Cuma, Aralık 28, 2007
Malta: Ftira
Türk pidelerini andıran, ama ondan daha küçük bir çeşit ekmeğin içine temelde ton balığı ve domates sosu konularak hazırlanan ve sıcak-ılık yenen bir tür sandviç Ftira (veya Tuna Ftira). Bu en sade şekli genelde 0,50 cent (Malta Lirası) veya yaklaşık 1,2 Euro'ya satılıyor. Kapari, zeytin, haşlanmış mısır, soğan, nane ve benzeri Akdeniz baharatları da eklenince ortaya sağlıklı ve lezzetli bir sandviç çıkıyor. Aslında akla gelen her türlü malzeme ile hazırlanabiliyormuş. Malzeme çeşitlenince fiyatı da 2,50 Malta lirasına (~5,8 Euro'ya) kadar çıkıyor. Köşe başındaki küçük bakkal veya büfelerden, şık cafelere kadar her yerde satılıyor.
Internette okuduğuma göre ftira aslında sandviçi hazırlamakta kullanılan ve burada süpermarketlerde de satılan günlük ekmeğin adıymış, sözkonusu sandviç ise adalılar arasında Hobz biz-Zeijt (Zeytinyağlı Ekmek) olarak biliniyormuş. Ama burada ftira deyince herkes sandviçten bahsettiğinizi anlıyor. Birisi bu lezzetli ton balıklı sandviçi "akdeniz usulü hamburger" olarak tanımlamış. Çok da yanlış sayılmaz bence...
Perşembe, Aralık 27, 2007
Kozmetik sebeplermiş!
Bir doktorun, üstelik de anneden bu yönde bir soru veya talep gelmediği ve tıbbi bir gereklilik de olmadığı halde bebeğin anne sütünden kesilmesini adeta teşvik eder gibi konuşmasını doğrusu çok garipsedim. Dünya Sağlık Örgütü'nün annelere bebeklerini ikinci yılın sonuna kadar emzirmeyi hararetle tavsiye ettiğinden haberdar mı acaba?
Anne sütünün faydaları üzerine uzun uzadıya bir yazıya girişmeyeceğim. Web'de bir arama yeterince kaynağa ulaştıracaktır zaten. Archisugar şu yazısında detaylı olarak bahsetmiş. Başka Yollar'daki şu yazı da bilgilendirici...
Perşembe, Aralık 20, 2007
Bebek televizyonu -2 VEYA Böyle bir bayram VEYA Çok bağlantılı yazı
Sabah kahvaltıdan sonra oğlum, oyuncakları, battaniyeler, ben ve Kakuro bulmacalarım oturma odasında pencerenin karşısındaki kanepeye yerleştik. İki Kakuro bulmacasını çözmeyi başardım. Kakuro'nun mantığını anlar gibi oldum, kendimce bir iki genel çözüm stratejisi geliştirdim, keyiflendim.
Oğlumla "aaa, topa bak!" ve "oyuncağı bir elimden diğerine geçirebilirim ben" gibi çeşitli oyunlar oynadık. Biraz uyumayı denedik. Olmadı, telefon geldi. Kalkıp ailemi aradım, bayramlarını kutladım.
Kanapeye geri dönmeden önce Haşmet Babaoğlu'nun Kurban bayramı üzerine düşündürücü yazısını okudum. Yıllar önce başka bir gazetede -Radikal'de miydi?- kurban bayramının ve diğer dinlerdeki benzer uygulamaların "sakınanların şiddeti" olduğuna dair ilginç bir yazı okuduğumu hatırladım.
Öğle yemeğinde dün akşamdan kalan, velakin günün anlam ve önemine hiç mi hiç uymayan rezene yemeğini afiyetle yiyip bitirdim. Yerime dönerken bir büyük bardak çay ve bir kaç bisküvinin bana eşlik etmesine izin verdim. Çay içip bisküvi yemeyi severim. Özellikle kışın...
