Her şeyin katıp karıştığı, uzun bir yazı yazmak istiyor canım. Ayça'nın deyişiyle "her şey ve hiç bir şey üstüne" olsun. Kafamdaki düşünceler gibi daldan dala atlasın. Ne bileyim, özel bir konusu olmasın, geçen günler üzerine olsun. Konu konuyu açsın; sonlara doğru "Nereden gelmiştik biz buraya?" dedirtsin. İçinden 72 ayrı yazı konusu çıksın ama hepsi bir solukta söylenmiş olsun. Havası kapalı bir öğleden sonra sanki birimizin evinde toplanmışız, yapacak bir şeyimiz de yokmuş, başlamışız anlatmaya ordan burdan. İçeriden, mutfakta kaynayan suyun sesi geliyormuş. Artık kahve mi olacakmış, çay mı, okuyucunun tercihine kalsın. İşte öyle bir şey...
Yapbozun yerini bulan son parçasıyla başlayayım mesela: Chrysanthemum pacificum. Aklıma gelen her yöntemle arayıp bulamadığımda Ayça'ya bir e-posta yazmıştım. "Ne olduğunu bulamıyorum. Bana bir yol göster ama ne olduğunu söyleme" demiştim, "Yaprakları da biraz meşeyi andırıyor ama..." demiştim. Ayça hemen yanıt yazmıştı: "Yaprakları meşeden ziyade bir kesme çiçeğin yapraklarını anımsatmalı sana". Buydu işte ipucu. Şu var ki, ben kesme çiçekler konusunda zayıfımdır biraz. Aklıma sadece gül ile karanfil geldi o an zaten. Bir üçüncüyü hatırlayamadım.
Gözümü kapatıp yaprakların üzerine her yoğunlaşmamda kafamda aynı görüntü oluşuyordu ama: Almanya'da haftasonu yürüyüşlerinde yanından geçtiğimiz bir çiçek tarlası... Sahibi her yıl yaz ortasında tür tür çiçek ekiyordu. Yanı başında da bir varil vardı tarlanın. Üzerinde bir bahçe makası, bir kumbara ve fiyat listesi olan. Makasla istediğiniz çiçeklerden topluyor, fiyat listesine göre borcunuzu hesaplıyor, sonra kumbaraya atıyordunuz. Şimdi çıkışmadı mı o kadar para? Sorun değil, bir sonraki sefere... Keşke bir fotoğrafını çekseydim o varilin. "Ne biçim dünya, kimse kimseye güven(e)miyor..." dendiğinde kanıt olarak sunardım. Tarlada yetişen çiçeklerden biri olmalıydı Ayça'nın kastettiği, durmadan orayı anımsadığıma göre. Günebakanlar ve aslanağızları değilse....Kasımpatı! Evet, renk renk kasımpatı vardı tarlada... Google'un arama kutucuğuna kasımpatı yazdım. Birinci link "Chrysantemum demek istiyorsun herhalde" dedi. Peki, onu yazalım çok bilen kutucuğa. İşte bakın, daha ikinci linkte bir Japon adasının endemik türü olan Pasifik Krizantemi karşımızda! Memnun olduk, ne güzel seninle tanışmak! Sen de uzak düşmüşsün bizim gibi toprağından. Ve teşekkürler Ayça, tanıştırdığın için...
Yapbozun yeni parçası mı? Onda yol almış değilim henüz. Üstelik durum her zamankinden daha çetrefilli. Dört ayrı yerde görmüştüm bu çiçeği. Sonra çektiğim fotoğraflarda farkettim ki aslında iki ayrı bitki. Yapraklarının farklı olması bir yana, küçük, uçuk mavi renkli çiçekleri de farklı birbirinden. Bugün alışverişe çıktığımda özellikle yolumu uzatıp inceledim iki ayrı yerde. Evet, kesinlikle iki ayrı bitki. Seni bakar kör seni, bu da bir ders olsun sana.
Yol üzerindeki saksılara dikilmiş defne ağaç(çık)larının dükkân sahiplerince süslendiğini farkettim ayrıca. Noel ağacına ekolojik bir Akdeniz'li yaklaşımı. Hoşuma gitti. Kim demiş Noel ağacı ölü ve çam olmalıdır diye?
