"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Pazar, Mart 30, 2008

Oğlumun oyuncakları

Sevdiğim bazı çocukların büyümesini izlerken geliştirdiğim teorim kendi oğlumu izlerken pekişiyor: Sadece çiçeği burnunda anne-babalar ve heyecanlı akrabalar bebeklerin doğar doğmaz oyuncaklarla oynamak isteyeceğini ve oyuncak ne kadar pahalı, ne kadar markalı, ne kadar fonksiyonlu ve ne kadar allı pullu ise o kadar eğleneceğini düşünür.

Oğlum ilk önce ellerini keşfetti ve günlerce ileriye doğru uzatıp inceledi onları. Önce sağ, sonra sol elini... Sonra bir ara ayaklarını keşfetti. Güçlendikçe çorabını kuvvetle çektiğinde çıkarabileceğini anladı. Böylece iki oyuncak birden edinmiş oluyordu. Bir taraftan pamuk ayağı, bir taraftan çorabı :)) En başından beri yüzümüzü incelemeyi seviyordu. Bu bir süre sonra çekiştirilen saçlar, burunlar ve kulaklar yüzünden bize zor anlar yaşatmaya başladı. Zamanla el becerilerinin gelişmesiyle her şey keşfedilmeyi bekleyen bir oyuncağa dönüştü onun için.

Bugünlerde en sevdiği oyuncakları: Mama kavanozlarının küçük kapakları, kağıt mendil paketleri, havayollarının verdiği küçük ıslak mendil paketleri, boyunu ölçmekte kullandığım mezura, tüm kıyafetlerinin fermuarları, bağcıkları ve etiketleri (ki son zamanlarda kitap gibi oku oku bitmiyor bu etiketler), uzaktan kumanda (maalesef!), telefon kablosu, kendi termosu, su bardağı ve elma!

Biz de bırakıyoruz ki bu gündelik şeylerden kendisine zarar vermeyecek olanlarla bizim gözetimimizde oynasın. Yaşına ve yaşam anlayışımıza uygun oyuncaklarla da zamanı geldikçe ve aşırıya kaçmadan tanışsın.

Cuma, Mart 28, 2008

Walden Gölcüğünde Bugün - 2

...Thoreau "kendisine çiftlikler, evler, ahırlar, sığırlar ve tarım araçları miras bırakılması şanssızlığına uğramış genç hemşerileri"nden bahsediyor. Bütün bu şeyler "edinilmesi kolay, kurtulması zor" oldukları için...

Gereksinimler üzerine şu bakış açısı da bildik:
"Bazı şeyler kimi -en çaresiz ve hastalıklısından- çevrelerde gerçekten yaşamsal gereksinimlerken, diğerlerinde sadece lükstür; kimilerinde ise tanınmazlar bile."

Örnek? Her sabah Starbucks'a uğrayıp kahvesini almazsa kendini eksik hisseden New York'lu, Kahveyi bayramdan bayrama gören ve yerine alternatifler üretmeye çalışan işsiz adam ve tahminen böyle bir şeyin varlığından habersiz Pasifik yerlileri geliyor aklıma... Thoreau'nun kimin daha zengin ve özgür olduğuna dair modern dünyanın sahip olduğundan farklı fikirleri var.

Not:Internet'te gördüğüm kadarıyla Walden'ın Türkçe çevirisi Kaknüs Yayınları tarafından Doğal Yaşam ve Başkaldırı/ Sivil İtaatsizlik Makalesi ve Walden Gölü adıyla yapılmış.

Walden Gölcüğünde Bugün-1

Perşembe, Mart 27, 2008

Bu liçi...

...bana "Yerim dar" der gibi gibi :((
N'apıcam ben şimdi?

Liçi

Malta: Kapılar

Eski Malta evlerini seviyorum. Pek çok ufak detayı var bu evlerin hoşuma giden. Örneğin kapıları... Gittikçe daha çok dikkatimi çekiyorlar, sokaklarda yürürken kapılardan gözümü alamıyorum. Eski, boyaları dökülmüş, bakımsız evlerin bile zamana direnen hoş ahşap kapıları olduğunu farkediyorum.
Şu aşağıdaki üç fotoğraf Sliema'da postane ve polis karakolunun da bulunduğu Manoel Dimech Caddesi'nde (Triq Manwel Dimech) bir kaç yüz metre arayla çekildi.

Malta kapıları

Bunlar tabii ki biraz daha bakımlı, restore edilmiş evlerin kapıları. Bu ay içinde öyle çok eski evi yıktılar ki... :(

Malta kapıları

Ev sahibinin zevkine paralel olarak her renk ve şekilde kapıya rastlamak mümkün. Bu kapının üstündeki taş süslemelere ne demeli?