Bu arada camdan dışarıyı seyrettim uzun uzun. Daha önce söylemiş miydim? Bebek televizyonumuzda program değişikliği var. Huş ağacı ve göküzünün yerini gökyüzü ve deniz aldı. Hava biraz kapalı ve keyifsizdi. Güneş bulutların arkasına saklanmış. Uzakta, Luqa'daki havaalanına inip duran uçakları seyrettim. Hayal meyal gördüğüm açılmış iniş takımlarının, göremediğim piste değdiği anı hayal ettim. Tanımadığım yolcularla beraber bitmiş bir uçak yolculuğunun huzurunu duydum her seferinde.
Valletta'nın iki tarafındaki iki büyük doğal limana turist götüren büyüklü küçüklü tur teknelerini izledim. Bir çok turistin kendilerine verilen battaniyelere sarınarak dışarda oturmayı tercih ettiklerini gördüm. Ben de olsam öyle yapardım. Valletta Sliema arasında düzenli aralıklarla gidip gelen Valletta dolmuşunu* gördüm defalarca.
Sonra martı gördüm bir tane. Buraya geldiğimden ber ilk kez... Elektrik tellerine ve balkona konan bir kaç serçe...
Denizin gün içinde değişip duran rengini izledim. Mavili yeşilli o güzel renge petrol keşfedilip mertlik bozulmadan önce ne isim verildiğini düşündüm. Denizin yüzüne bakarak rüzgarın yönünü ve şiddetini anlamaca oynadım. Bu oyuna oğlum katılmadı ama. Bu, büyükler için bir oyun...
Uzaklardaki bir kaç dosta benim olmayan bir bayramı kutlayan tebrik kartları yazdım. Onlar mutlu olsun diye, onların da beni mutlu ettiği gibi...Internetten de yazıp gönderebilirim ama böylesi daha hoş geliyor bana.
Dışarıda, Sliema'da, hoparlörlerden gün boyu Noel şarkıları çalınan ve akşamları Noel süsleri ile daha da canlanan caddelerde, günlerden beri devam eden hay huyu, koşturmacayı düşündüm. Türkiye'nin büyüklü küçüklü tüm şehirlerinde geçen haftadan beri devam eden ve önümüzdeki 3-5 gün daha devam edecek koşturmacayı düşündüm. Neden dünyanın her yerinde bayramlar -öncesi ve sonrası dahil- böyle koşturmacayla geçiyor? Bir gün olsun bir köşeye çekilmek, biraz yaşam, biraz dünya, biraz o günün anlamı üzerine düşünmek...
...başka hiç bir şey yapmamak...
...belki sevdiğimiz bir kaç kişi ve sevdiğimiz bir kaç şeyi yanımıza alıp...
...oturmak ve sadece düşünmek...
...konuşmak belki azıcık da...
...fena olmaz mıydı?
...diye düşündüm.
Belki öyleydi zaten her bayram en başında.
Düşünmek zor geldiği için...
...ve derin şeyler üzerine konuşmak hep biraz korkutucu...
Belki işte o yüzden oraya buraya koşturmalar, hazırlıklar, özel(leştirilmiş) yemekler ve yiyecekler, görev olsun diye hediyeleşmeler,sıra savar gibi mesajlaşmalar birer ritüel halini alıverdi.
...diye düşündüm.
Böyle geçti bir bayram günüm işte...
Çarşamba, Aralık 19, 2007
Kakuro
Kakuro!
Çengel bulmaca ile Sudoku arası, yine Japon kaynaklı bir oyun bu. Çengel bulmacada olduğu gibi satır ve sütunlar dolduruluyor ama harflerle değil, rakamlarla... Sudoku'da olduğu gibi sadece 1-9 arası rakamlar kullanılıyor ve her rakam bir dizide sadece bir kez kullanılabiliyor.
Amaç her dizideki rakamların toplamının sol veya üstte verilen sayıya eşit olması.
Görüldüğü gibi Kakuro Sudoku'dan daha karmaşık bir oyun. Ben şu ana kadar tek birini bile bitirememiş bir başlangıç oyuncusuyum. Ama şimdiden Kakuro müptelası olacak gibiyim :)
Kakuro ile ilgili linkler:
Fotoğraf: zimpenfish
Pazartesi, Aralık 17, 2007
The Story of Stuff
Biliyorum, yapacak çok şey var. 20 dakika da uzun zaman...
