"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Pazartesi, Ekim 31, 2011

Yok, bu bir yaprak degil, onun kagida yansimasi

Sana 'kırmızı meşeyle tanışıp elini sıktım' dedigimde, şaka yaptığımı mı sanmıştın?
Hayır, ciddiydim. Bak bu da kırmızı meşenin eli:


Elbette yapragin kendisini de fotograflayabilirdim göstermek icin. Ama sana yapraklarla yapilabilecek bir seyden bahsedecektim, animsadin mi? Hani hos sohbet bir ekmekci kadinin sincaba anlattigi pastel boyayla yaprak baskisi... Hani sincabin yine hasta oldugu bir gün biraz oyalanip temiz hava alsin diye disari cikmis, ekmekciden de brezel almistik da, sincap "burada oturup yiyecegim" demisti. Ben de kahve icerken bir yandan, o ekmekci kadinla anaokulu, arkadasliklar, sonbahar, hayat ve cocuk olmak üzerine derin bir sohbete dalmisti.

Pastel boyayla yaprak baskisi yapmayi ilk ekmekci kadindan mi ögrendik? Emin degilim; sanki cok zorlasam "arsivden" cocuklugumda kendi yaptigim yaprak baskilarina dair bazi ani kirintilarini bulup cikaracak gibiyim. Gerci ilk kimin kesfettigi, kimin kime ögrettigi o kadar da önemli mi? Zaten ögrendiklerimizin ne kadarini ögrendik? Ne kadarini biliyorduk da animsadik? Hepimizin zaten bildigi seylerden bahsetmek neden böylesine bir önem duygusu hissettiriyor bize?

Dolayisiyla sen de simdi bahsedecegim seylerden tamamen habersiz degilsin. Yazinin sonuna geldigimizde "tabii ya!" diyeceginden eminim. Benimki olsa olsa bir animsatmadir. Daha önce de dedigim gibi, suluboyayla yaprak baskisinda yaprak boyanir ve kagidin üzerine bastirilir. Pastel boyayla yaprak baskisinda ise yaprak kagidin altina konur, -kagit cok kalin olmamalidir-, ve kagit üst taraftan pastel boyayla boyanir. Boyandikca yapraga ait harika detaylar kagidin üzerinde belirmeye baslar. Celiskili görünse de pastel boya ne kadar  az bastirilarak kagida sürülürse, detaylar o kadar belirgindir. Sonunda ortaya bir yapragin silueti cikar, ki eger taniyorsan, siluete bakarak yapragin hangi agaca ait oldugunu kolaylikla söyleyebilirsin. Cocuksan tüm bu olup bitenler eglencelidir, oyun gibidir, sasirticidir; neselenirsin ögrenip deneyimlediginden.

Yetiskinsen oturup cizdigin seyin önünde düsüncelere dalarsin. Önce "Bu bir mese yapragi" dersin. Sonra "Yok, bu bir mese yapragi degil, bu sadece onun kagida yansimasi"  dersin. Yasaminda hic yaprak görmemis birine, bi Uranüslü'ye örnegin, yaptigin yaprak baskisini gösterip "bak bu bir mese yapragi" deseydin, o bir mese yapraginin gercekte nasil bir sey oldugunu anladigini sanir ama aslinda bilemezdi. Fakat ola ki bir gün, gercek bir mese yapragiyla karsilassaydi, senin gösterdigin yaprak siluetini animsar ve anlardi hemen o yapragin bir mese yapragi oldugunu... "Yasam da iste böyle degil mi zaten?" dersin.

Sincap sokaktaki sigara ve bonbon otomatlarini ve bir de posta kutusunu kesfetmistir zaten bir süredir. Sigara otomatini ve cocuklar yetisebilsin diye hinzirca onlarin boy hizasina monte edilmis bonbon otomatini kurcalayip durmasindan nefret edersin. Özünde anlamli bir meraki olumlu yöne cekebilmek icin, posta kutusunu kurcaladiginda tesvik edersin. Dersin ki, "Istersen biz de, kartlar hazirlayip, zarflara koyup, pul yapistirip bu posta kutusuna atabiliriz. Sen atarsin kutudan iceri zarflari. Sonra postaci gelir, kutuyu bosaltir ve kartlarimizi alip sevdiklerimize götürür."

Sincap sever bu fikri. Böyle kartlar hazirlarsin:



Sincap yaprak baskisi kisminda tembellik eder. Kartlarin icine, kafasina sapka takmis fok baligi, uzun kulakli bir köpek, bir cocuk ve dolambacli demiryollari cizmeyi tercih eder. Yaprak baskilarini sen yaparsin. Hic önemli degil; önemli olan sincabin böyle seylerin sevildigi ve üretildigi bir evde büyümesidir. Cocugluk anilarinda "pastel boyayla yapilmis yaprak baskisi", "evde hazirlanmis kartlar" "annemin beni kucagina alarak posta kutusuna kaldirdigi ve benim zarflari tek tek kutuya attigim gün"  baslikli bölümler bulunmasidir.

Hizini alamayip zarflari da boyarsin. Postacilar ki, yasadigimiz dünyanin gayet zor, nadide ve anlamli islerinden birini yapiyorlar, yaptiklari isi sevmek icin sebepler verilmeli ellerine:


Kartlari postaya vermeye gidilen gün, dünyanin baska bir yerinde, bir diktatörün yakalanip öldürüldügünün ertesi günüdür. Yol üstündeki  gazetecinin caminda haberi vahsi bir neseyle ve olabilecek en kanli fotograflarla veren bulvar gazeteleri vardir. Sincabin göz hizasinda yine... Hem gidis, hem de dönüste dikkatini camdan baska bir yerlere cekebilmek icin akla karayi secersin: "Aaa, bak kus!", "Suna da bi bak, hus yapragi mi o ucan?"

Eve dönerken nehir kenarina ugrarsiniz. Mevsime göre ilik, günesli bir gündür. Yapraklari kayik eder, yüzdürürsünüz suda. Sincap günes isinlarinin sudaki yansimasina bakar; "Anne, su yanar mi hic? Günes yakar mi onu?" diye sorar. Bulutlarin sudaki yansimalarini isaret eder; "Anne bulutlar neden baska sekilde?" diye sorar. Suya bir tas atar, olusan halkalari ve onlarin bulutlari nasil "baska sekil" yaptigini gösterirsin. Sorulari kim sorar, kim yanitlar, bilemezsin. Icinden hep böyle sorular sormaya devam eden bir cocuk olmasini dilersin.