Alışveriş sırasında yaseminli yeşil çay gördüm. Ama tuttum kendimi almamak için. Alışverişte uyurgezer bir ruh haline büründüğümüzü, adeta başka bir bilinç düzeyinde nefes aldığımızı hiç farkettiniz mi? Elimi uzatıp o yeşil çay paketine dokunmak istememle, "boşver, ev zaten ot çayı dolu" demem arasında incecik bir çizgi vardı bugün. Sanki uykuda gibiydim de biri omzuma dokunuverdi. Üstelik bir de nar çiçeği çayı eklendi şimdi evdekilere. Tadını ekşi bulacağımı ummuştum. Oysa daha çok kuru bamyayı anımsattı bana :P
Bu arada yerel adı "Güren" olan ama kendisi kızılcık olmayan, tadı da görüntüsü de daha çok iğdeyi anımsatan bir meyve biliyor musunuz? Evimizin yeni konuklarından. İzmir'de bir aktardan bir paket alınmış. Yine tam tanışmış saymıyorum kendimi, adından sanından emin olmayınca... Bildiğim tek şey vaktiyle Ege'nin köylerinde çokça yetiştiği... Tanışmak istiyorum oysa, çünkü market reyonlarındaki ve sofralardaki tektiplilikten gına gelmekte bana. Ve bu tektipliliğin üzerimize giydiğimiz giysiden (moda), okuduklarımıza (trend) her şeye bulaştığını hissediyorum. Ben birinin bana parmağını sallaya sallaya, okuyacağımdan yiyeceğime, dinlediğimden seyrettiğime her şeyi dikte etmesini istemiyorum. Ben "güren"imi istiyorum! Noel ağacına defne yaklaşımını da bundan seviyorum biraz.
Yılbaşı yaklaşırken herkesin herkese bir armağan almaya kendini mecbur hissetmesini de aynı sebepten sevmiyorum. Bir kaç yıl önce bir tartışma grubuna bu konuda bir yazı göndermiştim. O ara okuduğum bir kaç yapıcı ve yaratıcı fikri içeriyordu. İsterdim ki biraz daha geliştirip paylaşayım o yazıyı. Üşeniyorum, ne yalan söyleyeyim. Ama ben onu buraya kopyalayayım, siz anafikri anlarsınız. Ve bildiğiniz gibi uyarlarsınız kendi yaşamınıza:
Merhaba,
Malum, yılbaşı yaklaşıyor. Herkeste bir hediye telaşı. Bu aralar internette başka şeyler araştırırken karşıma bu konuyla ilgili bazı öneriler çıktı, kendi düşüncelerimle birleştirip sizinle paylaşmak istedim.
**Öncelikle şu: Birkaç yıl önce bir yılbaşı öncesi, bir alışveriş merkezinde hediye alışverişi yaparken şunu farkettim. 1 saatlik, her vitrin önünde kararsızca, dura kalka yaptığım alışveriş, beni bütün bir gün doğada yaptığım yürüyüşlerden daha beter yormuştu ve işin kötüsü içimde sırf adet olduğu ve de almış olmak için hediye aldığım gibi bir his vardı. Artık önemli günlerde(yılbaşı, doğumgünü, vb) ve de tüketmemiz için uydurulmuş günlerde (sevgililer günü,vb) neredeyse hiç hediye almıyorum . Buna karşılık yılın herhangi bir günü bir vitrinin önünden geçerken tanıdığım birinin çok işine yarayacak ya da çok seveceğinden emin olduğum bir şey görürsem iç rahatlığıyla alıp bir sebep yokken hediye ediyorum. Bence etkisi daha da büyük oluyor.
**Rastladığım öneriler de şunlar:
- Özellikle çocuklara alınan hediyeleri mümkün olduğunca küçük tutun. Küçük şeylerle mutlu olmayı ögrenmeliler.
- Mutlaka materyalist hediyeler vermek zorunda değilsiniz. Bildiğiniz bir konuyu (web sayfası hazırlamak, resim yapmak, basketbol oynamak) öğretmek, ya da zamanınızı hediye etmek(meşgul annelere bir tiyatro bileti alıp bir akşamlığına onları tiyatroya gönderip çocuklarına bakmak gibi!)de mümkün. Burada iş yaratıcılığınıza kalıyor.
- Kendi hazırlayacağınız hediyelerin maddi değeri küçük olsa da manevi değeri büyük olabilir. Bu konuda Internet inanılmaz fikir ve önerilerle dolu. El becerisi olanlara duyurulur.