Malta kapıları

Malta evlerinde (benim gözlemlediğim kadarıyla) gün içinde dış kapı genellikle yarı veya tam açık duruyor. Bu son fotoğrafta olduğu gibi... Geride fotoğrafta da görüldüğü gibi renkli, buzlu camdan bir ikinci kapı var. Bu iki kapının arasında sadece bir iki adımlık bir sahanlık bulunuyor. İşte bu sahanlık da çok güzel taş mozaiklerle veya fayanslarla süslü ve ayrı bir fotoğraflama projesi konusu. Maltalı ev sahipleri sahanlıklarına burnumu sokup fotoğraf çekmemden rahatsız olmasa onları da paylaşmak isterdim...

Salı, Mart 25, 2008

Walden Gölcüğünde Bugün - 1

Walden - Giriş SayfasıInternet başında geçirdiğim zamanı azaltıp kitap başında geçirdiğim zamanı arttırmaya karar verdim. Katmerli göçmen olduğumdan kitap satın almayı çoktandır bırakmıştım. Her gittiğim yerde kitaplar satın alıp sonra da bırakıp gitmek içimi acıtıyor. Nesnelere bağlılıksa, evet öyle, kitaplarıma bağlılığım var benim. Bu yüzden son bir kaç yıldır okuduğum bütün kitapları kütüphaneden alıp okudum. Kütüphaneleri severim, tozlu kitap kokusuyla sarıp sarmalanmış raflar arasında kendimi hep evimde gibi hissederim. Hatta Jorge Luis Borges'in "Her zaman cennetin bir tür kütüphaneye benzeyeceğini hayal ettim" dediğini okuyunca hemencecik anlayıverdim ne demek istediğini. Fakat buraya gelince iş değişti. Yaygın bir halk kütüphanesi sistemi ve Valletta'da mimari açıdan harika bir ulusal kütüphane var ama teknik ve bürokratik sebeplerle faydalanamıyorum. Geriye yine kitap satın almak kalıyor. Üstelik buradaki bir iki kitapçıda her aradığım kitabı bulmam da mümkün değil. Ayrıca ben hangi kitabı okumak istediğimden de emin değilim. Son zamanlarda çok seçici oldum. Başucu kitabı olsun; yavaş yavaş, tadını çıkararak ve başa dönerek okuyayım istiyorum. Derken Yaban bir yazışmamız sırasında Thoreau'nun Walden adlı kitabını hatırlattı bana. Simple living ile ilk tanıştığım gün kütüphaneden sipariş etmiştim bu kitabı. Her gün yaptığım uzun tren yolculuklarında bir taraftan sandviçimi yerken ve hep biraz uykulu okumuştum. Kitabı ve yazarı hiç duymamış olanlar bile şu sözleri bilir herhalde:

ormana gittim
çünkü bilinçli yaşamak istiyordum
hayatı tatmak ve yaşamın iliğini özümsemek istiyordum
yaşam dolu olmayan herşeyi bozguna uğratmak için
ve ölüm geldiğinde farketmemek için aslında hiç yaşamamış olduğumu.
(Anahtar kelime: Ölü Ozanlar Derneği)

Her neyse, kitabı sorduğum kitapçı istersem sipariş edip getirttirebileceklerini söyledi. Amazon'dan da sipariş edebilirdim ama böylesi bana daha doğru geldi. Üstelik kitabın gelmesi söyledikleri gibi 3 hafta değil sadece 10 gün sürdü. Dün aldım ve okumaya başladım.
Arada hoşuma giden bölümleri burada da yazmaya karar verdim. Serinin adı "Walden Gölcüğünde Bugün" olacak. Kitap 1850'lerde ve benim alışık olduğumdan biraz daha farklı bir İngilizce ile yazılmış, çeviri hataları affola. Bugün kitabın giriş paragrafını yazıyorum ve ilgilenenler için bir kaç link veriyorum:

"İzleyen sayfaları -veya onların büyük bir çoğunluğunu- yazdığım sıralarda ormanda, Concord, Massachusetts'teki Walden gölcüğü kıyısında kendi inşa ettiğim bir kulübede, herhangi bir komşudan bir mil uzakta yalnız yaşadım ve yaşamımı sadece kendi el emeğimle kazandım. İki yıl ve iki ay boyunca... Şu anda tekrar uygar yaşamın bir konuğuyum."

Wikipedia girişleri:
Henry David Thoreau - Walden; or, Life in the Woods (İngilizce)
Henry David Thoreau - Walden oder Leben in den Wäldern (Almanca)
Henry David Thoreau - (Türkçe)

Bilgisayar ekranından kitap okuyabilenlerdenseniz, kitabın tam İngilizce metnini buradan okuyabilir veya buradan metin dosyası olarak indirebilirsiniz.

Pazartesi, Mart 24, 2008

Liçinin büyüme hızı...

