Merhaba, cok bekletmedim, degil mi? Devam edelim.
Gölün kiyisinda sincaba yürümek isteyip istemedigini sorduk. "Yok, ben arabamla gidecegim" dedi. Yine arabasina kuruldu. Cantalari da yükledik, düstük tekrar yola.
Simdi cam agaclarinin arasindan geciyorduk. Yol kenarinda sürekli bögürtlen calilarina rastliyorduk. Her zaman meyvesi olmuyordu. Olanlarin tadina baktik, göl kenarinda tesadüfen bulup yediklerimiz kadar tatli degildi hicbiri. Ben bir taraftan bitki örtüsünü inceledim. Yeni birseyler görüp görmeyecegimi merak ediyordum. Genel olarak nehir kenarindaki ormanliktan da tanidigim bitkilerdi. Arada kayinlar, meseler, akcaagaclar, findik agaclari. Sadece bir findik agacinda bolca olgunlasmis findik gördük. Durup epeyce topladik. Ben her zamanki aliskanlikla "kuslara da birak, sincaplara da birak" deyip duruyordum esime. Sonunda "bu ormanda hicbir sincap ac kalmaz, merak etme sen" diyerek sakinlestirdi beni :)
Yürümeye devam ettik. Bazen yol ikiye ayriliyordu. Herhangi bir tabela yoktu. Icgüdümüzle hareket ediyorduk. Hatta bir yerde "dörtyol agzi" ifadesi anlamini yitirdi; tam altiya ayriliyordu yol! Dogadaysak, aile ici rol dagilimimiz binyillar öncesinin avci-toplayici toplumlarindaki gibidir. Benim üc boyutlu mekanda yol - yön bulma duygum zayiftir. Esimin ise tam tersine cok güclü. Bu yüzden bir yol agzina gelince ben durup ona bakarim, o yolu secer. Yol boyunca agaclarda, calilarda herhangi bir meyveye rastladigimizda ise, o durup bana bakar. Yenilip yenemeyecegini ben söylerim. Sadece arastirip okudugum icin degil, bitkiyi ilk kez görüyorsam bile icgüdüsel olarak bilirim. Dolayisiyla yol altiya ayrildiginda da ben durup ona baktim. O sanki bir haritaya bakarmis gibi anlatti. Soldaki üc yol bizi batiya evimizden uzaklara götürecekti. Sagdaki üc yoldan her biri ise öyle ya da böyle bizi eve götürecekti. Biri bizi ihlamurlu yolun götürdügü köye cikaracakti, digeri sehrin en batidaki semtlerinden birine. Oradan tramvaya binerek dönebilirdik eve. Ücüncüsü bizi ormanda biraz dolandirdiktan sonra tekrar önceki iki secenekten birine baglayacakti. Ve elbette bunlarin hepsini tahminen söylüyordu, tamamen yaniliyor da olabilirdi. Ne ormanda fazladan dolanmak, ne de yürüyerek basladigim gezintiyi tramvayla sonuclandirmak istiyordum. Köye giden yolu sectik. Gerci yolagzinda duraksayip epey konusmustuk ama sectigimiz yola dönerken oldukca kararli, ne yaptigini bilir gibi davranmis olmaliyiz ki; bir dakika sonra arkamizdan gelen bir bisikletli, daha geride duran bisikletli grubu göstererek yolu sasirdiklarini , ormanin güney cikisini aradiklarini söyleyip yol sordu bize. Neyse ki biliyorduk, bizim geldigimiz yöndü, tarif ettik :)
Ilerledigimiz orman yine agirlikli olarak cam agaclarindan olussa da, basta mese agaclari olmak üzere diger agaclar da vardi. Aslinda cam agaci derken igne yapraklilari kastediyorum. Ben igne yapraklilar konusunda oldukca zayifimdir, "agaclar" dersinin calismayi hep ihmal ettigim ünitesidir o. Bildigim tek sey, bazi igne yapraklilarin kozalaklari dalda dik durur, bazilari ise asagi sarkar. Gezimiz boyunca her ikisine de rastladik. Yolda bir ara sadece kitaplardan tanidigim bir mese yapragina rastladim. Basimi kaldirip düstügü agaci aradim ve
Quercus rubra (Kırmızı Meşe) ile resmen tanisip elini sıktım. Biliyorum, bu türden bir yazinin arasina Latince isimler sıkıştırmak biraz elektrikli testereyle ormana dalmaya benziyor. Fakat kötü bir bellegim var ve bitkilerin Latince adlarini sirf bu yüzden yazdiklarimin orasina burasina yerlestirmek aliskanligindayim. Hoslanmazsan görmezden gel, olur mu? :) Yolda buldugum kirmizi mese yapragini ise yanima aldim. Onunla ne mi yapacagim? Pek cok sey yapilabilir, ama her seyden cok sincapla resim yaparken kullanmak niyetindeyim. Bunun da bir hikayesi var. Hikayenin icinde de ekmekcide calisan hos sohbet bir kadin var. Daha sonra anlatayim.