** İlle de bir hediye aldınız. İs paketlemeye kaldı:
- Mutlaka cafcaflı ve pahalı kağıtlar kullanmanız gerekmiyor.Gazetelerin bol ve küçük yazılı sayfaları güzel bir kurdelayla bağlandığında oldukça orjinal olabiliyor (Bu tür kurdelalar bizim evde gelen hediyelerden biriktirilir. Bir çok evde de öyle yapıldığından eminim;-) Gazete olarak boyalı basın yerine entellektüel bir yayın kullanmanızı öneririm. Diğer öneriler de dergilerin parlak renkli sayfalarının ya da dergilerin verdigi posterlerin kullanilmasi. İş yine yaraticiliginiza kaliyor.
- ve son olarak (ben bunu cok tuttum!): Uzak bir yere kargo ile hediye gönderirken, hani köpük denen o beyaz ve tuhaf madde yerine(çünkü onun da doğaya dönüşüm sorunu var) patlamış mısır kullanılması! Hediye sahibi bir taraftan hediyenizi incelerken, diğer taraftan mısırları yiyebiliyor , o kadar doğal yani... Çifte hediye olması da cabası ;-) Tabii benim uyarım, önce çok zarar görmeyecek, kırılmayacak kargolarda denemeniz olur.
Hadi kabul edin, aksi durumda tanıdığınız herkese bir armağan almaya kalkışıp ucuza kaçacak, muhtemelen Çin malı kalitesiz ürünlere yöneleceksiniz. Dün bir finans gazetesinde okuduğuma göre ekonomik durgunluğun etkileri hissedilmeye başlanmış Çin'de. İşten çıkarmaları takiben pek çok göçmen işçi son yıllarda yıldızı parlayan sanayi şehirlerinden tarımın egemen olduğu taşradaki memleketlerine geri dönmeye başlamışlar. Geleceğe dair bir B planı olmayan, kısmen tarımı da unutmuş kalabalıklar bunlar. Toplumsal huzursuzlukların artmasından endişe ediyormuş Çinli yetkililer. İlk bakışta ben ve benim gibi tüketimi kötüleyen veya durgunluk sebebiyle mecburen kemer sıkma yolunu seçen kitleler suçlu Çinli işçilerin durumundan. Sadece onların değil, kendi yaşadığımız ülkelerde işsiz kalanların (ve kalacakların) durumundan (buna tanıdıklarımız ve belki kendimiz de dahiliz) da sorumluyuz bu durumda. Bizi gidi bizi! Keşke her şey bu kadar basit olsa. Keşke o balonu hep ulaştığı seviyede şişmiş tutabilmek için nefesimiz tükenene kadar, patlayıp çatlayana kadar üflemeye devam etsek. Ama işe yaramıyor işte, bir yerinde küçük bir delik var, durmadan hava kaçırıyor. Daha şişirsek orta yerinden infilak edecek hatta. Yine de "köyüne dönen" ve ne yapacağını bilmeyen o kalabalıklar düşündürüyor beni. Ve korkutuyor...
Tam ifade edemeyeceğim bir çağrışımla "kendine yeterliliğin önemi"ne götürüyor bu beni. Gelecek sanki kendi kendine yetebilenlerin ayakta kalabildiği, elinden çok şey gelenlerin, çılgın çay partisinin sevgili Alis'inin deyişiyle "becerikliler" in dalgaları daha iyi atlatabildiği zamanlara gebe.
Ben mi? Her anne gibi çok şey gelir elimden benim. Tekrar çalışmaya başlayacağımda CV'min yapabildiğim işler bölümüne "süt imalatçısı, gece bekçisi, kriz yöneticisi, animatör, palyaço" notlarının yanında "bebek berberi ve walker (yürüteç)" de yazacağım. Neden mi? Oğlumun uzayıp duran saçlarını kestirmek bir sorun oldu. Bilirsiniz, Türkiye'de bu (ilk berber ziyareti) genellikle sünnet gibi törensi bir olaydır. Galiba benim hayalim de buydu. Fakat götürdüğümüz berber biraz korkak çıktı. "Çocuğu siz biliyorsunuz, bilmem ki, yerinde durur mu?" türünden cümleler korkuyu babaya da sirayet ettirdi. Nihayetinde uzayarak artık gözleri, kulakları ve enseyi örtmeye başlayan saçları traş etmek görevi "Aaa! Ben ne anlarım saç kesmekten?" diyen anneye kaldı. Her banyodan sonra bir bukle, bir bukle daha derken... "Bizi o berber teyzenin dükkânında bir daha zor görürler. İşte annem kesiyor ne kadar güzel...".
