"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Cuma, Aralık 30, 2011

Hakkimda...

Đëjάώυ'cugum :)
Hakkimda daha önce anlattiklarim ile bir blog dolusu ettigim laf bir yana,



1)Seviyorum:
annelik sapkasini takabilmek icin basindaki diger tüm sapkalari cikarmasi gerekmedigini bilen anneleri seviyorum
emzirme sorunlarini anlatirken araya dünya ahvali postu sıkıstırabilen blog annelerini...
hatta cocuk sahibi oldugunu üc bes yazi sonra ancak farkettigim blog annelerini...
"ben senden önce bir hictim evladim, yasamim seninle bir anlam buldu" demeyen anneleri...
seviyorum hepsini.
(  itiraf ediyorum 3-4 ay önce bir sosyal mecrada paylasmistim bu fikirlerimi. simdi kopyala-yapistir yapiyorum ;)  )

2)Şaşırıyorum:
Sokakta, bakkalda, kuaförde kendi aralarinda Türkce konusurken araya "Ah soo!" sıkıştıran, konusmanin sonunda "Tschüsss!" diyerek vedalasan Türklere rast gelince şaşırıyorum. "Öyle mi?" ve "Hoscakal"i hangi derede suya düsürdüler merak ediyorum. Bunun burada fazla yasamislikla ilgisi yok. Türkiye'den geleli üc hafta olmuslar da yapiyor; 30 yildir burada yasayip, üc kelime Almanca ögrenmek icin ugrasmamislar da... Ilginc bir bilingual fenomen oldugunu düsünüyorum.
("Hangi derede suya düsürdüler" diye bir deyim var mi? Galiba ben uydurdum bunu simdi...)

3)Mutlu oluyorum:
Oglum yaptigim herhangi bir palyacoluktan hoslanip kıkır kıkır gülmeye basladi mi, cok mutlu oluyorum. Icim hafifliyor, sanki bir anda gökler aciliyor, ben hafifleyip elli metre yükseliyorum :) O zaman daha da cok gülsün diye onu gidiklamaya basliyorum. Gidiklarken bir taraftan "neşe küpüm benim,  neşe küpüm benim" diyorum :)

4)Soruyorum:
Dogdugundan beri aksatmadan belli araliklarla "Söyle bakalim, neden bu kadar tatlisin sen?" diye soruyorum. Baslarda tabii sadece yüzüme bakardi. Konusmayi ilk ögrendigi siralar ellerini acar "bilmiyorum ki" derdi. Simdilerde ne zaman sorsam "cünkü tatli seyler yemeyi seviyorum" diyor. On, yirmi sene sonra sorsam ne yanit verir, merak ediyorum :))

5)Bilmiyorum
Telefon caliyor. Basina gidip arayan numaraya bakiyorum. Kimin aradigini anliyorum. Yine de telefonu "merhaba X..." diye degil; "Alo ??" diye aciyorum. Niye böyle yaptigimi bilmiyorum :)

6)Okuyorum:
Ne zaman kendimi kötü hissetsem ya bir doga/bitki kilavuzu ya da Robert Fulghum okuyorum.

7)Merak ediyorum:
Ankara'da büyüdüm. Ankara'yi seviyorum. Istanbul'un en cok Ankara'ya dönüsünü severim. (Bu arada bir iddiyaya göre bu lafin orijinali Brecht'e aittir ve tabii ki Istanbul ve Ankara'dan bahsetmiyordur.) Her yil büyük bir mutlulukla gidiyorum Ankara'ya. Ama benim Ankara'mi bulamiyorum. Oraya bakiyorum, buraya bakiyorum, yok her sey degismis, bulamiyorum. Nereye gitmis merak ediyorum. Ben nereliyim, nereye aitim, merak ediyorum. 

Ikinci mimde yeni yildan 12 dilekte mi bulunacaktik? Tuhaf ki, aklima klasik "saglik, mutluluk, huzur, vb"dan baska bir sey gelmiyor. Buyursun nasil olmasi gerekiyorsa öyle gelsin, basimin üstünde yeri var.

Senin hakkinda bilmem gereken seyler nelerdir?
"Sana" diyorum, evet :)
Ister blogunda yaz, ister yorumlarda :)
Ister mail yaz, ister mektup :)
Beklerim.

Çarşamba, Aralık 28, 2011

Basit Bir Yasam'dan yeni yil armagani!

Bu güzelligi sık sık yaparim ya,
bu kez yilbasina özel yapiyorum,
paketledim de o yüzden bir güzelce:

~~~~~~~~***~~~~~~~~~~
In spareness, you find enough.
~~~~~~~~***~~~~~~~~~~

Salı, Aralık 27, 2011

Kusura bakma, ben yine yazdim...

Biraz dertlesmeye ihtiyacim var. Kahve de yaptim, gelir misin? "Yok, ben bu ara kahve icemeyenlerdenim" dersen sana rezene cayi, malt kahvesi falan da yapabilirim ;)

Bazen anne sütü, emzirme , vb. konularda yazdigimda biraz huzursuz oluyorum. Disarida emzirmeyi cok istemis oldugu halde, kimi aksilikler yüzenden emzirememis anneler var. Onlari üzer, kizdirir, yersiz yere vicdan hesaplasmalarina yönlendirir miyim diye... Cok benzer bir tecrübem var cünkü. Oglum ilk dogdugunda sütüm yetmemisti ve ben sadece anne sütüyle beslemeyi cok istememe ragmen mama takviyesi gerekmisti. Ne yaptim, ne ettiysem süt miktarini arttiramadim. Oglumu neredeyse saatlerdir emzirdigim ve gögüsten uzaklastirdigimda hala mizildadigi bir aksamüstü artik ben de umutsuzlukla mizildayip aglamaya basladim. Iceride bir yerde "yok, herkesin harci degilmis bu, demek ki ben o uzun uzun emzirebilen kadinlardan degilmisim, olmayinca olmuyor" duygusu yükseliyordu bir süredir ve artik disari vuruyordum. Esim gelip yanima oturdu ve elini omzuma koydu. Günlerdir debelendigimi görüyordu ama sorunun kökeni, sebebi, cözümü konusunda tamamen bilgisizdi tabii ki. Bana "Üzülme, gecici bu, cözülecek sorun. Bizim cocugumuz anne sütüyle büyüyecek" dedi :) Itiraf edeyim ki, sasirdim. Sanirim ben teselli cümlesinin "Üzülme, olmazsa da olmaz, öyle de böyle de büyür bu cocuk" olmasini bekliyordum :) Sorunun benim acimdan büyüklügünden habersiz, emzirmenin dinamikleri hakkinda bilgisiz, tamamen iyi niyetle isin özüne dokundugu sözleri iyi geldi bana. Ormanda bir yol ayrimina gelmistim; birinden gitmeyi cok istememe ragmen digerine dogru cekiliyordum.Orasi ya da burasi. Anne sütü ya da mama. Sadece bir adimdi söz konusu olan. Adimimi bugün bildigin patikaya dogru attim. Adimini diger patikaya dogru atmis annenin kalbine cok yakin bir yerde durdum. Ona söyleyecek tek bir olumsuz sözüm bile olamaz. 

Disarida emzirmeyi falan istememis ve cocugunu en basindan mamayla beslemis anneler de var. Kisisel tercihler, yasam tarzlari, bilmedigimiz parametreler rol oynamis... Sahsen onlarla da bir problemim yok. Yazdiklarimdan onlara yönelik bir suclama anlami cikmasini da istemiyorum. En uc örneklerinden birini hastanede tanimistim. Dogumdan sonra oda arkadasi olmustuk. Hemen bir ay sonra calismaya baslayacagi icin emzirmeye baslamanin anlamsiz oldugunu düsünmüs, bebege kolostrumu bile cok görerek dogumdan hemen sonra süt salgilamayi engelleyen bir hormon almisti. Tek doz, geri dönüsü yok. Süt istemiyor. Nokta. Öyle demisti. Bunun disinda iyi biriydi -tabii ki baska nasil olacakti ki-  ve eminim sonradan iyi de bir anne olmustur.

Simdi bunu deyince belki tuhaf gelecek ama benim mamalarla da pek büyük bir sorunum yok. Ogluma verdigim dönemlerde mamayi acik ve secik sekilde kiskandigimi cok iyi animsiyorum. Onun onbes dakikada verdigi tokluk duygusunu saatler boyu emzirip verememek yaralayici bir duyguydu. Bir taraftan seviniyordum da iyi ki mamalar var diye. Yoksa nasil besleyecektim oglumu? (Tabii ki sonradan mamasizligin o kadar da büyük bir cözümsüzlük olmadigini ögrendim, fakat bu baska bir hikaye).

Bütün bu hikayede kizgin oldugum tek sey, bir tür zihniyet. Ne tür bir zihniyet? Su tür bir zihniyet.
Yazida gecen hemen her ifade ibretlik, üzerinde düsünüp konusmalik. Gün olur kaldirirlar yayindan diye, alintilamali. Cünkü yazi kaybolsa da, bu zihniyet kolay kolay kaybolmayacak gibi. Hep aklimizda olmali. Iste bu yüzden, n'olur kimseler üstüne alinmasin, gücenmesin, üzülmesin, kizmasin, kendi kararlarini rasyonalize etmeye de calismasin ama ben oglumla emzirme faslimiz kapanali bir yila yaklasmasina ragmen, bu konularda yazmaya devam edecegim. Sirf bu zihniyete karsi uyanik olabilelim diye...

*

Basliyorum:
“Türkiye’de iki yıl üst üste yüzde 40 büyüdüğümüz taktirde bebek maması alanında yatırım yapabilecek konuma geliriz. Türkiye’deki 0-1 yaşındaki bebeklerin yüzde 75-85’inin bebek maması kullanabilir duruma gelmesi demek. Biberon maması üreten bir fabrika açabiliriz. Türkiye’de bebek başına mama tüketimi 10 kilo. Ülkemizde bebek mamaları alanı hâlâ bebek aşamasında. Yatırım için teşviklere de bakıyoruz” dedi.


Türkiye'de üst üste iki yil dogum oranlarinda %40 artis olmadigi sürece bu lafin ucunun nereye gittigi belli. Türkiye'de 0-1 yasindaki bebeklerin yüzde 75-85'inin bebek mamasi kullanmasi bebek mamasinin normalize edilmesi demektir. Bebek mamasi normal degildir. O yüzden, üreticisi her ne kadar baska türlü tatli rüyalarin kucaginda da olsa, bebek mamasi üretimi her ülkede, her toplumda bebek (yani emekleme) asamasinda kalmalidir. Nasil ki sezaryen aslinda bir kurtarma operasyonuysa, bebek mamasi da bir kurtarma cözümüdür ve öyle algilanmalidir. Bebek mamasi icin tesvik veren devlet, kendi resmi "emzirme dostu" politikalariyla celisiyor demektir.


Türkiye’deki annelerin yüzde 80’i bilinçsizlikten, yüzde 20’si de pahalı bulduğu için mama almıyor.


Burada "Bilinc"ten kastedilen nedir, anlamak zor. Bana kalirsa ben bilincli bir anne sayilirim, mama maliyetini de bir sorun olarak görmüyorum. Buna ragmen mama kullanmaktan kurtulmak icin ne gerekiyorsa yaptim; yine yaparim. Anne sütü gibi dogal, yapayindan her acidan üstün, ekonomik ve pratik bir ürün dururken neden mama alayim? Kanunen söylenemeyecegi icin satir aralarina sıkıştırılan "emzirmek bilincsiz, egitimsiz ve gelir düzeyi düsük ailelerin secimidir" vurgusuna diyecek söz bulamiyorum. Elbette sözün sahibi "ben bunu demek istemiyorum" diyebilir. Sözün sahibi bulundugu pozisyon ve calistigi sektör itibariyle ettigi her lafin ucunun nereye gittiginin farkinda olmalidir, yoksa koltugunu dolduramiyor demektir.  



