"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Cuma, Ekim 31, 2008

Öyle bir an

Şu keçiboynuzu bebeğine bakarken aklıma düşenleri anlatmasam olmayacak...
***
İşte burada, asfalt yolun ortasında yürüyorum. Akdeniz'deyim. Beş yaşındayım. Üzerimde annemin diktiği askılı elbisem var. Simsiyah uzun saçlarım var bir de...Etrafım, aralarında annemin ve kızkardeşimin de olduğu bir sürü kadın ve çocukla dolu. Aslında buralara ait değiliz hiçbirimiz, bu iklime ait değiliz. Göçebelik o zamandan başlamış. Öğle vakti bitişik köydeki birini ziyarete gitmişiz topluca. Bu ziyarete dair aklımda en ufak bir iz bile kalmamış. Yakıcı öğle sıcağı göz önüne alınırsa arabalara veya bir otobüse doluşup gitmiş olmalıyız. Akşamüstü sıcaklık biraz azalınca da geri dönüşü yürüyerek yapmaya karar verilmiş.

İşte burada, asfalt yolun ortasında yürüyorum. Önümde öbek öbek çocuklar, türlü oyun uydurarak, neşeyle yürüyor. Annelerden oluşan grup arkada keyifli sohbetlere dalmış. Etrafıma bakıyorum. Ağaçlara, otlara, üzerinde yürüdüğüm yola. Karşı tepelerin üstünde devrilip giden altın topa bakıyorum.

Çocuk öbeklerinin birinden neşeli kahkahalar yükseliyor birden. Bakıyorum, terlik ve sandaletlerini çıkarmış, çıplak ayakla yürüyorlar yolda. Arkama dönüp sesleniyorum: "Anneeee, ben deeeeee!". Parmağım ilerideki çocukları işaret ediyor. "Tamam, çıkar sen de" diyor annem. İzni bu kadar kolay koparabildiğime şaşmış, hemen çıkarıyorum terliklerimi. Gün boyu ısınmış ama yakmayan asfaltı ve onun tuhaf, alışık olmadığım dokusunu hissediyorum ayaklarımda. Ne güzel, bak ben de çıplak ayakla yürüyorum şimdi. Elimde terliklerim. Ilık da bir rüzgar esiyor.

Biraz sonra, bu sefer yol kenarındaki ağaçların altında bir hareketlilik oluyor. Bir kaç çocuk ağaçlara tırmanmış, kalanlar etrafına toplanmış. Yukarıdan atılan meyveleri paylaşıyorlar bir bir. Keçiboynuzu! Arkama dönüp sesleniyorum tekrar:"Anneeeeee! Ben de, ben deeeee!"
"Tamam" diyor annem yine, "git bir tane de sen al". Yine şaşkın, yine mutlu. Koşarak gidiyorum, keçiboynuzu hakkımı kapıyorum. Bak, şimdi de bir keçiboynuzu var elimde. Mmmm, öyle de tatlı ki...Hiç benzemiyor daha önce yediklerime.

İşte böylece yürüyoruz. Güneş gittikçe soluklaşıyor, rüzgar daha bir hissettiriyor kendini. Derken bir hareketlilik daha. Bu sefer arkamdan yükselen kahkahalara dönüp bakıyorum. Annelerden bazılarının da terliklerini çıkarmış, çıplak ayakla yürümeye başladıklarını görüyorum. Asfaltın üzerinde komik hareketler yapıyor bir ikisi. Sanki çocuk olmuşlar onlar da birden. Gülüşleri, yürüyüşleri bile değişivermiş. Anneme bakıyorum, yanındakine bir şeyler anlatıyor dalgınca gülümseyerek, beni görmüyor o an için. Dönüp yürümeye devam ediyorum.

bir elimde terliklerim
diğer elimde keçiboynuzum
üzerimde annemin diktiği çiçekli elbise
saçlarımda rüzgar var
ayaklarımın altında ılık asfalt

Nedenini bilmeden kendimi çok mutlu hissediyorum. Beş yaş çocukları mutluluklarının nedenleri üzerine düşünmez ki hiç.

Yürüyorum, yürüyorum.

İşte öyle bir an...
Silikleşen, ardı ardına kaybolup giden milyonlarca an kırpıntısı içinde işte bir tanesi...
Nasıl oluyorsa bak hâlâ capcanlı; aklımın neresine yazmışsam onu, örselenmemiş hiç. Her anımsayışımda da o günkü kadar mutlu etmeye devam ediyor beni.
***
Var mı sizin de öyle bir anınız?
Anlatsanıza...

Perşembe, Ekim 30, 2008

Güveye karşı doğal çözümler

Bir ara naftaline de doğal bir alternatif aramıştım. Naftalinin kokusu eşimi aşırı rahatsız ediyordu, sanırım alerjisi var. Petrol yan ürünü olması da hoşumuza gitmiyordu üstelik. Başlangıçta sorduğumuz hiç kimsenin aklına doğal güve kovucu olarak bir şey gelmedi. Fakat ben daha sonra internette ve kitaplarda bir dolu alternatif buldum. Bazılarını denedik ve memnun kaldık. Elbette denediklerimizin bile yüzde yüz güvenilir olduğunu söyleyemem. Evimizi ziyaret etmeyen güveler gelmeyiş sebeplerini bildiren mektuplar göndermiyor çünkü:))

*Mor kekik, lavanta ve defne güve kovucu olduğu söylenen Akdeniz'li bitkiler. Lavanta sadece güvelerin değil böceklerin ve sineklerin de sevmediği bir bitkiymiş. Kurutulmuş lavanta yapraklarıyla hazırlanacak torbacıklara bir kaç damla lavanta yağı damlatmak etkiyi daha da arttırırmış.

*Sedir ağacının da güve kovucu etkisi olduğu biliniyor. Hatta piyasada sedir ağacından küçük ahşap halkalar satılıyor bu sebeple. Her yıl zımpara kağıdı ile zımparalayarak kokusunu tazeleyip uzun zaman kullanabiliyorsunuz. Sedir ağacı talaşı, sedir ağacı yağına batırılmış kağıtlar da aynı işi görüyor.

*Kafûru güvelerin hoşlanmadığı bir başka koku. Ancak piyasada doğal olmayanları da satılıyormuş. Doğrusunu sorup öğrenip öyle almalıymış.

*Giysiler için dolaplara kurutulmuş limon kabuklarını doldurduğunuz müslin torbalar asmak işe yararmış.

*Lesley Bremness'in anlattığına göre kokulu yonca (Melilotus officinalis) 'nın kurutulmuş yapraklarını çamaşırlar arasına serperek güveleri kovabilirmişiz. Bu bitkiyi çocukluğumdan hatırlıyor ve dolayısıyla Anadolu'da yaygın olarak yetiştiğini varsayıyorum.