Yapragi alip yolumuza devam ettik. Orman gittikce tipik bir masal ormanina dönüsüyordu. Sanki hemen su kösedeki agacin arkasindan Kirmizi Baslikli Kiz cikacak, ya da su ince patikadan Hänsel ve Gretel cikagelecekti. Belki önlerinde babalari olacakti. Hänsel cebinden cikardigi bir seyleri yere atip duruyor olacakti. Biz babasiyla konusurken, Hänsel'in yere attiklarini görmezden gelecektik. Ben bir an göz göze gelince, Gretel'i kas göz isaretiyle duvarlari pastadan kulübe hakkinda uyarmaya calisacaktim.
Yolun saginda solunda artik hemen hemen hic bögürtlen calisi kalmamisti. Buna karsilik sehirden ve nehir kenarindan cok, resimli masal kitaplarindan bildigim üc yaprakli bir yonca her yeri kaplamisti. Daha sonra tam adini bulmak icin biraz arastirdim ama bulamadim. "Ben olsam adini 'orman yoncasi' koyardim" diyerek, "waldklee" diye aratinca, aradigim sevimli yoncalara kavustum:
Oxalis acetosella. Kesin teshis icin baharda gidip beyaz ciceklerine bir bakmam gerek. Ormanin tüm zemini simdi orman yoncasi ve yosunla kapliydi. Anlasilan o ki, yere ne düsse (agac dallari, cali cirpi, yaprak) bir süre sonra üzeri yosun ve yoncayla kaplaniyordu.
Gecen gün bir yerde okudum, diyordu ki, insan akli planlamayi, organize etmeyi, siniflandirip düzene sokmayi ve iste bu yüzden bahceleri ve parklari sever. Cünkü onlar aklin eseridir, organik kurallara uyarak büyümemistir. Insan eli degmemis bir ormanda ise, insan akli sadece düzensizlik ve kaos görür. Ormanda, yasayan ve ölü bile birbirinden ayirt edilemez. Hepsi birbirinin üzerine yigilmistir, birbirinin üzerinde yükselmekte, ölü unsurlardan tekrar yasam dogmaktadir. Insan akli ormandan ve onda gördügü karmasadan hoslanmaz. Ne zaman aklini susturup ormana sessizce ve yüreginle bakarsan, ondan yükselen harmoniyi, aklin algilayamadigi yüksek düzeni, güzelligi görürsün.