Peki ya "walker" oluş? O daha da komik. Bizim küçük sincabın yürümesi biraz gecikti. Bir walker satın almaya karar verdik. Babası derli toplu, kolayca devrilmeyecek, stabil bir şey olsun istiyor. Ben ahşap olsun, boyası zararlı kimyasallar içermesin, Çin malı olmasın derdindeyim. Ne yazık ki tüm bu kriterleri karşılayan bir şey bulamadık burada. Internetten bulup sipariş edeceğiz ama geciktikçe gecikiyoruz. İş başa düştü. Anne yere çömeldi, "walker" rolünde; sincap ona tutunup yürümeye başladı. Hah hah ha! Nasıl da eğlenceli! (Bir de anneye sorun!) Anne önde, sincap arkada yürüdük durduk koridor boyu. Bilmiyorum kaç kilometre yaptık. Sincap yürümeye başladı. Walker üreticinin deposunda, 50 Avro cebimizde kaldı.
Aklıma "yoksunluğun yaratıcılığı" üzerine bir makaleyi getiriyor bu bir de. MIR uzay üssünde Amerikalı astronotlarla birlikte çalışmış Rus kozmonotların anlattıklarına dayanıyor. Amerikalıların nasıl da sırf kırılan bir deney tüpü yüzünden seyir defterine "deney gerçekleştirilemedi" yazıp dünyaya geri döndüklerine, Rus kozmonotların en beklenmedik kozmik dertlere çare bulmakta ne yaratıcı olduğuna dair bir makale. Sebebi ise her şeye doya doya ve bolca sahip olunamayan komünist bir kültürde yetişmeleriymiş. Tamam, belki de yanlıdır biraz anlatılanlar. Ama bana yoksunluğun sadece parasızlık demek olmadığını, insanın bazen cebinde parasıyla da yoksun kalabileceğini anımsatıyor. Bir de zannettiğimizden çok daha fazla şeyi kendimiz yapabileceğimize ve potansiyelimizin gerisinde kaldığımıza. Bakın yine kendi kendine yetebilmeye ve becerikliliğe geldik dönüp dolaşıp.
Şu veya bu sebeple satın alamadığımız servis ve ürünlerin bizi mutsuz ettiği bir dünyayı saçma buluyorum, zannettiğimizden çok daha fazla şeye ve çok daha fazla beceriye sahip olduğumuza inanıyorum. Özgün yaklaşımlarla çözdüğüm her sorun ve kendi ürettiğim her şey üstelik çok da mutlu ediyor beni. Cebimdeki paranın miktarından bağımsız, içsel olarak zenginleştiğimi hissediyorum. İşte özetle budur "yoksunluğun yaratıcılığı" ve "kendine yetebilirlik" in bana düşündürdüğü...
Aklıma gelmişken, Funda ve diğer liçi-severlere müjdem var. Mini mikron yaşam belirtileri veriyor liçi. Hem de dört ayrı gözden. Bir ay kadar önce gerçek bir saksıya taşımıştım onu. "Keçiboynuzunun var da benim niye yok?" demişti zira. Taşınma sırasında farkettim ki su şişesinden bozma ilk saksısı bir drenaj problemi yaratmaktaymış ve kökleri vıcık vıcık su içindeymiş. O kadar suya batsam ben boğulurdum, onun o bir kaç yaprağı ortaya çıkarabilmesi bile mucize. Saksısı değiştikten sonra sık sık konuştuk kendisiyle. Nelerden bahsettiğimiz liçiyle benim aramda kalsın izninizle. Fotoğrafını çekebileceğim bir büyüklüğe eriştiğinde yeni yapraklarını göstermek de borcum olsun... Okuyuculardan bazılarının "Gidip bir ficus benjamina veya difenbahya almak varken neden o dört kuru yaprakla uğraşıp duruyor?" demesi muhtemeldir. Çünkü ancak böyle öğrenebiliyorum bitkilerden ve öyle çok şey öğreniyorum ki yaşama dair. Şu kavun mesela. Biraz yeşillik olsun diye ektiğim... Biraz değil çok, pek çok yeşillik olması, üstelik o kadar az toprakla, üstelik çiçeğe durması, üstelik İstanbul'da Karaköy iskelesini yıkan fırtına buraya eriştiğinde ve çiçeğini kaybettiğinde bile yıkılmaması, üstelik hava soğudu diye içeri aldığımda güneşe erişebilmek için durmadan -bir yere tutunmaya çalışır gibi- açılıp kapanan eller inşa etmesi... Bu dünyada yaşama karşı bir "kavun duruşu" bile sergileyemeyen ve her şeyden şikayet edip yıkılan ne çok insan var! Şu haberlerde seyrettiğim Avrupalı turist var mesela. Hükümet karşıtlarının işgal ettiği Bangkok havaalanında bir hafta mahsur kalan, elindeki bileti kameraya sallayarak yürürken bir taraftan öfkeyle "15 kez geldim bu ülkeye. Bir daha asla! As-la!" diyen adam. Ne sanıyordu ki Tayland'ı? Biraz Spa, Thai masajı, tropik meyveler, egzotik yemekler, arka planda bir iki tapınak ve gülümseyen çekik gözler mi? Sanki allı pullu, şık paketinin içinde "Tayland" marka bir çikolata yiyoruz da içindeki fındık bozuk çıkıyor bir seferinde. Tüketim toplumunun gezgini de böyle oluyor işte.