Kimbilir, belki dünyanin tüm cocuklari da yaprak baskisi yapsaydi ve o cocuklarin eriskin halleri yapraklarin kagitlar üzerindeki yansimalari hakkinda düsünseydi birazcik; ne kanli diktatörler olurdu bu dünyada, ne de zorbayi alasagi etmenin bile bir adabi oldugunu bilmezler...

Vahset karsisinda nese duyan bulvar gazeteleri de olmazdi,
ucuz, boyali bonbon otomatlarini cocuklarin göz hizasina yerlestirme kurnazligi da...

O dünyada sanirim posta kutulari cocuklarin boyunun yetisecegi sekilde monte edilir,
postacilik da gayet prestijli bir meslek olurdu.
Ekmekcide calismaktan bahsetmiyorum bile...

Kartimizi aldin mi bu arada?

Çarşamba, Ekim 26, 2011

Ah Van!
Kahvalti salonlarin da cöktü mü?
Daha sabah serinliginde bugulanmis camlarindan iceri bakacaktik.
Bir bardak cay esliginde otlu peynir yiyecektik.
Kalede etrafini saran
ve yarim yamalak bildikleriyle rehberlik etmek isteyen cocuklardan ne haber?
Enkaz altindalar deme bana.
Enkaz altinda olan bendim.
Gelip kurtaranlarim oldu.
Iclerinde "Ganbatte"diye seslenen 5 yasinda cocuklar,
büyükelciligin caddeye bakan posta kutusuna gizlice yardim zarflari atanlar vardi.
Tam o zamandi galiba,
bir delik acildi üzerime
iceri günes isigi doldu.

Pazar, Ekim 16, 2011

Ormana gittim -3-

Merhaba, cok bekletmedim, degil mi? Devam edelim.
Gölün kiyisinda sincaba yürümek isteyip istemedigini sorduk. "Yok, ben arabamla gidecegim" dedi. Yine arabasina kuruldu. Cantalari da yükledik, düstük tekrar yola.

Simdi cam agaclarinin arasindan geciyorduk. Yol kenarinda sürekli bögürtlen calilarina rastliyorduk. Her zaman meyvesi olmuyordu. Olanlarin tadina baktik, göl kenarinda tesadüfen bulup yediklerimiz kadar tatli degildi hicbiri. Ben bir taraftan bitki örtüsünü inceledim. Yeni birseyler görüp görmeyecegimi merak ediyordum. Genel olarak nehir kenarindaki ormanliktan da tanidigim bitkilerdi. Arada kayinlar, meseler, akcaagaclar, findik agaclari. Sadece bir findik agacinda bolca olgunlasmis findik gördük. Durup epeyce topladik. Ben her zamanki aliskanlikla "kuslara da birak, sincaplara da birak" deyip duruyordum esime. Sonunda "bu ormanda hicbir sincap ac kalmaz, merak etme sen" diyerek sakinlestirdi beni :)

Yürümeye devam ettik. Bazen yol ikiye ayriliyordu. Herhangi bir tabela yoktu. Icgüdümüzle hareket ediyorduk. Hatta bir yerde "dörtyol agzi" ifadesi anlamini yitirdi; tam altiya ayriliyordu yol! Dogadaysak, aile ici rol dagilimimiz binyillar öncesinin avci-toplayici toplumlarindaki gibidir. Benim üc boyutlu mekanda yol - yön bulma duygum zayiftir. Esimin ise tam tersine cok güclü. Bu yüzden bir yol agzina gelince ben durup ona bakarim, o yolu secer. Yol boyunca agaclarda, calilarda herhangi bir meyveye rastladigimizda ise, o durup bana bakar. Yenilip yenemeyecegini ben söylerim. Sadece arastirip okudugum icin degil, bitkiyi ilk kez görüyorsam bile icgüdüsel olarak bilirim.  Dolayisiyla yol altiya ayrildiginda da ben durup ona baktim. O sanki bir haritaya  bakarmis gibi anlatti. Soldaki üc yol bizi batiya evimizden uzaklara götürecekti. Sagdaki üc yoldan her biri ise öyle ya da böyle bizi eve götürecekti. Biri bizi ihlamurlu yolun götürdügü köye cikaracakti, digeri sehrin en batidaki semtlerinden birine. Oradan tramvaya binerek dönebilirdik eve. Ücüncüsü bizi ormanda biraz dolandirdiktan sonra tekrar önceki iki secenekten birine baglayacakti. Ve elbette bunlarin hepsini tahminen söylüyordu, tamamen yaniliyor da olabilirdi. Ne ormanda fazladan dolanmak, ne de  yürüyerek basladigim gezintiyi tramvayla sonuclandirmak istiyordum. Köye giden yolu sectik. Gerci yolagzinda duraksayip epey konusmustuk ama sectigimiz yola dönerken oldukca kararli, ne yaptigini bilir gibi davranmis olmaliyiz ki; bir dakika sonra arkamizdan gelen bir bisikletli, daha geride duran bisikletli grubu göstererek yolu sasirdiklarini , ormanin güney cikisini aradiklarini söyleyip yol sordu bize. Neyse ki biliyorduk, bizim geldigimiz yöndü, tarif ettik :)

Ilerledigimiz orman yine agirlikli olarak cam agaclarindan olussa da, basta mese agaclari olmak üzere diger agaclar da  vardi. Aslinda cam agaci derken igne yapraklilari kastediyorum. Ben igne yapraklilar konusunda oldukca zayifimdir, "agaclar" dersinin calismayi hep ihmal ettigim ünitesidir o. Bildigim tek sey, bazi igne yapraklilarin kozalaklari dalda dik durur, bazilari ise asagi sarkar. Gezimiz boyunca her ikisine de rastladik. Yolda bir ara sadece kitaplardan tanidigim bir mese yapragina rastladim. Basimi kaldirip düstügü agaci aradim ve Quercus rubra (Kırmızı Meşe) ile resmen tanisip elini sıktım. Biliyorum, bu türden bir yazinin arasina Latince isimler sıkıştırmak biraz elektrikli testereyle ormana dalmaya benziyor. Fakat kötü bir bellegim var ve bitkilerin Latince adlarini sirf bu yüzden yazdiklarimin orasina burasina yerlestirmek aliskanligindayim. Hoslanmazsan görmezden gel, olur mu? :) Yolda buldugum kirmizi mese yapragini ise yanima aldim. Onunla ne mi yapacagim? Pek cok sey yapilabilir, ama her seyden cok sincapla resim yaparken kullanmak niyetindeyim. Bunun da bir hikayesi var. Hikayenin icinde de ekmekcide calisan hos sohbet bir  kadin var. Daha sonra anlatayim.