...başımı döndürüyor! Yakında meyva verecek sanırım :))

Litchi-2

Dünya varmış

Üstte bant reklam,
sağda yanıp sönerli reklam,
hatta yazı arası, ara nağme reklamlar...
solda bol detaylı menü,
altta diğer yazılara, yazarlara, şuna buna linkler...

Ana yazıya avuç içi kadar yer kalıyor tabii...

Okumakta olduğum yazı beş sayfaya bölünüp durmadan "sonraki sayfa" tuşuna basmam gerekince...

Dikkatim de durmadan sağdaki yanıp sönerli reklam, soldaki "bunu da oku, bunu da oku" diyen menü tarafından ele geçirilince...

Bana da afakanlar basıyor.

Son zamanlarda bu derdime bir çare buldum. Artık yazının "baskı dostu" (printer-friendly) versiyonunu sadece yazdırmak için değil, okumak için de kullanıyorum. Yazı içindeki gerekli linkler ve fotoğrafların çoğu zaman baskı versiyonunda da bulunduğunu farkettim. Kaldı ki bulunmamaları büyük eksiklik değil. Baskı versiyonunda reklamlar ve diğer detaylarla sıkıştırılmadan ve yüz pareye bölünmeden sadece ve sadece yazının kendisi karşımda. Oh be, dünya varmış!

Ne demek istediğime bir örnek: Die Zeit gazetesinden bir haber ve onun bastırmak için hazırlanmış sade versiyonu.

Perşembe, Mart 20, 2008

Bir de litchi/lychee/liçi var

Kendi kendime "bu ne yerelleşme perhizi, bu ne litchi turşusu" demeden geçemiyorum. Evet, aldım. Çin'den gelirmiş, çok yol katedermiş, yerel mevsim meyvelerini yemek daha doğruymuş demedim. Ocak'tı, Malta'ya geri döneceğimiz günlerde... Bir taraftan bavul toplayıp bir taraftan vedalaşmaya gelen bir arkadaşımla sohbet ediyordum. Elimdeki litchi çekirdeklerine bakarken... Litchi çekirdekleriTamam, tamam, anlaşıldı, o eski hikaye. Limon çekirdeklerine, elma çekirdeklerine, hurma çekirdeklerine ve hızımı alamadığımda avokado çekirdeklerine ne olduysa o oldu. Ama bir dakika, o kadar hızlı değil. Elimdeki litchi çekirdeklerine bakıyordum, değil mi? Sonra ıslak bir kağıt mendile sardım onları. 3 taneydiler. Küçük bir naylon poşetin içine koydum, ağzını sımsıkı bağladım. Bavulun bir köşesine yerleştirdim. Buraya döndüğümde öyle beklettim biraz. Bir akşam farkettim ki biraz dediğim, bir ay olmuş. Merakla açtım minik paketimi. Kağıt mendil hala nemliydi ve... litchi çekirdekleri filizlenmişti! Üçü de... (Bkz. yandaki fotoğraf)
Çekirdeklerden birini bir süre sonra ektim. Diğer ikisini ne yapacağımı bilemedim bir süre. Bu eve üç litchi fazla. Sonunda bahçeli evi olan ve ziraat okumuş bir tanıdığımıza verdim onları da. Eğer tutarsa Malta'nın ilk litchisi olabilir (mi?). Neyse, bendekinden daha emin ellerde oldukları kesin :))

Benimki 10 gün önce topraktan başını çıkardı. Neye benzeyeceğini önceden bilmek istememiştim aslında. Sürpriz olsun diye umuyordum. Arada bir göz atmayı sevdiğim bir bahçe günlüğünde karşıma çıkıverdi. Gözümü kapatamadım, görmüş bulundum :)) Aşağıdaki de bizim evin litchisi. O da kızıl olacak, belli. Duruşunda da bir Asyalı hal var bence.

Litchi ve karahindiba



Bu küçük, uyduruk saksıda ne kadar büyüyebilir, bilmiyorum. Kendimi burada çok kalıcı göremediğimden büyük bir saksı satın alıp ona aktarmaya da elim varmıyor. Litchiyi zamana bırakıyorum.