Ama bugün lütfen yaratın bu zamanı. Evdeyseniz ev halkını, işte veya okuldaysanız arkadaşlarınızı da bilgisayar başına toplayın ve şu filmi bir seyredin:
http://www.storyofstuff.com/index.html
Şu soruların yanıtını bulacaksınız:
- Hangi sistemde yaşıyoruz ve "sistem" nasıl işliyor?
- Oyuncular kim, bizim rolümüz ne?
- (Eşyalar) Neden bu kadar çabuk bozulup eskiyorlar?
- Neden çabuk bık(tırıl)ıyoruz?
- Modanın ve teknolojik yeniliklerin sistemdeki fonksiyonu ne?
- Nasıl oluyor da o gömleği "kumaş-parası-bile-değil!" bir fiyata alabiliyoruz?
- Tüketim toplumu neden ve nasıl yaratıldı?
İzlemeyi bitirdiğinizde büyük olasılıkla şu soruyu soracaksınız:
- Ne yapabilirim?
Yanıtı bulmak için Google'da "simple living", "voluntary simplicity", "sustainable economics" ve benzeri anahtar sözcüklerle arama yapmak mümkün. Sadece bir başlangıç olarak tabii...
Not-1: Bu arada 20 dakikanız yoksa filmi başlıktaki bölüm isimlerine ( Extraction, production, Distribution, ...) tıklayarak parça parça izlemek de mümkün :))
Not-2: İngilizce bilmeyenler için: Üzgünüm, şu an sadece bu dilde... Ama ilk yayınlandığı tarihten beri (10.Aralık.2007) 100.000 kişi izlemiş bu filmi ve çeşitli dillere çevrilmesi talep ediliyormuş. Belki yakında Türkçe'ye veya bildiğiniz bir başka dile de çevrilebilir.
Pazar, Aralık 16, 2007
Malta - Sokaklar
Buradaki fotoğraf iyi özetliyor aslında:
Daracık kaldırımlar,
krem rengi kesme taşlarla yapılmış evler,
cephelerindeki taş işlemeler ve ahşap çıkmalarla bakmaya doyamayacağınız eski binalar,
çok sık olmasa da sokağı şenlendiren çiçekler,sarmaşıklar, güller,
ve ne kadar uğraşsanız da fotoğraf karesinden kovalayamayacağınız kadar çok araba!
Bu arada Malta dilinde "Triq" sokak demek. "Sqaq" ise küçük, çıkmaz sokaklar için kullanılıyor. Tabelalarda her ikisini de görebilirsiniz. Asıl kafa karıştıran şey, pek çok sokağın bir de İngilizce adının olması ve duruma göre bazen birinin, bazen diğerinin kullanılması. Triq il-Kbira /High Street örneğinde olduğu gibi. Valletta'daki çok bilinen alışveriş caddesi Triq il-Merchanti de yeri geldiğinde Merchants Street oluveriyor. Yolunuz buralara düşerse aklınızda bulunsun.
Perşembe, Aralık 13, 2007
Malta: Aidiyet duygusu!
Bir gün bir kamyonun arkasında "Conquerer of the roads" yazdığını görürsem...
...veya bir arabanın arkasında "Thank you, Dad"...
...hiç şaşırmayacağım.
Bazen bu ülkede kendimi hiç mi hiç yabancı hissetmiyorum.
Salı, Aralık 11, 2007
Ama Kubilay'ın da vaaaar!
İki sene önce ortak bir tanıdığımız yılbaşında arkadaşımın oğluna bir cep telefonu hediye etti. En ucuz modelinden, kartlı bir telefon... Arkadaşım bu hediyeyi bir çocuk için çok pahalı bulduysa da, reddederek hediye edenleri kırmak istemedi. Telefon bir sonraki okul yılının başına kadar bekledi ve ancak iyi bir karne getirmesi şartıyla ufaklığa verildi.