*Artemisia türlerinin (örn. Pelinotu/Artemisia absinthium ve Karapelinotu (Kafuriye/Artemisia abrotanum ) kurutulmuş yaprakları da güve kovarmış. Bu bilgiyi hem L.S., hem de Jekka McVicar veriyor.

*Biberiyenin güveleri kaçıran kokusu çok eskilerden beri bilinmekteymiş. Bu sebeple Akdeniz'de çamaşırları biberiye çalıları üzerine sererek güneşte kurutmak adetmiş. Sanırım bunu söyleyen de Lesley Bremness idi.

*J.M.'e göre çamaşırların arasına konan çörekotu tohumları da etkili bir güve kovucuymuş.
*Tanacetum balsamita'nın nane ve kafûru kokan kurutulmuş yaprakları da güve kaçırıyormuş. (J.M.) Bu bitkinin tam Türkçe adını bulamadım. Almanca adı Balsamkraut, İngilizce'si Costmary. Ama çocukluğumun çayırlarında gördüğümü hatırlıyorum. Demek ki o da Anadolulu.

*Terebentine batırılmış bir bezle halınızı silerseniz hem temizlemiş, hem de güve yumurtalarından kurtulmuş oluyormuşsunuz. Bu bilgi anonim.

*Yün giysilerin cebine sabun koymak, halıları rulo şekline getirip kaldırmadan önce üzerlerine sabun rendesi serpmek de yine halk arasında bilinen bir başka yöntem. Yünlü kazakları sabun rendesiyle yıkamak, yıkarken bir iki damla sedir ağacı yağı eklemek ise benim okuduklarımdan yola çıkarak uydurduğum bir başka çözüm.

*Tuhaf ama halıları gazete kağıdına sarmak da işe yarıyormuş. Bu yöntem çok da doğal sayılmaz. Zira tahminen gazetede kullanılan mürekkep kokusundan kaçıyor güveler, insanlar da kaçmalı!

*Hepsinden önemlisi giysi ve diğer yünlü eşyaları güneşte iyice havalandırmak ve saklama sırası geldiğinde hava almayan, kapalı ortamda saklamak temel kuralmış, bu da böyle biline...

Velhasıl doğanın her şeye bir çözümü var, çözümsüz olan kulağını onun söylediklerine tıkayan bizleriz.

Çarşamba, Ekim 29, 2008

Hortumlar ve Merdivenler

Bir süre önce çocukken evde yaptığımız yılanlı ve merdivenli bir karton oyunundan bahsetmiştim ya...
Dün posta kutumuzdan çıktı! Friends of Earth adlı Malta'lı çevre kuruluşu bir tanıtım broşürü göndermiş. Arka sayfasında da bahsettiğim oyunun Tornados & Ladders adlı bir çok benzeri vardı. Benim tarifimden bir şey anlamamış olanlar olabilir diye bir fotoğrafı aşağıda:

tornados and ladders

Ben oyunda kullanılan zarı nasıl yapabiliriz diye düşünüp bir çözüm getirememiştim. F.o.E ona da bir çözüm bulmuş, o da burada:


zar


Her iki fotoğrafı da üzerlerine tıklayarak büyütebilirsiniz.

Salı, Ekim 28, 2008

"Bahçe"den... (II)

Mutfaktan saksıya deneylerimin birinden daha sonuç aldım bir kaç gün önce.
Akdeniz'in sert ve tatlı meyvesi... Keçiboynuzu...

Adına uygun, keçi gibi inatçı bir tohumdu. Hiçbir tohumun beni bu kadar uğraştırdığını hatırlamıyorum. Üç kez denedim; masallardaki gibi, üçüncüde başardım :)

Birincide olduğu gibi, hiçbir şey yapmadan ektim toprağa. Tohum (yani meyvenin çekirdeği) öyle sert ve kuru duruyordu ki, bir sonuç alamayacağımı hissetmiştim gerçi. Bu yüzden bir sonraki keçiboynuzunun çekirdeklerinden birini bir kavanozun içinde suda beklettim bir süre. Epeyce sonra, o da toprakla buluştu. Normalde tohumu ektikten sonra gelip gidip "çıkmış mı?, çıkmış mı?" diye toprağı eşeleyenlerden değilimdir. Sabırla beklerim topraktan çıkışını. Ama bu ikinci denemede de keçiboynuzu sabrımın sınırlarını zorlayınca toprağı açıp baktım. Tohumda en ufak bir değişiklik bile yoktu. Bunun üzerine sevgili Google Abla'ya sordum "ne yapabiliriz?" diye (Google Abla deyiminin tüm telif hakları Aydan Atlayan Kedi'ye aittir!). Keçiboynuzu ve çekirdeği hakkında bir dolu şey öğrendim önce. Keçiboynuzu meyvesinin öğütülerek kakao alternatifi olarak kullanıldığını, çekirdeğinin ağırlığı hiç değişmeyen nadir bitkilerden olduğunu ve bu yüzden geçmişte bir dönem ağırlık birimi olarak kullanıldığını, "iki dirhem bir çekirdek" deyiminin de buradan geldiğini öğrendim mesela... Ve son olarak filizlenebilmesi için 24 saat süreyle 80 derece sıcaklıkta suyun içinde bekletilmesi gerektiğini... Bu bilgiyi paylaşan site, kaynatılıp biraz soğutulmuş suyu bir termos içine alıp, çekirdeği buna ekleyerek bir gün bekletilmesini öneriyordu bu şartları sağlamak için. Benim böyle bir imkanım olmadığı için (termos bu günlerde küçük inatçı keçimin sevdiği oyuncaklarından biri; kapağı nerede, onu bile bilemiyorum.) ben ara bir yol seçtim. Keçiboynuzu çekirdeklerini bir kavanoza alıp, üzerine aklıma her geldiğinde sıcak (ama çok sıcak) su ekleyerek bir hafta kadar beklettim. Sonunda suda bekleyen çekirdekler ile beklemeyenler arasındaki fark şöyleydi:



Keçiboynuzu tohumları


Bunun üzerine tohumların hazır olduğunu anlayarak birini ektim. Bir süre sonra merakım o derecedeydi ki yine toprağı açıp ne olduğuna bakar buldum kendimi. Tohumu yarıp başını hemencecik toprağa gömmüş minik kökü görünce sevinçten ne yapacağımı bilemedim. Telaşla kapadım toprağı ve bir daha hiç karıştırmamaya söz verdim kendime. Bir-iki gün sonra da uğraşa uğraşa kendini kabuktan soyup, topraktan dışarı atmayı başaran kotiledon yapraklar çıktı geldi. Başka hiç bir bitkinin çimlenmesi bana bu kadar bir insan yavrusunun doğumunu çağrıştırmamıştı. Çok net olmamakla birlikte birinci ve ikinci gün fotoğrafları şöyle:

1. gün:

Keçiboynuzu (birinci gün)



2.gün:



Keçiboynuzu (ikinci gün)


Şimdi geriye bu keçiboynuzu bebeğinin acilen büyük bir saksıya alınması kaldı. Liçideki hatamı tekrarlamak istemediğimden hemen büyük bir saksı aldım bile. Sadece taşınma için ilk gerçek yaprakları beklemeli mi, yoksa hemen mi taşımalı, bundan emin değilim.