“Anne sütü altındır. Biz onunla yarışmıyoruz sadece ona yaklaşmaya çalışıyoruz. Türkiye’de bebeklere anne sütü verme oranı yüksek ama daha iki aylıkken diğer gıdalar veriliyor. İlk 6 ay sadece anne sütü vermeli. Ama anne sütü yoksa bunun yerine inek sütü, pirinç unu veya bisküvi gibi geleneksel ve beslenme açısından son derece yanlış ürünler tercih ediliyor.”


Kanun onu böyle konusmaya mükellef kildigi icin böyle diyor. Yoksa yazi basinda bahsi gecen %40 artis, %75-80 gibi oranlardan bahsetmezdi. Ikisi arasinda celiski var. Ama dogru söylüyor. Hatta eksik söylüyor. Ilk alti ay sadece anne sütü. Devaminda da devam sütü  ya da mama falan degil, mümkün oldugunca uzun süre ek gidalara eslik edecek sekilde anne sütü. Devletin tesvik paraciklarinin gitmesi gereken yön de budur. Aileleri anne sütünün yararlari konusunda bilgilendirecek, olasi emzirme sorunlarinda sonuna dek destekleyecek sistemlerin, uygulamalarin yayginlasmasi... Anne sütü GSYH'ya gözle görülür, somut bir arti puan olarak dönmez, mama fabrikasi döner. Devlet bunu bilir, mama üreticisi de bilir. O yüzden mi "daha cok mama tüketilirse, senin ülkende fabrika acarim güzel devletcim, geregini sen bilirsin" mealinden haberler gazetelerde arz-i endam eder? 


Kurdukları ‘anne danışma hattı’nı ayda 10 bin kişinin aradığını belirten .... şöyle konuştu: “Bunların sadece yüzde 3.5’i babalar. Türkiye’de bebek hastaysa veya ağlıyorsa babalar ilgileniyor. Bebek usluysa babalar bakımıyla hiç ilgilenmiyor. Bebek iyi olduğu sürece aileler doktora götürmüyor. Oysa fiziksel gelişimi tam mı diye incelenmeli. Anne danışma hattı sebze çorbası tarifinden bebeğin aylık gelişimine pek çok konuda annelerin hayatını kurtarıyor.”


Babalar niye aramiyor? endisesini simdi böyle durup dururken biraz süpheli buldum. Babalar kadin vücudunun cocuk besleyebilme becerileri ve bunun isleyis mekanizmalari  konusunda bilgili degildir. Suc degil, eksiklik degil, nitekim biz zamane kadinlari bile bilmiyorduk, dogurunca ögrendik. Babalar daha kolay ikna edilir mamaya gibi bir hesap mi var? Ya da bu "ortada bir sebep yokken bile doktora gidin" tavsiyesi neyin nesi?  "Cocugunuzun beslenme geriligi ortaya ciksin, ipin gerisini zaten biz doktorla bagladik" der gibi gibi... Orada cok farkinda olamadigimiz bir niş market ya da ilginc bir market dinamigi mi sözkonusu? Cözemedim. Artik bu kadar talihsiz aciklamalar karsisinda ben de paranoyaklasiyor olabilirim. Bu kadar kendi bindigi dali kesen bir advertorial okumamistim hic dogrusu...  Danisma hatti annelerin hayatini kurtariyordur mutlaka. Ana-cocuk sagligi devletin öncelikli konularindan olmazsa, toplumsal paylasim ve sivil inisiyatifi eline alma hareketleri olmazsa, anne saglikli sebze corbasinin nasil yapildigini ögrenecek baska kaynaklar bulamazsa, o acigi da pazar kapatir, kapatirken kendi cikarlarini da gözetir tabii ki...  


Yeri gelmisken aklima gelen bir soru: Türkiye'deki mama firmalari onlara yazili da olsa bir soru yönelttiginde "Telefonunuz neydi, biz size dönelim, telefonda sorularinizi daha detayli yanitlayabiliriz hem" diyorlar hemen. Hatta "sagolun, yazili olsa da olur" deyince israr ediyorlar öbür türlüsü icin. Denedim, biliyorum.  Oysa ayni firmalarin Almanya'daki merkezleri sorulari yazili aliyor ve yazili yanitliyor. Internet üzerinden almissa internet üzerinden, postayla almissa postayla.  Neden Türkiye'de yaziya dökülmemis, sohbet havasinda yürüyen danismanlik tercih ediliyor?

Türkiye’de annelerin yüzde 40’ında demir eksikliği var. Türk anne çok stresli. Kocasının iş durumunu düşünüyor. Ortalama 3.5 çocuğu var. İyi beslenemiyor, çocuklarını da iyi besleyemiyor.


Eee? Mama cözümü mü bunlarin? Burada ciddi toplumsal sorunlardan bahsediliyor. Mama üstüne yara bandi bile olamaz onlarin, nerede kalmis ki kökenine inip asil sorunu cözsün. "Ee, mama üretecisi  cözüm bulacak degil ya onlara, o olani söylüyor" diyeceksin ya, bunlari bebek/cocuk nüfusunun geneline mama yayginlastirmak icin gerekce olarak sunmak da biraz gülünc olmuyor mu? "Madem iyi beslenemeyen, stresli anneleri yüzünden anne sütü ve saglikli, dogal gida bulamiyorlar, öyleyse mama" der gibi, "ekmek yoksa, pasta yesinler" der gibi...   ??


“Organik meyve çok aradık ama bulamadık. Türkiye’de sadece organik elma bizim standartlarımıza uygun çıktı. Diğer meyveleri Poyonya, Çek Cumhuriyeti, Hollanda‘dan alıyoruz”


:)) Meyve üreticim sana söylüyorum, aklini cocugunu organik beslemekle bozmus sehirli, modern, cok bilincli, entel dantel annem sen anla :)) Bizim meyve pürelerimizde kullanilan bütün meyveler organik. Bekleriz efenim :)) 


Saka bir yana, ben de cocugumun ek gidalara gectigi dönemde organik meyvenin bulunmadigi bir ülkede yasadigimiz icin, bir organik üreticinin bebekler icin hazirlanan meyve pürelerinden almistim. Demeter sertifikali falandi. Bir taraftan da emzirmeye devam ediyordum. Ama konu o degil. Türkiye'de setifikali ya da sertifikasiz, dogal tarimla ugrasan, büyüklü kücüklü bir dolu girisimci var. Mama üreticisi onlari destekler, "bütün meyveleri bizim kriterlerimize uyar sekilde Türk üreticilerden aldigimiz bir meyve püresi fabrikasi hayali kuruyoruz, bunun icin üreticilerle yakin calismaya , ortak proje gelistirmeye haziriz" dese ne güzel olur, gayet kazan-kazan bir cözüm olur. Meyve üreticisi, firma, anne, bebek, toplum , devlet, herkes kazanir ....

Türkiye’de yüzde 98 oranında bebeklere anne sütü veriliyor.
Eger dogruysa, yasasin! Aynen böyle devam :) Eger, yanlissa, mamayi bosverin, orani arttirmaya bakalim :)

Bebeklerin yüzde 99.7’si en az bir kez anne sütü alıyor.

Yüzde kaci daha hastaneden cikmadan hemsire, doktor ve ebeler tarafindan güvensizlige bogulan annelerinin stesle azalan sütü yüzünden sütsüz kaliyor?

Yüzde kaci kilosundaki artisin elbette azalmasi gereken dönemlerde "kilo artisi düstü, mama" diyen uzmanlarca ve onlarin endiselendirdigi yakin cevrece anne sütünden ediliyor?
Yüzde kaci gayet emzirebilecek anneleri, son derece basit , temel teknik ve bilgilerden uzak kaldi diye mamayla bulusuyor?


Yüzde 60’ı 12 aydan sonra da anne sütüne devam ediyor. Bu dünyadaki en yüksek oran. 

Dogruysa, cok mutlu oldum. Bu kadar engele, tuzaga, köstege, strese, eksik beslenmeye, ekonomik probleme ragmen demek hala %60 oraninda anne bir yas sinirini emzirerek gecebiliyor. Bravo dogrusu! Türk annelerine madalya takmali.



Türkiye’de 1.3 milyon bebekten sadece yüzde 10’u sağlıklı besleniyor.  
Kime ve hangi kritere göre saglikli? 


Bebeklerine süt verme nedenlerini kadınların büyük kısmı “Kuran’da yazıyor veya kaynana baskısı” olarak açıklıyor.

Satir arasina sıkışanlar: "Ama sen dinci ve kaynana lafina bakan bir koyun degilsin, degil mi ?" :)



Mama satışlarının sadece yüzde 20’si Doğu’da gerçekleşiyor.
Demek ki Bati'daki annelerin de, Dogu'daki annelerden ögrenecegi üc bes sey var.


*

Pazar, Aralık 25, 2011

Çömeliniz hanımlar, beyler!

Bir doktor muayenehanesi düsün. Kapidan ilk girdiginde her sey normal. Kabul bankosu orada, sekreter arkasinda mesgul, koridor boyunca duvarlara asilmis fotograflar. Bekleme odasi da bildigin gibi. Koltuklar, sandalyeler, duvarda ilginc resimler, sehpada okumak icin dergiler...

Bekleme odasina gecip oturuyorsun. Eline bir dergi alip karistirmaya basliyorsun. Dergi ardina dergi... Cok hasta var. Sıkılmaya başlıyorsun. Çıkıp koridorda biraz volta atmaya basliyorsun. Duvardaki fotograflar ilginc gercekten. Doktorun egzotik kültürlere ilgisi oldugu hissine kapiliyorsun. Bağdaş kurup oturmus bir seylerle ugrasan bir Amazon yerlisi... Geleneksel giysi (ya da giysisizligiyle) ve süslemeleriyle dikilen bir Afrika yerlisi; ciplak ayaklari kirmizi topraga bulanmis... Basinin altina alcak, ahsap, tabureye benzer bir seyi yastik gibi almis, topragin üzerine uzanmis uyuyan bir Hintli...

Bu sirada doktorun sekreteri kabul bankosunun arkasindan cikiyor. Ayaklari corapli ama ayakkabi yok. Gayet ev hali yani :) Aslinda sasiracak büyük bir sey de yok diyorsun. Bu ülkede özellikle genc, ögrenci ve alternatifler arasinda yazin sicak günlerinde ayakkabisiz, ciplak ayakla sokaklarda dolasmak aliskanligi var. Belki o da onlardan biridir.

Muayene odasina aliyorlar. Doktor az sonra gelecek, böyle buyurun. Kapi arkandan kapaniyor. Odada sandalye olmadigini farkediyorsun. Tuhaf sey, bir muayene odasi sandalyesiz olur mu? Herhangi bir sebepten alip geri getirmeyi unutmus olacaklar... Doktor sandalyesinin olmasi gereken yere bakiyorsun. Orada sadece  yüksekligi ayarlanabilir bir tabure var. Eh, bu da ilginc bak.

Ayakta beklemenin verdigi tuhaf ic huzursuzluguyla, elini kolunu nereye koyacagini bilemeden dikilmeye basliyorsun. Doktor gecikiyor. Cok can sıkıcı bir durum. Gelip de taburesine oturdugunda sandalyesizligini en nazik nasil ifade edecegini düsünüyorsun. Sen söylemeden o farkedecek gerci. Tuhaf, gercekten tuhaf...

Dikilip duvarlari seyretmeye basliyorsun.  Doktor taburesinin oldugu duvarin arkasinda bir fotograf var yine. Egzotik ülkelerden degil, Japonya'dan. Gayet metropol halli bir yerde, bir otobüs duraginin  fotografi. Iki kadin ve bir adam görülüyor durakta. Bir de bos bank. Hayir hicbiri oturmuyor. Iki kadin ayakta dikilmis sohbet ediyorlar. Adam kenarda yere cömelmis, kollarini kavusturup dizlerine dayamis, etrafi seyrediyor. Durusunda gayet Anadolu köylülerini animsatan bir sey var diyecekken tam...e, tabii, cömelmis :) Anlar gibi olmaya basliyorsun.

Derken doktor cikip geliyor. Elindeki hasta dosyasi ve kendine güvenle gelip elini uzatisi olmasa doktor oldugunu anlamayabilirdin yalniz. Üzerinde düz beyaz, kisa kollu bir tisört, krem renkli bir bermuda pantolon var. Ayaklari ciplak. Ciplak derken, yani gercekten. Ayakkabi yok, corap yok.