Yapragi alip yolumuza devam ettik. Orman gittikce tipik bir masal ormanina dönüsüyordu. Sanki hemen su kösedeki agacin arkasindan Kirmizi Baslikli Kiz cikacak, ya da su ince patikadan Hänsel ve Gretel cikagelecekti. Belki önlerinde babalari olacakti. Hänsel cebinden cikardigi bir seyleri yere atip duruyor olacakti. Biz babasiyla konusurken, Hänsel'in yere attiklarini görmezden gelecektik. Ben bir an göz göze gelince, Gretel'i kas göz isaretiyle duvarlari pastadan kulübe hakkinda uyarmaya calisacaktim.

Yolun saginda solunda artik hemen hemen hic bögürtlen calisi kalmamisti. Buna karsilik sehirden ve nehir kenarindan cok, resimli masal kitaplarindan bildigim üc yaprakli bir yonca her yeri kaplamisti.  Daha sonra tam adini bulmak icin biraz arastirdim ama bulamadim. "Ben olsam adini 'orman yoncasi' koyardim" diyerek, "waldklee" diye aratinca, aradigim sevimli yoncalara kavustum: Oxalis acetosella. Kesin teshis icin baharda gidip beyaz ciceklerine bir bakmam gerek. Ormanin tüm zemini simdi orman yoncasi ve yosunla kapliydi. Anlasilan o ki, yere ne düsse (agac dallari, cali cirpi, yaprak) bir süre sonra üzeri yosun ve yoncayla kaplaniyordu.

Gecen gün bir yerde okudum, diyordu ki,  insan akli planlamayi, organize etmeyi, siniflandirip düzene sokmayi ve iste bu yüzden bahceleri ve parklari sever. Cünkü onlar aklin eseridir, organik kurallara uyarak büyümemistir. Insan eli degmemis bir ormanda ise, insan akli sadece düzensizlik ve kaos görür. Ormanda, yasayan ve ölü bile birbirinden ayirt edilemez. Hepsi birbirinin üzerine yigilmistir, birbirinin üzerinde yükselmekte, ölü unsurlardan tekrar yasam dogmaktadir. Insan akli ormandan ve onda gördügü karmasadan hoslanmaz. Ne zaman aklini susturup ormana sessizce ve yüreginle bakarsan, ondan yükselen harmoniyi, aklin algilayamadigi yüksek düzeni, güzelligi görürsün.

Bunu ormandan döndükten sonraki günlerde okudum. Okur okumaz da ne demek istedigini anladim. Bir ucta aklin "bahcivanlik" ettigi Ingiliz bahceleri, diger ucu biliyorsun zaten. Okur okumaz bir de neyi animsadim biliyor musun? Hani birlikte seyrettigimiz sarkaclar üzerine bir film vardi ya. Bir el, bir düzine sarkaci bir anda boslukta sallanmaya birakiyordu. Her biri hos bir uyumla, senkronize bir sekilde gidip gelmeye basliyordu. Seyrettigimiz sey bir dans gibiydi ve gözlerimizi oksuyordu. Sonra hic beklemedigimiz bir anda ortalik karisiyordu. Sarkaclarin dünyasinda kaos hüküm sürmeye basliyordu. Hepsi kendi basina, anlamsiz, tutarsiz, zevksiz sallanip duruyor gibiydi. "Hoppala, bu da nereden cikti simdi, ne güzel dansediyorlardi? " derken biz ve gördügümüzden gayet rahatsizken gözlerimiz, yine hic beklenmedik bir anda, sanki sihirli bir sopa degmis gibi, sarkaclar yeniden bir düzen tutturuyordu. Gözlerimize ilac gibi gelen dans, gittigi yerden, yokluktan cikip gelmis gibi yeniden basliyordu. Filmi seyrettigim zaman "belki de yasamlarimizda karmasa, tutarsizlik ve tatsizlik hüküm sürdügünde de olan budur" diye düsünmüstüm. Isler sarpa sardiginda hep sarkaclari animsamayi dilemistim. Ormanda hüküm süren ama aklin algilayamayacagi düzeni de okuyunca birden akmaya basladi düsünceler: Belki de karmasa denen sey o kadar da kötü degildi. En azindan geciciydi. Ayrica daha yüksek bir düzlemde , algilayamadigimiz bir düzenin perspektifinden baktigimizda basbayagi uyumdu, anlasilirdi, güzeldi, gayet de basitti. Belki dünya da batmayacakti. Bilim adamlarinin hesaba katmayi unuttugu bir parametre sayesinde CO2 salinimi hicbir zaman o tehlikeli, geri dönülmez seviyeye ulasmayacakti. Ya da ulasacakti belki ama yine bilim adamlarinin ihmal ettigi bir faktör sayesinde onun ötesinde, hic düsünmedigimiz, anlamli ve icinde yasanilabilir bir denge kuracakti. Belki bosuna endiselenmistik, GDO'lu  bitkiler bir süre sonra kendi kendilerini yok eden bir denge noktasina varacaklardi. Belki sincabin bedeninde, giydigi tisörtlerin, oynadigi oyuncaklarin, yedigi cikolatalarin icerdigi kimyasallari zerre kadar sallamayan,  onu daima koruyacak,  sadece inanilmayi ve aciga cikarilmayi bekleyen,  güzel, saglikli, güclü bir sey vardi. Aklimin felaketleri ve "bidi bidi"lanmayi seven büyük tarafi gayet yanildigimi söyledi bana. Ama unutmadim düsündüklerimi ve aklimin mini mini bir kösesine yazdim onlari. Iste ben böylece karmasayla da baristim :)

