler çekinmeden yazabilir. Cünkü yorumlari yayinlamadan bekletecegim. Oyunbozanlık etmiş sayılmayacaklar :)

Ne olduguna dair hic bir fikri olmayanlar da gayet desteksiz atabilir. Doganin mucizeleri de zaten çogunlukla desteksiz atan aklin dolastigi uç noktalarda dolaşır :)

Ödüle gelince...
Keşfin tadı tabii ki :)

Cuma, Temmuz 20, 2012

Zaman ve hiz üzerine

Scobel'da dün aksamki konu : Zaman Diktatörlügü ve Hizlandirilmis Yasamlar

Tüm yayin burada .

Özetler, dikkat cekici ifadeler:
  • "Zaman kazanmak" : Güzel kavram ama dogru degil. Hizlandirilmis bir toplumda yasadigimiz dogru ama hizlanmak zaman kazandirmiyor.
  • Toplumsal yasamda göreceli zaman algisi. Günler ve geceler bir yüzyil öncekiyle ayni uzunlukta. Ama modern yasamin frekansi gecmistekinden farkli.
  •  "Zaman paradir. Paraysa güc" (Hindibanin notu: Sahi neden tartismadan dogru kabul ediyoruz bu cümleyi hep?)
  • Zamanimiz azalmiyor, arz edilen seyler artiyor. Arz edilen herseyi yapmak isteyen icin cözüm: Multitasking mecburiyeti. 
  • Goethe ve Thoreau'un kendilerince cevrelerindeki toplumsal yasamda hizlanmadan sikayet ettigi 18. -19. yüzyildan bu yana ulasim, iletisim ve üretim süreclerinden sürekli bir hizlanma var. Hizlanma algisi da zaman algisi gibi göreceli. (Hindibanin notu: Thoreau trenlerden ve telgraf tellerinden sikayet ediyor. Ben ve cagdaslarim trenlerin ve telgraflarin hizina geri dönsek memnun olacagiz :) )
  • Kitlesel baski, herkes hizliyken yavas oldugunda "bir sey kaciriyor olma" endisesi. Bu bazen ekonomik endiselerden bile ön planda.
  • Toplumsal saat- Dis saat- Ic (biyolojik) saat. Nüfusun belli bir kismi gec uyuyanlardan, bir kismi ise erken uyuyanlardan olusuyor. Bundan bagismiz olarak bir kismi "az uyurlar", bir kismi "cok uyurlar". Bu ic saat ve bireysel egilimler dis saatle (günes ve doganin belirledigi) senkronize ediliyor. Toplumsal saat sorunlu. Nüfusun en az %20'si meslekleri icabi ic saatleri geregi dinlenme ve uykuya ayrilmasi gereken saatlerde calisiyorlar. Bu fenomene "sosyal jetlag" deniyormus. Bedensel ve ruhsal bir cok rahatsizligin sebebi oldugu kabul ediliyor ya da tahmin ediliyor (Kanser, diyabet, burn-out,depresyon, vb) . Gece vardiyalarinda hata yapma olasiligi da daha fazlaymis. Bu konu genel olarak Kronobiyoloji denen bilimin inceleme konusuymus. Bir uzmana göre toplumsal yasam ve is hayati bireylerin biyolojik saatleri göz önüne alinarak organize edilmeli. Bir digerine göre bu zor cünkü büyük senkronizasyon baskisini beraberinde getirir. 
  • Calisma zamaninin biyolojik saate ters olmasina ek olarak modern iletisim teknolojileri sebebiyle "sürekli erisilebilir olma" da bir diger sorun. Su anda calisan nüfusun ücte biri amirleri tarafindan 24 saat erisilebilir durumda. (Hindibanin notu: Böyle bir iste bir süre calistim. Berbat bir deneyimdi. Bugün yeniden calisacak olsam, elimden gelen her sekilde mesai saatleri disinda erisilebilir olmaya direnirim. Türkiye'de henüz herkesin cep telefonu olmayan yillarda belli pozisyondaki calisanlarini cep telefonu yok diye asagilayan ve sürekli erisilebilirlik icin bir tane edinmesi gerektigini ima ya da acikca ifade eden amirler biliyorum. Bu düsünce tarzini tartisabiliyor olmaliyiz)   
  • Mekanik saatin icadina dek, zaman öylesine dogayla örtüsen bir kavramdi ki, bazi eski dillerde zaman(time) ve hava (weather) ayni sözcükle ifade ediliyordu. Mekanik saatin icadiyla zaman soyut ve boslukla özdeslesen bir anlama büründü. (Hindibanin notu: Güncel Türkce'de zamana ya da zaman birimlerine karsilik gelen bütün sözcüklerin baska dillerden ödünc alinmis olmasina ne demeli? Bu konu uzun zamandir aklimi mesgul ediyor. Önüme dilden biraz anlayan kim ciksa sorarim :) Yil ve ay sözcüklerini haric tutarsak, "Zaman", "vakit", "mevsim" hafta", "saat", "dakika", "saniye" ve hatta "an". Bu sözcüklerin hicbiri Türkce degil ve örnekler cogaltilabilir. Türkler Arap-Fars kültürüyle tanismadan önce zamana dair meramlarini nasil anlatiyordu? Dil düsünce seklinin canli bir yansimasidir. Zaman eski Türk kültüründe bir tema degil miydi???)
  • Zaman elestirisi ayni zamanda sistem elestirisidir. Kapitalist sistem hizdan ayri düsünülemez. Hizla üretilmeli, hizla tüketilmeli, tüketimi hizlanidrmak icin hizla yeni ve gercek olmayan ihtiyac duygusu yaratilmalidir. 
  • Küresel ekonominin islem hizi (özellikle finans sektöründe) baska alanlarda baski yaratiyor. Politikanin ekonomi kadar hizli olamadigini ve hatta demokrasinin tanimi geregi totaliter rejimlere göre (karar alma sürecinin hizi acisindan) dezavantajli oldugunu düsünenler var. Egitim sürecini ekonominin hizina uydurmak gerektigini düsünenler de. 
  • 2008 yilinda Isvicre Borsasi saniyedeki islem sayisini 3000 olarak acikladi. Daha 1996 yilinda saniyedeki islem sayisi sadece 45'di.
  • Test edilmeden hizla piyasaya sürülmüs finans ürünleri krize yol acti. Ilac ve otomobil sanayilerinde gittikce daha cok ürünün üretim hatalari sebebiyle geri cagrilmasi da ayni sebepten. 
  • Einstein'den beri bilinen bilimsel gercek, zamanin göreceli oldugu. Günlük yasayisimizdaki zaman algilamamiz da öyle. Acelemiz varsa hizli akabiliyor, beklememiz gerekiyorsa yavas akiyor. Cocuklar zamanin yavas aktigi algisina sahip, yaslilar ise cok hizli aktigindan sikayet ediyor. Bilinen su ki, zamani dogrudan algilayan bir duyu organimiz yok. Zaman beyinde "insa ediliyor". Beyin bize zamanin belli  bir yönde, degisen hizlarda,  sürekli aktigi "illüzyonunu" sunuyor. (Hindibanin notu: Pek cok bilgelik gelenekleri de ayni seyi söyler.
Ayni konuda dün aksam Scobel'in tartisma programindan önce yayinlanmis bir diger belgesel Beschleunigte Welt (Hizlanan Dünya) burada.
Ondan özetler:
  • Iletisim hizimiz büyük anne-babalarimizdan yüz kat daha hizli. Ulasim hizimizdaki artis ise yüz kattan bile   fazla (Hindibanin notu: Bu cümleler bana henüz cok taze okudugum bir Ayse Kulin röportajindan su cümleleri animsatiyor: "Ben anneannemin annesi olan Behice hanımı da, babası Maliye Nazırı Ahmet Reşat'ı da gördüm. Ahmet Reşat öldüğü zaman 8-9 yaşındaydım, Behice hanım öldüğünde de orta 3'üncü sınıftaydım. Çok net algılarım var. Bir çağ farkını onlara bakınca hissediyordunuz. Sanki her şey biraz daha yavaşlıyor, dil başka, kıyafetler başka, edalar başka. Yani başka bir dünyanın insanları. Şuraya uzaylılar inse adeta onlar gibiydiler ".  Carpici ve üzerinde düsünmelik.)
  • Endüstri ve bilimin tek amaci herseyi daha hizli yapabilmek ve zaman kazanmak gibi.
  • Hizlanmak, islerin daha hizli akmasini saglayabilmek bizlere bir güc ve otonomluk hissi veriyor. Sorun su ki bazen belli  bir amaca hicmet etmeden, bir hedefe yönelmeden de hizlanabiliyoruz. 
  • Bilimsel calismalara göre modern insanin "ulasim icin ayirdigi zaman bütcesi" (böyle bir bilimsel ölcü varmis) bir saatten biraz az.Ilginc olan su ki, bu süre zaten binyillardir yaklasik sabit. Bir saatten eksisiyle artisiyla biraz az. Burdan anliyoruz ki, ulasim araclarindaki hizlanmayi zaman kazanmak, daha cok bos zaman sahibi olmak, yollarda daha az zaman gecirmek icin kullanmiyoruz, buradan kazandigimiz zamani tekrar daha uzaklara seyahat edebilmek icin kullaniyoruz. (Hindibanin notu: Evimizle isimiz arasindaki mesafe gittikce büyüyor örnegin. Gittikce daha uzaklara tatile gidiyoruz örnegin.)
  • Modern caglarin sorunu: Kalabaklar icinde kesintiye ugramadan hizla hareket etmek. (Gecen haftasonu büyük sehirdeydim. 250.000'den fazla nüfuslu sehirlerde yasayamanin bir lüks degil, eziyet oldugunu farkettim. Özellikle herkesin ayni anda ayni yerde hareket ettigi durumlarda).  Bu isin de bilimi var ve insan kalabaliklarinin hizi konusunda bir sinir oldugunu belirlemisler. Fiziksel olmaktan cok psikolojik bir hiz. Bazen iki kati yürüyerek cikmak (bekleme süreleri de göz önüne alinirsa) asansörler cikmaktan daha hizli.  