Bu okul yılının başında arkadaşımın oğlu bir gün annesine gelerek "Anne" demiş, "ben XXX marka, XX model cep telefonu istiyorum". "Senin zaten cep telefonun var" demiş annesi. Bizimki cevabı yapıştırmış: "Ama bu telefonun fotoğraf çekme özelliği, MP3 çaları, internet bağlantısı, şusu, busu da var, benimkinin yok." (Telefon değil, teknoloji harikası beşi bir yerde!)
"Senin zaten bir MP3 çaların var. Evde internet bağlantımız ve fotoğraf makinamız da var. Nereden çıktı şimdi bu telefon?" dedilerse de dinletememişler. Ufaklık "Ama Kubilay'ın da var." deyip çıkmış. Kubilay yeni sıra arkadaşı...
Annesi sonunda "Ben bu telefonu finanse edemem. Üstelik bu telefon kartlı da değil, sabit hatlı. Kendin para biriktir, kendin al." demiş. Mutfaktan küçük bir kavanoz getirmiş. Birlikte "beşi bir yerde"nin fotoğrafını bir yerlerden bulup kesmişler, kavanozun üzerine yapıştırmışlar. Telefon 99.99 (!) Euro imiş. Ufaklık şimdilik 8 Euro biriktirmiş.
Arkadaşıma kalırsa "Hayır" deyip, kestirip atmak oğlunun sahip olma güdüsünü güçlendirecek. Telefon bir takıntı haline gelecek. " Evet" der, hemen gidip alırsa; telefona emek vermeden sahip olan oğlu kısa sürede telefondan bıkacak. Ama 100 Euro'yu biriktirmeyi başarıp telefonu alabilirse; bu, oğlu için asla herhangi bir telefon olmayacak. Değerini bilecek. (Bana kalırsa 100 Euro birikene kadar zaten "beşi bir yerde" 10 yaşındakiler arasında çoktan popularitesini yitirmiş olacak. Ama muhtemelen bir "yedisi bir yerde" onun yerini almış olacak.)
Bir süre sonra, bir akşam arkadaşımın oğlu babasına sormuş: "Baba, arabanı ne zaman yenileyeceksin? BMW'nin son modelinden alsana". Baba "Oğlum, ne gerek var arabayı yenilemeye. Şimdiki hiç de fena değil" diye yanıtlamış. (Arabayı biliyorum, gerçekten de hiiiiç fena değil!)
Anne şaşkınlıkla "Bu da nereden çıktı şimdi?" diye sormuş. Yanıt, oğlunun bakmadığı bir sırada, sadece dudaklarını oynatarak babadan gelmiş: "A-ma Ku-bi-lay-ın ba-ba-sı-nın da vaaar!"
...
Arkadaşım gidişattan hiç memnun değil. Bugünlerde okula gidip, öğretmenden oğlunun sınıftaki yerini değiştirmesini rica etmeyi düşünüyor.
Ben en büyük boyundan bir damacana alıp, üzerine son model bir BMW'nin resmini yapıştırarak arkadaşımla oğluna hediye etmeyi düşünüyorum.
Zamane çocuklarını ve oğlumun gelecekteki arkadaşlarını düşünüyorum da...
Bir tane de kendim için edinsem mi?
Pazartesi, Aralık 10, 2007
Malta: Otobüsler
Otobüsleri bu kadar özel yapan ise, büyük bir çoğunluğunun 2. Dünya Savaşı sonrasından kalma, en az 50-60 yıllık olması. Civciv sarısı renkleriyle ve ilginç modelleriyle trafikte gözden kaçırmak imkansız. Turistlerin de en çok fotoğrafını çektiği şeylerden biri. Turistik eşya dükkanlarında küçük modelleri satılıyor.
Eskinin korunması gerekliliğine bütün kalbimle inanan ben, gelmeden önce internetten yaptığım araştırma sırasında en çok bu otobüsleri merak etmiştim. Geçen süre içinde Valletta ve Mdina'ya yaptığımız hafta sonu gezilerinde binme fırsatı da bulduk. Veya binmek zorunda kaldık mı demeliyim? Başka bir ulaşım şansımız da yoktu zaten :))
Gelelim izlenimlerime ve öğrendiklerime:
- Pahalı değil. Kısa mesafeler 0.20 cent (Malta lirası), uzun mesafeler 0.40 cent.