Bu arada ben ve fotoğraf makinam makrolar konusunda çok yeteneksiziz. Tohumları gazete üzerine koyunca -neden bilmem- net bir kare yakalamayı başardım ama tohumların topraktan çıkış anını fotoğraflarken hep sorun yaşıyorum. Makro çekimlerini en bilgisizlere bile açık bir dille anlatan bir site falan bilen var mı? Bu konuda önerilere ihtiyacım var.
*
Bugünün büyük süprizi ise şu: Semizotu deneyini hatırlıyor musunuz? Dün bahsettiğim öğle-buz çiçeğini bir sonuç alamadığım semizotu saksısına dikmiştim ben. Bu sabah kahvaltıdan önce her zamanki gibi saksılarımı gözden geçirirken gördüm ki semizotları da çimlenmiş! Şimdi bir saksıda iki sukkulentim var. İyi geçinecekler mi bakalım?
*
Peki geçen baharda bahsettiğim Pittosprum tobira'yı hatırlıyor musunuz? Yaban ona akpıtrak adını takmıştı. Bu bitki çiçeklenmeden meyveye geçtiğinden beri takipteyim. Tohumunu merak ediyorum, belki filizlendirmeyi de başarırım diye hayal ediyorum. Haftasonu yürüyüşünde bu "akpıtrak"ların yetiştiği parktan geçerken tohumların hala yeterince olgunlaşmadığını gördüm. Ama bir iki tanesini koparıp eve getirmeden de duramadım. Akpıtrağın meyvesi tahmin edemeyeceğiniz kadar güzel. Eşimle birbirimizden bağımsız aynı yorumda bulunduk:
"Aaaa, aynı nar gibi!" :


IMG_1394

Şimdi haksız mıyım, insanların dünyası hayalkırıklığı yaratıyor, bitkilerin dünyası hayran bırakıyor derken...

Not: Pittosporum tobira'nın tohumları olgunlaşınca şöyle oluyormuş.

Pazartesi, Ekim 27, 2008

"Bahçe"den... (I)

İnsanların dünyası ne kadar hayal kırıklığı yaratıyorsa, bitkilerin dünyası o kadar hayranlık uyandırıyor. Paylaşmak istediğim bir kaç fotoğraf, anlatmak istediğim bir kaç şey var onlara dair...
Bu ilk fotoğrafa "balkon sefası" adını mı vereyim, yoksa "aile fotoğrafı" mı; bilemedim:

Balkon Sefası

Bu ara "bahçe" bunlardan oluşuyor. En geride zavallı liçim :(

*

Onun önünde burada çok yaygın olarak rastlanan bir sukkulent var: Aptenia Cordifolia . Türkçe'de buz çiçeği veya öğle çiçeği olarak biliniyormuş. Bu fotoğraf çekildiğinde (yani geçen Pazartesi) henüz parktan koparılıp saksıya ekilmiş bir daldı sadece. Buna rağmen çiçeğini gündüzleri açıp, geceleri kapamaya bir kaç gün daha devam etti. Bugünlerde biraz kabuğuna çekilmiş duruyor. 3 ihtimal var: Ya tutmadı, ölüyor :( , ya havalar kapalı ve yağmurlu olduğundan böyle ya da bütün enerjisini köklenmeye vermiş durumda. Umarım üçüncüsüdür.

Sukkulentlerle ilk resmi tanışmam şurada bahsettiğim üzere biraz trajikomikti. Malta'ya geldiğimden beri aklım tekrar sukkulentlerde. Ama, bir dakika, önce biraz teorik bilgi:
Sukkulentler özellikle sıcak ve kuru iklimlerde yaşayan ve yaprakları, dalları, gövdeleri veya kökleri ile su tutma becerisine sahip bitkilere verilen isim. Bu sözcük Latince succus (su) kökünden geliyor. Adı sıklıkla kaktüslerle beraber anılan sukkulentler tek bir aile olmayıp botanikte adı geçen pek çok bitki ailesinde bir veya daha fazla temsilci barındırıyor. Su tutma becerileri sebebiyle yapraklarının, gövdelerinin veya dallarının etli, tombul görüntüye sahip olması ortak özellikleri. Daha bir çok özellikleri var ama benden şimdilik bu kadar.

Ne diyordum, Malta'ya geldiğimden beri aklım sukkulentlerde. Her saksıda, her köşe başında, her kaldırım kenarında bir üyesine rastlanıyor. Kanıt olarak St.Julians'ta kaldırım dibinde kendiliğinden yetişmiş şu semizotunu (veya onun bir kardeş türü) gösterebilirim.

Semizotu

Buranın iklimi sukkulentler için son derece uygun. Bu acemi bahçıvanın inandığı bahçe kurallarından biri "nerede yaşıyorsan oranın bitkilerini yetiştir" (Bkz. Civanperçemi) . Sonra yetiştirmesinin ne kadar kolay olduğu, özellikle acemi bahçıvanlar ve göçmen ruhlular için ne kadar uygun oldukları konuşunda baştan çıkarıcı ifadeler var bazı bloglarda.

Sukkulentler sizin de ilginizi çekiyorsa bir kaç link daha:

- Kaktüs rehberi - Sukkulentler

-Wikipedia girişleri : İngilizce, Almanca

- agaclar.net: Kaktüs ve Sukkulent

*

Aile fotoğrafında bir sonraki saksıdaki bitki kavun. Mutfaktan saksıya deneylerimden biri daha. Aslında büyük bir zorluk yok kavunu çimlendirmekte. Asıl zorluk devamını getirmesinde sanırım. Oldukça büyük saksılarda kavun yetiştirilebildiğini okumuştum ama. Geçen hafta başı, fotoğrafı çektiğimde, ilk gerçek yaprağını yeni vermişti. Şimdi üçüncüyü veriyor. Çok müşkülpesent de sayılmaz şimdilik.

*

Dördüncüden, yani latin çiçeğinden daha önce bahsetmiştim.

*

Biraz nefesleneyim, daha anlatmak istediğim şeyler var...

Pazar, Ekim 26, 2008

Paralel yayına geçiyorum.