Sen ne dersin bu islere? Tecrübelerin,duygu ve düsüncelerin ne yönde?
"Neden daha hizli olmasin?" diyenlerden misin, yoksa tam tersi "neden bu kadar hizli olsun ki?" diyenlerden mi?
Acelemiz yok :) Zamanin olunca yaz :)

Çarşamba, Temmuz 18, 2012

Az önce televizyonda ci.ki.ta muzlarin bir reklamina rastladim. Efendim diger muzlar satin alindiktan sonra 3-4 gün icinde kararip cillenirken, bu markaninki 15 gün sonra bile lekesiz kaliyormus. Reklamda ayni deterjan reklamlarindaki gibi solda "onlarin" muzuyla, sagda "bizim" muz karsilastiriliyordu. Tanrim, biblo gibi lekesiz meyvelere takıntılanmış, nasil bir dünya bu?
İşte bu gerçekten nefıs:
Life is a flowing river, and worrying about every drop is futile. The water you’re in now is the best.
The inflow of objects is relentless. The outflow is not. We don’t have rituals, mechanisms, for getting rid of stuff.

Cuma, Temmuz 13, 2012

Büyümenin sınırlarını ret

Bu olay haftasonu oldu fakat 'bölük pörcük'üme yazmayi unutmusum.
Unutmak istemeyecegim, harika bir diyalogdu :)

Dogumgününde aldigimiz o minik parcali ve temali 5 yas legolarini ceza olarak kaldirmistik. Cünkü büyük yaramazlik yapmisti sincap. Haftasonu cezanin kalkacagindan ümidini keserek, 2 yasinda alinmis eski, büyük parcali legolarini cikardi ortaya. Baba televizyon seyrediyor, galiba ben de. Sincap da legolarla bir seyler insa etmeye calisiyor.

Sonunda tam upuzun, yüksekce bir kule (ya da füze, ya da kale, kimbilir?) insa etmeyi basarmisti ki, bize göstermek icin elini actiginda küüt! diye yere devrilip parca parca oldu. Sincap da kızgınlıkla yaygarayı basti tabii ki.

Tam agzimi acip "e, taban kismini biraz zayıf ve dengesiz insa etmissin, temel önemlidir" diye bıdı bıdılanacaktım ki, hazır cevap babanın yanıtı benden önce geldi:

"Ama oglum, 'Der Wachstum hat immer eine Grenze' " (Büyümenin daima bir sınırı vardır)

Bu yerinde bakis acisi sebebiyle insaat mühendisi kılıklı cümlemden vazgectim ve o kadar cok güldüm ki, sonunda kendisine ve yıkılan kulesine güldügümü iddia eden sincap gelip hıncını benden cıkardı. Haftayı kolumda büyümenin sınırlarını reddeden sincabin tırnak izleriyle gecirdim.