Hayal gücümü falan calistirmiyorum. Ben gercekten gittim böyle bir muayenehaneye. Elini sıktım böyle bir doktorun. Muayene görüsmesi oracikta, ayakta dikilerek yapildi. Doktor sonunda receteyi yazmak ve notlar almak icin bilgisayar kullanmasi gerektiginde, hayir, tabureye oturmadi. Onu dizlerini dayayip, bilgisayara daha  rahat egilebilmek icin kullandi.

Rutin görüsmenin sonunda konu bir sekilde arkasindaki fotografa, cömelmis Japon'a ve onun bize bir sey söylemek isteyip istemedigine geldi ;) Doktor anlatmaya basladi:

Biz modern dünyanin insanlari oturup kalkmamizda, hareketlerimizde ve hareketsizligimde anatomimize aykiri seyler yapiyorduk. O (doktor yani) meslegi icabi bu türden hatalari düzeltip, tedavi etmekle sorumlu oldugu icin biliyordu bunu. Ayrica ilgi duyup arastirdikca geleneksel toplumlardaki dogrular dikkatini cekmeye baslamisti.

Insan bedeni, uzun süreler boyunca bacaklarimizi asagiya sarkitip yüksekce düzlemlerde (koltuk-sandalye yani) oturmamiz icin yapilmamisti. Insan bedeni yürümek ve hareket etmek icindi. Bir arastirmaya göre bir Tas Devri insani günde ortalama 17 (kimilerine göre daha da fazla!) km yürümekteydi. Modern insanin bir günde yürüyerek katettigi ortalama mesafe 1 km bile degil. Ilkel toplumlarda insanlar modern toplumlardakinden daha cok yürürler. Iklime bagli olarak ayaklarinin bastigi zeminle temasini kisitlayan, ayagi anatomik acidan normal durusundan fakli sekillere sokan ve havasiz kalmasina yol acan ayakkabilar giymezler.  Varacaklara yere ulastiklarinda ayakta dikilerler ya da cömelirler. Uzun zaman oturacaklarsa yere bagdas kurarlar. Modern insanin ne yaptigi ise malum. Her gün yapiyoruz. Yapmadigimiz anlar yaptigimizdan daha az denebilir. Su anda senin yaptigindan da, kendi yaptigimdan emin oldugum kadar eminim :) Konu hatta dönüp dolasip -belki de benim bir Turca olmam sebebiyle, ama benim yönlendirmemle degil kesinlikle :) - alaturka tuvaletin yararlarina geldi. Ilkel toplumlarda da, pek cok Dogu toplumunda da, o önemli, büyük is cömelerek görülür(dü). Modern toplumlarda ise oturarak. Oysa cömelme pozisyonunda bagirsaklar daha kolaylikla ve tam olarak bosalir. Bu yüzden Bati toplumlarinda kalin bagirsak ve rektal sorunlar dünyanin diger yerlerinden daha cok görülür. Dedi doktor. Bebekler ve kücük cocuklar bunu bilirler. Bebekler yatar pozisyonda bile kakalari geldiginde bacaklarini karinlarina cekerler. Kücük cocuklar gidip bir köseye cömelirler. Dedi doktor. Günlük yasamimizda en azindan daha az oturmak, daha cok yürümek, vücudumuzu daha cok hareket ettirmek ve anatomimize daha uygun dinlendirmek  icin kücük düzenlemeler yapabiliriz. Dedi doktor.

Doktor muayenehanesinden duyduklarimin saskinligiyla ciktim. Gayet akla yakin seylerdi tabii ki söyledikleri. Sadece Batili egitim almis birinin agzindan duymak tuhaf geliyordu. Eve gidince uygulamaya basladim. En kolayi terlikleri cikarmak oldu. Zaten cocuklugumdan beri sevmezdim :) Sonunda  "doktor tavsiyesi" gibi sıkı bir bahane bulmus oldum. Artik yazin evde ince bir corapla ya da corapsiz, kisin corap üzerine Anadolu usulü bir patikle ama her durumda terliksiz dolasiyorum. Disarida ayakkabilarimi cikarmak konusunda hala cesaretim yok ama doktorla tanismamdan öncesinde bile topuklu ayakkabi giymeyi birakmistim. Yasamimin en yerinde kararlarindan biridir. Son yillarda daha cok nehir kiyisi gezilerinde, pikniklerde ciplak ayakla cimenler üzerinde dolasmaya calisiyorum.

Özellikle bilgisayar basinda oturmak yerine bir dönem dizlerimin üzerinde dikilerek bilgisayar kullanir oldum. Evet, bu cok rahat bir pozisyon degil. Dizlere yükleniyor. Ama böyle olmasi daha iyi. Insanin bilgisayar basinda isini kisa tutmasina yol aciyor :)) Son zamanlarda bu huyumdan vazgectim. Yazilarimin uzayan boyutundan anlasilacagi üzere. Yine baslamak istiyorum.

Gittikce daha cok yerde oturur, cömelir oldum. Zaten insanin kücük bebegi, cocugu varsa  zamaninin cogunu yerde gecirmeye basliyor. Ben sadece bunu bilincli ve tutarli olarak yapmaya basladim. Sincapla oyun zamanimizin cogunu yerde geciriyoruz. Bazen artik o evde yokken bile, bir an oturmam gerektiginde cömeldigimi ya da yere bagdas kurarak oturdugumu farkediyorum. Ilginc olan sincap da seviyor bagdas kurmayi. Bu anaokulundaki standart oturma sekilleri. Sabahlari halka seklinde toplandiklari rutin bir bulusmalari var ve bagdas kurarak oturuyorlar. "Sana bir sey gösterecegim, gel, bak" dedigimde otomatik yanima gelip yere bagdas kuruyor :)  Oturma odasinda bir sey yiyeceksek kücük bir sofra bezi üzerinde yerde yiyoruz. Dökme sacma riskine karsi ayni zamanda.

Cocuklugumda yer sofrasinda yemek yenen evlerde cok bulundum, yerde cok yemek yedim. Aliskinim bir taraftan ve diger taraftan tatli cocukluk anilarinin canlanmasi hosuma da gidiyor :) O evlerde ayrica oturmak icin ince bir minder ve sirtini dayamak icin ici saz ya da samanla dolu sert bir arkalik olurdu. Insanlar buna bagdas kurma ile cömelme arasi bir degisik sekilde otururlardi. Ben bu oturma seklini merakla taklit ederdim ve yerde oturmanin en rahat sekillerinden biri oldugunu kesfetmistim. Simdi oturmus bunlari bin yil öncesinin unutulmus adetleri gibi yaziyor olmam da bir tuhaf dogrusu.

Artik otobüslerde ya da benzer yerlerde bos koltuk olsa bile daha az oturuyorum. Agirligimi herhangi bir tarafa vermeden dengeli bir sekilde dikiliyor ya da ortam uygunsa kücük voltalar atarak beklemeyi tercih ediyorum. Ilk tanistigimiz zamanlarda esime "bos koltuk var, otursana" demekten bir hal olmustum. O da "bugün cok oturdum zaten, biraz da dikileyim" derdi hep. Meger bir bildigi varmis :))

Yürümek ise ailecek en sevdigimiz seylerden biri. Ben cok ve hizli yürüyen bir babanin kiziyim; bütün ergenlik dönemim Ankara sokaklarinda babama yetisebilmek icin pesinde kosturmakla gecti. Bu yüzden gayet idmanliyim ve hizli yürürüm :D Iki saatlik ritmik bir yürüyüsün omurgam üzerindeki etkisini aninda, somut bir sekilde hissediyorum: Boyum uzuyor :)  Kisin biraz oyunbozanlik etsem de yazin mümkün oldugunca her yere yürüyerek gitmeye calisirim.

Doktor beyin anlattiklarini böylesine yasamima entegre etmis yasayip giderken 1,5 yil kadar önce internette "Cömelmek sagliktir" baslikli bir yaziya rastladim. Haliyle baslik ilgimi cekti, hep yazmak istedigim yazinin özetiydi :) Hemen okudum. Yazida bagirsak sorunlari ve omurga sorunlari disinda bir sorun daha cömelmeyisimize baglaniyor: Normal doguramamamiz (Elbette bunun baska sebepleri de var. Uzun ve detayli bir konu). Bu tespit bende hemen bir cagrisim yaratti. Cömelmek gercekten de dogurma pozisyonu. Hamileligimin son haftalarinda gittigim dogum hazirlik kursunda ebemiz bize sürekli cömelerek  esneme hareketleri yaptiriyordu. Egzersizlerin birinde daire seklinde dizilip cömeliyor ve ellerimizle ayak bileklerimizi kavrayip kücük adimlarla odayi bastan basa dolaniyorduk. 15 dev göbekli kadinin penguen ya da ördek gibi badi badi sallanarak ilerlemesi görülmeye degerdi. Ebe bize bu egzersizleri doguma kadar evde de yapmamizi söylemisti.

Dogum basladiginda takip ettigim Alman gruplarindaki annelerin tavsiyesine uyarak sancilarin dayanabilir oldugu süre boyunca evde kalmayi tercih ettim. (Ama ben sana bunu tavsiye etmiyorum. Her dogum farklidir. Ic sesine uy). Böylece toplam 6 saat süren dogumun ilk 3 saatini evde gecirdim ve icgüdüsel olarak her sancida dogru bir pozisyon bulmaya calistim. Uzanmak ya da oturmak sancilari berbat bir sekilde arttiriyordu. Cömelmek, bir duvara dirseklerine kadar dayanarak sirtini esnetmek ve bu pozisyonda dikilmek, bir de diz ve dirseklerinin üzerinde yüzükoyun dikilmek (dört ayak üstünde, bir kedi gibi) sanciyi azaltan rahat pozisyonlardi. 3 saatin sonunda "artik zamanidir" deyip hastaneye gittik. Yaptiklari ilk is beni bir gözlem odasinda sirtüstü yatirip adini unuttugum su ünlü makinaya baglamak oldu. Bundan sonra dogumun bitimine dek yatakta dogrulmama bile izin vermediler. Sanciyi daha kolay atlatacagimi sezerek icgüdüsel olarak dogrulmaya kalkistigimda, ebe telasla odaya dalarak "kayit bozuluyor, kayit bozuluyor!" dedi ve pozisyonumu "düzeltti". Gaaayet kayit altina alinmis bir dogum yapmis oldum böylece. Bana kalsa, modern tibbin kalelerinden birinde dogursam da, pozisyon acisindan daha "ilkel" bir dogumu tercih ederdim...

Bazen bir toplanti organize ettigimi hayal ediyorum. Kapiyi acip disarida bekleyen katilimcilari iceri davet ediyorum. Bos odaya bakan gözleri saskinlikla bana dönmeden az önce "Çömeliniz hanımlar, beyler" diyorum :)

Verdikleri tepkiyi izlemek eglenceli olurdu. Sanirim herkes bir an duraksardi. Sürü psikolojisinden daha kolay kurtulan bir ikisi, sanirim ertesi gün arkadaslarina anlatacak eglenceli bir sey bulmus olmanin da heyecaniyla cömelirdi. Cogunlugun ne yapacagini cok kestiremiyorum.  Sanirim saglik sorunlari gerekcesiyle cömelemeyeceklerini bildirenler olurdu. Onlara tabii sandalye tedarik ederdik. Bir de hicbir sart altinda cömelmeyeceklerini bildirenler olurdu diye düsünüyorum. Hatta bu yüzden toplantiyi terketmeyi tercih edenler... Onlara giderlerken önceden hazirlamis oldugum bu yazinin fotokopisini takdim ederdim :) Kalanlara ise toplantinin uygun bir aninda... Toplantiyi baslangicta terketmis olanlara yaziyi daha sonra tek baslarina kaldiklari, sakin bir anda rahatca koltuklarina kurulup sonuna dek okumalarini tavsiye ederdim. Tavsiyeme uyarlarsa, onlar bile, evet sanirim onlar bile,  o an yerlerinden kalkip cömelirlerdi :)

*
Dipnot:  Bir yil önce bu yaziyi yazma niyetimden bahsettigimde "...bedenin oturmak için dizayn edilmediğini, eskiden filozofların da düşünürken yürüdüğünü, yürüyerek düşündüklerini söylüyor ve sürekli hareket etmeyi savunuyor, bununla ilgili rahatsız edici videolar hazırlıyor." tanitici cümleleriyle Marcel O'Gorman ile tanismama vesile olan Evren'e ve DogalAnneyim grubunda benzer bir konuyu  tartisarak en az 3 yildir yazmak istedigim konuyu tekrar gündemime tasiyan arkadaslarima tesekkürlerimle... :)

Cuma, Aralık 23, 2011

Bugün ben ellerimle 20-23 Aralik

Bugünlerde ellerimle yaptigim en ilginc üretim asagida söz edecegim duvar süsüydü.