* E, bi güncelleme daha: Elektra'nın verdiği linklerden turk.internet.com'dakini okuyordum da...
Bir uzman, blog açan herkesten vatandaşlık numarası falan alınmasını ve telefonla kimliğinin teyit edilmesini ve blogun bunu takiben açılmasını öneriyor...
...mu, yoksa ben hayal mi gördüm? veya yanlış mı anladım okuduklarımı?
yok, yok, bu "uzman" kesin konuyla kendi şahsi dalgasını geçiyor!
*
Güncelleme: Beklediğim Serdar Kuzuloğlu yazısı geldi.
*
Erişim yasağı kalkana dek...

basitbiryasam.blogspot.com 'un ulaşamadığı koordinatlara
basitbiryasam.wordpress.com erişecek.

Dünya'dan Mars'a...
Dünya'dan Mars'a...

beni duyuyor musunuz?

Cuma, Ekim 24, 2008

Malta: Hava ılıktı ve huzurluydu

Luzzu, deniz, Valletta

Fotoğrafa sığanlar: Luzzu, deniz, bolca bulut, biraz Valletta ve adı henüz bilinmeyen ağaç(ımsı)

Dün sabah inceden atıştıran yağmur altında,

kıyıdaki terkedilmiş yürüyüş yolunda,

Gzira civarında çekildi.

Hava ılıktı ve huzurluydu.

Perşembe, Ekim 23, 2008

Münasebetsiz soru

Bilin bakalım hangi fotoğrafın çekildiği ülkede her adım başı "çevremizi koruyalım" tabelalarına denk gelirsiniz?



Çarşamba, Ekim 22, 2008

Sözümü tutuyorum...

Bitki çayına devam. Bu seferki dağ çayı. Anadolu'da Sideritis türleri bu adla biliniyormuş. Ben Ankara'da bir baharatçıdan almıştım ama doğal yetişme alanından toplanıp gelmiş olanlardan da var evde. Görüntüsü biraz daha değişik. Farklı bir Sideritis türüdür belki de... Aynı çayı uzun aramalardan sonra Almanya'da Bergtee adıyla görmüşlüğüm var, internette İngilizce kaynaklarda da -tesadüfe bakın ki!!- Mountain tea olarak geçiyor. Bazen günlük koşturmaca içinde bütün bir fincanı bitiremediğim oluyor; soğuyup giden çayı saksılara döküyorum. İnsanlara faydalıysa, bitkilere en azında zararı yoktur düşüncesiyle. Doğru yapıyor muyum acaba? Her neyse, ilgilenenlere Anadolu'da içilen bitki çaylarına ilişkin şu Buğday yazısını da öneririm.

Pseudo-Green

Bir arkadaşım bu yıl yaz tatilinde Kanada'ya gitti. Orada gezdiği bir doğal parktan hediye olarak oğluma bir tişört almış. Almanya'ya geri dönünce de postayla yolladı buraya. Üzerinde "Wild Babies" yazıyor ve orada yaşayan bazı yabani hayvanların yavrularının resmi var. Ayı, kurt, kartal gibi... Tişörtü yıkamak için ters çevirirken etiketine gözüm takıldı. "Made in China" yazıyordu!
Çin-Kanada
Kanada-Almanya
Almanya-Malta

Kaç bin kilometre yaptı şimdi bu tişört?
Kaç yabani bebeciğin yaşam alanının canına okudu?

Salı, Ekim 21, 2008

En parlak geri dönüşüm fikri

Madem ki en temiz enerji hiç kullanılmamış olan; öyleyse en temiz, en etkin geri dönüşüm yöntemi de hiç kullanmamak olmalı!

Pazartesi, Ekim 20, 2008

Kasabanın fakiri...

Haa, bir de şu vardı:
Yaşanan küresel krize dair her bulduğumu okuyorum; anlamaya çalışıyorum olup biteni. Birilerinin para hırsı; daha da ötesi parayla varolmayan, sanal bir şeymiş gibi oynamasının faturası hepimizin cebinden çıkacak öyle veya böyle. Kimi ülke ekonomilerinin çapından daha büyük bankalar domino taşları gibi ardı ardına yıkılıp giderken; New York'ta, Frankfurt'ta, Londra'da, Tokyo'da finans uzmanları dehşetle başını aşağı eğmiş eğrileri takip ederken, Münih'te bir evsizin "Krizden korkmuyorum, daha başka ne kaybedebilirim ki..." dediğini okudum Die Zeit gazetesinde.
Şu sözleri geldi aklıma Thoureau'un: "Kasabanın fakiri bana sık sık herkesten daha özgür yaşıyormuş gibi gelir."

Sadece latin çiçeği

Son ektiğim latin çiçeği bugüne dek yetiştirdiğimden farklı bir tür. Alaska-Salmon Orange imiş adı. Çiçekleri somon rengi açıyormuş, yaprakları yeşil üzerine beyaz mermerimsi desenliymiş. Yapraklarını kocaman kalkanlar gibi açıp, güneşe, hep güneşe dönerek, safinaz gibi uzayıp giden sarmaşığımsı latin çiçeklerinden değil bu. Daha bodur bir şey; kısa bir gövde üzerinde kenarlara doğru genişleyip duruyor. Cinsinden mi, başka sebepten mi bilemiyorum. Bazen bitkiler hakkında hiç bir şey bilmediğimi hissediyorum. Yüz kez daha latin çiçeği büyütsem, -farklı mevsimlerde, farklı topraklarda, farklı cins- o zaman belki iyi kötü bir tahminde bulunabileceğim. Örneğin yapraklarının üzerindeki pembe-kremimsi lekeler de meraklandırıyor beni. Bunu araştırırken Flickr'da Lightspectral'in şu harika fotoğrafına denk geliyorum:




Bir türlü yazamadığım o kapsamlı latin çiçeği yazısında bahsetmek istediğim her şey, hatta Lotus etkisi bile var bu mozaik fotoğrafta. Bana fazla lâf düşmediği için seviniyorum. Gününü aydınlatacak bir şeyler arayanlara Flickr'da Nasturtium anahtar kelimesini bir denemelerini öneriyorum. Lekeler mi? Galiba normal; "beyaz, mermerimsi desen" ile kastedilen şey bu. Biraz daha büyüsün yapraklar, emin olacağım. Ama şimdiden emin olduğum bir şey var: Ben latin çiçeklerinin her hâlini seviyorum :)

Bizim evin latini diyor ki bu güzel fotoğraftan sonra onunkini yayınlamasam iyi olurmuş. Neden yayınlamayacakmışım? Herkesin latin çiçeği kendine. Buyrun efendim:


*
Başka? Daha anlatacak bir dolu şey vardı; hepsini unuttum.