Asıl bu sincabın legodan kule degil de, küresel ekonomi insaa eden versiyonu var ki, onun ayak izleri yaninda sincabin tırnak izleri solda sıfır kaliyor.

Çarşamba, Temmuz 11, 2012

Üç dondurma

Son günlerde üc dondurma denedim. Kullandigim bazi malzemeler uçuk görünebilir, fakat sadece evde olan malzemeleri kullanarak yapiyorum. Dondurma icin özel alisveris yapmiyorum (Son dondurmadaki bisküvi haric) :) Bu tarifleri de buraya hem ben unutmayayim diye, hem de sana fikir verir diye not ediyorum. Bence sen de öyle yap; meyve, sebze, baharat duran dolaplarini bir karistir. Icinden güzel dondurma fikirleri cikacagindan eminim :)

Hokkaido kabak ve kisnis tohumlu dondurma:

250 gr quark (ya da süzme yogurt)
200 gr krema
Orta boy hokkaido kabaginin yarisi. (Tatli yapiminda kullanilan herhangi bir tür kabak olabilir. O zaman miktar göz karari ayarlanmali)
4-5 yemek kasigi seker
Cok az pekmez
1 tatli kasigi kadar kisnis tohumu

Hokkaido kabaginin mevsimi degildi sanirim. Ama yereldi ve organikti. Kabuklariyla birlikte yenebilen bir tür oldugu ve cok da acelem oldugu icin sadece cekirdeklerini ayiklayip kabuklariyla beraber ince ince dogradim. Cok az suda üzerinde biraz pekmez gezdirerek yumusayincaya kadar pisirdim. Hemen hemen hic suyu kalmamisti zaten, pek süzmek gerekmedi. Blender'dan gecirdim. Quark, krema, seker ve bir kasik tersiyle hafifce ezdigim kisnis tohumlarini ekleyip hepsini birden yeniden blender'dan gecirdim. Sekeri deneyerek, agiz tadimiza göre ayarlayarak koydum. Sen de öyle yap bence. Blender yoksa biraz zahmetle de olsa tüm bunlar catal ve kasikla da yapilabilir. Sonra buzluga koymaca, her yarim saatte bir cikarip iyice karistirmaca, dondurma kivamina gelince (4-5 saat sonra) afiyetle yemece :)

Dondurmayi kabakli yapmaya karar verince "peki, evdeki tatli baharatlardan hangisi yakisir buna?" diye sordum kendime. Yanit benim icin kisnis tohumuydu. Baska bir baharat da kullanilabilir elbette :)

Kabak dondurmaya harika turuncu bir renk verdi. Eger renkli dondurmalari seviyor ve yapay gida boyalari kullanmadan rengarenk dondurmalar üretmek istiyorsan, turuncu icin malzemen koyu renklisinden kabak; aklinda olsun :)

Gecen yil bu dondurmanin baska bir versiyonunu yapmistim; o da burada.

Damla sakizli dondurma:
Damla sakizli dondurma aslinda aklima gelip gelip gidiyordu. Fakat kivilcimi yakan Sezer oldu :) Bana "hic damla sakizli dondurma yaptin mi? Ben yapmak istiyorum da" dedigi gün ben de "bugün dondurma yapsam ve fakat icine ne katsam?" diye düsünmekteydim. E, evde damlasakizi da vardi :) Söyle bir tarif cikti ortaya :)

250 gr quark (ya da süzme yogurt)
200 gr krema
1 bardak yagsiz süt
2 büyükce parca damlasakizi (tam miktari nasil tarif edecegimi bilemiyorum, sen göz karari ya da damak tadina göre ayarla bence)
1 silme cay kasigi guarn cekirdegi tozu (belki pirinc unu, belki ona bile gerek yok)
3-4 kasik seker

Damla sakizi havanda dövülüyor; iyice toz haline gelmeli. Benim dogru dürüst havanim olmadigi icin bir tabak icinde agir bir dondurma kasiginin tersiyle dövdüm, tam toz olamadi. Bir bardak süte ekleyip biraz isitayim, iyice erisin dedim ben de. E, sütü ekleyince ve hele isitinca da bir kasik da guarn cekirdegi tozu koyayim, sütü biraz yogunlastirsin, dondurmanin kivami cok sulu olmasin dedim. Yani damlasakizini iyice toz haline getirebiliyorsan belki sütte isitmaca, pirinc unu eklemece giibi adimlara bile gerek kalmayacak. Karar senin.

Sonra damlasakizli sütü quark ve kremayla iyice karistirdim. Agiz tadimiza göre seker ekledim. Dogru buzluga. Disarida biraz islerim vardi. Sincabi anaokulundan aldim derken ilk bir iki saat düzenli karistiramadim. Acigi kapatmak icin aksamüstü yemek hazirlarken her firsatta , bazen 15-20 dk.da bir karistirdim. Sanki ne kadar cok karistirirsak o kadar kivamli oluyor. Yerken kivami da daha cok hosuma gitti. Ve güzeldi tabii, damlasakizi girer de güzel olmaz mi? 


Cheesecake'li dondurma:

Ben damlasakizli dondurmayla mesgul oladurayim, meger Sezer de bu dondurmayi denemekteymis. Dondurma tariflerimizi degis tokus ettik :) Bunu da denedim. Bana cocuklugumdaki seftalili mozaik pastalarin tadini verdi. Zaten seftali pisip sütlü bir tatliya girince bambaska bir seye dönüsüyor. Simdi hem Sezer'in bana verdigi orijinal tarifi, hem de parantez icinde italikle benim kullandiklarimi not edecegim. Biri digerinden daha iyi diye degil, hayir. Bir dondurma tarifinin bir mutfaktan digerine gecerken bile ne kadar degisebilecegini örneklemek icin. Endüstriyel dondurma üreticileri bize dondurma yapmanin tek ve en iyi bir yolu oldugunu ve onu da kendilerinin bildigini söylüyorlar. Bugünlerde blogun basliginda yazan Thoreau sözü aslen kendime olsa da, bu baglamda endüstriyel gida üreticilerine gelsin. Kadiköy'den bilincli tüketicinin istek parcasi: "Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."  


Tarife geciyorum:

Bir su bardagi sut
300 gr labne peynir (250 gr. quark. Internette biraz okudum; labne peyniri ve quark'in kardes olduguna karar verdim)
4 kasik seker (2,5 kasik seker)
 bir tatli kasigi pirinc unu (bir cay kasigi guarn cekirdegi tozu)
8 adet eti burcak (ya da benzeri biskuvi) (6 adet tam unlu petibör bisküvi)
3 adet seftali (tarifte 8 adet cilek diyordu, bende olmadigi icin seftali kullandim) (Bende o bile yoktu; canimin ici Türk seftalileri :( Dag seftalisi denen türden vardi. 4 adet ondan kullandim.)