Laf açılmışken bahçeden haberler:
-Latin çiçeği: Keyifsiz, sararan yapraklar var. Pencere önünden çektim, biraz daha iyi gibi.
-Turp: Toprağa ekmiştim, önce gayet keyifliydi, sonra sararıp gitti. Ya sularken kökünü zedeleyecek bir şey yaptım (çünkü daha tutunmamıştı toprağa), veya zaten buraya kadardı. Bunu araştırmalıyım. Yerine bir latin çiçeği daha ektim.
-Karahindiba: İkinci fotoğrafın sağından görüldüğü üzere serpilmeye karar verdi, iki yaprağı var.
-Kızıl yapraklı fesleğen: Tohum paketine bakılırsa her mevsim iç mekanlarda kolaylıkla yetişirmiş. İkinci kez deniyorum, ilk yapraklardan asıl yapraklara geçemiyor bir türlü. Safinaz gibi uzayıp duruyor. Ustalara bakılırsa fesleğeni tohumdan yetiştirmek zormuş. Onlar da böyle derse, ben bir şey ummayayım bari. Safinazı da zamana bırakıyorum.
-Mercanköşk: Bu da ikinci denemem ve ikinci seferdir fesleğenden daha çalışkan. Yavaş yavaş ama tutarlı bir şekilde gelişiyor. İlk asıl yaprak çiftini verdi bile. Biraz safinazlık eğilimi mercanköşkte de var. Üstelik tam cam önünde olmasına ve güneş sorunu olmamasına rağmen...
-Kekik-nane: Bunu yol üstündeki çiçekçi amcadan almıştım. "Nane mi bu?" diye sordum, her zamanki ikilemeyle "Evet, evet bir menta türü" deyişinden zaten şüphelenmiştim. Eve getirip tadına bakınca düpedüz kekik gibi geldi bana. Türlü türlü nane var, belki kekik aromalı bir nane türüdür bu. Üst yapraklarından aldıkça deli gibi uzamaya başladı, bu aralar alt ve kenar yaprakları topluyorum ki biraz derli toplu bir hal alsın.

İlgilenenler için litchi hakkındaki Wikipedia girişleri:
Liçi (Türkçe)
Lychee (İngilizce)
Litchi (Almanca)

Pazartesi, Mart 17, 2008

Internetinizi nasıl alırdınız?

Bundan böyle bu soruyu da "sade" diye yanıtlamak kararındayım!

Sorun şu:
Bilgisayar başında, internette çok fazla vakit geçiriyorum. Bir süre önce Yaban da aynı şeyden şikayetçiydi. Tam benim kendimce çözümler tasarladığım günlerde, o kendine günlük 90 dakika internete giriş hakkı tanımıştı hatta. Ben basit hedeflere varmak için hep karmaşık yollar seçen biri olarak "Günde 90 dakika! nokta." diyemedim kendime.
Herşeyden önce internetteki günlük gezintilerimin verimsizliği rahatsız ediyor(du) beni. Bütün gün gez, dolaş, fakat gün sonunda gidilmesi gereken sitelere gidilmemiş, araştırılması gereken konular araştırılmamış, yazılması gerekenler yazılmamış olsun. Çok yemişim ama sofradan aç kalkıyorum gibi bir his. Hoş değil :((

Şöyle dedim kendime:
1. İlgilendiğin konularda bütün web sitelerini okuyamazsın, üstelik okuman da şart değil. Gerçekçi ol, seçici ol.
2. Her siteye her gün gitmen gerekmiyor. Bazıları (örneğin tartışma grupları ve forumlar) en fazla haftada bir ziyaret edilse de olur.
3. Günlük gazeteler her gün düzenli olarak ziyaret edilmeli.
4. Bu kriterlere uygun hep ziyaret ettiğin (veya etmek istediğin) sitelerin listesini çıkar.
5. Yasakçı olma, esnek ol. (Kendimi biliyorum, ne kadar yasak, o kadar çok başkaldırı)

Şöyle bir şey oluşturdum sonra da:
Masaüstünde haftanın her bir günü için bir klasör açtım. Her günün klasörüne düzenli okumak istediğim 3 gazetenin kısayollarını attım. Bildiğim her dilden bir gazete seçtim ki bir taraftan dil pratiği yapayım. Seçtiğim gazetelerin hem haber, hem de dil açısından kaliteli olmasına dikkat ettim. Her haberi "Flaş, flaş" şeklinde yanıp sönen, bol renkli, bol abartılı, cıvıl cıvıl velakin içeriği boş gazeteler elveda! Bunun dışında her günü ilgilendiğim bir konuya ayırıp o konuda seçtiğim en çok 3 sitenin kısayolunu ilgili klasöre koydum. Pazartesi: ekonomi -finans, Salı: basit yaşam, Çarşamba: bebek bakımı, Perşembe: dil, gibi... Ardından takip ettiğim web günlüklerini haftanın günlerine paylaştırdım. Yine günde en fazla 3 günlük olmak üzere...Sonunda her gün web ziyaretlerimi mümkün olduğunca bu plana göre yapmaya başladım. Bazı günler öğleye kadar tüm web ziyaretlerimi tamamlayıp bilgisayar başından kalkabilecek kadar azimliydim, bazı günler su koyuverdim; o site senin, bu site benim plan dışı dolaştım. Bu arada ilk planın aksayan yanları su yüzüne çıktı: bazı günlere çok yüklenmişim örneğin. Ayrıca takip etmek istediğim yeni siteler ve listeden çıkarmak istediklerim belirginleşti. Yani haftalık planı bir (iki?...üç?...) güncelleme bekliyor.