Bunu ormandan döndükten sonraki günlerde okudum. Okur okumaz da ne demek istedigini anladim. Bir ucta aklin "bahcivanlik" ettigi Ingiliz bahceleri, diger ucu biliyorsun zaten. Okur okumaz bir de neyi animsadim biliyor musun? Hani birlikte seyrettigimiz sarkaclar üzerine bir film vardi ya. Bir el, bir düzine sarkaci bir anda boslukta sallanmaya birakiyordu. Her biri hos bir uyumla, senkronize bir sekilde gidip gelmeye basliyordu. Seyrettigimiz sey bir dans gibiydi ve gözlerimizi oksuyordu. Sonra hic beklemedigimiz bir anda ortalik karisiyordu. Sarkaclarin dünyasinda kaos hüküm sürmeye basliyordu. Hepsi kendi basina, anlamsiz, tutarsiz, zevksiz sallanip duruyor gibiydi. "Hoppala, bu da nereden cikti simdi, ne güzel dansediyorlardi? " derken biz ve gördügümüzden gayet rahatsizken gözlerimiz, yine hic beklenmedik bir anda, sanki sihirli bir sopa degmis gibi, sarkaclar yeniden bir düzen tutturuyordu. Gözlerimize ilac gibi gelen dans, gittigi yerden, yokluktan cikip gelmis gibi yeniden basliyordu. Filmi seyrettigim zaman "belki de yasamlarimizda karmasa, tutarsizlik ve tatsizlik hüküm sürdügünde de olan budur" diye düsünmüstüm. Isler sarpa sardiginda hep sarkaclari animsamayi dilemistim. Ormanda hüküm süren ama aklin algilayamayacagi düzeni de okuyunca birden akmaya basladi düsünceler: Belki de karmasa denen sey o kadar da kötü degildi. En azindan geciciydi. Ayrica daha yüksek bir düzlemde , algilayamadigimiz bir düzenin perspektifinden baktigimizda basbayagi uyumdu, anlasilirdi, güzeldi, gayet de basitti. Belki dünya da batmayacakti. Bilim adamlarinin hesaba katmayi unuttugu bir parametre sayesinde CO2 salinimi hicbir zaman o tehlikeli, geri dönülmez seviyeye ulasmayacakti. Ya da ulasacakti belki ama yine bilim adamlarinin ihmal ettigi bir faktör sayesinde onun ötesinde, hic düsünmedigimiz, anlamli ve icinde yasanilabilir bir denge kuracakti. Belki bosuna endiselenmistik, GDO'lu bitkiler bir süre sonra kendi kendilerini yok eden bir denge noktasina varacaklardi. Belki sincabin bedeninde, giydigi tisörtlerin, oynadigi oyuncaklarin, yedigi cikolatalarin icerdigi kimyasallari zerre kadar sallamayan, onu daima koruyacak, sadece inanilmayi ve aciga cikarilmayi bekleyen, güzel, saglikli, güclü bir sey vardi. Aklimin felaketleri ve "bidi bidi"lanmayi seven büyük tarafi gayet yanildigimi söyledi bana. Ama unutmadim düsündüklerimi ve aklimin mini mini bir kösesine yazdim onlari. Iste ben böylece karmasayla da baristim :)
Ormana dönelim yine. Orada bir kac kez tüm aileyi sessizlige davet ettiysem, bu yukarida anlattiklarimi o anda bildigimden degildi, icgüdüseldi. Sincabin arabasinin tekerlekleri hizla kuru yapraklarin üzerinde dönüyordu. Ben etrafa bakiyordum. Meselere, kayinlara, camlara, yoncalara, yosunlara, mantarlara, ormanin bin türlü canlisina bakiyordum. Bir seyleri kaciriyor gibiydim. Bu yüzden bir kac kez durmamizi ve sessizce sessizligi dinlememizi teklif etmistim. Arabanin tekerlekleri susunca, ormanda ne büyük bir gürültüye neden oldugumuzu farketmistik. Sessizlik öylesine derin, öylesine yogun, öylesine güzeldi. Ormanda hareket halinde olmak ve ormanda sessizce durmak birbirinden tamamen farkli iki deneyimdi. Bütün gün ormanda yürüyebilir, ya da belli bir yerinde bütün gün sessizce dikilebilirdik. Gün sonunda kimse ikisinin ayni orman oldugunu iddia edemezdi.