Ormana dönelim yine. Orada bir kac kez tüm aileyi sessizlige davet ettiysem, bu yukarida anlattiklarimi o anda bildigimden degildi, icgüdüseldi. Sincabin arabasinin tekerlekleri hizla kuru yapraklarin üzerinde dönüyordu. Ben etrafa bakiyordum. Meselere, kayinlara, camlara, yoncalara, yosunlara, mantarlara, ormanin bin türlü canlisina bakiyordum. Bir seyleri kaciriyor gibiydim. Bu yüzden bir kac kez durmamizi ve sessizce sessizligi dinlememizi teklif etmistim. Arabanin tekerlekleri susunca, ormanda ne büyük bir gürültüye neden oldugumuzu farketmistik. Sessizlik öylesine derin, öylesine yogun, öylesine güzeldi. Ormanda hareket halinde olmak ve ormanda sessizce durmak birbirinden tamamen farkli iki deneyimdi. Bütün gün ormanda yürüyebilir, ya da belli bir yerinde bütün gün sessizce dikilebilirdik. Gün sonunda kimse ikisinin ayni  orman oldugunu iddia edemezdi.

Fakat biz o gün durmaktan cok yürümeyi, mümkünse hizlica yürümeyi tercih ettik. Sincabin o günkü ikinci atesinin fazla uzaginda olmadigimizi biliyorduk cünkü. Bir süre sonra sol tarafimizda orman acilmaya, sagimizda da ormanla aramiza otsu bitkiler girmeye basladi. Adini bilmedigim iki bitkiyi ormandan ödünc alip Walden'a emanet ettim. Arada tabelalar gördük. Dogru yoldaydik. Mese palamutlari ve yapraklariyla dolu bir orman yolundan köydeki ilk evlere, aklin bahcivanlik ettigi, düzenli cekmecelere benzeyen bahcelere ulastik.

Banka, otobüs duragi ve dondurmaci gibi medeniyetin vazgecilmezleriyle cevrilmis köy meydanina ulastigimizda sincap agirlasan gözleri, kizaran yanaklari ve tutamadigi basiyla gelen atesin isaretlerini verdi. Bu yüzden, bir ara gördügümüz orman anaokulunun önünden de durmadan gectik. Fakat ne güzel fikir, bahsetmistim degil mi? Sirf bu yüzden bu köye tasinmak isterdim.  Sincap atese ragmen uyumadi, oturdugu yerden etrafini seyretmeye devam etti. Köyü sehre baglayan otoban (geldigimiz ihlamurlu yol degil, bir baskasi) karsimiza ciktiginda, bendeki ilk yorgunluk isaretlerini hissettim. Oysa daha yarim saat önce ormanda "hic yorulmayacagim galiba bugün" demistim. Otobani gectigimizde bildigimiz sulardaydik. Bir arka baglanti yolundan, 5 saat önce bize nerede oldugunu soran hanima rastladigimiz sokaga ulasmistik. 10 dakika sonra da evimizdeydik. Saat dördü on gece evde sincabin atesini 38.7 olarak ölctüm. Ilacini verdim. Televizyonun karsisina gecip dalgin gözlerle cizgi film seyretmeye basladi. Yine bir sehir cocugu olmustu.

Ama aksam uyumadan önce "Anne, ben ormani cok sevdim, yine gidelim" dedi. Esim ertesi gün orman-tatil teorimin dogru olabilecegini, kendisini bütün gün cok iyi hissettigini, ormani her animsayisinda tekrar dinlendigini söyledi. Ona kalirsa da daha cok gitmeliydik ormana.

Ben...
Aklim yine ormana gitmek istiyordu. Yeni bitkiler, yeni kuslar, yeni yasam sekilleri kesfetmek, yeni baglantilar kurmak, bu kez bir yolagzina geldiginde hangi tarafa dönecegini bilmek, ormanin bir haritasini cizmek istiyordu. Yüregim yine ormana gitmek istiyordu. Agaclarin, bitkilerin ve kuslarin üstüne Latince etiketler yapistirmadan, yargilamadan, siniflandirmadan, herseyi oldugu gibi almak, orada ormanin orta yerinde sessizce durmak istiyordu.

Sen?
Sen de istersen yine ormana gitmeyi, yol tarif ettigim gibidir. Ben yine biraz kabuguma cekilecegim simdi. Fakat yalniz yola cikmaktan korkma. Elbette kaybolabilirsin. Orman arka bahcemize ya da sehir parkina benzemez. Fakat ne demisti üstat:

"Her insan, ya dalginliktan ya da uykudan her uyandiginda, pusulanin cizgilerini ögrenmek zorunda kalir. Ancak kayboldugumuzda ya da dünyayi kaybettigimizde kendimizi bulmaya baslariz, nerede oldugumuzun farkina varir, iliskilerimizin ucsuz bucaksiz yayildigini görürüz"

Kaybolmanın böylesiyse söz konusu olan, sakın çekinme.

Kaybolmaktan
sakın
çekinme.

Cumartesi, Ekim 15, 2011

Ormana gittim -2-

Hah, geldin mi?
Göl, bak su tarafta.

Göl...
Ya da "göl" :)
Thoreau'un dipsiz ve berrak sulu Walden'iyla karsilastirilamazdi tabii. Bulanik, dibini göstermeyen bir suyu vardi. Ama insanda aslinda gayet sığ oldugu izlenimini yaratiyordu. Yargilayacak degilim. Sazlar ve ördekler yasamlarindan memnun gözüküyordu ve belli ki icinde bulundugu ekosistemde bir anlami vardi gölün.

Etrafinda biraz dolasarak oturacak bir yer aradik. Sık agaclik ve calilar aslinda pek oturmaya olanak tanimiyor gibiydi. Ama sonunda yikilmis agac kütüklerini, dikenli calilari güc bela asarak kiyiya biraz yakin, iyi kötü piknik örtümüzü serebilecek bir yer bulduk. Arabayi oraya kadar ilerletmek mümkün degildi, yol kenarinda biraktik. Ormanın güvenli bagrında onu calacak kimse yoktu. Böylece hem gölden hem de yoldan sadece bir kac metre uzaklikta ama her iki taraftan da sık  agaccık ve sazlarla gizlenmis, kendi kücük sakli evrenimize yerlestik.