Ve bir de...
Internet kullanımımı bu şekilde bir düzene koymayı az çok başarınca cesaretlendim doğrusu. Hafta içi bir günü tamamen internetsiz geçirmeye karar verdim. Kimileri "canım ne var bunda?" diyebilir ama seyahatler dışında böyle bir günümün hiç olmadığını farkettim ben. On dakikada olsa e-mail kontrolü için bilgisayar başına geçiyorum ve çoğu zaman devamı da geliyor. Her neyse, geçen gün ilk denememi yaptım. Bile isteye, bilinçli olarak internetsiz bir gün geçirdim. Zor muydu? Evet, zordu! Bilgisayar ve internet bir zamandır televizyonum, radyom, kitabım-dergim ve telefonum haline dönüştüğü için zordu biraz da. Kendimi oruç tutmuş gibi hissettim. İşte bu yüzden, bu bağımlılık duygusu hiç mi hiç hoşuma gitmediği için, her hafta bir günümü bilgisayar başında oturmadan geçirme kararım kesinleşti.

Bundan böyle bazı günler çevrimdışı, "yaşamiçi"yim.

Cumartesi, Mart 15, 2008

Malta: Anlayamadığım şeyler

Dedim ya, Malta'yla ilgili anlayamadığım bazı şeyler var. Örneğin...

-- Bu kadar küçücük bir adada neden bu kadar çok araba ve bu kadar az bisiklet var?
-- Ve neden evler bu kadar büyük?
-- Neden arabalar son model ve fakat otobüsler bu kadar eski?
-- Neden sokak lambaları güneşin batmasına daha en az yarım saat varken yanmaya başlıyor?
-- Neden dışarıda sıcaklık 15 derece civarındayken palto, atkı ve eldivenle dolaşıyorlar?
-- Neden bazen kendi aralarında da İngilizce konuşuyorlar?
-- Neden özellikle devlet dairelerinde sorduğunuz sorulara ikileyerek yanıt veriyorlar? "Sure, sure", "Over there, over there", "Room 12, Room 12" gibi.
-- Neden her şeyi kutlama sebebi sayıp havai fişek patlatıyorlar? Ve daha önemlisi neden havai fişekleri güneş batmadan önce patlatmaya başlıyorlar?

...bunlardan bazıları.

Belki bir gün anlarım.

Perşembe, Mart 13, 2008

Sabit diskimi canavardan kurtaran kahraman

7 yıldır kullandığım dizüstü bilgisayarım sonunda isyan bayrağını çekti. Uzun zamandır bitip tükenmek bilmeyen bir bahar temizliği ile gereksiz dosyalarımı siliyorum, ama ne yaparsam yapayım disk doluluk uyarısı almaya devam ediyorum. Sonunda sorunun kısmen(!) MS Windows'dan kaynaklandığını düşünmeye başladım. Çünkü bir noktadan sonra bilgisayarımı sadece kapatıp tekrar açınca bile diskte yer kalmadığına ve temizlik yapmam gerektiğine dair o sevimsiz mesaj karşıma çıkmaya başladı. Sistem dosyalarının sabit diskte bolca yer tuttuğunu zaten az çok tahmin ediyordum. Bunun üzerine arama motorları arayıcılığıyla sistem günlüklerini temizleyen bir program araştırdım. Karşıma nCleaner çıktı. Bu yazılım ücretsiz (ama ticari olmayan kullanımlar için) ve sadece 875 KB, üstelik indirmesi ve kurması oldukça kolay. Tanıtımında 2 GB'a kadar yer açabileceği söylenen bu yazılım benim bilgisayarımda tam 4 GB'lık gereksiz sistem dosyası temizledi! Üstelik biraz tutarsız çalışmasına ve ayarlar yapıp seçimlerimi belirtebileceğim bir arayüz getiremeden hata vermesine karşın. Ancak bunun daha çok benim bilgisayarımla ilgili bir sorun olduğunu sanıyorum. Windows'un özellikle son versiyonlarının (örneğin Vista) donanım kaynaklarını yiyip bitiren birer küçük canavar gibi çalıştıklarını duymuştum da bu kadarını beklemiyordum doğrusu. İleri de olanağım olursa Linux'a geçmek için bir sebep daha!

nCleaner'ı bu küçük tutarsızlık sebebiyle yüzde yüz öneremiyorum. Ama ya riske girip onu ya da internette bulabileceğiniz pek çok başka ücretsiz küçük programı deneyerek bilgisayarınızda Windows canavarının el koyduğu epeyce disk alanına tekrar kavuşabilirsiniz. Bilgisayarınızı ne kadar uzun zamandır kullanıyorsanız işletim sisteminin tortuları o kadar çok yer kaplıyor. Bu tür yazılımları denemeden yeni bir bilgisayar almak veya sabit disk arttırımına gitmek gerçekten çok anlamsız.