Beste'ye göndermeye söz verdigim kagittan süslemeleri hazirlarken fotografini cekmek aklima geldi. Cok net olmasa da bir seri fotograf elde ettim. Gerekli olan tek sey A4 boyutunda bir kagit ve makas. En iyi sonuc fotokopi ve yazici icin kullanilan standart agirlikta bir kagit ile aliniyor. Ama bence her boyut ve kalinlikta kagit ile denenebilir.

Önce kagidi boyuna ikiye katliyoruz:


Sonra kagidin dis kenarlari orta cizgiye dogru katlaniyor:


Bir sonraki asamada olusan bu iki kapagi bir araya getiriyoruz. Böylece kagidi bir sekilde boyuna dörde katlamis oluyoruz.


Katlama fasli bitti. Simdi kesmeye basliyoruz. Elimizdeki dörde katli kagidi enine yarim cm. lik araliklarla dilimler gibi yapacagiz ama tam kesmeyecegiz. Kagidin öbür kenarina dogru 3-4 mm. kala kesmeyi birakacagiz. Ardindan bu kez tam tersi yönde islemi tekrarlayacagiz. Yani yarim cm. asagidan enine kesmeye baslayacagiz ama kagidin karsi ucuna 3-4 cm kala duracagiz:



Özetle bütün kagidi iste böyle yarim cm.lik araliklarla dilimliyoruz: 


Bunu yaparken ölcülü calismaya gerek yok. Hizlica bir sagdan, bir soldan kese kese gidebiliriz. Son ürün hatalari göstermiyor :)

Tüm kagidi kesip bitirince "acma" ve "esnetme" faslina geciyoruz. Bu asamada 3 ayri türlü süsleme yapabiliriz. Yalniz her seferinde hangisini yapmak istiyorsak bastan karar verip, kagidi ona göre önce enine acmak, kagidi bunun ardindan boyuna esnetmek her seyi müthis kolaylastiriyor, söyleyeyim.

Eger kagidi enine hic acmadan dogrudan boyuna cekerek esnetirsek asagidaki gibi tek hatli, minimalist bir süs oluyor:


Eger kagidi enine bir kat acarsak, yani en basta ikinci asamada katladigimiz durumuna geri getirirsek asagidaki gibi bir süs oluyor:



Eger son kati da acarsak, yani A4 kagidi enine tamamen acar, ardindan boyuna esnetirsek asagidaki desen cikiyor ortaya:


Buradakiler elbette sadece kücük bir bölümü. Tüm süs bir kac metre boyunda oluyor. 29.7 cm boyunda bir kagittan dakikalar icinde metreler boyunda süs cikarmak inanilmaz! :) Son bir sey daha: Bu süsü ögrendigim kitapta son versiyondan bir kac tane yapip yan yana yapistirarak gayet pratik, minimalist ama fonksiyonel bir ofis paravani yapilmisti. Elbette örtücü islevi olamaz ama görsel olarak bir mekani bölümlere ayirabilmek icin harika bir fikir bence :)

Beste, sen yapmasan da olur :) Seninki en kisa zamanda postaya verilecek. Noel'e yetismez ama yilbasina yetistiririz sanirim :)

Bunun disinda sincap Noel tatili dolayisiyla evde. Bol bol elleri calistiriyoruz ki cizgi film basinda pineklemeyelim. Bugün birlikte kek yaptik. Mutfakta beraber yaptigimiz her sey bana rutinin disina cikma hissi ve keyfi veriyor. Bir de dün firinda patates yaparken patateslerin üzerine zeytinyagi gezdirdim ve kasik yerine ellerimle karistirdigimi sonradan farkettim. Mutfakta aslinda pek cok iste arac gerec yerine ellerimi ya da  kas kuvveti gerektiren kücük ev aletlerini kullaniyorum. Icin icin mutlu oluyorum bu duruma. Ellerimin yiyeceklerle daimi kontagi var :)

Ayrica hep eller eller diyoruz. Bacaklardan, gövdeden, bütün vücuttan ne haber? Mevsim bizi eve hapsetme egiliminde. Bir de üzerine 11 gün süren bir grip yüzünden parmagimi bile kipirdatmak istemedim; hadi itiraf ediyorum yeni iyilestim ben aslinda. Iki gün önce günlerden sonra iyi bir yürüyüs yaptim. Sincapla devamini getirmek niyetindeyim.

Dilek projeyi takipte. Beste'den günlük köfte, sarma raporu aliyorum :) Pelin harika pelin ve hindiba resimleri cizmis, o "begenmedim" dese de. Bir sonraki yaziya kadar blogunda yayinlamazsa gönderdigi fotograflari ben buradan yükleyecegim. Bu da son uyarim :)

Baska baska?


Güncelleme:
Handan'cigim! Takvim fikrini ilk duydugumda bayilmistim zaten. Uygulamasini görmek icin sabirsizlaniyordum. Nasil da atlamisim! Gayet güzel bir takim calismasi olmus. Hep beraber ellerimize saglik :D

Perşembe, Aralık 22, 2011

Anne sütü yetmezse...

Bu kez yeni bir sey deneyelim; ben susayim, sen yaz. Var misin?
Konu BBY'a Google aramalari üzerinden en cok ulasan sorulardan biri:
"Anne sütü yetmezse"
"Anne sütünü arttirmanin yollari"
"Sütüm yetmiyor"

Bunlar anahtar sözcükler.
Bunu yazan anneye yanitin ne olurdu?
Ister yorumlara yaz, ister e-postayla gönder ben bu yaziya ekleyeyim.
Ister bildigin iyi internet sitelerini not et, ister motive edici kisisel tecrübelerini.
Ister öneri getir, ister derdini...
Ister felsefe yap, ister pratik ol.
Hatta blog görseli bile senden olsun.

Haydi bakalim, basliyoruz...
-|-

  • TSI ile 12:00 itibariyle acilis nurturia üzerinden annevebebisi'den :) Hakli tespitleri icin tesekkürler
"daha dun burdaki, yeni dogum yapmis arkadas yazdi iste; 2 haftada 600 gr alan ogluna bakan doktor, sut az, 2 ogun de mama ver demis. Bu zihniyetin oldugu yerde kimsenin sutu yetmez :) Ben artik bu konularda yazmaktan, konusmaktan biktim. Cunku bosa konusuyorum.. Her seyden once cocuklara doktorlarin degil, bebek hemsirelerinin, emzirme konusunda uzman ebelerin falan bakiyor olmasi lazim. Doktor dedigin, hastanin oldugu yerde olur. Onlar sorunlari cozmeye, hastaliklari iyi etmeye odakli. Mama firmalariyla anlasmali ya da salak falan degillerse, en azindan meslefi deformasyon yasiyorlar boyle durumalarda :) Ben Tr'de olsaydim, hababam sutumu sagsaydim, bi de haftada bir doktora tasisaydim bebegi, eminim daha ilk gunden mamaya bogarlardi bizim oglani..turkiye'de, sut arttirma yollarindan konusmadan cok once aslinda anne sutunun ne demek oldugunu anlamak ve anlatmak gerekiyor. Bunu insanlar, toplum, yetkililer tam manasiyla anlamadikca, biz 20 sene sonra da hala ayni seyleri konusuyor oluruz.Bence turkiye'de, cok titiz bir anne adayi olmakla ve cocugu "kontrol" icin doktora tasimakla, rahat rahat emzirebilme arasinda ters oranti var..Sutunu arttirmak isteyenler, once cocugu doktora tasimayi kessinler :) Sonra da cevredeki herkese ve hatta iclerindeki vesveselere bile kulaklarini tikasinlar :)"

Çarşamba, Aralık 21, 2011

İyilesmek üzerine...

Bugün canim bir sey yazmak istemiyor. O yüzden uzun zamandir arsivde bekleyen Almanca bir belgeseli yayinlamaya karar verdim. Almanya'nin düzeyine güvendigim kanallarindan birinde (3sat) yayinlandi. Adi Das Geheimnis der Heilung (Iyilesmenin Sirri):




Film modern tibbin alternatif tipla ve geleneksel bilgilerle el ele calisabileceginin örneklerini veriyor.
Modern tibbin umutsuzluguna ragmen, annesinin kuvvetli ic hesaplasmasi sebebiyle yasama tutunan bir bebekten,
Kapanmayan ruhsal ve bedensel yaralarindan bir tip doktorunun uyguladigi dokunma terapisi ile kurtulan genc bir kadindan,
Tekrarlayan ve tibbin artik yardimci olamadigi beyin tümörü rahatsizliginda Bach dinleyerek ve pozitif icsel görsellestirme yöntemi kullanarak sasirtici ilerlemeler yasayan Polonyali genc bir çellistten,
Kanser tedavisinde şamanik ayinlerde kullanilan türden monoton davul seslerini destek tedavi olarak kullanan onkologlardan,
Hemsirelerin operasyon sonrasi yaralarin bakiminda rutin yöntemler yaninda dokunma tedavisi (TT - Therapeutic touch) uyguladigi hastanelerden,
"Isleyis mekanizmasini bilmiyoruz ama ise yariyor. Neden kullanmayalim?" diyen tip doktorlarindan
bahsediyor.

Tüm örneklerde, geleneksel yöntem, uzman hekim kontrolünde, özel egitim almis uzmanlar tarafindan (ya da onun yönlendirmesiyle bizzat hastanin kendisi tarafindan) tibbi tedaviye paralel/destek olarak uygulaniyor.

Salı, Aralık 20, 2011

bi otur, bi etrafina bak

Leo Babauta yine gaaaayet Zen modunda. Buyur.

Hatta bunu da buyur.

Ve hatta oldu olacak sunu da buyur eski günlerden:
kimyonun maceraları 05/07/2006
öğle ortası, şehir merkezi... ne ıhlamur var, ne filbahri yol eşlikçisi olarak. trafik lambasında yeşil yanmasını bekleyememeler, ayaküstü atıştırmalar, koşarak telefonda konuşmalar, hızlı adımlar var daha çok... herkesin mi dişçide randevusu var? herkesin mi yetişeceği işi? yoksa telaşlı görünmek gizliden gizliye bir önem duygusu mu veriyor? metro çıkışında duvara dayanmış dikilen bir adam görüyor kimyon. hızla yanından geçerken tişörtündeki yazıya takılıyor gözü: "bırakın diğerleri koştursun!" alttaki yazılara bakılırsa kimyonun tanımadığı bir markanın reklamı bu. ne farkeder, tam da gereğini yapıyor. adam yani... keyifle yaslanmış duvara, "diğerleri"nin koşturmasını izliyor. koşturmanın iki kötü özelliği var diye düşünüyor kimyon, hayatın her alanında. biri bulaşıcı olması, diğeri hemen alışkanlık yapması. bir süre sonra sebepsiz koşturmaya başlıyor insan. şehir merkezi koşturmaları, kariyer yarışları, mülkiyet koşuları... oysa yaşam kısa. işte tam da bu yüzden koşturmaya gelmiyor.

Pazartesi, Aralık 19, 2011

Bugün ben ellerimle... (16-19 Aralik)

Son bir kac gün sincap da ellerini pek calistirdi. Ondan da haberler verecegim.
Cuma günü (16 Aralik) sadece carpilaaaar attim, baska da bi seycikler yapmadim. Aksam sincabi anaokulundan almaya gittigimde dolabinda asagidaki kutuyu buldum. Kapak resmini kendi yapmis, kutuda ögretmenler yardim etmis elbet.