- Otobüs duraklarında belli bir saat planı asılı olmasına rağmen pek de ciddiye almamak gerek. Otobüsler canları ne zaman isterse o zaman geçebilir.
-Belediye otobüsünden çok bizdeki dolmuş veya halk otobüslerini andırıyorlar. Bizde "Allah korusun", "Maşallah", "Nazar etme ne olur..." edebiyatının asılı olduğu şoför mahallinde İsa-Meryem, melek, ermiş resimleri vb. var. Sanırım aynı amaca hizmet ediyorlar. Parayı kapıda şoföre ödüyorsunuz, yolculuk sırasında muavin biletleri kontrol ediyor. Şoförün iyi günündeyseniz durak yerine istediğiniz yerde durabilir.
-Buraya kadar oldukça eğlenceli. Sıkıntı 5 aylık bir bebekle seyahat ediyorsanız başlıyor. Bebek arabası ile binmek mümkün değil (Tamam, abartmayalım, Türkiye'de de her zaman mümkün değil). Pencereler her daim açık. Bebeği korumak için anında stratejik bir karar verip, güneşin en az vurduğu, rüzgarın en az hissedildiği koltuğu bulmak gerekiyor. Pencereler her zaman kapanmayabiliyor, ara duraklarda söz konusu koltuk çoktan dolmuş oluyor, bazı otobüsler öyle eski ki pencereler kapalı da olsa otobüsün aralıklarından rüzgar girmeye devam ediyor. Kimi otobüsler öyle sarsıyor ki, süspansiyon sistemlerinin icadından önce üretildiklerini tahmin ediyorum.
-Peki ne yapalım? İnip yürüyelim! Ama dikkat! Aynı otobüsler o kadar çok egzoz gazı salıyorlar ki bir caddeden geçtiklerini çoktan geçip gittiklerinde bile farkediyorsunuz. Sokakta yürürken otobüsün geldiğini görürseniz en yakın mağazaya dalıp biraz bekleseniz iyi olur :))
-Şaka bir yana, bu otobüslerin değiştirilme zamanı gelmiş. Evet, bunu ben diyorum. "Her şeyin en yeni modeline saldırmayalım, ekonomik ömrünü tamamlayana kadar kullanalım, israf oluyor" diyen ben! Çevreyle dost, havayı kirletmeyen, maliyeti daha az otobüsler alınsın. Orijinal renkleri ve modelleri çok istenirse bir noktaya kadar yeni otobüslerde de sağlanabilir bence. Avrupa Birliği'nin ulaşım ve çevreden sorumlu komisyonlarına duyurulur.
Not: Otobüsler geçerken ben genelde sığınacak bir köşe aradığımdan fotoğraflarını çekemedim. Ciğerlerine güvenenlerin çektiklerinden paylaşıyorum :))
Fotoğraf 1: blackthorne
Fotoğraf 2: Pastalane
Pazar, Aralık 09, 2007
Moda
Yanlış da sayılmaz galiba. Eğer modaya uygun giyinmekten kendinizi alamıyorsanız...
...az alın. Çünkü bir yıl sonra giyemeyeceksiniz.
...iyi bakın ve saklayın. Çünkü 5 yıl sonra yine onları giyeceksiniz.
İyi pazarlar :))
Perşembe, Aralık 06, 2007
Buyrun burdan yakın!
Kimisi yaratıcı ellerden çıkma, ince zeka ürünü... Öylelerine televizyonda, dergilerde veya sokakta rastladığımda bir sanat eserine bakar gibi bakmayı severim.
Ama kimi reklamlar da var ki, tüm yaratıcılığına rağmen yaptığı tüketiciyi yanıltmak ve tüketimi körüklemekten öteye gitmiyor. Bu iki kavramı "tüketiciyi ikna etmek"ten ayırmak gerektiğini düşünüyorum. İşte öyle reklamları görünce de "Dikkat! reklam" demeden duramıyorum. Reklamcılar kusura bakmasın lütfen...