Gezgin dedim de, bizim "bahçe"ye hiç UFO uğradığı görülmemiştir; fakat sık sık UGO (Unidentified Growing Object -Kimliği Bilinmeyen Büyüyen Nesne) uğrar. Sebebi benim sadece acemi değil aynı zamanda sabırsız ve disiplinsiz bir bahçıvan olmam. Bir saksıya ektiğim tohum "makul" süreler içinde filizlenmezse, yerine elime geçirdiğim bir başkasını ekiyorum hemen. Hangi saksıya ne zaman, ne ektiğimi de not etmiyorum çoğu kez. Ardından çıkan tohumun ne olduğunu hatırlayamıyorum sonra. Şimdi kavunun saksısında büyüyen bir misafir, bir UGO var. 10 gün kadar önce, başka boş yer bulamadığımdan bir tohumu hayal meyal oraya sokuşturduğumu hatırlıyorum. Ama ne olduğunu tamamen unutmuşum. Belki biraz daha büyürse bileceğim hangi bitki olduğunu...
Oğlumun ateşini merak ediyorsunuzdur belki. Her zamanki gibi beşinci gün sonunda sona erdi. Işıl'ın dediği gibi ve Das Etikett'in gönderdiği linkte belirtildiği üzere ateş aslında savunma sistemimizin doğal bir tepkisi. Virüs ve bakterilerle savaşmak için kullandığı çeşitli yöntemlerden biri. Bu açıdan hemen ateş düşürücü ilaçlara sarılmak çok da iyi değil. Dördüncü gün akşamüstü son kez 38.3 civarına yükseldiğinde bunun artık son demleri olduğunu bilmenin rahatlığıyla ateşe biraz zaman tanımayı tercih ettim. Kendi kendime 38.5'i geçtiğinde hemen ilaç vermeye söz vererek bir süre ılık su kompresi ile ateşi kendi haline bıraktım. Elimle sürekli kontrol ederek ve 15 dakikada bir termometre ile ölçerek... Ateş bir inip bir çıkarak 38.4 seviyesinde asılı kaldı. Sürekli ölçüm yapmanın oğlumu rahatsız etmeye başladığını farkettiğim noktada (iki saat sonraydı bu), işte ancak o zaman verdim ateş düşürücüyü. Ateşe iki saat zaman verdim görevi neyse onu yapması için :) Yine de her çocuğun doğası farklı. 38 derecenin üstünde ateş 1,5 yaşında bir çocuk için hafif ateşken, yeni doğanlarda yüksek ateş anlamına geliyor. Bu tür denemelerin o anda uygun olup olmadığına çocuğun ve ateşin doğasını bilerek karar verilmeli.
Doğasını anlamadan müdahale ettiğimiz için dengesini bozduğumuz başka şeyler de var, değil mi? Bazen insan bu açıdan bilime inancını da yitiriyor. Bilimin kendisine değil de, uygulanageliş şekline diyelim. Hımm, uzun bir "bilimde metod, yöntem" tartışmasına götürebilir bu bizi. Ama ben yoruldum biraz.
Siz de bir şeyler anlatsanıza...
The Joy of Taking Care of My Life
16 saat önce
Yazın aynı başında yazdığın kıvamdaydı..Okurken bana öyle geldi ve sadece ocakta tıkırdayan çaydanlık sesi eksikti..iyi bayramlar..