 Fotografta cok net gözükmüyor ama bir insan cizmis. Oto-portre olabilir; genelde cizdigi insanlari gösterip "bu benim" diyor. Bu tür kutularin nasil yapilabilecegini su yazida anlatmistim.

Cumartesi günü (17 Aralik) kaotik bir gündü. Gün boyu özel bir sey yaptigim söylenemez. Aksam sincabin istegi üzerine mandala boyadik. Son zamanlarda en sevdigimiz seylerden biri bu. Bir kac hafta önce sincap bir gün okuldan almaya gittgimde elinde bir kagitla kosarak geldi yanima: "Anneeee! Ben mandalina yaptim!" Kagida bakmadan biliyordum kastettiginin mandala oldugunu ve ne yalan söyleyeyim ömrümüzün mandala mevsimi basliyor diye sevindim de... Ilk kez Funda (sarhos balik ve topal marti) bahsettiginde duymustum mandalalari. Sincap o zamanlar cok kücüktü; ellerine verilen boya kalemlerini cignemeyi tercih ediyordu. "Bir gün gelip biz de yapalimmmm" demistim :) Bu arada sincabin boyama kitabi olmadi hic. Sinirlari belli sekillerin icini boyamaca oynamadik hic. Gitme olasiligi olan anaokullarindan birini gezmeye gittigimizde, duvarlarda cocuklarin boyadigi D.isney kahramani resimlerini görünce rahatsiz olmustum. Elbette belli bir yastan sonra sinirlar icinde , tasirmadan boyamayi da ögrenmesi gerekiyor (galiba?) ve ögretmenlerinin bunun icin mandala kullanmasini takdir ediyorum. Cünkü sekiller soyut ve cocugun hayal gücüne daha cok yer birakiyor. Mandala tam nedir, ne ise yarar, nasil yapilir? konusunda uzun arastirmalara girismeden sincabin (ve benim!) mandala defterinin kapagindan alintiliyorum:


"Hiperaktivite ve huzursuzluk cagimiz cocuklarinin sorunu. Bunda sasiracak bir sey yok, cünkü yasadigimiz dünya gürültülü ve telaseli bir yer halini aldi. Performans takintisi en kücüklerin bile gündelik yasamini etkiliyor. Cocuklarimizin sessizce kendi iclerine dönmeyi, sakin durabilmeyi basaramamalari sürpriz degil. 


Mandalalar bu konuda yardimci olabilir.


Mandala Budist ve Hinduist kültürlerde bir meditasyon yöntemi olarak görülür. Afrika'da da örneklerine rastlanir. Hristiyanlik'ta orta cagdan beri uygulanagelir, psikolog C.G.Jung mandalanin modern insan icin önemini kesfeden kisidir.


Mandalalar her zaman bir merkez cevresinde tasarlanir. Temel mandala sekli dairedir. Bu dairenin icinde sekiller, desenler, figürler bulunur. Nesnelerin kullanilmasi oldukca nadirdir.


Mandala boyarken dikkat edilmesi gereken seyler:
  • Mandala zorla boyanmaz. Cocugunuz "tam simdi" degil, ne zaman isterse o zaman boyamalidir.
  • Cocugunuz konsantrasyon gerektiren bir is/ödev yapmasi gerekiyorsa, öncesinde mandala boyamasi yardimci olabilir.
  • Cocuga hangi rengi kullanmasi gerektigine dair yönlendirmeler yapilmamalidir.
  • Idealinde mandala distan ice dogru boyanir. Fakat pek cok cocuk (ve sincap da ve ben de) icerden disari boyamayi tercih ederler. Buna engel olmaya calismayin.  Önemle olan hangi yönde baslandiysa o yönde boyamaya devam edilmesidir. Ayni kalan sürec sakinlestirici etki yapar ve konsantrasyonu kolaylastirir.
  • Mandala boyarken amaca ulasabilmek icin rahatsiz edici dis etkenleri asgariye indirmek önemlidir. Telefon, televizyon gibi... Mümkünse mutlak sessizlik ya da rahatlatici sakin bir müzik boyamaya eslik etmelidir.
  • Cocuga "tam simdi" hangi mandalayi boyamasi gerektigini söylemeyin. Cocugun kendisinin secmesine izin verin.
  • Bitmis calismayi degerlendirmeyin. "Burada tasirmissin, burada simetrik boyamamissin" demeyin.
  • Cocugunuz isterse, boyadigi mandalayi duvara asabilirsiniz. 
Sincabin mandalalari :) Bu arada yanlislikla 8 yas icin uygun mandala kitabi almisim. Normalde 4 yas icin fazla bu mandalalar...
Sincap simdilik tasirmadan boyamayi beceremiyor. Bazen bütün bir mandalayi tek bir renge boyamayi seviyor. Bir de, her iste oldugu gibi, mandala boyarken yaristigimiz fikrine kapiliyor. "Ben seni gecicem anne!" diyor. Ben de ona "ama ben zaten yarismak icin boyamiyorum, eglenmek icin boyuyorum, insan acele ederse eglenemez ki diyorum" :) O elbette bunu kabul etmek istemiyor ve her zaman birinci oluyor mandala boyarken. Olmasi gerektigi gibi  boyamiyoruz da ne oluyor? Sincap özellikle aksamlari yarim-bir saatligine de olsa, sakince bir ise yogunlasip, sessizce calisiyor. Yaptigi seyi seviyor, cogu zaman o söylüyor "hadi mandala boyayalim" diye. Elleri mesgul, el kaslari calisiyor. Renkler üzerine düsünüyor, sekiller üzerine düsünüyor. Boyadigi sekilleri kendince birseylere benzetiyor. "Bu ne sence?" diyor, "Bir cicege benziyor" diyorum. "Hayir, bence bir gemi bu!" diyor. Saskinlikla benim icin cicek olanin, gözlerimin önünde bir anda gemiye dönüsmesini izliyorum :) Bence önemli olan da bu...

Mandala boyamak bana da iyi geliyor. Bazen sunu düsünüyorum boyarken. Diyelim ki, hepimizin önüne bir mandala konmus, hatta diyelim ki birebir ayni bos mandala... Hangimiz "kazanirdik" sonunda? hangimiz hak ederdi "ödülü"?

En cabuk boyayan mi? En cok renk kullanan mi? Tek renkle idare eden mi? Boyarken etrafindakilere bakip onlar ne renk boyuyorsa onu kullanan mi? Boyarken bir taraftan baskalarina ne renk boyamasi gerektigini buyuran mi? Sabirla bitiren mi? Ortasinda sıkılıp giden mi? Canli renkler kullanan mi? Pastel renkler kullanan mi? Soguk renkler kullanan mi? Sicak renkler kullanan mi? Simetrik boyayan mi? Asimetrik boyayan mi? Hic tasirmayan mi? Yoksa sinirlarin ötesine gecen mi? ??? Hic bilmiyorum...

Bilmedigim icin de, Pazar gününe (18 Aralik) geciyorum. Pazar sabahi kahvaltidan sonra köfte yogurmaya giristim. Köfte bizim evde vaka-i adiye degil. Mümkün oldugunca az et tüketmeye calisiyoruz ve onun da mümkün oldugunca kiyma olmamasina.  Köfte yogururken etrafimda dolanan sincap "Ben de!..Ben de!" diye atildi. Önce annemin "bosver simdi, bi de sen bulastirma elini" cümlesi cikti agzimdan ama sincap israr edince razi oldum hemen. Basladim anlatmaya: "Önce böyle avuclarinin icinde yuvarlayip top yaparsin. Sonra böyle parmaklarinla bastirip yassiltirsin". Sincap olayi kendi anlayacagi sekilde dönüstürüp özetledi. "Önce top yaparim, sonra da yastik!"

Cocuk oyuncagi yani!
Bir süre sessizce calistiktan sonra "Anne ben sıkıldım yastik yapmaktan. Yorgan yapacagim artik"dedi. "Yap cocugum" dedim, "kim tutar seni!" Yastik, yorgan falan derken köftelerin yariya yakinini sincap yapti :) Kuzguna yavrusu anka görünür hesabi, yaptigi köfteleri göstermek vardi ya simdi, unutmusum fotograflamayi... :) Insan elinin ille de bir seyleri yogurmaya gereksinimi var ve yapmadigimiz icin de hasta oluyoruz. Gercekten... Ne zaman bir sey yogursam bunu söylüyor ellerim.  Köfte isi bitince de bantlari kesip kesip kagida yapistirmaca diye bir oyun uydurdu sincap. Pazar sabahini TV önünde gecirmedigi icin ayrica mutluyum.

Bu arada haftanin köfte rekortmeni burada :)
Hande'nin gecen hafta elleriyle yaptiklari gözümden kacmis. Onlar da burada.
Dilek'in sadece el dikisi kullanarak hazirladigi harika yastik burada.
Baska?

Bugün carpilar attim yine :)

Cuma, Aralık 16, 2011

Turp yapragi yenir mi?

Google'da yillardir israrla "turp yapragi yenir mi?" diye sormus olman sebebiyle konuyu gündemime tasiyan güzel kardesim,

Evet, benim bildigim kadariyla turp yapragi yenir. En azindan bu yazida bahsedecegim üc tanesi icin kefil olabilirim... Her hafta belli bir gün markete gidiyorum. Belli bir gün, cünkü gittigim bütün marketlerin taze sebze girisinin hangi gün oldugunu ögrendim. Özellikle o gün gidiyorum. Ve özellikle taze, citir citir yapraklari üzerinde turplar aliyorum. Hatta yasli teyzelerden ögrendigim usulle, üstteki kasalari yana cekip alttaki kasalari kesfe cikiyorum. Asil hazine oralarda. Ve bu yasli teyzeler var ya, dünyanin her yerinde ayni, insana ayaküstü harika kornişon tursuşu tarifi falan da veriyorlar...

Neyse, ne diyordum. Taze yaprakli turplari seciyorum özellikle. O gün aksam birazcik marul ama agirlikla turp yapraklarindan olusan  bir salata yapiyorum. O gün brokoli almissam, onun sapini da soyup dilimleyip salatalik niyetine katiyorum. Brokolinin kendisi nadiren salata, cogunlukla yemek oluyor. Sincap oglum -ki istahsiz cocuktur ama salatayi cok sever- bayila bayila yiyor bu salatayi. Simdilik bir vukuatimiz olmadi, sag ve saglamiz. Bak su asagidaki turplarin yapraklarini yiyoruz biz:

Raphanus Sativus var sativus (Kırmızı Turp)
Photo by Susan E Adams

Raphanus sativus varyetesi (var. albus olabilir) (Beyaz Turp)
Photo by Posteriormente

Brassica oleracea gongylodes (Kohlrabi  /Alabaş)
Belki turp degil ama bizim evde turp niyetine yenir.
Photo by cafemama
Istersen hatta turp yapraklarini evde kendin bile yetistirebilirsin. Bir yerlerden güvenilir, organik turp tohumu (Raphanus sativus var. Sativus) bulup suradaki ya da suradaki usulle yetistirmen yeterli. Kis günlerinde harika bir vitamin ve mineral deposu bu filizler.

Ola ki, beslenme konusunda yasli teyzeleri ve tanimadigin blog yazarlarini ciddiye almamak aliskanligindaysan , dur bir de bilimsel kaynak göstereyim sana: Bu konularda verdigi bilgileri güvenilir buldugum Plants for a Future adli sitenin Raphanus sativus girisi, Brassica oleracea gongylodes (Alabas) girisi ...

Bır de Tijen Inaltong'un Mutfaktaki Yaban adli kitabina bakilirsa, bir tür yabani turbun (Turpotu / Raphanus raphanistrum) bizzat yapraklari yenir, yemegi bile yapilir.

Turp yaprakli salata yedigimiz aksamlar  burnumun diregi sizliyor bazen. Ankara Sakarya Caddesi'nde (ve cok cok eskiden de Ulus'taki Hal'de) her balikcinin yaninda ya da iki adim ötesinde bir de yesillikci olur(du). Hamsi aldigin günler -evde pazardan alinmis yesillik yoksa- onlara ugrar, aksama balik yaninda turplu, yesillikli harika bir salata hazirlarsin. Hazirlardi yani annem... Benim aklim bi karis havadaydi o zamanlar. Simdi arayip "anne bize hamsi ve yaninda turplu salata!" desem yine yapar gerci :) Ve fakat mesafeler... :( Fakat ben de ne anlatiyorum, sen bunlari sormamistin ki...