İşte böyle bir reklam. Sadece ince kelime oyunuyla değil (Oh, two! --> O2 -->Oksijen) , sigara paketlerinden yükselen hava kabarcıklarıyla da ürün ile temiz, taze hava arasında bir bağlantı kurulmak istenmiş. Bir ürünü tüketiciye sunduğunun tam tersiyle pazarlamak ne derece dürüstçe ? Ben çok düşünmeme rağmen, yasaklar sebebiyle sigara içmek için en soğuk havalarda bile açık havada sigara tüttüren tiryakilerden başka bir bağlantı kuramadım :)
İşte o yüzden "dikkat!reklam" diyorum. Bu kategoride kötü reklam ifşaatlerim devam edecek...
Çarşamba, Aralık 05, 2007
Malta'dan ilk izlenimler
-Trafik soldan akıyor. Önceden biliyor olmama rağmen, yine de havaalanında taksiye binerken bir an durup neden şoförün sağ tarafta oturduğunu düşündüm.
-Abartılı gelebilir ama bütün Maltalı taksi şoförleri orta yaşın üzerinde, kısa boylu, göbekli ve kel! Bir araya geldiklerinde de pek gürültücüler :))
-Maltalılar son derece çocuksever. Havaalanında eşim kayıp bavulunu ararken, iki yaşlı Maltalı hanım oğlumla gülücüklü bir sohbete giriştiler. İkinci gün kucağımda oğlumla arabadan inmeye çalışırken sokaktan geçen orta yaşlı bir hanım durumu fark etti.Gelip arabanın kapısını ardına kadar açarak inmemize yardım etti, sonra el sallayıp yoluna devam etti. Sokaklarda gülümseyerek selamlayanları, durdurup sevenleri anlatmıyorum.
-Adanın dili Arapça, İngilizce ve İtalyanca'nın bir karışımı. Kulağıma ve gözüme durmadan tanıdık kelimeler takılıyor.Mesela Zejtun, Mdina, Rabat, Mellieha, Xemxiya (X Ş okunuyor), Naxxar, Xewkiya, Qala, Gharb gibi yer isimleri... Xemx (Güneş), Sabiha (Kadın), Merhba (Hoşgeldiniz), Sqaq(Sokak), Cuma, Hafif, Nane duyduğum diğer tanıdık kelimeler.
-Malta gürültülü sokakları, karmaşık trafiği, az yeşili, bol betonu, rahat insanları, uzun bekleme süreleri ile çok Akdenizli, az Avrupalı. Bu kadar küçük olsaydı Türkiye'yi de hemen AB'ne alırlar mıydı acaba?
-Bütün ülke, toplamı 316 kilometrekare olan 3 adadan oluşuyor: Malta 246, Gozo 67, Comino 2.7 km2. Buna karşılık inanılmaz bir mekan kullanım anlayışları var. Bütün Malta bir şantiyeyi andırıyor. Durmadan yeni binalar inşa ediliyor. Bir çok evde geniş ve upuzun bir koridor, iki banyo, büyük odalar ve balkonlar var. Adada yeşilden çok bina ve otomobil olmasına şaşmamalı.
-Özellikle eski binalar ve kiliseler inanılmaz güzellikte. Hemen hepsi adadan çıkarılan krem rengi kesme taşlardan yapılmış. Ön cephelerdeki hafif çıkmalar, renkli ahşap panjurlar, taş süslemeler ile eski binalar bütünsel ve hoş bir görüntü oluşturuyor. Otelin penceresinden gördüğüm kadarı ile arka cephelerin baktığı küçük, gizli bahçeler var. Bahçelerde mandalina ve frenk inciri ağaçları... Yeni yapılan binalardan hiç bahsetmeyeyim. Hele bir Hilton var ki, evlere şenlik. Aynı çirkinlikle ve pervasızlıkla göğe yükselen bir başka Hilton da İzmir'de var, yanılmıyorsam.
Fotoğraf 1 : St. Julians (San Giljan) - Spinola Koyu
Fotoğraf 2 : Zevksiz Hilton kulesi ve önünde restore edilen eski bir Malta binası