Çarşamba, Ekim 15, 2008

Dr. Civanperçemi

Dün akşam biraz civanperçemi çayı hazırladım. Kendim mi içeceğim? Hayır, bu sefer liçi için. Soğuk içti tabii liçi bu çayı. Civanperçemi ekolojik/organik bahçıvanlık kitaplarında "bitkilerin doktoru olan bitki" diye tanımlanıyor. Örneğin Jürgen Wollf'un Mein Schöner Garten-Bio adlı kitabında civanperçemi çayının, içeriğindeki eterik yağlar, kalyum, salisilik asit ve diğer maddeler (bitters, tannins) sebebiyle bitki güçlendirici ve mantar önleyici etkileri olduğundan bahsediliyor.

Bu konuksever civanperçemi bu yıl Ağustos ayında Lech kıyılarında fotoğraflandı.

Sadece civanperçemi değil; bahçede kullanılabilecek daha bir dolu doğal öneri var notlarımda. Kahve yüksek kalyum oranıyla yine bitki güçlendirici olarak tanımlanıyor. Özellikle orkide, orman gülü gibi asit seven bitkilerin kahve içmeye (!) bayıldığı söyleniyor. Dolayısıyla içtiğim kahvenin telvesi zaman zaman çöpe değil, saksıya gidiyor. Ama toprak üzerinde oluşturduğu küflenmeye meyilli tabaka pek hoşuma gitmediğinden kahveyi en başında toprağa karıştırmak daha iyi bir fikir gibi geliyor bana.
Demir ihtiyacı yüksek bitkiler, örneğin turunçgiller için bitkisel demir takviyeleri de mümkün. Bir keresinde saksıda çekirdeğinden büyüttüğüm limona haşladığım ıspanağın suyunu vermiştim. Yararlı oldu mu bilmem ama zarar vermediği kesin :) Turunçgil meraklıları saksıdaki toprağa bir demir çivi batırmanın da aynı işi göreceğini söylüyor.
Bir de evdeki menekşelerin daha çok çiçek vermesi için toprağına yumurta kabukları karıştırılması öneriliyor.
Başka? Yine Jürgen Wollf'a bakılırsa ısırganotu da demir açısından zengin. Ayrıca fosfor, azot, çeşitli vitamin ve enzimler barındırıyor.
Jekka Mcvicar'a bakılırsa karakafes otu(Symphytum officiale) yüksek potas, kalsiyum, demir ve mangan içeriğiyle doğal gübrelerin en iyilerinden biri. Taze soğan ve sarımsağın kabuk ve yapraklarından hazırlanacak çay da küf önleyiciymiş ve genel olarak bitkiyi güçlendirici etkiye sahipmiş.
Papatya genç filizlerde küflenmeyi önlüyor. 1 litre kaynamış su, bir avuç taze veya 2 yemek kaşığı kuru papatya çiçeği üzerine eklenip 10 dk. demlenerek oluşturulan çay süzülüp hemen kullanılıyormuş notlarıma göre. Bu sırada kısmen sıcak olan sıvının bitkiye zarar verip vermeyeceğinden emin değilim, denemek gerek.
Mürver yaprakları ise yaprak bitine karşı kullanılıyormuş. 225 gr. yaprak 1 litre suda 30 dakika ağır ağır kaynatılıyor, iyice karıştırılıp süzülüyor, soğutuluyor. Ayrıca 1 çay kaşığı sabun rendesi veya arap sabunu bir litre soğuk suya ekleniyor. İki karışım birleştirilip (tahminen yapraklara püskürtülerek) kullanılıyor.

Bu -mışlı -muşlu liste böyle uzayıp gidiyor saygıdeğer okur. Evindeki bitkileri veya küçük bahçeni doğal yöntemlerle koruyup beslemek istiyorsan sen en iyisi ekolojik/organik bahçıvanlık konusunu bir araştır. Ben de canımın içi bitkilerle ilgili notlarıma gömüleyim tekrar. Masada bir fincan da benim için bitki çayı olsun. Dumanı tütsün, keyifle içilsin.

Dipnot: Bu konuyla hiç mi hiç alakası yok ama az önce hayatımda ilk kez yukarı doğru yükselen bir bulut gördüm ben. Var mı böyle bir şey, yoksa gözüm mü yanılttı beni? Her neyse, harikaydı, mucizeviydi, olağanüstüydü,göksel bir şeydi...