Yine süt, seker ve p. unu tencereye konuyor, biraz kaynadiktan sonra sogumasi icin birakiliyor (Ben guarn cekirdegi sebebiyle sadece ilitip biraktim). Seftaliler kabuklarindan soyulup blendirdan geciriliyor (benimki soyulacak gibi degildi, soymadim). Soguyan sutun icine labne peyniri ve seftaliyi koyup mikserle iyice cirpiliyor. Gerisi bildigin gibi.. Buzluga koyduktan bir saat sonrasinda ise (yani ikinci karistirma sirasinda) biskuvileri icine kiriyorsun ve sonraki asamalarda harika bir tad cikiyor ortaya.  

Salı, Temmuz 10, 2012

Bölük pörçük

Prolog:
Gectigimiz iki Pazar gününden izlenimler yazmak istiyordum aslinda. Ama akmiyor. Anahtar sözcükleri gerceklestikleri sırayla degil, aklıma geliş sırasıyla yazayım. Altina izlenimleri ve olanları not edeyim. Bölük pörçük olsun. Sen onları sıraya dizip, birleştir , bir hikaye kur kendince. Al, senin hikayen olsun.

Çörekotu:
Tohumlarini etrafta sacmadigim pek bir yer kalmadi herhalde. Önümüzdeki yil etrafta acmis çörekotu cicekleri görürsem bahçıvanı benim :)

Yeşil Ekonomi:
Aslında müdahaleci ve korumacı anne rolünü sevmiyorum. O yüzden örümcek aginda mümkün oldugunca yalniz birakiyorum sincabi. Kendi kendine kesfetsin tırmanmanin inceliklerini, dere boylarında tırmanmayı öğrenen eski köy çocukları gibi. Bu yüzden elime bir kitap alıp parkın sincabiyla, bizim sincabin arasında duran banka oturuyorum. Bugünlerde elimdeki kitap Yesil Ekonomi. Cok yeni yayinlanmis bu kitabi bir arkadasim ilgimi çekecegini düsünerek göndermis. Elimde fırından yeni çıkmış taze ekmek tutar gibi tutuyorum :) Henüz çok başlarindayim ama Türkçe'de bu konuda okunacak fazla kitap olmadığını sanıyorum; tavsiye ederim.

Sağanak yağmur:
Nehir kiyisinda yürüyorduk. Inanilmaz bir saganak yagmur basladi. Öyle bir indirdi ki, ormanin orta yerinde ne kacacak yerimiz vardi, ne de yanimizdaki semsiyeyi acabildik. Göz göre göre yola devam etmistik. Göz göre göre islandik. Hayatimda bir yagmurun altinda bu kadar islandigimi animsamiyorum. On dakika sonra iğne başı kadar kuru yerimiz kalmamisti. Eve dönene dek yarım saat boyunca aralıksız yağmur yedik. Bir ara bir köprü altına denk geldik. Pek cok bisikletli yagmurun gecmesini bekliyordu orada. Esime "Bundan daha fazla islanamayiz ki, neyi bekliyoruz? Hic olmazsa yürüyelim de üsümeyelim" dedim :) Eve vardigimizda sırılsıklam ama temiz ve mutluyduk :) Kendimi  ruhumun ince kivrimlarina dek yıkanmış hissettim :) Hele sincap... Bir Huckleberry Finn gibi yagmurun altinda kosturmasi aklimdan hic gitmeyecek. Umarim o da hic unutmaz. Unutulmayacak deneyimlerdendi. Ertesi gün felaketleri seven bulvar gazetelerinin birinde, Almanya semalarinda haftasonu 150.000 simsek ve yıldırım çaktığını, ölü ve yaralilar oldugunu okudum.  Kimse bizden bahsetmiyordu tabii ki... Fakat yine de dogada yıldırım carpmasindan korunma üzerine biraz okudum. Bir ara yazayim onu da.

Sincap:
Bu bahsedecegim bizim evin sincabi degil, parkin sincabi :) Oturdugum bankin  hemen arkasindaki huş agacındaydi. Tıpır tıpır ayak seslerini duyunca dönüp baktim. Sadece bir kac metre ötemdeydi. Benim sincabi da cagirdim. Sessizce izledik bir süre. Agactan indi, yerden findik ya da ona benzer bir sey buldu. Hemen önündeki filbahri çalısına tırmandı. Orada keyifle kemirmeye basladi. Bizim sincap rahat durmadi tabii. Ayagini hizla yere vurup kacirdi sincapcagizi. Zavalli yedigi yemisi firlattigi gibi firladi agacin üstüne. Az sonra tepemizdeki ihlamur dallarindaydi. Bir dakika sonra ilerideki gürgen agacinda. Biraz sonra da cikip gitti hikayemizden. Fakat hayalimde yoluna devam etti; bütün sehri agaclarin üstünde bir uctan bir uca katetti. Aklıma Italo Calvino'nun "Agaca Tüneyen Baron"u geldi... Ve Anadolu'yu meşe agaclarinin üzerinde bastan basa kateden eski zaman sincaplari...

Örümcek ağı:
Sincabin ögretmeniyle yaptigimiz rutin görüsmede bana kaba motorikte biraz geri oldugunu söyledi. Spor salonunda bazi tırmanma, inme çıkma hareketlerini yaparken çekingen ve korkak davranıyormuş. Ben de bir süredir benzer izlenimler icindeydim. "İnce motorik...ince motorik ..." derken oğlanın kaba motoriğini ihmal etmisiz :D Haftasonlari cokca gittigimiz bir parkta ikimizin adını "örümcek ağı" taktığı bir oyun aleti var. Ağ gibi döşenmiş sıkı ve çok sağlam halatlardan oluşuyor. Dikkatle üzerinde yukarı dogru tirmaniliyor. Asagidaki fotograftaki gibi bir sey:

Photo by nachtSonnen

  Dedim ki "Senin kayaktan kaydigin yeter artik, kayma becerin on üzerinden on. Biraz da su örümcek ağında oynayalim". Bana kalırsa bu aletler oldukca dogal. En azından doğal hareket tarzına ve bir çocuğun doğasına  pek cok baska aletten daha yakın. Bir cok beceriyi bir arada gelistiriyor. Dikkat, koordinasyon, sonraki adimlarini hesaplama, kaba motorik, vb. Sincap baslarda "ama bir adim daha cikamam, ama artık bundan daha yukarı gerçekten çıkamam" deyip duruyordu. Ben de "bu 'yapamam' sözcüğü kadar sevmediğim bir şey yok" diyordum sakayla karisik. Simdi benim elim arkasinda hazir durmak üzere en üstlere kadar cikabiliyor. Onunla beraber ciktigim bu oyuncak benim de hosuma gidiyor. Insan üstünde kendini hafif ve güvenli hissediyor gayet. Alti kum döseli; düsülse bile pek tehlike yok. Pek cok parktaki plastik yiginindan kesinlikle daha güzel, islevsel ve yararli bir güzellik :) Belediyeler duyun sesimi :) Plastik yiginlarinizdan daha pahaliya mal olabilir. Fakat göz boyama amacli  halk konserlerinden bir iki tane  daha az verin, sehrin orasina burasina bir kac "sulu" attraksiyon daha az koyun, bir kac lüzumsuz köprü daha az yapin, oy beklediginiz mahallelerde cocuklara top, balon, bayrak vb. dagitma sacmaligindan vazgecin , maliyetini kesin cikarir :)

Kelebek:
Biz örümcek ağında oynarken ağda bize eslik eden bir arkadas daha vardi:

Photo by Ezio Melotti
   Vanessa atalanta; nam-i diger "Kirmizi Amiral" . Örümcek aginda bizimle beraber o da hopladi zipladi. Sonra bir de arkadasini aldi getirdi. Havadaki danslari görülmeye degerdi. Seklini semalini aklima yazdim. Eve gelince sincabin "Kelebekler Cikartma Kitabi"nda aradim buldum kolayca. Diyordu ki kitapta; Avrupa'da hemen her bahcede görmek mümkünmüs :)

Fırıncılık oyunu:
Sincap oyun parkinin belli bir kösesinde bu oyunu oynamayi seviyor. O  fırıncı oluyor, biz müsteri. Bazen de tersi. Ekmekler aliyoruz, "brezel"ler,"krapfen"lar... Öyle bedavaya ekmek yok. Illa ki sonunda parasini veriyor, para üstünü aliyoruz. "Lütfen"li konusuyoruz, gündelik kücük konusmalarimizi yapiyoruz. Bazen aradigimiz ekmek olmuyor, bazen bozuk paramiz çıkışmıyor. Her şey illa ki gercek yasamdaki gibi oluyor :)



Sarımsak otu:
Bankta oturmaktan canım sıkıldıgında kalkıp etrafimi inceliyorum. Parka gelirken yol boyunca gördügüm gibi sağım solum sarımsak otu dolu. Bu ilginc bir ot. Latince adi Alliaria petiolata. Bildigim bütün dillerde adı "sarımsak"lı. Buralarda erken baharda ilk yetisen bitkilerden biri. Nisan-Temmuz arasi cicek aciyor. Yapraklar kendini çiçeklerden önce gösteriyor. Alt yapraklar botanikçilerin tarifiyle "böbrek şekilli". Üst yapraklar yürek seklinde. Kenarlari yuvarlagimsi tirtikli (Alman botanikcilerin deyisiyle "gekerbt"- Türkce dogru terimi bilmiyorum maalesef). Cicekleri minik ve beyaz.

Photo by Virens

Bitkinin asil özelligi -adından anlaşılacağı üzere- yapraklarının sarımsak tadinda ve kokusunda olmasi. Hep okur ve merak ederdim. Bu yil baharda denedim. Önce çekingen yaklaşarak koklamakla yetindim, özel bir koku alamadım. Sonra elimde ovalayarak deneyince aldım sarımsak kokusunu :) Sonra cesaretlenip tadina baktim. Orman gezilerimizde rastladıkca esime de gösterdim. O hatta denemekte benden daha girisimci oldugu icin sonunda gayet sarimsak kokuyordu :) Eskiden Avrupa'da cok kullanilan bir baharat bitkisiymis. Sonra unutulmus.Antiseptik etkileri varmis. Simdilerde ayı sarımsağı gibi o da yeniden keşfedilip, yabani otlara yer açan mutfaklarda hak ettigi ilgiyi görüyormus. Genellikle ısırganotuyla beraber , onun yetistigi yerlerde yetisirmis. Onun gibi de yayılmacı biraz gözledigim kadarıyla :) Kuzey Amerika'da istilaci (invasive) kabul ediliyormus. Sarımsak otunun sarımsak tadı, gerçek sarımsak bitkisinde oldugu gibi Allicin maddesinden degil, lahana ve hardal ailesinde rastlanan başka eterik yaglar ve maddelerden geliyor. Zaten kendisi de bu aileden. Bu yüzden de sarımsak kokusu gibi kalıcı değil kokusu, hemen geçiyor. Pişirildiginde de kayboluyor. Genellikle salata, pesto, sos olarak tüketmek daha uygunmus bu yüzden.   


Simdi uzun lafın kısası, şunu söylemek istiyorum. Duramadım, kendi kendini etrafa saçar tarzda tohumlarının olgunlaştıgını görünce, onlardan da toplamaya basladim. Bir kacini saksiya ekmeyi düsünüyorum. Sen de bahcede, cevrendeki yabani alanlarda ya da saksida yetistirmeyi denemek icin ister misin? Sarimsak otu kardesligine var misin? Bir mail at ya da yorum gönder, yettigi kadariyla elimdekilerden göndermeye calisayim. Fakat dedigim gibi; yayılmacıdır, uyarmadi deme :)

Sinir otu:
Eşim koşusunu bitirince yer hareketleri yapıyor. Bu sırada çimler üzerinde ne oldugu anlaşılmayan küçük bazı sinekler bacaklarını ısırıyor. Sivrisinek gibi kabartıp kaşındırıyor. Bazen bir hafta sürüyor. Ona sinirotunu ögrettim. Nasıl olsa her yerde var. Sineklerin ısırdığını hissedince hemen etrafinda bulup bacaklarina sürüyor yapraklari. Iyi geliyormuş :) Doğanın dertleri icin çare yine doğada. Derdin hemen yani basinda :)

Bulutlar:
Basimi kaldirip bulutlari seyrediyorum. Basimin üstünden akip gidiyorlar. Bulutlari seviyorum. Kim sevmez ki?