Bu arada tasinma sirasinda esim bi an yere egilerek bir seyler toplamis, sonra dönüp bize de göstermisti: üc tane bögürtlen. Hepimize birer tane :) Fakat hayatta yedigim en lezzetli bögürtlendi diyebilirim. Sincap "ben yine bögürtlen istiyorum" dedi, baska olmadigi ögrenince hayalkirikligiyla mizmizlanmaya basladi. Gerci etrafimiz dikenli bögürtlen calilariyla doluydu. Fakat üzerinde meyve olan birine rastlayamadik bir türlü.  Ben belki bögürtleni unutur diye sofrayi kurmaya basladim. Menüde fazla sey yoktu aslinda. 3 gün önce yaptigim pizzadan üc dilim, önceki günden bir haslanmis misir, iki havuc (dilimlenmis), üc elma (biri sincap icin dilimlenmis), bir muz, kücük bir kesekagidina doldurdugum kuru kayisi ve bademler, biraz bisküvi. Sincap gerci bir taraftan atistirmaya baslamisti, ama hala "bögürtlen istiyorummm" deyip duruyordu. Sonunda Walden'i actim; anin anlam ve önemine en cok uyan kismi okumaya basladim; "Göl" adli kismin cok sevdigim ilk paragrafini:

"Bazen, insanlara ve dedikoduya fazlasiyla doyup köydeki bütün arkadaslarimi eskitince, normalde kaldigim yerden biraz daha batiya yönelirdim. Kasabanin fazla ugranmayan bölgelerine, ' taze ormanlarla yeni otlaklara gider ' ya da günes batarken Fair Haven tepesinde yaban mersini ve bögürtlenden olusan yemegimi yer, bir kac günlük meyve depolardim. Meyve satin alan biri, meyvelerin gercek tadina varamaz; pazarda satmak icin meyve yetistiren de meyvenin tadini alamaz. Meyveden tat almanin tek bir yolu vardir, ama cok az insan bu yolu dener. Yaban mersininin tadini ögrenmek isteyenler, keklik kusuna veya sigir güden kovboya sorsun. Hic toplamadiginiz yaban mersinlerini tattiginizi saniyorsaniz, kötü bir hata yapiyorsunuz. Bir yaban mersini asla Boston'a ulasmaz; sehrin üc tepesinde yetistigi icin Boston'da bilinmez. Meyvenin en lezzetli ve önemli kismi, üstündeki buguyla birlikte pazar arabasinda kaybolur, meyve hayvan yemi haline gelir. Ebedi Adalet hüküm sürdügü müddetce, tek bir masum yaban mersini bile arazideki tepelerden sehre tasinamayacaktir."

Okuduklarimin sincabi teselli ettigini söyleyemeyecegim tabii, esimle ben anlayisla birbirimize bakip kafamizi salladik, yemegimize devam ettik. Sonunda tika basa doyduk mu? Hayir, ama eve ac varmayacak kadar toktuk, önemli olan da bu.

Yemekten sonra herkes kendi alemine daldi. Sincap tam bir karni doymus piknik cocugu gibi (bu arada atesi de düsmüstü tamamen) etrafta hoplayip ziplamaya basladi, minik kesifler yapmaya cikti. Ne yazik ki, kücük evrenimiz piknik örtüsününü dört bir yaninda bir kac metreyle sinirli sayilirdi. Durmadan uyarmak zorunda kaldik: "bögürtlen calilarina dikkat et, dikenleri batmasin", "o tarafa cok gitme, bak bir hendek var orada, düsersin", "önüne bak, bir agac kütügü var orada", vb vb.

Bu arada biraz uzanip gökyüzüne baktim. Tam üstümüzde bir akcaagac vardi ve görüs alanimi yapraklariyla kapliyordu. Akcacagacin karsilikli tomurcuklari vardir. Bütün agac -kücük istisnalari saymazsak- bu bastan konmus "karsiliklilik" kuralinin büyük capli bir tekrari gibiydi. Insan biraz basini cevirince görüs alanina kayin dallari ekleniyordu. Kayin dallari havada asili gibi durur ve aklin kavrayamayacagi bir enerji yayar.  Gerci insan yeterince yogunlasinca, etrafinda bu türden bir enerji yaymayan hicbir unsurun olmadigini da farkediyor. Esim bir taraftan son yillarda ne kadar az tatil yapabildiginden ve iyi, uzun bir tatile ne kadar ihtiyac duydugundan bahsediyordu. Ona dedim ki; "Iste tam burada yeterince sessizce ve odaklanarak durursan, ormanin sana bir kac saatte verecegi dinlenme hissi 15 gün boyunca bir all-inclusive tatil köyünün kumsalinda pineklemekten ya da bir büyük sehirde  kültür turu yapiyorum diye oradan oraya kosturmaktan daha cok olacak. Dinlenmek icin uzaklara gitmeye gerek yok. Haftasonlari firsat buldukca buraya gel, sadece kosmaya degil, bazen saatlerce sadece oturmaya , bak ne iyi gelecek." Esim bu fikri cok parlak buldu. "Iyi, o zaman bugün de kalabildigimiz kadar uzun burada kalalim" dedi. Sincabi saymazsak sessizlik oldu, herkes yine kendi alemine daldi.

Ben, agactan ayrilarak basladigi yolculugu, hedefe varmadan bir örümcek aginda noktalanmis kücük bir akcaagac yapragina dikkatimi verdim. Hissedemedigim kadar ufak esintilerle bile, bir saga bir sola dönüyor, günes isigiyla tuhaf, eglenceli bir oyun oynuyordu. Seyretmek güzeldi; bır süre hic sıkılmadan izledim. Dogadaki en kücük olaylarin bile böyle bir etkisi var. Yüzeysel baktiginda sanki önemli hicbir sey olmuyormus gibi görünüyor. Ama yeterince seyredince kendini Lost veya baska bir heyecanli dizinin 360 bölümünü birden ardarda izlemis gibi aksiyon ve heyecanin ortasinda buluyorsun.  Hayır, hic sıkılmıyorsun. Sonunda kafanda 360 bölümün agirligini degil, tarif edilmez bir hafifligi hissedebilmek de cabasi.