YanıtlaSilBanyonun fayanslarini cifliyorum.(ciflemek de bizim oralardan ;)))
YanıtlaSilBitireyim, kahvemi yapip hemen geliyorum komsu, uzun yazilari görünce agzimin suyu akiyor :)
sonu gelmeyen yazı başlığını görünce sevindim sonu geldi ama :(
YanıtlaSilbiz sıkıştırılmış bir istanbul gezintisi yaptık geldik yine evimize. orda da kan kokusunu duymaya engel olamadık ama. hele bir de evdekiler kuzucuğun ölmeden önceki fotoğrafını gösterdiler bize, ki bu çok feciydi. ben yemediğim gibi çok yağlıdır o şimdi diyerek oğluma da yedirmedim kuzucuğu , ne kötü anneyim dimi... tabi adettendir diye yanımıza da koydular kolundan bir parça , şimdi evin dolabında evdeki etobur tarafından yenilmeyi ve benim tarafımdan pişirilmeyi bekliyo şimdi...
neyse bu sonugelmeyen bir yazı olabilir benim için, noktalamak en iyisi..
yılbaşı fikirlerini çok sevdim. patlamışmısır önerisi hele harikaydı, bunu hiç duymamıştım, yeni bişey öğrendiğim için sevindim çok.. biz de bu yıl yılbaşı ağacı süslemek yerine küçük bir çam fidesi alıp ektik arkadaki küçük bahçeye ve istedik ki yeniyıldaki yeni umutlarımızla birlikte o da büyüsün.. şimdi büyümesini bekliyoruz sabırsızlıkla. son olarak lliçi için çok sevindim. fotoğrafını bekliyorum..
Evren süppersinn! :)
YanıtlaSilAyça'yı takdir ettim, söylemeden güzel ipucu vermiş :)
YanıtlaSilÇay konusunda da seni takdir ettim. Ben engel olamaz alırdım. Zira tek tip çay içemiyorum. O gün aklıma ne eserse günün çayı oluyor!
Böylece dolaplar da çayla doluyor. Allah'tan içiyoruz da bitiyor :P
Yılbaşında hediye adeti zaten yok ki bizim adetler arasında. Bayramlarda çocukları sevindirmek vardır. Bu bende her daim çocukları sevindirmek olarak algılanır. Önerilerin de gayet hoş şeyler. Benim de arada uyguladığım şeyler. Elişi yapmayı öğrettiğim bızdıklar, büyüyünce bunu Dilek abla/teyze öğretmişti diye anarlarsa benim için de büyük hediye olmaz mı?
Patlamış mısır güzel fikirmiş, yeme kısmı özellikle pek hoşuma gitti :P Amma velakin üzerine ağırlık gelince basılmaz, ezilmez mi? O konuda çevre sorunlu köpükler daha dayanıklı sanırım :( Bak bir de ne hatırladım, biz çocukken ilkokulda öğretmenimiz kuru dallar toplatıp üzerine patlamış mısır yapıştırtmıştı, böylece bahar çiçekleri açmış kuru ağaç dallarımız olmuştu :)
Yoksunluğun yaratıcılığını da İngiltere'de farkettim. Hatta biz bu adamlardan daha mı zekiyiz diye düşündüğümüz bile olmadı değil! Her şey o kadar önlerine hazır geliyor ki, elinde olmayanı benzeri ile ortaya koymak bazen hiç akıllarına gelmiyor! Bizim günlük yaşamımızda yapmaya alışageldiğimiz şeyleri yapamıyorlar... Bunun bir de tersi durum bende var. Bazen donup kalıyorum. Örneğin İngiltere'ye gittiğimde ilk aldığım şey limon sıkacağı oldu. Onsuz bir türlü yapamadım. Suyunu tam sıkamamışım gibi geliyordu bana. Oysa arkadaşlarım yıllar yılı hala çatalı batırdıkları gibi sıkıverirler limonu, sıkacak almadan! Bu da benim şaşkınlığım :P
Layçi'yi benim yerime öper misin :) Meyve vereceği günü iple çekiyorum. Çin yeni yılının uğurlu meyvesi olduğunu söylemişti bir Çinli arkadaş.
Kabusu başka bir ülkede tatilde iken yaşamak zor. Ama ben de Hindistan'daki olaylarda otel odasında, üstelik banyoda mahsur kalan avukat kıza hayran kalmıştım! Gene gider misiniz dediklerinde, neden gitmeyeyim dedi. Ama arkalarındaki adamları tüfekle öldürenleri gören bir karı koca asla diyordu! Şiddetin yaşanma boyutu ile alakalı olsa gerek bu.