Haydi kal saglicakla...

Perşembe, Aralık 15, 2011

Bugün ben ellerimle... 15 Aralik 2011

Kasim 2008'di. Haber kanallarina Mumbai'den gelen terörist saldirisi haberleri düsmeye basladi birden. Sayisi belirsiz bir kisim insan sehri kan gölüne cevirmislerdi. Rehin alinan insanlar vardi, ölen insanlar vardi. Taj Mahal otelinden hic iyi haberler gelmiyordu. En kötüsü hepsinin din yüzünden oldugu anlasiliyordu. Birileri ellerindeki silahlarin onlara yasam ve ölüm üzerinde karar verme gücü verdigi sanisina kapilmisti. Taj Mahal'de bir kitaptan bir kac cümleyi ezbere okuyabilmek (bilerek, anlayarak ya da inanarak degil, ezbere) ya da okuyamamak ölüm ya da kalim anlamina geliyordu. Duyulanlar, izlenenler cok can acitiyordu, kan donduruyordu. Hicbir sey yap(a)madan sadece naklen felakete seyirci olmaksa cok cok tuhaf geliyordu. Televizyonu kapattim. Carpilar carpilar attim.

Aralik 2008'di. Israil Gazze seridine meshur saldirisini baslatmisti. Gün boyunca kötü haberler akip duruyordu televizyon kanallarindan. El Cezire'nin Gazze'den bildiren muhabiri adeta ünlü olmustu; kursun gecirmez yelegi ve basinda kaskiyla neredeyse yemeden icmeden naklen yayin yapiyor gibiydi. Anlattiklari aydinlik ve nihayet serin Malta kisini yasayan  oturma odamiza bomba gibi düsüyor, üzdükce üzüyordu. Gün boyu ölüm ve yasam hikayeleri izliyor, bulundugun sehirde güvenlik ve esenlik duygusu icinde yasama hakkinin nasil da temel bir insanlik hakki oldugunun farkina variyordum. Bir taraftan rahatsizdi icim. Neden bu kadar önemliydi bütün o kurban, ölen, kalan hikayeleri? Hikayelerini bilmeden de ölüm ölüm degil miydi? Bir tek yetiskinin bile evinden cikmis  gündelik islerini halletmeye giderken öl(dürül)mesi baslibasina bir felaket degil miydi?  Felaketlerini, hikayelerini en  ince detaylarina dek ögrenmek ama hic bir sey yap(a)mamak,  sadece onlardan beslenmek  tuhaf degil miydi? Sevmedim bu tuhafligi. Televizyonu kapattim. Carpilar, carpilar attim.

Sincap habire tuhaf tuhaf atesleniyordu. Doktor her seferinde "bugünlerde bir virüs dolasiyor ortalikta, salgindir" deyip duruyordu. Ben cok gerekmedikce ates düsürücü vermemeye calisiyor; geceleri ya atesi yükselirse diye uyumuyor, atesi yükselmez oldugunda da artik uyuyamiyordum. Carpilar, carpilar atiyordum.

Gündüzleri sincap biraz fazla uyudugunda, en önemli isleri halledebilmissem biraz oturup dinlenmeye karar veriyordum. Carpilar, carpilar atiyordum.

Söyle bir sey cikti ortaya:


Yine ellerimi calistirmaya karar verdigim bir gün Malta, Msida'da Sultana Kilisesi'nin hemen yaninda, kücük, elisi malzemeleri satan bir dükkandan almistim. Oralara yolun düser de, ihtiyac duyarsan, benim gibi arayip durma diye not ediyorum ;)

Bitmedi, cünkü 2009 Nisan'inda anakaraya dönüs yaptik. Tasinma telasinin ardindan sincabin cokca hareketlendigi bir dönem basladi. Ben unutup gittim carpilarimi.

Carpilari severim. Kaynaklarini (ipi yani) etkin kullanman gerekir. Son ürünün mümkün oldugunca az iz birakmasi gerekir (kumasin arka tarafinda yani). Stratejik yaklasimlar gelistirmen gerekir. Aklini sadece ona vermen gerekir. Tüm bunlari severim. Aritmetigini severim.

Bir seyi daha severim.
Ben cocukken yaz tatillerinde anneannemlere giderdik. Bazen sicak ögle saatlerinde bahceye cikmamiza izin verilmezdi. Evden getirdigimiz kitaplar bitmis olurdu. "Ama sıkılıyorum bennn!' diye sizlanmaya baslardik. O zaman anneannem oturdugu büyükce kanepeden kalkar, onu kenara ceker, arkadaki gömme dolabin aynali kapisini acardi. Dolabin karanliklarinda el yordamiyla birseyler arar, bulup cikarirdi. Vaktiyle teyzelerimin yaptigi islerden kalmis kumaslar, ipler ve bir iki dergi. Heyecanla kendimize bir desen secer, ipleri, igneleri, kumaslari paylasir, sessizce calismaya koyulurduk. Büyükler de biraz kafasini dinlerdi. Anneannem cogu zaman bir seyler anlatir olurdu. Kah eskilerden, kah yenilerden... Sesi ayni anda, hem uzaktan hem yakindan gelirdi. Alcalip yükselen bir irmagin sesi gibi... Ben carpilar, carpilar atardim. Bir taraftan da anneannemi dinlerdim. Insanin yasadigi eve, cevresindeki insanlara, bulundugu sehre, dünyaya karsi cocukca, pürüzsüz bir güven duydugu anlardandi.

Carpilar atarken anneannemin yan koltukta oturmus birseyler anlattigini hayal etmeyi seviyorum :)

Bugün yeniden basladim portakal agacima carpilar atmaya... En acik, en taze, en umut dolu yesille basladim.
Kimbilir belki bu kez bitiririm :)
Kimbilir belki bu kez felaketler yaratmamayi da, felaketlerle beslenmemeyi de basardigimiz bir Aralik ayi olur.

Çocugun mu var, çalışacak çok dersin var!

Bunlardan basla:
  • Cocuklara yönelik pazarlama üzerine carpici bir film :



Biraz da kendi cocugumla yasadiklarimdan bahsedeyim.
  • Birlikte alisverise gitmemeye özen gösteriyorum. Cünkü her zaman sinirlarini asma girisiminde bulunuyor. 2-3 yas civari yasanmis büyük market krizlerimiz var. Sorun cogunlukla yiyecekte cikiyor. Gerci gelisme var, cogunlukla "ondan daha güzeli var evde" ya da "Onu bosver, daha sagliklisini alacagim sana daha sonra" dedigimde ikna olmaya basladi. 
  • Televizyon seyretmesini mümkün oldugunca kontrol altinda tutmaya calistik. Aksamlari babasi TV izlerken diken üstünde. En ufak siddet iceren görüntüde baska kanala atlaniyor. Reklam zaten seyredilmiyor evde. 
  • Cizgi film konusunda yeterince tutarli ve kararli olamadik. Bilgisayarda ya da TV'de bazen cok fazla cizgi film seyrediyor. Seyrettigi cizgi filmler de bazen kontrolden cikabiliyor. Özellikle TV'de.
  • Bilgisayarda cizgi film disinda bir etkinligi olmasina olanak tanimadik. Mouse-klavye kullanmayi özellikle ögretmedik. Ben yirmili yaslarimda ögrendim mouse kullanmayi, gayet iyiyim bu konuda. Demek ki sincap icin de hala zaman var.
  • Marka ve logolari özellikle ögretmiyoruz. Merak edip sordugunda logoya özel anlam yükleyecegi yanitlardan kaciniyoruz.
  • Zaten aliskanlik olarak evde marka, moda, logo, trend üzerine hemen hemen hic konusma olmuyor. Genellikle kullandigimiz ürünlerden bahsederken "saglikli", "daha güzel", "seni büyütür", "akilli bir cocuk yapar" gibi isleve yönelik reklam yapiyoruz :)
  • Sabahlari giydirirken dilimin ucuna gelse de "oo, bununla cok yakisikli oldun, cok yakisti" vb. cümleler kurmamaya calisiyorum. Giydiklerine özel anlamlar yüklememesini istiyorum. Neyse ki, etrafinda ailede ve okulda giyime özel anlam yükleme sorunu olmadigindan bu zorlanmadigimiz bir konu.
  • Almanya'da TV kanallarinda reklam sayisi ve süresi az. Cocuklara yönelik reklamlar da... Yetiskinlere yönelik ürünlerde cocuklara yönelik mesajlar yok denebilir. Bu da yasamimizi kolaylastiran bir diger faktör...
  • Oyuncaklarimiz malum. Ama ayni zamanda bol miktarda plastik oyuncagi da var. Ayrica bazen ahsap vb de olsa oyuncak konusunda ölcüyü kacirabiliyoruz. Sütten cikma ak kasik degiliz bu konuda...  
  • En büyük kaziklari en yakinlarimizdan yedik. Jelatinli, yapay boyali sekerleri, lüzumsuz cikolatalari, vb. seyleri rastladikca eline tutusturan yasli bir komsumuzdan ögrendi. Tamamen iyi niyetli bir hareketti ama zarari büyük oldu. Yine cok sevdigim bir arkadasim, bir gün henüz yasi da uygun degilken yaris arabalariyla oynanan bir oyun armagan etti. Arkasindan aldigimiz bir cep kitabinin kahramanlarinin oyundakilerle ayni oldugunu fark ettik. Lightning Mc Queen ile böylece tanistik. Beslenme cantasini Lightning Mc Queen'lisinden secti. Yollarda bu cizgi filmin resimlerini tasiyan herhangi bir nesne gördügünde durup mutlaka seyrediyor. Youtube'da cizgi film seyrederken rastlarsak kacirmaya calisiyorum. Cünkü cok hizli akan ve siddet dolu bir cizgi film bence. Sonbaharda gittigimiz bir markette Hook seklinde bir oyuncak kamyon gördü, tutturdu. "Onu alacagimiz paraya bir sürü Simsek Mc Queen kitabi aliriz" pazarligiyla büyük bir krizin kiyisindan döndük. 
  • Anaokulu bazen dostum, bazen düsmanim. Bu yil sonbaharda eski usul, elle kullanilan bir kahve degirmeni bagislanmis anaokuluna. Ögretmenler "kim bir paket tane kahve alir, cocuklar cok seviyor degirmenle oynamayi?" diye sordu; ben hemen talip oldum. Günlerce siniflari kahve koktu; kücücük kollariyla degirmeni cevirip kahve ögütme cabalari görülmeye degermis; öyle dedi ögretmenleri. Artik kahvenin nereden geldigini, geleneksel ögütme seklini biliyorlar :) Kahve tanelerini yapistirarak kartpostallar, resim cerceveleri yaptilar. Dün duyuruldu ki, okulda Noel kurabiyeleri calismalari baslamis :) Zaten her sinifta firin dahil tam teskilatli mutfak var ve cocuklar ögretmenleriyle beraber kurabiye-pasta  pisiriyorlar zaman zaman. Annem bu yasta ben burnumu mutfaktan iceri uzatsam, "sen git bakiim iceri, dolasma ayagimin altinda" diye kovalardi beni. Cok seviniyorum bu yasta elleri bahcede camura, sinifta hamura bulasan cocuklari görünce. 
  • Anaokulunda Reggio Pedagojisi uygulaniyor. Ben cok bilmiyorum detaylarini. Gecenlerde yine bir duyuru asildi. Reggio pedagojisi cercevesinde gündelik nesnelerden oyuncaklar yapip oynama projesi  icin velilerden malzeme talep edildi. Yumurta kartonlari, kagit havlu rulolari, misir gevregi ve cay paketleri, yogurt kaplari vb. toplandi. Hepsi geri dönüsüme gidecekti. Cocuklar uzay gemileri, kuleler ve hayal gücleriyle yarattiklari baska nesnelere cevirdiler onlari... 
  • Fakat iste ayni anaokulu ögrenmesini istemedigim kimi gida maddeleriyle, popüler kültür kahramanlariyla ya da davranis bicimleriyle ("Coool! Anne pistole'm var benim, ates cikiyor icinden, cok cool!", "Anne Spidermann'im ben! Böyle böyle yaparim!")  de tanismasini saglayan yer. Bazen cocuklardan, ama bazen de ögretmenlerinden ögreniyor. Sirca sarayda  sade, dogal cocuk yetistirme imkanim yok. Kontrol altinda tutmaya calisiyorum, yeri gelince göz yumuyorum. Yeri geliyor kötülerin icinden en iyisini secmeye calisiyorum.
  • Hepsinden önemlisi, sincabi da kendimi de sıkmamaya, sakin ve serin kalmaya öncelik veriyorum. 
 Sen neler yapiyor, neler yasiyorsun?