Akcagaac gövdesinin topraga yakin bir yerinde bir baska örümcek agi vardi. Ancak günes isiginin dogru acisini yakaladiginda görebildigin, doganin harika dokumalarindan biriydi. Gel, sen de seyret biraz. Bu arada ben de sana örümcek aglariyla ilgili bir sey anlatayim. Bizim kültürümüzde "pastirma yazi" denen bu erken sonbaharin günesli, güzel, ic isitan günlerine bu kültürde "Altweibersommer" denir. "Yasli dokumaci yazi" diye cevirebilirsin belki, ama konunun bildigimiz dokumacilarla ilgisi yok. Söz konusu olan örümcek aglari. Bazen Eylül sonlarina dogru gece iyice düsen isi, su buharinin tutundugu her yerde yogunlasmasina neden olur. Sabah isi tekrar yükselmeye baslar. Ögleye dogru buharlasma baslamadan önce yollarda olursan, incecik su damlaciklariyla belirginlesmis ve böylece göze görünür olmus örümcek aglarina rastlarsin. Cevredeki bütün calilarin, citlerin, bitkilerin üzerinin hic farkinda olmadigimiz yüzlerce örümcek agiyla örtülü oldugunu görmek sasirticidir.  Örümcek aglarinin  dokularinin, desenlerinin aldigi olaganüstü sekiller de öyle... Yillar önce, henüz Altweibersommer'dan habersiz oldugum sisli bir sonbahar sabahi alisverise giderken, nehrin üzerindeki demir köprüden gecmistim. Köprünün parmakliklarini kaplayan yüzlerce örümcek agini sana nasil anlatsam. Sisler arasinda olaganüstü, nefes kesici, gizemli bir sanat sergisinin ortasindan gecer gibi hissetmistim kendimi. Doga böyledir, bazen alisverise giderken bile kutsayiverir seni.   

Eger bu güzel, ilimli yaz günleri, burnunu bu yil oldugu gibi Ekim'e dogru da uzatirsa, o zaman da "Golden Oktober" adini alir. "Altin Ekim" yani :) Istemistik ki, bu altin ekim gününü su akcaagacin altinda ördeklerin sudaki şıpırtılarını ve bak bak şimdi hendekten gecen sincabın (hayır, bizimki degil, ormanınki) hisirtisini saymazsak sessizlikle gecirelim. Fakat, sincap (bizimki yani) rahat durmuyordu. Hala bögürtlen istiyordu, hendekten kosup giden sincabi takip etmek istiyordu, sonu gelmez hikayeler anlatip duruyordu. Ilk planimiza geri dönerek toparlanip tekrar yola düsmeye, ormanin derinliklerine dalmaya karar verdik.

Biz toparlana duralim, sen su kenarda dur. Su kitabi al, "Yasadigim Yer ve Yasama Nedenim" adli bölümü ac, bir kac sayfa sonra, -evet, sincabin karaladigi sayfadan da sonra- alti cizili paragraflar arasinda "Ormana gittim..." diye baslayan bir bölüme rastlayacaksin. Biliyorum, biliyorum daha önce de okumustum bu bölümü sana. Ama bu gezintinin bu bölümün tekrarini gecerli kilmayacak herhangi bir ani var mi sence? Hadi su an tam da o an olsun öyleyse:

Ormana gittim çünkü bilinçle yaşamayı diliyordum; yaşamın sadece temel gerçekleriyle yüzleşmeyi ve öğretmesi gerekeni öğrenememiş olup olmadığımı görmeyi... (diliyordum). Ölüme eriştiğimde hiç yaşamamış olduğumu farketmek istemiyordum. Ne yaşamın ta kendisi olmayanı yaşamaktı dileğim -yaşamak öylesine değerli ki-; ne de çok gerekmedikçe vazgeçmek. Derin yaşamak ve yaşamın tüm özünü emmek istiyordum; yaşam dolu olmayan her şeyi kökünden söküp atacak kadar kadar azimle ve bir Spartalı gibi yalın yaşamak; genişçe bir ot kümesini dibinden biçmek; yaşamı önüme katıp bir köşeye sıkıştırmak ve en yalın paydasına indirgemek... ve eğer sıkıcı ve değersiz olduğu ortaya çıkarsa neden bu gerçek değersizliğinin tümünü almalı ve dünyaya duyurmalı? Yok eğer yüce bir şeyse neden yaşayarak görmemeli ve bir sonraki sefer gerçek hakkını vermemeli?"     

Dogru, bence insan ormana gitmeli. Öyle ya da böyle, er ya da gec, ister yasaminin anlamini bulmak, ister bir tatil gününe anlam katabilmek icin... Ormana gitmeli insan.

Yarin yine bu saatte burada, göl kiyisinda bulusalim. Dedim ya, altin ekim gecip gideli cok oldu, havalar serin. Kalin giyinmeyi unutma. Yolu biliyorsun, sakın kaybolma.

Sakın,
kaybolma.

Cuma, Ekim 14, 2011

Ormana gittim -1-

Ormana gitmissin. Iki satirlik mektubunda "Neredeyse her saniye aklimdaydin" demissin. Hic karsilasmadan birinin bu kadar yakininda olabilmek ne güzel. Mutluluk duydum.

Ormana gitmistim. Daha ben bunu söylemeden "yürüdügün ormanlarda seninleyim" diye yazmissin. Sasirdim bi taraftan, fakat ne de iyi geldi. Mutluluk duydum.

Gittigim ormani anlatacagim simdi. Bildigin sebeplerden sana ormandan bir fotograf getiremedim. Is artik benim tasvir becerimle senin hayal gücüne kaliyor. Idare et. Uygun zamaninda sen de gittigin ormanlari anlat, olur mu?

--|--

3 Ekim günü, iki Almanya'nin birlesmesinin yildönümü olmasi sebebiyle resmi tatil ilan edilmis bir Pazartesi günüydü. Bu yilin uzatmali, harika yaz günlerinden sonuncusu olacagini da söylüyordu meteoroloji. Daha bir hafta öncesinden karar verdik. Ormana gidecektik. Biz ki dört aylik bir bebekle, yanimiza sadece iki bavul alip, hic bilmedigimiz bir Akdeniz adasina yasamaya gidebilecek kadar deli, ama dört yasinda bir cocukla üc günlügüne komsu sehre gidemeyecek kadar korkagiz. "Bari günü birligine ormana gidelim" demistik.