Bacım şu UGO'lar için bir tahta çubuğa iki satır ne ektiğini yazıversene. Hani dondurma çubukları, fish and chips çubukları vardır ya, onları saklasan, iki satır yazsan!
Sincaba geçmiş olsun tekrar tekrar. Öpüldü kocaman, ADSL bağlantısı mikropları alır belki :P
Sevgiler...
Ne güzel ne renkli bir yazı bu!! Kardeşleri de olsun bu yazının :) Yeni bulmacanda iki bitki bir arada olduğunu fark ettim ve hatta o yüzden sana dal yapısına ilişkin bir soru da sormuştum. Hem biraz ipucu, hem kendi şaşkınlığımı giderebilmek adına. Burada iki farklı bitki olduğundan bahsetmen iyi oldu :) Hadi kolay gele...
YanıtlaSilŞimdiii, gelelim yılbaşı "çam"ı meselesine ;) Ben bu "çam" olayına dendrolojik yaklaşayım. Çam dediğimiz herdem yeşil ağaç/ağaççıklar "Pinacea" familyasına ait bilumum Pinus'lardır. Ve çamlar genel olarak yılbaşı ağacı ya da Noel ağacı değillerdir ;) şimdi gözünün önüne bu ağaçları bir getir ve hangi familyaya ait hangi ağaçlar olduklarını bir kurcala. Bu da bu postun bulmacası olsun :))
Asortik Krep,
YanıtlaSilTeşekkürler, kıvamı tutturdum demek :) iyi bayramlar...
Demet,
Komşucuğum, çat banyoda, çat bilgisayar başında, sen de süpersin :)
Funda,
İşte her şeyin bir sonu var, ne yapalım... Etoburlar arasında otobur bir yaşam sürmek zor. Çamınız güle güle büyüsün. Liçimizin selamı var :)
Dilek,
Patlamış mısırı önce kısa mesafede ve çok kırılmayacak şeylerde denemek daha mantıklı. Sizin bahar dalları da çok iyi fikir. Ben geçen aylarda aldığım defnenin dallarını saklamıştım. Bundan kesin dekoratif bir şeyler yapılır diyordum. Bahar dalı mı yapsam acaba? Layçimi (bak bu senin için)öptüm, selamını söyledim.
Bangkok'taki hükümet karşıtları havaalanını pasif direnişle bloke edip uçuşları engellediler sadece ve bu turist amca sadece alıştığı beyaz çarşaflı, rahat yatağından ve alıştığı yiyeceklerden uzak kaldı bir süre. Bir de işine vaktinde başlayamamıştır tatil sonrası. Bu yüzden tepkiliyim ona. Mumbai'dekiler bir daha gitmek istemezlerse haklarıdır.
Ayça,
O fotoğrafı o kadar kötü çekmişim ki, ben bile bir şey anlamıyorum. Yazacağım sana onunla ilgili.
Postun bulmacasına gelinceee... Aslında zor sormuşsun. Ama bir kurnazlık yaptım. Almanca "Ooo Tannenbaum, ooo Tannenbaum" şarkısından kopya çektim ve Noel ağacının Köknar (Abies) türü olduğu sonucuna vardım :) Doğru mu?
komposto yaptım.Meyve suyu yerine, sağlık içiyoruz adeta..Şimdi masabaşına oturdum. Sana ziyarete geldim.
YanıtlaSilBende saksıya birşeyler ekip, sabirsiz bekleyemeyenlerdenim. Bu yüzden, chopstickleri biriktiriyorum. Sonra onların bir ucunu ikiye bölüyorum bıçakla...Bir kartona, merhaba fesleğen yazıyor ve saksıya saplıyorum. Bunu bahçesini çok seven ve çiçeklerin adını unutan babamdan öğrendim.Bri de karşılama mesajı "Merhaba" ekledim:) Tavsiye ederim..
Evren ben bir çay daha alabilir miyim.. Çayım gelince, anlatacaklarım var..:)
Kurnazlık murnazlık ;) Doğru!!!