    Çarşamba, Aralık 14, 2011

    Bugün ben ellerimle... 11-14 Aralik

    Cumartesi basladigim nevresim katlama isini, Pazar günü (11 Aralik) bitirdim. Bu kez daha temiz, derli toplu ve ince calismayi becerdim. Ilkindeki komik hatalari tekrarlamadim. (Bu arada Dilek, nevresimin hikayesi burada) Bu iki nevresimi katlamak ellerimi mesgul etmek yaninda, cebimden de 50 Euro civarinda para cikmasini engelledi; belirtmeden gecemeyecegim ;)

    Pazartesi günü (12 Aralik) gidermis gibi yapip yapip tekrar ortaya cikan grip beni bir kez daha yere caldi. "Evet, ben gercekten agir grip geciriyorum" deyip günün büyük kismini yorgan altinda gecirmeye ikna oldum sonunda. Basimi cikarabildigim anlarda kumastan cicekle ilgili linklere baktim. Eller calisamadiysa da düsünme-planlama sürecinde aktiftim (ö'rtmenim).

    Sali günü (13 Aralik) sincabin bakkal dükkanina asagidaki yeni parcayi ekledim. Tuvalet kagidi rulosundan yapilmis bir kutu süt.
    Ruloyu kullanilmis bir kagitla sardim. Üzerine SÜT falan yazdim, bio (organik) logosu bulup yapistirdim, ineklerin siyah lekelerine benzer bir seyler cizdim. Alt ve üst tarafini da birer yuvarlak kartonla kapatmak mümkündü ama ugrasmadim. Oyuncaklarimizin öyle cok mükemmel olmamasini, sagindan solundan biraz sarkmasini önemsiyorum.Yasam mükemmel degil, oyuncaklar neden olsun?

    Yeri gelmisken sincabin bakkal dükkanindan bahsedeyim. Almanya'da cocuklari bilmem ama anne-babalarin en sevdigi oyun galiba bakkal dükkani. Bir ara gittigimiz bir oyun grubunda, sadece iki saatligine bir araya gelmemize ragmen, anneler oyuncak deposundan üsenmeden tüm teskilatiyla bakkal dükkani oyununu ortaya cikarir yayarlardi. Tezgahi, kasasi, paralari, tahtadan, plastikten cesit cesit satis malzemesiyle bakkal dükkanlarina oyun gruplarinda, anaokullarinda, evlerin cocuk odalarinda, hemen her yerde rastlamak mümkün.

     Dolayisiyla sincabin anaokulunda da role playing oyunlarina ayrilmis bir kösede tüm teskilatiyla bir bakkal dükkani olmasina sasirmamali. Bir gün okuldan almaya gittigimde bakkal dükkaninda oynarken bana "Anne biz de böyle bir dükkan alalim" dedi. "Tabii, yapariz cocugum" dedim. O ne dedigimi anlamadi. Sandi ki, haftasonu ilk is gidip bütün ivir ziviri ile bir bakkal dükkani satin alacagiz. O "ne zaman alacagiz?" diye sordukca, ben "hazirliyorum cocugum" dedim. Yalan da degil, hazirliyordum. Her gün elime gecen türlü türlü gündelik nesneye, "bunlari dükkanda kullanabilir miyiz?" diye bakiyordum.

    Uzun zamandir bekleyen plastik bir karbonat kutusunu un paketi yaptim. Sonbaharda topladigimiz at kestanelerini sincabin anaokulunda ögretmenleriyle yaptigi kagittan bir sepetin icine koyduk, "cocuk kestanesi" yapip satisa sunduk :) Bu aralar buralara Ispanya'dan  bolca ve ucuza avokado geliyor. Yedigimiz avokado cekirdeklerini biriktirdim. Dörtlü bir yumurta kartonunun icine koyup yumurta satar olduk. Ictigimiz poset caylarin kagit paketlerini biriktirdim. Cay satmaya basladik. Haziran ayinda sincabin dogum gününde arkadaslarina armagan edilmek üzere yaptigim (Hobbit'iz ya biz!) kagit topaclardan artanlarini, sonra Dilek'in gönderdigi ahsap topaci, bazi oyuncak minyatür hayvanlari, vb. de ekledik sincabin istegiyle. Ben kartondan paralar kesip hazirladim. Basladik oynamaya :)

     
    Iste böyle ara ara elime gecen kücük, gündelik nesnelerden bakkala uyanlari hemen oyuna dahil ediyoruz. Sincap bazen trenlerini ve arabalarini satisa cikarip ortami biraz oyuncakci dükkanina ceviriyor. "Bakkalci! Ben istiyorum ki..." diye baslayan cümleleri pek hos. Gecen gün verdigim para üstünü almak istemedi. "Benim ihtiyacim yok" buyurdu. "Cocugum, ihtiyac meselesi degil, senin bu para" deimse de anlatamadim. "Git bankaya yatir o zaman, gerektiginde cekersin" dedim. Zaten oyun sirasinda hem bakkal, hem de banka rolüne giriyorum gerektikce. "Paran yoksa git bankadan cek. Ama gercekten ihtiyacin var mi bu kadar arabaya?" falan da diyorum. Giris seviyesinde ekonomi dersleri  :) Bakkala baska neler ekleyebiliriz? Fikrin, önerin var mi?

    Haa, bir de! Avokado cekirdeginden olma yumurtalarimiza suratlar boyuyorum. Onlar suratli yumurta :) Baska oyunlara da konu olabiliyorlar böylece:


    Bugün (14 Aralik) yine büyük ölcüde dinlenerek ve öksürerek zaman gecirdikten sonra kalkip bir portakal yedim. Cicekleri yaparken kullanmayi düsündügüm kurabiye kaliplarini ayirdim. Kaliplar ve portakal kabuklari masanin üstünde duruyorlardi. Ve ben galiba bir taraftan Demet'in elma-portakal kabuklarindan yaptigi cayi, bir taraftan Dilek'in gönderdigi sitelerden birinde gördügüm keceden cicekleri düsünüyor, bir taraftan da "kurabiye kaliplari ile kumasin üzerine düzgün bir cicek cizmek, onu da düzgün kesmek pek kolay olmasa gerek diye düsünmekteydim ki.......

    ...bi ampul yani kafamda:


    Sen ne dersin bu ise bilmiyorum, ama bana gayet olabilir gibi geldi. Bugünlerde yedigimiz elma, mandalina, portakalin haddi hesabi yok. Yine kumastan cicekler yapabilirim ama bunlar da aklimin bir kösesinde olacak...

    Son olarak harekete katilanlardan ve bugünlerde konu itibariyle dikkatimi ceken blog yazilarindan bahsedeyim:
    (Unuttugum, atladigim benzer linkler varsa haber ver lütfen, ekleyeyim. Son günlerde düzenli takip ettigim bloglari bile okuyamaz haldeyim, gözümden kacmis olabilir.)

    Bilgilerin sinirsizca paylasildigi, gündelik nesnelerin tekrar tekrar kullanildigi, geri dönüstürüldügü, ellerin daha cok calistigi, bilincli ve hafif, yepyeni bir ekonomi doguyor :)
    Farkinda misin?

    Salı, Aralık 13, 2011

    Cumartesi, Aralık 10, 2011

    Bugün ben ellerimle... (9-10 Aralik 2011)

    Dün (9 Aralik) ellerimle hic bir sey yapamadim. Cünkü gecti gibi yapip geri dönen grip beni eline alip oyuncak etmekle mesguldü. Bütün gün en büyük mesgalem, kendime grip cayi yapip sarildigim battaniyenin icinden bos gözlerle bakarak icmek oldu. Istersen,- e, bu da rutin disi bir üretim sayilir dersen- tarifini verebilirim.

    Bugün (10 Aralik) katlanmasini kendime görev edindigim ikinci nevresime baslamayi düsünüyorum. Beni bilirsin, bugün bitiremem.

    Fakat bu arada bir soru: Artık kumaslardan minik cicekler üretmek ve sonra onlarla bir seyler yapmak niyetindeyim. Kumas olmazsa kagıt da olur. Fikre ihtiyacim var. Önerin, bildigin örnek, fotograf vb. var mi?

    Perşembe, Aralık 08, 2011

    Bugün ben ellerimle... (8.12.2011)

    Bugün yegenlerime armagan edilmek üzere bir yaprak baskisi defteri yaptim. Daha önce iki kez benzerlerini hazirlayip armagan etmistim. Yegenlerim basindan beri aklimdaydi. Umarim severler :) Bu tür bir defteri hazirlamak icin A5 boyutunda ince ve cizgisiz bir defter satin aliyorum ve sonbahar boyunca topladigimiz yapraklari kullaniyorum.  Yapraklari kurutmak icin büyük bir telefon rehberinin arasinda sakliyorum. Eski telefon rehberlerini geri dönüsüme göndermeden önce yapilabilecek bir sey daha ;)

    Bir yaprak baskisi defteri bir kac degisik sekilde kullanilabilir bence.

    Birincisi, defteri acar, her bir sayfadaki yapragin ne oldugu tahmin etmeye calisirsin. Hic bilmeyenler icin her sayfanin arkasina ne yapragi oldugunu not ediyorum minicik. Bitkiye dair kücük bilgi notlari düstügüm de oluyor.

    Ikincisi, defteri alip dogaya cikarsin ve defterde gördügün bir yapragin aslini ararsin. Kagittaki yansimasina bakarak aslini aramanin harika bir kesif oyunu oldugunu düsünüyorum.

    Ücüncüsü, her zaman defterin arkasinda bolca bos sayfa birakiyorum. Cünkü armagan ettigim "cocugun" bir noktada kendi kesfine baslamasi, defterde olmayan bir yaprak bulup onu siradaki sayfaya islemesi fikri cok hosuma gidiyor. Bence en önemli kullanim sekli budur defterin. Cünkü biliyorum. Özellikle cocuklarin dünyasinda sürec sonuctan önemlidir her zaman...

    Bugün defteri bitirince oturup kac yaprak oldugunu saydim ilk kez. Tam 26 agac ya da cali!

    mese ( iki ayri tür)
    ginkgo
    leylak
    lale agaci
    sögüt
    kizilagac
    akcaagac (dört ayri cins)
    cinar
    kavak ( iki ayri tür)
    hus
    akdiken (iki ayri tür)
    kiraz
    iki sarmasik (serbetciotu ve orman sarmasigi)
    kizilcik
    tas armudu
    kayin
    agac hatmi
    sardunya (agac degil ama keske olsa dedigim bitkilerden...)
    adini bilmedigim bir cali

    Etrafimda bu kadar cok degisik agac (ki fazlasi da var) oldugu icin ve onlari tek tek taniyip ayirt edebildigim icin cok mutlu oldum bir an.

    Ellerim yapraklarla ve pastel boyayla, bir de defterin pürüzsüz sayfalariyla yarenlikten ayrica mutluydu.

    Yolun ikiye ayrildigi yer

    Asagidaki kisa film tanitimi bugün posta kutumdan cikti:
    http://www.midwayfilm.com/

    (Etrafta kücük cocuk varken izleme.)

    "Ne kadar cok kisiye ulasirsa o kadar iyi" diyerek gönderen arkadasima tesekkürler.

    Bu kisacik filmde bahsedilenleri ben duymustum, büyük olasilikla sen de...
    Ama fotograflarini görmek baska bir sey.
    Bir de filmin tamamini izlesek ne oluruz kimbilir...