Kurabiye:
Bunu dışarı çıkmadan önce sincapla yaptık. Feride'nin kurabiyesi. Pinar'in keciboynuzuyla ve pekmezli. Saf mutluluk. 5 dakikada bitti, sincap hızımıza şaşırdı. Keza ben de. Parka giderken yanımıza aldık. Sincap ertesi gün anaokuluna giderken beslenme cantasina koydum. "Daha 5 yasinda ve atıştırmalıklarını kendi hazirliyor beyefendi" diye de tipik anne gururlanmalarina giristim bu arada :D

Resim:
Bunu da kurabiyeden önce yaptik :) Sincap ilk dogdugu siralar parmak boyasini kendim üretmek iddiasindaydim. Bir türlü yapamadim. Ya renk yeterince canli degildi, ya da yapiskan bazi bulamaclar elde ettim. Kabus gibiydi. 3 yas civari inadim kirildi; gidip ekolojik oldugu iddia edilen bir markaninkini aldim. Yine de icim pek razi gelmedi; sincaba vermedim, dolap beklediler. Simdi simdi ortaya cikarmaya basladim. Sincap firca kullanarak suluboya gibi resimler yapiyor onlarla. Boyanin yogun dokusunu ve canli renklerini seviyor. Üstelik üc temel renk karisinca gerçek ara renkler çıkıyor ortaya. Arada eline bulasinca dert etmiyorum; cünkü zaten parmak boyasi aslinda :) Bazen sadelik ve dogal annelik siyah-beyaz netliginde olamiyor. Grinin tonlarında yaşıyoruz. Bir yaşında "asla, evden iceri bile giremez!" dedigime,  üc yaşında içimin razı olmadığına, beş yasında memnun oluyorum :) Sincabın yaptigi resimler mi? Onları oturma odasindaki camlı dolabın camlarına yapıştırıyorum. İçlerindeki dağınıklık gözükmüyor, genel görüntü derli toplu oluyor.  Evin dekorasyonu icin anlastigim kücük sanatci hem dogasi geregi cok yetenekli, hem de kurabiyeler disinda herhangi bir ücret almiyor :D

Marion:
Hikayesini bir dergide okudum. Hamburg yakinlarinda bir ormanlik alanda yasiyormus. En azindan 25 yildir. Tam nerede yasiyor, bilinmiyor. Gerçek adı ne, ne zaman doğmuş, nereden geliyor; bilinmiyor. Kendisi de bilmiyormus bunları. Bir kimsesiz cocuklar yuvasında büyümüş. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Alman cocuk yuvalarının durumu malum; ülke zaten geçmişinin bu tatsız sayfalarından biriyle yeni yeni hesaplaşıyor. 12-13 yaşındayken yuvadan kaçmış; Hamburg'da sokak cocuğu olmuş. Köprü altlarında uyumuş, küçük geçici işlerde calışmış. En son birlikte oldugu adam biriktirdiği bütün parasını çalıp ortadan kaybolunca, insanlara bütün güvenini yitirmis. Ormana gitmis. Ne kadar zaman önce, kendisi de bilmiyormuş. Son 25 yildir Hamburg civarindan bir rahiple kontaktaymis. Bazen her gün ararmış, bazen aylarca aramazmış. Her zaman bir telefon kulübesinden... Agactan düsüp yaralandiginda rahip ona bir cep telefonu teklif etmis acil durumlar icin. "Cok yakın ve cok fazla kontrol" gerekçesiyle reddetmis. O kadar yabaniymiş ve toplumdan o kadar korkuyormus ki, telefona rahibin karısı çıktığında bile hemen kapatırmış eskiden. Simdi onunla da havadan sudan konustugu oluyormus.

Bende doğa iyi bir ögretmen olmanin yaninda, olaganüstü bir şifacıdır  izlenimi vardi hep. Örnegin en tatsız günlerde bile bulutlara bakiyorum, ıhlamurları kokluyorum, karatavuklarin ötüşlerini dinliyorum ve günüme tat geldigini hissediyorum. Dışarıda olmak iyi geliyor. İyi de Marion neden iyileşemedi? 25 yıldan fazla zamandır başını otlardan bir yastıga dayadığı, rüzgari dinleyerek uyuduğu, kuş sesleriyle uyandığı halde, Marion neden iyileşemedi? Insanlığın açtığı bazı yaralar bu kadar mı derin?

Ihlamur toplayıcı:
Nehir kiyisinda yürüyorduk. Yolun biraz ilerisinde bisikletini durdurmus,  bir agactan bir seyler toplayan genc bir kadin gördük. "Ne topluyor olabilir?" dedim. "Fındık, tabii ki" dedi esim. "Olamaz, fındıklar daha olmadı ki" dedim. Yanindan gecerken merakla baktim. Ihlamur topluyordu. Bir seyler toplarken cevremdekilerin tepkisinden yana hafif bir huzursuzluk hisseden ben, kadinin yüzünde de ayni huzursuzlugu okudum. Nasil ki koşucular birbirinin kardeşidir ve yolda birbirlerini tanimasalar bile selamlarlar, bence toplayıcılar da birbirinin ruh kardesidir ve tanışmasa da selamlaşmalıdır :) "Merhaba" deyip gülümsedim bu yüzden kadına :)  Biraz uzaklaşmıştık ki, eşim "Ne topluyordu? " diye sordu merakla. "Ihlamur" dedim. "Durup biz de toplasaydık ya" dedi. Bence toplayıcı kardeşler birbirinin hasadina engel olmamalidir :) Ayrica ne icin topladigini bilmiyorduk ve her ihlamur türü caya uygun degildir. Bunu bir kac yil önce amcamdan duydum. Sanırım oturup bir de ihlamurlarin nasil ayirt edildigini calissam iyi olacak.

Kayın:
Ormandan getirdigim kücük kayin yavrusunu anımsıyor musun? Iri ve parlak kotiledon yapraklari vardi. Gercek yapraklarini daha sonra vermisti. O zaman anlamistim kayin yavrusu oldugunu. Sadece bir çift yaprak verdi. Onlar da bir süre sonra sararmaya basladi. Anladım. Ormanın çocugu saksıda zorlaniyordu elbette. Epeyce zaman yeni bir yaprak daha verebilir mi diye gözledim. Vermedi. Pencere kenarindaki saksilarda kuru yaprakları toplarken onunkini de aliverdim bir gün. Tek gercek yapragiydi. Kotiledon yapragi kendi basina kalakaldi. Ve benim kısıtlı botanik bilgimce, kotiledon yapraktan gerçek yaprağa geçememis bir bitkinin işi bitiktir.