YanıtlaSilAslında yazın vesilesiyle şu "çam" anlayışına parmak basmış olduk, çok iyi oldu. İğne yapraklı ağaçlara genel anlamda çam diyoruz geçiyor ama çok farklı türler var aralarında. Çok üzülüyorum güzelim abies'lerin (köknar), picea'ların (ladin)harcanıp gitmesine. Hele ki, çamın mavisi :)) Ben hiç görmedim daha çamın mavisini :)) Ama picea'nın mavisi (glauca) hem çok kıymetli, hem de çok estetiktir. Biliyor musun o mavilik mumlu yapısından kaynaklanır ve mumlu yapıyı elinle ovuştursan altındaki yeşil yapraklara ulaşırsın. Bu doku bitkiyi çok soğuktan, bazı durumlarda da çok sıcaktan korumak içindir.
Güzel bir dün dilerim bayan Walker :))
Merhaba,
YanıtlaSilMadem konu „noel agaclari“na geldi, ben de bir seyler söylemek istiyorum. Bahsi gecen tüm türler Pinaceae ailesinin degisik gattunglaridir.
En yaygin olarak kullanilan noel agaclari Kiefer (Pinus), Tanne (Abies) ve Fichte (Picea)
türleridir.
Özelliklerine göre kullanilis alanlari da farklidir. En yaygin olan üc gruba bakarsak;
Özellikle sehir meydanlarinda soguga dayanikli yesil rengi hemen solmayan genelikle fichte kullanilir. Süslerken ellere pek batmaz. Boylari uzundur.
Son 20-30 yila kadar en yaygin kullanilan bir diger „noel agaci“ kieferdir. Sebebi ise fiyatinin oldukca ucuz olusudur. Süslerken igne yapraklari ellere batar. Sicak ev ortaminda uzun zaman dayanmaz, rengi solar. Yapraklari cabuk dökülür.
Son yillarda cok hizla yayilan ve kuzey avrupa ülkelerinden gelen Tanne (nordmanntanne)
ise, sicak ortamlarda yesil rengini kaybetmeden uzun süre korur. Yapraklarinin uclari yuvarlak oldugu icin insanin ellerine batmaz. Diger cam türlerine göre dallari daha sik ve renkleri koyu yesildir. Fiyati da diger türlere oranlara daha yüksektir. Buna ragmen batmadigi icin ve kesildikten sonra uzun süre yesilligini korudugu icin en yaygin kullanilandir.
Simdilik aklima bunlar geldi. selamlar
Burcu,
YanıtlaSilOğlum için meyve suyu yerine bolca yapıyoruz kompostoyu. Sana çay yerine ondan getireyim ben :) Sen anlatmaya başla. Uzaklara gönderilebilen reiki'den başla örneğin. "Merhaba fesleğen" ne güzel fikir! UGO'larıma veda edeceğim Dilek ve senin önerilerin sayesinde :)
Ayça,
Bildim, bildim !!! :D
Ankara'daki çocukluğumun arka fonundaki silinmez yerlerinden dolayı mıdır nedir, iğne yapraklıları az merak edip az araştırıyorum. Oysa onlar da başlı başına bir hazine, bir araştırma konusu değil mi?
Das Etikett,
Ooo, bu gerçekten "çam" deyip geçilemeyecek geniş bir konuymuş, teşekkürler. Ben hiç yanlarından geçerken dikkat etmemişim Noel ağaçlarına. Beni hep üzerler biraz, ister gerçek, ister plastikten olsun. Ondan olacak.
Sevgili Evren; bayram tatilinin üstüne enfes bir yazı oldu bu, ellerine sağlık...
YanıtlaSilmerhaba,
YanıtlaSildün su yaziya rastlayinca plastik "noel agaclariyla ilgili" ehemne ekleyeyim dedim. belki ilginizi ceker.
"...Christbäume aus Plastik schaden der Umwelt. Plastikchristbäume sind ökologisch schädlich. Bei ihrer Herstellung wird sehr viel Energie verbraucht. Wenn die Bäume eines Tages auf dem Müll landen, setzen sie bei ihrer Verbrennung neben dem Treibhausgas Kohlendioxid meist noch Schwermetalle und Cadmium frei. Dies teilt das Umweltreferat des Evangelischen Gemeindedienstes für Württemberg in Stuttgart mit. Das Fazit der Experten: “Wer jedes Jahr eine Tanne oder Fichte kauft, belastet die Umwelt viel weniger als jemand, der 20 Jahre unter demselben Plastikbaum feiert.”
ilginc bir karsilastirma degil mi?
selamlar
Das Etikett
Başak,
YanıtlaSilTeşekkürler :)
Das Etikett,
Evet, özellikle son cümle beklentimin ötesinde! Bazen iyi niyetli hareketler dünyaya daha da fazla zarar veriyor :( Bilgilenmek şart.