Fotoğraf: Maruku San

Pazartesi, Mart 10, 2008

Malta: Genel seçimler

Cumartesi günü Malta'da genel seçimler vardı. Bir çok açıdan ilginç bir seçim anlayışı var Maltalıların. Şubat ortalarında bir Cumartesi günü bir maraton ve akşamında da havai fişek gösterisi ile başladı sanırım seçim kampanyası. En azından biz ilk öyle farkettik seçimlerin yaklaştığını. Posta kutumuz seçim broşürleri ile dolmaya başladı sonra. Sokaklardaki reklam panoları ambjent(çevre), haddiema(çalışan) ve sahha(sağlık) sözcüklerinden geçilmiyordu. Neler vadettikleri az çok tahmin edilebilir.
Farklı yerlerden tüm Malta devlet dairelerinde işlerin durduğunu duyduk. Seçim sonuçlanana kadar neredeyse hiç bir işlem yapılmıyormuş. Bu aralar bürokratik bir işimiz olmadığına şükrettik. Buna karşılık belediyeler inanılmaz bir hızla çalışmaya başladılar. Kıyı boyundaki duvarlar her gün parça parça boyandı. Oysaki hiç de gerek yoktu kanımca. Biz üzerlerine konan "dikkat-boyalıdır" notunu " dikkat-çalışıyoruz-farketmeden geçmeyin" şeklinde okuduk.
Geçenlerde okuduğum Times of Malta, seçim propagandası denebilecek haberlerle ve partilerin seçim reklamlarıyla doluydu. Times of Malta buranın en çok okunan gazetesi. Aslında ulusal çapta bir gazete ama yer yer kasaba gazetesi tadında :)) Gazetedeki reklamlar gibi seçim reklamı hayatımda görmedim. Karşı partinin başkanın sözlerini ve hatta resimlerini yayınlayarak "O ne dediğini bilmiyor, siz bize bakın, bizi seçin" diyordu her iki taraf da... Dolayısıyla aslında reklamı veren partinin hangisi olduğunu anlamak için metni sonuna kadar dikkatle okumak gerekiyor.
Gerçi topu topu iki parti varmış seçimi kazanma ihtimali olan: Milliyetçi parti ve İşçi partisi. Çevreci parti (Yeşiller) bu yıl ilk kez seçimlere girme hakkı kazanmış ama pek şans tanımıyorlar. Milliyetçi parti AB'ne girişin ve 2008 başındaki Euro geçişinin mimarı iken, İşçi Partisi kazandığı takdirde Avrupa Birliği'nden çıkma ve bedava elektrik sözü veriyormuş seçmenlerine. Bir de boşanmayı yasaklayacakmış diye duydum ama bildiğim kadarıyla boşanmak zaten yasak Malta'da.
Duyduk ki Malta'da genel seçimler başka pek çok şey gibi büyük bir kutlama sebebiymiş. Cumartesi oy kullanılır, Pazar günü büyük kutlamalar yapılırmış. Pazartesi günü kimse çalışmaz, Malta'da hayat dururmuş. Bunları anlatan Maltalı kendisi de bu abartılı kutlama havasına bir anlam veremeyenlerdenmiş; Pazar ve Pazartesi günlerini denize dalarak sessiz sakin geçirmeyi tercih ediyormuş. Aklı selim sahibi Maltalılar da var tabii ki... Her neyse bu durum bize anlatıldığı zaman biraz abartılı bulup "Yok canııııım!" dedik. Cumartesi günü anladık ki gerçek payı olabilir. Bazı dükkanların kapılarında Pazartesi günü (bugün) çalışmayacakları yazılıydı çünkü. Süpermarketler de kapalı olacakmış. Böylece biz de genel havaya kapılıp 9 günlük bayram tatili geliyormuş gibi alışveriş yaptık. Cumartesi akşamı Malta televizyonunda Ahbarijat'ı ("Haberler" demek!) izledik biraz. Bütün Malta ileri gelenlerinin oy kullanması saati saatine haber edilmekteydi. En erkencileri başpiskoposmuş. Sabah 8.15'de kullanmış oyunu. Ayrıca Malta kanallarında amatör havalı kızların söylediği İngilizce sözlü şarkılar ve hararetli tartışmalardan oluşan seçim özel programları vardı o akşam. Fakat sonuçlara dair bir şey göremedik. Sebebini ertesi gün anladım. Meğer tüm seçim sandıkları kapatıldıktan sonra Naxxar'da (Naşşar okunuyor) bir merkezde toplanıp Pazar günü sayılmaya başlanıyormuş. Times of Malta'da başlık "Oylar en sonunda sayılmaya başladı" seklindeydi. Çünkü Cumartesi akşam saatlerinde hızla başlayan sandık toplama işlemi Pazar sabahı yavaşlayıvermiş ve 10:30'da başlaması gereken sayım işlemleri saat 13:00'de ancak başlamış. Tipik Malta! Tuhaf olan T.o.M.'nın başlığı. Ne demek "en sonunda"? Vaktinde başlayacağını mı umuyorlarmış? Sonuçların hemen açıklanacağını ummuştuk. Zaten 400.000 nüfuslu ada, seçmen sayısı ondan da az, ne kadar sürer ki oyları sayması. Heyhat, yanılmışız. Maltalılar oy pusulasına mühür basmayıp, bölgelerinden seçilmesini istedikleri adayları 1'den başlayarak sıralıyorlarmış. Seçmene bolca ev ödevi yaptırmakla kalmayıp oy sayanları da epeyce yoran bir sistem. Yine de akşama kadar sayıp çıkabildiler oyları, bravo!
Dün akşamüstüne doğru iki parti başabaş gidiyor, durum hakkında tam bir tahmin yapılamıyordu. Fakat Milliyetçi Parti taraftarları sokaklarda kutlama yapmaya başlamıştı bile. Bayraklarla süslenmiş gürültüyle geçen arabalar, marşlar, yol kenarında kurdukları geçici standlarda bira ve sandviç satanlar, balkonundan sarkmış caddedeki kutlamalara eşlik edenler... Akşam saatlerinde Milliyetçi Parti'nin 1200 oy fazlası ile seçim galibi olduğu açıklandı. Fark az diye mi bilmem beklediğim hararetle yapılmadı kutlamalar. Ben Pazar gecesi uyuyamayız diye hesap etmiştim. Yine de durum hakkında bir fikir edinmek isteyenleri şu haberdeki videoyu izlemeye davet ediyorum. Gören de Malta milli futbol takımı dünya şampiyonu falan oldu sanır.
Ya bu sabah? Saat 7.30 - 8.00 civarı deniz süt liman, yürüyüşçüler yürüyüşünde, balık tutan amcalar oltasını atmış, seyircileri her zamanki yerlerini almış. "Her zamanki gibi bir sabah" dedim kendi kendime... Ama dakikalara geçtikçe dışarıda gürültülerin yeniden başladığını, kalabalığın arttığını hissediyorum. Kutlamalar daha bitmemiş belli ki...