Pazartesi, Ekim 13, 2008

Boya kalemi, günbatımı ve diğer şeyler

Son haftalarda küçük sincabın en büyük zevklerinden biri, eline geçirdiği bir tükenmez kalem ile ajandama çizgiler çizmek. Bana özeniyor galiba... Küçüklerin boya kalemiyle tanışması için iki yaşını doldurmasını öneriyorlar ama bu durumda erken bir tanışmada sakınca görmüyorum. Geçen haftayı bu konuda araştırmakla geçirdim. Öncelikle en küçüklere mümkün olduğunca kalın, elinde zorlanmadan tutabileceği kalemler öneriliyor. Elbette içinde toksik kimyasallar bulunmamalı. Ama bu rahatça ağzına götürebileceği anlamına da gelmiyor. Boya aktiviteleri her zaman yetişkinlerin gözetiminde olmalıymış. Önce pastel boya daha uygun bir seçenek gibi görünmüştü gözüme. Fakat pek çok ürünü ekolojik açıdan test eden Öko-Test'in sitesindeki pastel boyalarla ilgili yazı çok da parlak değildi. 2005'te yapılan testlerde toplam 18 üründen sadece ikisi "iyi" almış (En iyi not pekiyi). Büyük bir kısmında kanser yaptığından şüphelenilen maddeler kullanıldığı tespit edilmiş. Üreticilerin hemen hepsi test sonuçlarını ve Öko-Test ile bilgi paylaşmayı reddedip tuhaf bir suskunluğa bürünmüş. Hımm, üstelik pastel boya ele kolayca bulaşıyor, kalemi ağzına bile götürmesine gerek olmadan bütün bu kanser yapıcılarla temas mı edecek oğlum? Olmazzzz! O zaman kuru boya. Peki hangisi? Tutması kolay, kalın olmalı. Boya kısmı nispeten yumuşak olmalı ki kağıtta kolay kaysın. Elbette mümkün olduğunca az kimyasal içermeli. Ve de Çin'den gelmemeli. Onların bebek mamalarından bile melanin çıkıyor; boya kalemlerinden ne çıkar bilemiyorum. Püfff! Hala uygun markayı, doğru kalemi bulabilmiş değilim. Fikir verecek var mı?
*
Kendimden utanıyorum. Bunca yıldır Batı denen yönün tek bir nokta olduğu ve güneşin de hep o belli noktadan battığı gibi acayip bir fikre sahiptim. Geçen Kasım'dan bu yana dikkatle izliyorum günbatımını. Yaz ortasında, kışın battığı nokta ile arasında 90 dereceye yakın fark vardı! Şimdi yavaştan kışlık noktasına geri dönüyor. Bugün şuracıkta ölsem, yaşadığım gezegene dair böylesine temel neleri bilmiyor olurum, düşünmek bile istemiyorum.
*
Geçen hafta marketin manav bölümünde defne dalları satıyorlardı! Aldım tabii ki. Ardından otlar ve bitki çayları konusunda son zamanlarda biraz müsrifçe hareket ettiğimi hatırladım. Evde papatya, mercanköşk, ıhlamur, adaçayı ve dağ çayı var bol miktarda. Şimdi defne dahil oldu onlara. Önce ikinci bir emre kadar kendime kahveyi yasaklamaya niyetlendim, ama huyumu biliyorum. Yasaklar bende ters teper. Kendimi bolca bitki çayı içmeye davet ediyorum. Teşvik edici sebepler arıyorum. Ve ödev veriyorum bu bitkilerin diğer kullanım alanlarını araştırmayı. Bu konuda bildiklerini paylaşacaklara da şimdiden teşekkürler...
*
Beyazlarda çok iyi sonuç aldığımı söyleyemeyeceğim ama çok kirli olmayan renkli çamaşırlarda sabun rendesi kullanmaya devam. Cuma günü oğlumun üzerinde oynadığı kalın battaniyeyi sabun rendesi, beyaz sirke ve bir kaç damla hint defnesi (tea tree) yağı ile yıkadım. Hint defnesi Avustralya kaynaklı bir bitki ve Aborijinler tarafından öteden beri kullanılmaktaymış. Bugün de antimikrobiyal ve antifungal (küfe karşı) etkileri sebebiyle yaygın olarak kullanılıyor. Oğlum doğmadan önce ben de genel temizlikte çok kullanıyordum. Fakat keskin kokusunun zarar vereceğinden endişe ettiğimden onun bulunduğu ortamlarda kullanmaya ara vermiştim. Artık yeterince büyüdüğü için bugünlerde yeniden kullanmaya başladım. Battaniye mi? Gayet temizdi ve mis gibi sabun kokuyordu. Hem de tamamen doğal malzemelerle :)
*
Hint defnesi ve benzeri ürünlerle ilgili beni düşündüren tek nokta yerel olmamaları. Tahminen Asya ve Avustralya'da geniş alanlarda ticari amaçlarla yetiştiriliyorlar. Genellikle doğal bitki örtüsü zarar görüyor bu toplu üretimden. Sonra da binlerce kilometre katederek (enerji?, maliyet?) dünyanın öte ucuna gönderiliyor ve benim gibi tüketicilerin kullanımına sunuluyor. Oysa doğanın her coğrafyaya, oranın ihtiyaçlarına özgü çözümler sunduğuna dair inancım kuvvetleniyor gitgide. Temizlik, hijyen her çağın, her coğrafyanın ihtiyacı ve doğa her yerde, her iklimde farklı bir çözüm sunacak kadar yaratıcı. Örneğin Akdeniz'de aynı amaçla lavanta, biberiye ve kekik yağları kullanmalıyım belki de. Hint defnesi kadar olmasa da antimikrobiyal etkileri var bu yağların.
*
Laf yağlardan açılmışken son denememden de bahsedeyim. Elimde çok güvendiğim bir kaynaktan ev yapımı kolonya tarifi vardı. Tarife notlarımın arasında tekrar rastladığım gün tesadüfen bergamot ve limon yağlarına da rastladım bir yerde. Ve bu tesadüfü sözkonusu tarifi denemek için yukarıdan bir işaret olarak algıladım. Ne var ki etil alkol bulamadım burada. Sorduğum eczanelerde hatta biraz şüpheyle karşılandı bu sorum. Ben de aynı tarifi suyla deneyerek bir oda spreyi yapmaya karar verdim. Orjinal tarif (ve benim kullandıklarım) şöyle:

50 ml etil alkol (yerine su)
44 damla bergamot yağı
15 damla limon yağı
4 damla neroli yağı (yerine portakal yağı)
1 damla biberiye yağı
1 damla lavanta yağı
Bir sprey şişesinde iyice karıştırılıyor ve her kullanımdan önce de iyice sallanıyor. Etil alkolle deneyeceklere satın aldıkları yerde -varsa- gerekli güvenlik önlemlerini sorup dikkatle uygulamalarını tavsiye ederim. Suyla yaptığım denemede kokunun tam olarak oturması için bir iki gün geçmesi gerekti. Ondan sonra da kokunun istediğim kadar güçlü ve etkili olmadığını farkettim. Daha önce sadece biberiye yağı ile yaptığım oda spreyinin kokusu bundan çok daha güçlüydü. Ama etil alkolle bu sorunun yaşanmayacağını tahmin ediyorum. Nam-ı diğer "Köln suyu"nun mucidi Giovanni Maria Farina'nın 1708'de kardeşine "Bana İtalya'nın bahar sabahlarını, dağ nergislerini ve portakal tomurcuklarını hatırlatan bir koku buldum" diye yazdığı da rivayet olunuyor bu arada.
*

Zeytinleri yemeye başladım! Benimki erkenci bir başlangıç aslında. Ev halkının yiyebilmesi için bir iki güne daha ihtiyaç var. Birer hafta arayla üç kez zeytin alıp kurdum. Bu fotoğraftakiler ilk ve son parti. Yani aralarında iki hafta var. E, biri bana dur desin artık :)

Çarşamba, Ekim 08, 2008

Malta: Hep centilmen kal, hep yasemin kok

Sardunyalı balkonMalta'nın serin ve yağmurlu mevsimi başladı. Akşamları kıyıda yürüyüş yapmayı, ama daha çok da oturup sohbet etmeyi seven Maltalı'lar bile çekilmeye başladı yavaştan. Bu ada halkının oturmayı ne çok sevdiğini anlatmış mıydım? Yaz akşamları kıyıdaki banklar yetmediği zaman sağına soluna birer ikişer de sandalye atıp sohbet grupları oluşturmayı seviyorlar. Yaşlı amcalar öğle sıcağında evlerin önündeki gölgeli basamaklarda oturup uyukluyor. Akşam serinliği çıkınca da yaşlı teyzeler kapı önünde birer sandalyeye yerleşip yavaştan hareketlenen sokağı seyrediyor.