Öyle değilmiş :) Kotiledon yaprakların dibinden ve koparıp aldığım eski yaprağın kıyısından, bir değil, iki yeni  yaprak sürgünü veriyor bugünlerde. Şaskınlıkla, hayranlıkla, aşkla seyrediyorum. Doğa ki, kotiledon beşiklerde alınmış "onmaz"  yaraları bile iyileştirir. Giden birken iki, ikiyken beş verir hem de. Iyileş Marion, mümkündür!

Epilog:
Ya yasam da önümüze anahtar sözcükleri ve bölük pörcük hikayeleri koyuyorsa böyle.
Ya biz aralarindan secip secip bir ipe diziyorsak, kendi hikayemizi yaziyorsak.
Ya sonra yazdigimiz hikayeye bakip bunu ben secmedim, benim sucum degil, bu haksizlik diyorsak. 

Pazartesi, Temmuz 09, 2012

Ayırıcı tanı: Akçaağaç

Akcaagaclari gerci uzun zamandir taniyordum. Büyükce bir aile olduklarini, degisik türleri oldugunu biliyordum. Fakat hangisi hangisidir karistiriyordum. Birbirinin aynisi oldugunu sandigim iki akcaagac baharda iki ayri cicek aciyordu örnegin; sasiriyordum. Oturup akcaagaclari bir ders gibi calismaya karar verdim. Calistikca sasirtici seyler ögrendim. Örnegin sadece yapraklarinin büyüklük ve seklinden degil,  sadece ciceklerinin renginden ve seklinden degil, sonbaharda tohumlari taşıyan kanatların ("samara") birbiriyle yaptığı açıdan bile ayırt edilebileceklerini ögrendim :)

Akçaağacları neden öğrenmeli?
Bu soru aklıma hemen aksini getiriyor: Akçaağaçları neden öğrenmemeli?
Biz insanlar yanimizdan geçen aynı marka iki arabanın model ve yıl farkını ayırt edebilirken;
yanımızdan geçip giden kadınların parfümlerini burnumuzda bıraktığı izden marka ve ismiyle taniyabilirken;
göz ucuyla bir an gördügümüz cep telefonlarinin hangi marka oldugunu tahmin edip, oradan da sahibini beynimizde bir çekmeceye yerli yerince oturtabilirken;
beynimiz bu bilişsel kapasiteye sahipken;
yanlarindan geçip gittigimiz akçaağacları neden tek tek isimleriyle tanimamali?

Doğada hicbir sey tesadüfi degil.
Akçaağaçlar...
ve onların sarı ya da kırmızı çiçekleri...
ve onların 3 ya da 5 loplu yapraklari...
ve onlarin 45 derece ya da 180 derece açılı kanatları...
bize bir seyler anlatiyor olmali.
Ne oldugunu henüz bilmiyorum.
Fakat kimbilir, dersimi yeterince iyi calisirsam, belki bir gün onu da anlatmaya baslarlar.

Akcaagaclari calisirken ve bu yaziyi hazirlarken, Türkiye'nin Agaclari ve Calilari'ndan, agaclar.org'dan, baumkunde.de'den, wikipedia'dan ve flickr'dan yararlandim. Amatör bir botanik meraklisinin yanindan gectigi bir akçaağaçta eğitimsiz merak ve saf gözlem yetenegini kullanarak görebilecekleri dışında hicbir sey yazmamaya calistim. Her tür icin yaprak, cicek ve kanatli tohumlarin ayirt edici yönlerini yazdiktan sonra, genel bir fotograf ekledim. Ardindan baharda cicek ve sonbaharda kanatli tohum hallerini  gösteren birer fotografla, yapraklara dair bir ya da iki ayirt edici fotograf daha... En cok görülen (en azindan benim etrafimda en cok gördügüm) türlere daha cok yer verdim. Bazilari burada sözü gecenlere cok benzeye baska türler de var elbet. Fakat dogal yasam alanlari disinda nadiren rastlanilan türler. Onlari ayirt edebilmeyi uzmanlarina birakiyorum :)

Umarim notlarim senin de isine yarar. Ayirt edebildigin her yeni akçaağaca benden de selam söyle. Ve mümkünse bana da onun hikayesini (nerede rastladigini, nasil bir agac oldugunu, tanisma öykünüzü)  anlat, olur mu?

Acer platanoides / Norway Maple / Çınar yapraklı akçaağaç / Spitzahorn

Çiçek: Sarı renkli. Küçük, dik duruşlu demetler halinde.
Yaprak: 5-7 loblu. Lop uclari sivri. Her iki yüzü tüysüz. Yaprak sapi koparildiginda süt benzeri, lateks iceren bir sivi cikar. Yapraklar sonbaharda sari, turuncu, kirmizi renkler alir.
Tohum kanatlarinin uzunlugu  5 cm'ye ulasabilir. Kanatlar arasindaki aci :130-180 derece .   

Photo by spellmaster42


Photo by rudi.s 


Photo by rudi.s

Photo by rudi.s
Photo by rudi.s


Acer pseudoplatanus / Sycamore Maple / Dağ  akçaağacı / Bergahorn

Çiçek:  Sarkık, sık salkımlar halinde, açık sarı yeşil renkte.
Yaprak: Lop uclari sivri, üst yüzü koyu yesil, alt yüzü mavi, gri yesil renkte. Sapı koparıldığında süt çıkmaz.
Tohum: Yeşil, kırmızı kanatlı, 3-5 cm uzunlukta. Kanatlar dar açı ile asagiya bakar. Salkımlar halinde .

Photo by Willow


Photo by rudi.s


Photo by Phil Sellens

Photo by rudi.s
Photo by rudi.s


Acer campestre / Field maple / Ova akçaağacı / Feldahorn 

Çiçek:  Açık yeşil renkte, dik duran kücük kurullar halinde.  
Yaprak : 5-8 cm boyunda 3-5 küt loplu. Üst yüzü mat koyu yesil, alt yüzü soluk yesil, ince tüylü. Sonbahar rengi sari. Yaprak sapi koparilinca lateks sivi akar.
Tohum: Yesil kirmizi kanatlar 2-3 cm uzunlugunda, 180 derece acili. (Eger kanatlar 180 dereceden daha büyük açılı  ise, bir alt tür olan A.campestre subsp. leiocarpum . Bunun yapraklari da daha büyük ve lop uclari daha sivri.)

Photo by dnnya17

Photo by AnneTanne

Photo by anemoneprojectors

Acer rubrum / Red maple / Kırmızı akçaağaç / Rot-Ahorn 

Anavatani Kuzey Amerika. Eski Dünya'da da park ve bahcelerde yetistiriliyor.