Orman, sincabin yürüyüs  kapasitesiyle dünyamizin sinirlarini olusturan "selale"nin cok ötesinde, bir kac yil  önce esimin haftasonu kosularinin birinde kesfettigi "dag"daydi. "Nehir" kenarini cevreleyen "orman"liktan cok daha büyük, insanin icinde kendini kaybedebilecegi kadar büyük, tirnak isaretlerine gereksinim duymayan gercek bir ormandi. Icinde bir "göl" bile vardi.  Evet, icinde yasadigimiz cografyayi hayal gücümüzle biraz abartmak huyumuz var :) Aile arasinda Tuna'nin bir kolunun kolu olan, yazin yürüyerek kolaylikla karsiya gecilebilen derecegimize "nehir", onun üzerinde (Türkce'de sevilen adiyla) "dere islah calismasi" yapilmis bir noktaya "selale", ötesindeki tepelere "dag", dagdaki su birikintisine de "göl" demek aliskanligindayiz :) O yüzden, ben tirnak isaretlerini koysam da, koymasam da, sen onlari var gibi oku. Her neyse, sincap dogmadan önce bir haftasonu yürüyüsünde ben de gitmistim ormana. Ama hicbir sey animsamiyordum o günden.

Büyük gezinti gününe 3-4 gün kala sincap hastalandi. Her zamanki malum ates. Pazartesi günü ates hafiflemekle beraber hala gecmemisti. Ögleye dogru hala kararsizdim. Sonra cesaretlendim. Zaten son iki yildir hic kullanilmadan depoda beklemis bebek arabasini yanimizda götürecektik. Sincap istedigi zaman ona oturacak, hic yorulmayacakti. Yanimiza termometre, ates düsürücüler, uygun yedek kiyafet ve battaniye de alirsak, ormandaki konforu evdekinden farkli olmayacakti. Temiz hava ve ormanin sifali ruhu da artisi... Böylece hazirlanmaya basladim. Buzdolabini ve erzak dolaplarini karistirip ormanda yenebilecek bir seyler buldum. Menüyü göl kenarinda sofrayi kurarken aciklayayim, simdiden karnin acikmasin :) Bir piknik örtüsü, sincabin ihtiyac duyduklari, bir kitap, su, yiyecek, vb derken iki canta doldurmayi basardim. Saat 11'de sincabin atesini 38.4 olarak ölctük, ilacini verdik ve yola koyulduk. Bizimki uzun zamandir görmedigi arabasina o kadar sevinmisti ki, hemen itirazsiz ona binmeyi tercih etti. Böylece normalde sallanarak astigimiz, bizi "nehir" kenarina baglayan uzun sokagi kisa sürede asabildik. Sadece bir kez yolda yasli bir hanimin sorusunu yanitlamak icin durduk. Daha önce de demistim, ben "dört zait" tipiyimdir, esim de öyle. Ama uzun zamandir yolda durduran birinden duydugumuz en ilginc soruydu bu. Yasli hanim nazikce "Afedersiniz, bana nerede oldugumu söyleyebilir misiniz lütfen?" demisti. Esim hemen semtimizin adini söyledi ve ana caddeye yürüyerek ya da isterse otobüsle nasil ulasabilecegini detayli olarak anlatmaya basladi. Ben kadinin semt ismini duyunca rahatladigini ve gerisini pek dikkatli dinlemedigini farkettim. Zaten nehir kiyisinda yürüyüs yaparken sehrin tanimadigi bir yerine cikmis birine de benzemiyordu hic. Daha cok 5 dakika önce evinden cikmis, sonra birden nerede oldugunu unutmus biri gibi, sanki bir Alzheimer hastasi gibiydi.

Fakat sordugu soru aslinda ne kadar da temel sorularindan biri yasamimizin:
-Ben kimim?
-Burasi neresi?
-Neden buradayim?
-Nereye gidiyorum? / Nereye gitmeliyim?

Insanoglu da binyillardir ayni sorulari sorup durmuyor mu? Biz de cogu zaman nerede oldugumuz ve neden burada oldugumuz konusunda kafamiz karisik dolasmiyor muyuz etrafta?

Christoph Süss'ün kitabini (Hani su adi "Ich denke, also bin ich verwirrt" olan) okudum. Kabaretist olmak ugruna felsefe egitimini yarida birakmis biri kendisi. Duydugum en iyi kariyer cizgilerinden biri. Kitap, sokaktaki insan icin basitlestirilmis ve sulandirilmis bir sekilde bu temel sorularin tarihini, felsefe tarihini anlatiyor.  "Hareket ve degisim bir yanilsamadir" diyen Parmenides ve "Yok canim, asil  gercek olan ve degismeyen tek sey degisimdir" diyen Demokrit'le basliyor; Kant, Darwin, Marx, Freud üzerinden devam edip, 20.yüzyil filozoflariyla sonlaniyor. Özellikle baslarda ilk filozoflarin verdikleri yanitlari oldukca anlasilir bulurken, sonlara dogru ipin ucunu kacirmaya basladim. Hosuma gitmedi bu. Anlayamiyor olusum degil, disarida anlayabilen birileri olsa bile, yanitin bu kadar karmasik olusu... Bana kalirsa yasamin temel sorularinin yaniti öylesine basit olmalidir ki, duyan biri icimizdeki en egitimsiz (ve hatta en akilsiz) kisi bile olsa hemen "Ah, tabii ki, elbette" diyebilmedir. Bence gercek olabildigince basittir. Insanin icine bir hafiflik duygusu yayacak kadar basit. Belki de "basit"in pesinde kosturup durmam da aslinda icgüdüsel olarak "gercek"e erisebilmek icindir. Fakat itiraf edeyim ki, bu hikayenin devaminda bir yerlerde "basit"in zitti olmasina ragmen "karmasa"yla da barismak niyetindeyim. Sonbahar yapraklariyla ilgili verdigin o hos örnekten sonra, tutarsizligim icin özür dileyecek de degilim :)

Ormana gittigimiz günlerde okudugum ve o gün de yanimiza aldigim kitap, bu felsefe tarihi kitabi degildi yalniz. Esim yolda yari saka, yari ciddi "Keske bir siir kitabi da alsaydik yanimiza" dedi. Insan bazen ormana giderken mangal kömürü ve izgaralik et yerine siir kitabinin derdine düsen biriyle evli oldugu  icin nasil sükredecegini bilemiyor. Ona "Merak etme, siir kitabi degil gerci ama siir gibi bir kitap aldim yanimiza" dedim. Kitabin adi elbette Walden'di :) Bir ormanin ortasindaki bir gölün kiyisinda oturacaksam, okumak icin bundan daha iyi bir kitap düsünemiyorum. Ayrica gezi sirasinda toplayacagimiz bitkileri, yapraklari burusmasin diye arasina koyacagimiz bir kitap da gerekliydi ve Walden'in koynundan baska onlari emanet edebilecegim daha güvenilir bir yer bilmiyordum.