Pazar, Mart 09, 2008

Malta: Valletta dolmuşu

IMG_0678[1]Karşınızda Malta'da ünlü otobüsler dışında bildiğim tek toplu ulaşım aracı: Benim taktığım adıyla Valletta dolmuşu!

Sadece bu bir tek tekne, Sliema-Valletta-Sliema Ferry kalabalık adı altında bu iki yerleşim birimi arasında işliyor. Daha uzun ve sarsıntılı olan otobüs yolculuğunun yerine yolcularına deniz esintili, harika manzaralı, rahat ve kısa bir ulaşım olanağı sağlıyor. Belirli bir saat planı olmasına rağmen, kaptan daha çok henüz tam anlayamadığım başka bir plana göre seyr-ü sefer ediyor. Deniz biraz çırpıntılı ise veya o gün canı istemiyorsa(!) çalışmıyor. Normalde oldukça düz bir rotası olmasına rağmen, Valleta'daki iskelesinden Sliema'dakine yaklaşırken bazen Seafront diye bilinen cadde boyunca kıyı şeridine iyice yaklaşıp, kıyı ile demirlemiş büyük tekneler arasından akrobatik bir geçiş yapıyor. Bazen de tam karşı yönde Manoel Island (adacık!) kıyısına doğru yanaşıyor. Önceleri bir anlam verememiştim bu davranışa. Sonra bir yerlerde okudum. Kaptan 13 yıldır bu işi yaparmış. Eh, bunca yıl günde 15 sefer, beş dakika bile sürmeyen aynı yolu git-gel, denizde bile sıkılır insan tabii ki...



IMG_0677[1]

Anlayamadığım şey, bu hizmeti veren neden sadece bir tekne olduğu ve daha ötesi neden Malta'da denizden ulaşımın başka örneklerinin olmadığı. Öyle yerler var ki denizden ulaşmak hem daha hızlı, hem daha rahat olurdu. Ama Malta'yla ilgili anlayamadığım öyle çok şey var ki...


Şöyle havalı bir fotoğrafını daha ekleyeyim Valletta dolmuşunun ve Malta'ya dair anlayamadığım diğer şeylerden bir başka yazıda bahsedeyim.

IMG_0520

Perşembe, Mart 06, 2008

Küçükler için bir kaç oyun

Oğlumun son doktor kontrolüne gittiğimizde, bekleme salonunda hoş bir broşür buldum. Bir ilaç firmasının hazırlattığı broşür, seyahat ederken çocuklarla oynanabilecek oyunlardan bahsediyor. Yolculukta çocukları oyalamak zordur. Kendi çocukluğumdan bilirim (Anneeeee, daha çok var mıııı?). Sonra küçük yeğenimle yaptığımız bir Antalya yolculuğu geliyor aklıma. Daha Polatlı'ya varmadan başlamıştı sormaya: "Daha ne kadar var Antalla'ya?"