Mavi Daracık kaldırımlarda durup ayak üstü sohbet etmek bir diğer zevkleri. Geçip gitmek isteyenler için bir engel oluşturduklarını farketmeden derin sohbetlere dalıp gidiveriyorlar. Akşam ayini çıkışlarında insanların kilise önünde -tahminen bol dedikodu soslu- sohbetlere giriştiğini görmek de ilginç. Görünüşte Maltalılar oldukça dindar insanlar. Buraya gelmeden önce okuduğum bir makalede bu küçücük adada 365'i aşkın kilise olduğundan bahsediliyordu. Yılın her günü için bir kilise...Ve hiçbiri boş değil kiliselerin. Ayin zamanı tıka basa dolu oluyorlar. Maltalı'ların din ve kilise ile olan ilişkisi hoşuma gidiyor bir taraftan. Bazı sabahlar ellerinde alışveriş torbalarıyla ve bir uğrayıvermiş edasıyla kiliseden ayrılan kadınlar görüyorum mesela. Hani sabahları alışverişten sonra bir komşuya, köşedeki tanıdığın dükkanına, postaneye veya fırına şöyle bir uğrayıverir ya insan... Öylesine süssüz, telaşsız, günlük yaşamın içine sinmiş bir şey... Elbette dünyanın her yerinde olduğu gibi, modern geleneksele baskın çıkıyor ve din etkisini kaybediyor yavaştan. Özellikle gençlerin kiliseye gönülsüzce gittiği de duyduğum ufak bir dedikodu :)

Malta, nispeten anakaradan kopuk yaşadığı geçmiş yüzyıllarla, turizmin neredeyse biricik gelir kaynağı olduğu günümüz arasında, modern yaşamla gelenekselin tuhaf kombinasyonlarını yaratıyor kendince. Internet kafelerden çıkan beyaz ruhani elbiseli rahibe teyzeler beni pek eğlendiriyor. 70-80'lerin Türkiye'sinden hatırladığım küçük, tozlu, envai çeşit kitap, kırtasiye ve oyuncağın satıldığı dükkanlar bir tuhaf özlemle dolduruyor içimi. Sokak aralarındaki kasaplar ve tuhafiyeciler çocukluğumun kasap ve tuhafiyecilerine benziyor her şeyiyle. Hemen yanlarındaki mağazanın çok bilinen global bir giyim markasına ait olduğunu, onun yanında da bir Hint veya Çin lokantası olduğunu söylemeye gerek var mı? Peki ya fast food'un dört atlısı McDonald's, Burger King, Pizza Hut ve KFC'ı bulmak için çok dolaşmaya ihtiyacınız olmayacağını?

Yerelle modernin ilginç bir karışımı olarak Malta'nın Cola'sı Kinnie'yi de sayabiliriz. Boyalı-gazlı-şekerli içeceklerden uzak duran biri olmakla birlikte, sırf hakkında detaylı bir rapor verebilmek için tattığımı itiraf etmeliyim. Bitter orange (turunç) ve çeşitli Akdeniz otlarıyla tatlandırılan bir içecek olduğunu okumuştum. Akdeniz usulü hamburger olur da, Cola neden olmasın diye düşünmekteydim. Bana bitter orange tadı biraz baskın geldi, Akdeniz otlarını pek hissedemedim. Ne bileyim, biraz alışkanlık isteyen bir tat bence. Eğer benim gibi bu tür içeceklerle başınız zaten hoş değilse denememekle bir şey kaybetmezsiniz. Yok, zaten bir Cola-içer iseniz Malta'dan Kinnie'yi denemeden geçmeyin derim yine de.

Valletta - Merdivenli yokuşBir kartpostalın arkasında okuduğuma göre Valletta "centilmenler tarafından centilmenler için inşa edilmiş bir şehir" imiş. O centilmen beyler hâlâ yaşamaktalarsa, Valletta kapılarında Afrika'dan gelen göçmenlerin iş beklediği kulübelerden birinin duvarına neden "Blacks out!" yazdıklarını sormak isterdim doğrusu. Geçenlerde bu centilmenler şehrinde hoflaya puflaya iskeleden Republic Street'e doğru çıkan yokuşu tırmanırken iki güzel koku duydum ard arda. Biri incirdi, diğeri yasemin. Burnumu takip edince yasemini hemen kaldırımın kenarında buldum. Çiçeklerin ve yaprakların şeklini aklıma iyice yazdım ve daha sonra internette araştırdım. Jasminum auriculatum türüymüş. "Sokakları incir ve yasemin kokan şehir" hoş bir isim tamlaması, değil mi? Duvarlara yazılmış yazılardan daha güzel...


Malta deyince camı da es geçmemeli. Buranın önemli bir ürünü el yapımı cam eşyalar. Pek çok hediyelik eşya satan dükkânda rastladıysam da, en güzel örneklerini Mdina'da bir dükkânda gördüğümü söylemeliyim. El yapımı Malta cam eşyalarına örneğin şurada göz atabilirsiniz. Ayrıca cam atölyelerinde üretimi izlemek ve alışveriş yapmak da mümkün. Bunun için Crafts village Ta'Qali'yi ziyaret edeceksiniz. Ulaşımı zor değil. Mdina'ya giden otobüsler zaten bu köyden geçiyor.

Bir küçük dil dersi ile bitsin bugünkü Malta yazısı. Geçen gün alışverişte peynir reyonunun önünde siparişimin paketlenmesini beklerken yanımda birinin gayet net "Peynir..." diye başladığını duydum bir cümleye. Ne zaman uzak ellerde Türkçe bir sözcük duysam, algının seçiciliği ile yakalar kulağım onu. Dönüp yanımdaki yaşlı kadına baktım o yüzden merakla. Oysa o çoktan Malta dilinde devam ettiği cümlesini tamamlamış, reyondaki çocuk da ona yine aynı dilde yanıt vermekteydi. Uzun lafın kısası, Türkçe ile Maltaca'nın -tabii ki Arapça sebebiyle- bir başka ortak paydası: Peynir!

Not: Bu yazıda -Kinnie hariç- fotoğrafların içerikle doğrudan bir ilgisi yok!
1. fotoğraf: St. Julians'da bir ara sokakta sardunyalı bir balkon. Geçen bahara ait.
2. fotoğraf: Yine ara sokakların birinde mavili bir ev.
3. fotoğraf : wikipedia'dan.
4. fotoğraf: Valletta'nın dik yokuşlarından biri. Çıktığım değil, çıkmaya asla cesaret edemeyeceğim...