Walden'i son bir iki yildir her sonbahar tekrar okuyorum. Önce tesadüftü, sonra bir ritüele dönüstü. Bu yil her zamankinden farkli olarak, sanki bir kitabi tekrar okur gibi degil, ilk kez okur gibi okudum Walden'i. Öylesine yeni ve taze geldi. Daha önce de sevdigim ama bu kez altini cizdiklerime eklemeden duramadigim yeni bölümler oldu:

"Esnek ve etkin düsünceleriyle günese ayak uydurabilen biri icin, gün kesintisiz bir sabahtir. Insanlarin tutum ve davranislari, ya da saatler ne derse desin farketmez. Sabah uyanik oldugum ve icimde bir safak dogan her andir."

"Mekanik araclarla degil, en derin uykumuzda bile bizi terk etmeyen safaga kavusma umuduyla kendimizi tekrar tekrar uyandirmayi ve uyanik tutmayi ögrenmek zorundayiz"

"Doganin ortasinda yasayip duyulari saglam olan birinin kendini karamsar melankoliye kaptirmasina imkan yoktur"

"Sakin bir kis aksaminin ardindan gelen gece, sanki aklima ne-nasil-ne zaman-nerede gibi bir soru yerlestirilmis ve bu soruya cevap vermek icin uykumda ugrasip durmusum hissiyle uyandim. Ancak, bütün yaratiklarin yasadigi Doga, gün dogarken penceremden iceri huzurlu ve memnun bir yüzle bakiyordu, dudaklarinda hicbir soru yoktu. Cevaplanmis bir soruyla, Dogaya ve gün isigina uyandim, cam agaclariyla bezenmis topragin üzerinde kar vardi, evimin bulundugu tepenin egimi sanki, "Ileri!" diyordu. Doga soru sormaz, cevap da vermezdi; hele biz ölümlülerin sordugunu kesinlikle sormazdi"

...gibi.

 Fakat nerede kalmistik? Ormana gidiyorduk, degil mi? Sincabin arabasinda olmasinin verdigi hizla selaleye de her zamankinden daha kisa sürede eristik. Nehir kiyisinda sadece bir yerde kizilcik yemek icin mola verdik. Kizilcigin atese iyi geldigini duydugum günden beri , nerede bulsam sincaba sifa niyetine yediririm zaten. Buruk-eksi de olsa kizilciklari dikkatle yemesini, sonra cekirdegini büyük bir özenle cikarisini bir görmelisin. Ben her seferinde cekirdekleri yolun bir o, bir tarafina dogru atmayi; bunu yaparken de kiyi boyunca yeni kizilcik agaclari ektigimi hayal etmeyi severim. Kizilcik da cicekten meyveye, bastan asagi ne güzel agactir. Neden ondan bu kadar kolay vazgecer olduk, bilmem ki?

Selaleden sonraki dünyaya, yani ormana, yani doga ananin kucagina iki yani misir ve raps tarlalariyla dolu bir köy yolundan gidilir. Bir de yaz basinda cicek ekilip, yaz sonunda "insana güven" ve "umut" hasat edilen tarla vardir. Girisinde cicekleri kesebilmek icin bir iki bicak, kurallarin ve fiyatlarin yazildigi bir tabela ve ücretin icine kondugu bir kumbara bulunur. Sadece.  Bir de yol boyunca ulu ihlamur agaclari vardir. Ihlamurlarin gölgeledigi bir köy yolu... Kulaga bile ne güzel geliyor, degil mi? Yolun sonunda köy degil, dag baslar. Köy icin saga dönüp biraz daha gitmek gerekir.

Dagda ise yol hemen ikiye ayrilir. Ya da genis zaman ukalaligini bir yana birakip "ayrildi" diyeyim. Orada kisaca durup esimle bir rota planladik. Elbette rotamizin belli bir yerine, "belirsizlik" kavsagindan  "kaybolma" patikasina dönmeyi, bir saat kadar ormanin icinde dönüp sonra yeniden "uygarliga dönen yol"a cikmayi eklemekten geri durmadik. Önce göl kiyisina gidip biraz oturmaya, ormana ondan sonra dalmaya, yani lafi uzatmayayim, sola dönmeye karar verdik. Cam agaclariyla kapli sık bir ormanin kiyisindan yürümeye basladik.  Esim haftasonu kosularindan dönüsünde diyordu; dagdaki orman bazi yerlerde öylesine sıkmış ki, en günesli günde bile yoldan ormana dogru bir adim attiginda, önünü göremeyecek kadar karanlik oluyormus. Inanmiyor degildim ama bir türlü gözümde canlandiramiyordum. "Iste, dogruymus, bak böyle oluyormus" dedirten yerlerden gectik. Yarim saatlik bir yürüyüsten sonra göle vardik. 

Fakat göle varmadan dur seninle surada bir ara verelim. Bi nefesleneyim, bi dinleneyim. Benim  tek isim gezi notlari yayinlamak degil ya, gidip alisveris yapacagim, taze fasulye pisirecegim, sincabin yangin yerine cevirdigi evi toplayacagim. Bu ve benzeri bir kac fani isi halledecegim. Yarin seninle yine tam bu saatte, tam burada bulusalim. Gerisini anlatayim. Ekim'in ilk günlerinde degiliz artik. Havalar serinledi, üstüne kalin bi seyler giy. Yolu anladin degil mi? Sakın kaybolma.

Sakın
kaybolma...