Fakat biz o gün durmaktan cok yürümeyi, mümkünse hizlica yürümeyi tercih ettik. Sincabin o günkü ikinci atesinin fazla uzaginda olmadigimizi biliyorduk cünkü. Bir süre sonra sol tarafimizda orman acilmaya, sagimizda da ormanla aramiza otsu bitkiler girmeye basladi. Adini bilmedigim iki bitkiyi ormandan ödünc alip Walden'a emanet ettim. Arada tabelalar gördük. Dogru yoldaydik. Mese palamutlari ve yapraklariyla dolu bir orman yolundan köydeki ilk evlere, aklin bahcivanlik ettigi, düzenli cekmecelere benzeyen bahcelere ulastik.
Banka, otobüs duragi ve dondurmaci gibi medeniyetin vazgecilmezleriyle cevrilmis köy meydanina ulastigimizda sincap agirlasan gözleri, kizaran yanaklari ve tutamadigi basiyla gelen atesin isaretlerini verdi. Bu yüzden, bir ara gördügümüz orman anaokulunun önünden de durmadan gectik. Fakat ne güzel fikir, bahsetmistim degil mi? Sirf bu yüzden bu köye tasinmak isterdim. Sincap atese ragmen uyumadi, oturdugu yerden etrafini seyretmeye devam etti. Köyü sehre baglayan otoban (geldigimiz ihlamurlu yol degil, bir baskasi) karsimiza ciktiginda, bendeki ilk yorgunluk isaretlerini hissettim. Oysa daha yarim saat önce ormanda "hic yorulmayacagim galiba bugün" demistim. Otobani gectigimizde bildigimiz sulardaydik. Bir arka baglanti yolundan, 5 saat önce bize nerede oldugunu soran hanima rastladigimiz sokaga ulasmistik. 10 dakika sonra da evimizdeydik. Saat dördü on gece evde sincabin atesini 38.7 olarak ölctüm. Ilacini verdim. Televizyonun karsisina gecip dalgin gözlerle cizgi film seyretmeye basladi. Yine bir sehir cocugu olmustu.
Ama aksam uyumadan önce "Anne, ben ormani cok sevdim, yine gidelim" dedi. Esim ertesi gün orman-tatil teorimin dogru olabilecegini, kendisini bütün gün cok iyi hissettigini, ormani her animsayisinda tekrar dinlendigini söyledi. Ona kalirsa da daha cok gitmeliydik ormana.
Ben...
Aklim yine ormana gitmek istiyordu. Yeni bitkiler, yeni kuslar, yeni yasam sekilleri kesfetmek, yeni baglantilar kurmak, bu kez bir yolagzina geldiginde hangi tarafa dönecegini bilmek, ormanin bir haritasini cizmek istiyordu. Yüregim yine ormana gitmek istiyordu. Agaclarin, bitkilerin ve kuslarin üstüne Latince etiketler yapistirmadan, yargilamadan, siniflandirmadan, herseyi oldugu gibi almak, orada ormanin orta yerinde sessizce durmak istiyordu.
Sen?
Sen de istersen yine ormana gitmeyi, yol tarif ettigim gibidir. Ben yine biraz kabuguma cekilecegim simdi. Fakat yalniz yola cikmaktan korkma. Elbette kaybolabilirsin. Orman arka bahcemize ya da sehir parkina benzemez. Fakat ne demisti üstat:
"Her insan, ya dalginliktan ya da uykudan her uyandiginda, pusulanin cizgilerini ögrenmek zorunda kalir. Ancak kayboldugumuzda ya da dünyayi kaybettigimizde kendimizi bulmaya baslariz, nerede oldugumuzun farkina varir, iliskilerimizin ucsuz bucaksiz yayildigini görürüz"
Kaybolmanın böylesiyse söz konusu olan, sakın çekinme.
Kaybolmaktan
sakın
çekinme.