    Bu konuda kisisel girisimlerim olmustu.
    Fakat bu fotograflar karsisinda ne kadar da az yol almisim aslinda...

    Üc seyi hic unutmamak gerek:
    1) Bu gezegen üzerinde her sey ama her sey birbiriyle bagli.
    2) Gündelik kücük kararlarimizin, tercihlerimizin bile derin etkileri olabiliyor. Ve hatta bazen bin millerce ötelerde görmek olasi bu etkileri (Cünkü Madde 1).
    3) Yapabilecegimiz bir sey VAR! (Cünkü Madde 1 ve 2)

    Burasi yolun tam ortasi mi bilmiyorum.
    Ama kesinlikle yolun ikiye ayrildigi yer.

    Çarşamba, Aralık 07, 2011

    Hindiba üretime geciyor! Sen de var misin?



    Aralik basinda bir gün bir Gandhi biyografisi okudum. Hep okumak istemistim Gandhi'nin yasamini, hep aksilikler olmustu. Sonunda kisa, öz bir biyografi bulup herhangi bir aksilik cikmadan okuyup bitirmeyi basardim. Kitapta Gandhi'nin kisisel gelisimi, sivil itaatsizlik konusunda buldugu yaratici cözümler ya da karizmasindan cok, kisisel el emegine, üretkenlige verdigi önem etkiledi beni. Taa Güney Afrika günlerinden itibaren kendi kendine yetebilmek, kendi isini görebilmek cabasinda olmus, kendi ihtiyacini üreten bir ciftlik denemesinde bulunmus. Hindistan'da da devam etmis bu tür girisimleri. 1920'li yillarda bir pasif direnis hareketinin simgesi olarak kumas dokumayi kullanmis. Cünkü din, etnik köken, cinsiyet ve yastan bagimsiz her Hintli'nin yapabilecegi bir seymis ve ulusal kendine yetisin de simgesi olabilmis. Basit bir simge olarak kalmamis bu Gandhi icin; yasaminin sonuna dek her gün bir miktar kumas dokuma aliskanligindan vazgecmemis. Önemli görüsmeler, ziyaretciler, toplantilar sirasinda bile ihmal etmemis bu görevini.

    Bütün calisma yasamim boyunca bilgisayar basinda ve aklimi kullanarak para kazandim. O zaman ara ara, ama son zamanlarda sık sık zihnimi mesgul eden bir sey var. Ellerimizi ne kadar az kullaniyoruz (klavye tuslamayi saymazsak) ve artik ne kadar azimiz ellerimizle para kazaniyoruz!

    Oysa gittikce daha cok akademisyen kücük, cevreyle dost ama ayni zamanda refah dolu bir ekonominin anahtari olarak Gandhi'nin cözümünü öneriyor: Schumacher ve Tim Jackson ve Niko Paech benim bildigim örnekler. Üstelik kendi deneyimlerimden de biliyorum bu cözümün ise yarayabilecegini. Evde yeseren her tohum, mayalanan her ekmek, yogurt, kefir, hatta katlayip diktigim o komik nevresim bile nasil mutlu ediyor beni...Üstüne para kazanmadigim halde üstelik.

    Iste böylece el emegi yogunlugumu arttirmaya, bu anlamda daha üretken olmaya karar verdim. Evden imalata gecis gibi degil, öyle büyük DIY projeleri gibi degil tam...  Ama her gün kücük de olsa elimle ürettigim bir sey olsun istedim. Hicbir sey yapmiyor degildim tabii. Hergün yemegi ben yapiyorum, evi ben temizleyip topluyorum. Ama bundan bir adim daha fazlasini yapabilmek, tutarli ve sürekli olarak yapabilmek istedim.

    Bu karari aldigim günün ertesinde Handan'in su yazisina rastladim, kararimi oraya da bildirdim. Handan isi sıkı tutacak gibiydi :) Ben de ciddiye aldim o yüzden. Sinava hazirlanan cocuk gibi her gün yaptigim minicik üretimleri not almaya basladim :)

    Iste böyle seyler yaptim simdilik:

    5 Aralik: Evde uzun zamandir bekleyen ama icilmeyen Cranberry suyu vardi. Organik, saf, sekersiz ve gayet buruk tatli. Bozulmadan bir seye dönüstürmek cabasindaydim ne zamandir. Beste usulü  jöleye cevirdim. Sabah kahvaltilarinda yenmek üzere... Icine karanfil ve tarcin da girdi azicik.

    6 aralik: Hem ben hem sincap hastaydik. Hic üretim havamda degildim. Fakat sonra evde ekmek de, maya da olmadigini farkettim. Mayasiz, kücük kücük acilarak yapilan gözleme usulü ekmeklerden yaptim. Bir de iki sümbül ektim suya. Sayilir mi?

    7 Aralik: Uzun süre önce göndermek icin söz  verdigim bir karti hazirlamak icin uygun günün bugün oldugunu farkettim. Sabah sincap uyurken lale agaci yaprakli  bir kart hazirladim.   Ama kime gittigini söylemem. Pissttt! Sürpriz!

    Sonra düsündüm de, ay sonuna dek bekleyip, sonra bak ben bunlari yaptim demek yerine, sana simdiden haber vereyim. Ortak girisimimiz olsun...

    Var misin sen de? Ister misin kücük (ve tabii büyük)  el emegi girisimlerini bir ay boyunca not etmeyi? Ve onlarin yarattigi duygularindan bahsetmeyi?

    Tek sart ellerinin calisiyor olmasi ve normal rutinin disina cikmis olman...
    Haydi bakalim!

    Güncelleme: Aslinda böyle olmasini amaclamamistim ama Facebook'da bir hesap acmis, bu "proceyi" de orada duyurmus bulundum ve orada bir fikir hareketliligi basladi. Facebook hesabin varsa ve kacirmak istemezsen oraya da buyur.

    Cuma, Aralık 02, 2011

    Böyleyken böyle...

    Böyleyken...



    ....böyle:




     Memory kartlari... Severek oynariz. Memory'de özellikle okul öncesi cocuklarin yetiskinlere göre dogal bir üstünlükleri oldugu bilimsel arastirmalarla kanitlanmis. Bu oyunda bizden daha iyiler; cünkü oynarken dikkatlerini gercekten oyuna veriyorlar. Yetiskinlerin unuttugu ama cocuklarda hala tazeligini koruyan bir beceri...

    Fakat sana bir sey söyleyeyim mi, üzerindeki resimleri hic sevmedim. Bellegine onlari yazdigi fikrini sevmedim. Aslina bakarsan bütün cocuklarin ayni karakterlere, ayni objelere, ayni oyuncaklara baka baka büyüdügü bir dünyayi da sevmedigimi hissediyorum. Her evin Memory kartlari o eve özgü olsaydi, o evde üretilseydi,  o evlerde büyüyen cocuklar degisiklige, soyut fikirlere daha mi acik olurdu diye düsünmeden edemiyorum. Belki de ben abartiyorum.

    Memory kartlarinin üzerini yeniden kaplamak icin telefon rehberinden, sincabin okuldan getirdigi yarim kalmis elislerinin kagitlarindan, ünlü Isvec firmasina ait kataloglardan, paket kagitlarindan, eski dergilerden ve hatta coktan mazi olmus bir muslugun garanti belgesinden yararlandim.

    Böyleyken böyle oldu.
    Iyi oldu.

    Satin almak yerine evde kendi memory kartlarini üretmek istersen, bak bunlar da sagdan soldan duyduklarimla, aklima gelen diger öneriler:

    A7 boyutunda indeks kartlarinin üzeri,
    (ya da istege bagli büyüklükte kesilmis kartonlarin üzeri)
    1) Bu örnekte oldugu gibi eski dergi, gazete, paket kagidi vb.den cikma birbirinin esi resim/cizimlerle kaplanir. Ben dergilerde cok tekrarlanmasina ve isimi kolaylastiracak olmasina ragmen marka logolarindan özellikle kacindim.
    2) Kartlarin üzerine dogadan toplanmis ayni cins ve ayni büyüklükte kurutulmus yaprak, cicek  ciftleri de yapistirilabilir, ki böylesi cocuklara agaclari, bitkileri yapraklarindan ögrenmek adina harika da bir firsat sunar.
    3) Biraz büyük cocuklar kartlarin üzerini kendisi de cizip boyayabilir.
    4) Hatta kartlar yaprak baskisi ile boyanabilir.

    Perşembe, Aralık 01, 2011

    Nar

    Photo by pizzodisevo
    Yilin bu mevsiminde en sevdigim seylerden biri nar soymak. Sasirdin, degil mi? :) Evde bu is benim görevim. Severek yapiyorum görevimi. Aksam yemekten sonra sincapla babasi odaya yollanirken, ben mutfakta kaliyorum. Önüme bir tabak cekiyorum, bir de nar. Bazen bir bardak da cay oluyor yanibasimda. Basliyorum ince ince calismaya.

    Nar soymanin cesitli pratik yöntemleri var. Internette bunun üzerine videolar bile var. Ben özellikle kullanmiyorum o yöntemlerden birini. Özenle dış kabugunu siyirmaya basliyorum bir yerinden. Ilk nar tanesini ezmeden cikarmayi basardigimda pek mutlu oluyorum. Sonrası tane tane gidiyor. Kah kolaylasiyor, kah zorlasiyor. Sonlara dogru patir patir dökülüyor nar taneleri. Her durumda, basindan sonuna dikkat kesilmeyi gerektiriyor nar. Öyle ayni anda baska seyler yapmayi, düsünmeyi pek kaldirmiyor. Sanirim bu yüzden seviyorum nar soymayi. Mutfakta sessizce ve bütün aklimi vererek calismak iyi geliyor. Terapi gibi bir sey. Sonunda ellerimi, tirnaklarimi gerci biraz sariya boyuyor. Ama cok önem vermiyorum buna. Ertesi gün ortaya "presantabl" cikmami gerektiren bir meslegim yok nasilsa :)

    Arada bir aklim baska yere kacmaya kalkiyor mu, kalkiyor tabii. "Gel bakalim, nereye gidiyorsun sen?" diye nazikce cekiyorum onu pacasindan. Nar kaldirmaz dalgin düsünceleri...

    Yine de aklima bazen Su Bo düsüyor mu, düsüyor. Yillar önce gittigim bir kursta tanimistim kendisini. Ilk hafta derse giren her yeni ögretmene kalkip kendimizi tanitmamiz gerekmisti ve o  hep söyle tanitmisti kendini: "Adim Su Bo. Çin'de paketleme teknigi okudum, burada devamini okumak istiyorum". Adini hep dövermis gibi söylerdi. Galiba kendi dilindeki telafuzu böyleydi. Ne zaman ayaga kalksa kendini tanitmak icin, siniftaki Türkler kikirdasmaya baslardi. Artik adina mi, yoksa hayatlarinda duymadiklari meslegine mi gülerlerdi bilmem. Bazen iste nar soyarken aklima düsüyor Su Bo. Isimi bitirip de koca bir tabak nar tanesine bakinca kendi kendime diyorum ki "Asil beceri bütün bunlari örselemeden cikarmakta degil, itinayla yerlestirebilmekte. Su Bo hayatinda nar yemis midir acaba? Peki kendi soymus mudur? Bakmis midir nara? Dikkatle...."

    Fakat Su Bo'nun kariyerindeki gelismelerden bize ne? Bizim derdimiz güne anlam katabilmekte. Bazen hersey cok anlamsizlasabiliyor, degil mi? Öyle zamanlarda git dolabi ac, meyve sepetini önüne cek.

    Tabii 5 yasinda olmak, Akdeniz'de olmak, arka bahcesinde nar agaci olan bir evde oturmak ve her gün gidip "büyümüs mü?" , "olmus mu?" diye bakmak,  minik narlarin büyümesine eslik ederken büyümek,  bakarken aradan yüzüne vuran günese doymak... bambaska  bir seydir. Sen yine de meyve sepetindeki mucizelerle idare et.  

    Ve evde soyulacak nar mi var? Haber ver hemen. Bi de cay demle zahmet olmazsa. Ben gelirim kosa kosa.