Çiçek: Şemsiyemsi salkım, parlak kırmızı veya bazen sarı renkli.
Yaprak: Yüreğimsi, 3-5 oval loplu, üst yüzü yazin koyu parlak yeşil, alt yüzü mavimsi yeşil renkli.  Sonbaharda parlak kirmizi 
Tohum: Kanatları dar açılı ve kırmızı renkli 

Photo by jweisenhorn


Photo by wlcutler

Photo by Mary Keim
Yaprak -yaz hali:
Photo by Jamie Richmond
Yaprak - Sonbahar hali
Photo by bobrpics


Acer palmatum / Japanese maple / Japon   akçaağacı / Fächer-Ahorn 

Anavatani basta Japonya olmak üzere Uzak Dogu. Batida süs amacli olarak park ve bahcelerde yetistiriliyor.
Çiçek: Küçük kırmızı çiçekler, dik veya sarkık kurullar olusturur.
Yaprak: Derin, dişli , uçları sivri loplu. 5-7 lop. Birbirinden farklı form ve renklerde yapraklari vardir. 
Tohum: 3-4 mm capinda küresel meyve , 2-3 cm uzunlugunda kanatlara sarili, kanatlar arasindaki açı geniş. 

Photo by Maja Dumat

Photo by andreasbalzer


Photo by Abrahami

Japon akçaağacı üç alt türü ve pek çok kültivarı olan cok dekoratif bir ağaç.  Japon akçaağaçları altında bir gezinti icin Beste'yle Paris Arboretum'una ugrayabilir ya da Flickr'da bir gezintiye cikabiliriz :)

Acer saccharinum / Silver Maple / Silberahorn / Gümüşi akçaağaç: 

Çiçek : Kırmızı
Yaprak: Loplar  derin, uclari sivri. Üst yüzü acik yesil, alti gümüsi renkte , tazeyken sık ve ince tüylü. Sonbahar rengi sari
Tohum: Baslangicta tüylü ve kirmizi sonra acik yesil, tüysüz, olgunken sari . 2-3 cm uzunlugunda dar acili. Meyve elips seklinde. Kanatlar üzerinde belirgin damarlar.

Bu kez genel fotograf sonbahardan:
Photo by Wolves68450


Photo by milesizz



Photo by milesizz

Photo by Kristian Peters
Photo by Kristian Peters


Acer saccharum / Sugar Maple / Şeker akçaağacı / Zucker-Ahorn

Aslinda Kuzey Amerika'ya özgü bir tür. Ben de -bildigim kadariyla- gercek bir seker akcaagacina hic rastlamadim. Fakat ünlü akcaagac surubunun elde edildigi tür olmasi ve Kanada bayraginin da ilham kaynagi olmasi sebebiyle bahsedilmeye deger, özel bir tür. Basta Kanada olmak üzere Kuzey Amerika'da yasayan dostlar icin :)

Çiçek: Açık sarı, yeşil renkli Sarkık kurullar şeklinde. Yapraktan önce açar.
Yaprak: 3-5 sivri uçlu loplu. Hem büyüklük, hem sekil olarak "Çınar yapraklı akçaağac" yapraklarıni andirir. Üst yüzü yesil, altı soluk yesil. Sonbaharda sari, kirmizi, turuncu.
Tohum: Kanatlara sarılı meyveler badem seklindedir. Kanatlar neredeyse paralel durur.

Photo by BlueRidgeKitties

Photo by milesizz
Photo by milesizz
  

Acer negundo / Boxelder Maple, Ash-leaf Maple / Dişbudak Yapraklı Akçaağaç / Eschen-Ahorn

Bu akçaagacı fotograflari disinda hic görmedigim icin bu yaziya almayacaktim. Fakat Handan Istanbul Kosuyolu Parkı'nda cekilmis bir iki fotograf gönderdi. Kanatli tohumlarin karakteristik görüntüsünden ve hayal meyal görülen yapraklardan disbudak yaprakli akcaagac oldunu tahmin ediyorum. Mamikoglu'nun kitabina tekrar baktim; Anadolu'da oldukca daginik bir dogal yasam alani oldugunu , ayrica park ve bahcelerde yetistirildigini yazmis. Ek olarak Nalan da Istanbul'da balkonundaki bir saksida kendiliginden yetisen bir d.y. akcaagactan bahsetmisti.  Handan icin, Nalan icin ve Türkiye'de bir gün karsisina cikabilecek herkes icin ekliyorum ;)

Çiçek: Istisnai olarak erkek ve disi cicekler ayri ayri agaclarda. Erkek cicekler kizil pembe renkli sarkik salkimlar halinde. Disi cicekler acik yesil, bazen pembe, bir kac tanesi bir arada sarkik.
Yaprak: Sivri uçlu, yumurtamsı, kenarları dişlidir. Bazen tek yaprak, bazen 3-5'li bilesik yapraklar seklinde. Uçtaki yaprak bazen 3 loplu. Üst yüzü çıplak, alt yüzü tüylüdür. Her durumda klasik akcaagac yapragindan farkli.
Tohum:  Sarkik salkimlar halinde, dar açılı, uclari ice dogru bükük.

Photo by Anthony Mendoza
Photo by INDelight Photography

Acer monspessulanum / Montpellier Maple / Fransız Akçaağacı / Französischer Ahorn

Aslında Orta ve Güney Avrupa'yla kalmayip, genel olarak Akdeniz Havzasinda ve bu arada Türkiye'de de rastlanan bir türmüs. Sanirim Avrupa'nin kalan kisminin bakis acisiyla almis adini :) Türkiye'de tahta esya yapımında kullanılan "Şimşir"in de bu agac olduguna dair bir bilgi var elimde.

Çiçek: Sarı yeşil renkli çiçekler, sarkık demetler halinde.
Yaprak: 3 loplu kücük yapraklar. Ova akcaagaciyla karisabilir. Lop kenarlari düz, uclari küt. Üstü parlak koyu yesil, alt yüzü mat. Her iki yüz tüysüz, derimsi. Yaprak sapi koparildiginda süt cikmaz.
Tohum: Kirmizi kanatlar 2-3 cm, birbirine paralel ya da dar açılı.


Bu kadar cok ders calisip, kanatlı tohum gördükten sonra, teneffüs saati :)

Kanatli tohumlarla yapilan sanat örnekleri icin buraya,
Kanatli tohumlarla yapilabilecek eglenceli seyler icin buraya.
Kanatli tohumlardan ilham alinarak yapilan eglenceli bir oyuncak icin buraya :)