Sözünü ettiğim broşürdeki oyunların güzel yanı bazılarının evde de, televizyonu kapatıp oynanabilecek türden olması. Çocuklarda ifade becerisi, dikkat ve yaratıcılığını geliştiren oyunlar oldukları için de hoşuma gittiler. Oğlum henüz bu tür oyunlardan anlayacak yaşta değil. İleride bir gün faydalanabileceğimiz beklentisiyle ve başka anne-babaların işine yaracağı umuduyla buraya not alıyorum:

Bir kavram veya nesneyi adını vermeden tarif etmeyi deneyin, diğer oyuncular ne olduğunu bulmaya çalışsınlar. Örneğin:
"Nedir bu?: Eski, büyük evlerde yaşar ve kendini çarşafla örter?"

Bir dergi veya gazeteden kısa bir metni diğer oyunculara okuyun. Daha sonra aynı metni ufak değişikliklerle tekrar okuyun. Örneğin bir ismi değiştirebilir, bir cümle ekleyip çıkarabilirsiniz. Dinleyicilerden en çok hatayı bulan bir sonraki turda kendi seçtiği metni okuma hakkı kazanır.

Oyunculardan biri kaleminin ucunu bir kağıdın tam ortasına yerleştirir. Bir diğeri çizilmesi gereken bir şeye karar verir. Bir ağaç, ev, hayvan veya araba gibi. Daha sonra da kalemi tutana komutlar vermeye başlar: "Sola doğru", "Yukarı" gibi. Böylece kalem tutanı mümkün olduğunca kafasındaki şeyi çizecek şekilde yönlendirmeye çalışır. Bakalım çizen kişi veya diğer oyuncular çizilenin ne olduğunu tahmin edebilecek mi?

Oyunculardan biri bir hikaye veya masal anlatmaya başlar. Diğer oyuncular dinlemekle kalmayıp hikayeye karışma hakkına da sahipler. Örneğin arada bir bir sözcük söylerler, anlatıcı da bu sözcüğü anlattığı hikaye veya masalda mümkün olduğunca uygun bir şekilde kullanmaya çalışır. Basit mi görünüyor? Hiç de değil! Cücelerden ve perilerden bahseden bir masalda oyunculardan birinin "Motorsiklet" dediğini bir düşünün :) Bir süre sonra sıradaki oyuncu istediği bir masal anlatma hakkını kazanır.

Salı, Mart 04, 2008

Malta: Galetti

IMG_0569

Bu yukarıda görülen kıtır, leziz bisküviler Malta'ya özgü olup burada Galetti veya Water Crackers (Water biscuits) adıyla biliniyor. Her köşe başında satılıyor. Lokantalarda siparişimizi beklerken oyalanalım diye, yine Malta'ya özgü peynirle veya bakliyat ezmeleri ile ikram ediliyor. Air Malta uçaklarında verilen yemeklerin yanında eksik olmuyor. Bizim evde daha çok Türk usulü çay yanında tek başına bir atıştırmalık olarak tüketiliyor. Seviliyor, "evde de yapsak mı?" deniyor ve lakin tarifi bulunamıyor.

Pazartesi, Mart 03, 2008

Dinlemenin kenara itilmişliği

IMG_0616... teorisyenlerin üzerinde birleştiği üzere, gittikçe daha kendine odaklı, daha hızlı, daha verimli hale gelen toplumda dinlemek bir kenara itilmekte. Herkesin baskı altında çalıştığı, okuduğu, yemek yediği, konuştuğu bir toplumda dinlemek daha yavaş bir eylemdir, dünyaya ve başkalarına gösterilen ilgiye işaret eder. Bu sebeple de baskın kültürle çelişmektedir. Dinlemenin toplumsal yaşamın bir parçası olduğu belleklerden siliniyor. Berlinli bilim kadını Christina Thürmer-Rohr'un dediği gibi "Günümüzde duyup dinleyen de ne yazık ki her şeyden önce kendini duyup dinliyor". Pek çok insan konuşuyor, konuşuyor ve bütün dünyanın doğal olarak kendisini dinlediğini varsayıyor.

Bu sözler 28 Şubat tarihli Süddeutsche Magazin'deki "Bla bla bla" adlı yazıdan alıntı.

Yine aynı yazıda dinlemenin toplumda edilgen ve zayıflığı ima eden bir eylem olarak algılandığı; bu yüzden de modern toplumlarda değer görmediği ve teşvik edilmediği anlatılıyor.

Bundan mıdır diyologların azalıp "karşılıklı monologlar"ın artması?

Peki ya tek varlık sebebi dinlemekmiş gibi kulağını uzatmış bu çiçeğe ne demeli? İlk kez Malta'da gördüğüm bu güzelin ne olduğunu merak ediyorum, bilen var mı?