Pazartesi, Ekim 06, 2008

Altın, kitap ayracı ve diğer şeyler

Salı günü The Ecologist'te The Gold Standard adlı makaleyi okudum. Altın sevenler özellikle okumalı. Asıl çarpıcı olan, yazıya bırakılan yorumlardan birinde belirtildiği gibi, cep telefonu, televizyon, bilgisayar vb. her türlü elektronik cihazın da altın içermesi ve elektronik eşya endüstrisinin önemli bir altın tüketicisi olması. Bu tür cihazları kullanmamak veya elinizdekiyle yetinip yenilememek için gerekçe mi arıyorsunuz? Buyrun, bir tane daha...
*
Zarf köşesinden kitap ayıracıYeni kitap ayracım. Bir zarfın pullu köşesini üçgen şeklinde keserek elde edildi. Zarf yırtılarak açılmıştı ve başka türlü kullanma olanağı kalmamıştı. Normalde postadan çıkan zarfları küçük kağıtları biriktirmek veya ufak notlar almak için kullanırız evde. Bu kitap ayracının orijinal fikri bana ait değil. Geri dönüşüm fikirleri paylaşan birinin sitesinde rastlamıştım. Bir zarftan dört köşe çıkarılabilir. Bir evde aynı anda dört kitap okunuyorsa mesela...Sonra küçük, sevimli armağanlar olabilir bunlar. Daha sıkıcı zarfların köşeleri küçük, kısa şiirlerle, renkli minik çizimlerle süslenebilir. Hepsi yaratıcılığa kalmış. Bir zarf köşesiyle dünya kurtulur mu? Kurtulmaz belki. Yine de kullandıkları her şeye "yeniden nasıl kullanabilirim, nasıl dönüştürebilirim?" diye bakan insanlar olduğunu bilmek güzel.
*
Malta'nın yağmurlu mevsimi başladı. Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece yer, gök, deniz birbirine karıştı diyebilirim. Camdan yağan yağmuru seyretmek güzeldi ya, umarım kimse denizde mahsur falan değildir demeden de duramadım. O akşam "sen biraz havalan bakalım" diyerek latin çiçeğini ektiğim saksıyı balkona çıkarmıştım. Ertesi sabah yunmuş yıkanmış sokağı seyrederken farkettim, latin çiçeği de başını çıkarmış topraktan. Mevsimler konusunda o da benim gibi düşünüyor sanırım. Ve hatta liçi de bizimle aynı fikirde. Ufak canlanma belirtileri görüyorum onda da.
*
Kendimi çocukluğumun ilk gerçek kitabı Esrarengiz Ada'nın kahramanları gibi hissediyorum. Düştükleri ıssız adada içlerinden birinin gömlek cebinde buldukları bir tanecik buğday tanesini ekip çoğaltarak buğday tarımına geçmişlerdi. Hafta sonu inanılmaz bir mucize eseri semizotu bulduk. Türkiye'deyken çok severek yerdim ama Avrupa'da çok az biliniyor ve hatta yabani ot muamelesi görüyor bu başımın tacı. İlk sevinç dalgası geçince semizotlarının çoktan tohuma kaçmış olduğunu farketmek bile kaçıramadı keyfimi. Hemen oraya buraya saçılan minik siyah tohumlarını toplamaya başladım. Neden? İşte Esrarengiz Ada bağlantısı geliyor şimdi. Topladığım tohumları bir saksıya serptim. Semizotu üretimine geçiyorum. Gülmeyin, gülmeyin. Bu semizotu arsız bitkidir. Üstelik kendisi sukkulentler ailesinin değerli bir üyesidir ve bu adada her taşın altından dört mevsim sukkulent fışkırıyor. Hatta semizotunun çiçek açan kardeşlerini süs bitkisi diye yetiştiriyorlar burada. Bir denemeden ne çıkar?
*
Zeytinler oldu, olacak :)

Çarşamba, Ekim 01, 2008

Ben çocukken -5

... başka sokak oyunları da vardı. Mesela kovalamaca, istop, yağ satarım-bal satarım ve köşe kapmaca gibi. İp atlamak ve seksek de mahallemizin demirbaş oyunlarındandı.


Fakat bütün vaktimizi koşturmacalı oyunlarla geçirmiyorduk elbette. Oturarak oynanan oyunlardan en mütevazisi sokaktan bulacağınız uygun taşlarla oynanan beştaş idi. Bu oyunun ustaları zaten taşlarını hiç atmaz, oynayacaklarında evden getirirlerdi. Bir de dört veya beş taş ile kaldırıma kiremitle çizilen bir kare içinde oynanan bir oyun vardı. Onun adını da, kurallarını da unutmuşum.

Sonra kızmabirader, dama, borsa, milyoner, ipucu gibi karton-kart-piyon-taş oyunları vardı. Bu tür oyunları satın almaya belki herkesin gücü yetmezdi. Ama paylaşılarak oynandığından, herkes kendisinde olmayan oyunu da bilir ve zevkle katılırdı. Üstelik bazı oyunları evde yapmak da mümkündü. Bir arkadaşımızın evde kendi çizip boyayarak yaptığı kızmabirader oyunu vardı örneğin.

Böyle deyince aklıma bir öğleden sonra kızkardeşimin bir arkadaşında görerek yaptığı bir oyun geliyor aklıma. O yarım saat içinde yaparken ben de merakla seyretmiştim, sonra da hemen oynamaya başlamıştık.

Bakın, şöyle yapılıyor:
Büyükçe bir kartonun üzerine kurşun kalemle bastırmadan sıra sıra daireler çiziliyor. Bunun için bozuk para kullanmak en kolayı. Kartonun büyüklüğüne göre örneğin 20 daire eninde ve 15 daire boyunda olabilir oyun platformu; kesin bir kural yok. Sonra platformun çeşitli yerlerinde rastgele yukarı çıkan merdivenler ve aşağı doğru kıvrım kıvrım inen yılanlar çiziyoruz. Yılanların başı ve kuyruğu ile merdivenin alt ve üst basamakları birer daireye denk gelmeli. Sonra istediğimiz renkte kalemlerle boyayıp süsleyebiliriz de onları. Yılan ve merdivenlerin altında kalan daireleri iptal ediyoruz; işte bu yüzden bastırmadan çizmiştik daireleri en başta. Kalan daireleri daha kalın bir kalemle koyuca tekrar çiziyor, en alttan başlayarak yukarı doğru her birine sıradan bir numara veriyoruz. Oyunumuz hazır!


Şöyle oynuyoruz:
Kendi hazırladığımız oyun platformu dışında oyuncu sayısı kadar piyon (veya değişik renkte düğme, taş vb.) ve bir zar gerekli. Bütün oyuncuların piyonları 1 numaralı dairenin başında konuşlanıyor. Herkes sırayla zar atarak gelen sayı kadar ilerlemeye başlıyor. Her kim bir merdivenin alt ucunun değdiği daireye denk gelirse onun yükseldiği daireye kadar çıkabilir hemen ve her kim bir yılanın ağzının olduğu daireye denk gelirse tıpış tıpış kuyruğunun olduğu daireye kadar geri dönmeli ve oradan devam etmeli oyuna. Zarda gelen sayı kadar ilerleyip, merdivenler tırmanarak ve yılanlardan kaçarak (veya kaçamayarak!) kim ilk önce ulaşırsa son daireye, oyunu da o kazanmış olur.