Bu yazida bahsedecegim seyleri tekrar düsünmeme Benden ve Bizden sebep oldu diyebilirim. Mayis ayinda kösebasindaki agacin fotograflarini yayinladiginda, yorumlara gidip "o senin agacin!" yazdim hemen. Bu duyguyu taniyordum cünkü.
Bir agaci mevsimler boyunca izlemek...
Gelip gecerken selamlamak...
Yeni verdigi yapraklari, cicege durusunu, meyveye dönüsünü, sonbahari karsilamasini ve sonra herseyden vazgecisini gözlemek...
Biliyordum ben bu duyguyu.
Bazen öyle bir an gelir ki, bir bag olusuverir aramizda o agacla; kimin bahcesinde dikildigi önemini kaybeder, benim olur o agac. Daha önce cok eski bir yazida "...bir ağaca veya bir çiçeğe sahip olmanın yolu bahçesinde bulundurmaktan mı, yoksa mevsimler boyu onu izlemekten ve sevmekten mi geçiyor; kafam bu konuda biraz karışık" demistim. Yalan söylüyordum! Hic de kafam karisik degildi bu konuda. Ben o leylak agacinin da bana ait oldugunu biliyordum. Simdi burayi bir yol ayrimi kabul edin. Burada ikiye ayriliyor düsüncelerim. Birini simdi anlatacagim. Digerini de sonra...
Düsündüm de, biz bugünün insanlarinin sahip olmakla ilgili sorunu burada basliyor belki de. Bizim sahip olduklarimizla aramizda özel bir bagimiz yok!
Birincisi, Bir üretim bandindan akip geliyorlar, bir markette veya magazada bizi buluyorlar. Aliyoruz. Isin duygusal yani bir yana, üzerinde fazla düsünmüyoruz bile bazen. Kimi zaman da, evet, cok isteyip, cok düsünüp, cok arastirip aliyoruz onlari ama üretim sürecinde rol almadigimiz icin hep bir seyler kopuk oluyor. Bir bag kurabilmemiz icin ondaki mucizevi dönüsümleri gözlemis olmamiz gerek oysa. Pamugun bir bitkinin tac yapraklari arasinda nasil büyüdügünü bilmek, toplamasak da toplanisini izlemek, nasil yikandigini , nasil egirildigini, nasil dokundugunu , nasil boyandigini ve sonunda her gün giydigimiz tisörte nasil dönüstügünü biraz yakindan bilmek gerekiyor.
Atalarimiz da sahip olduklari herseyi kendileri üretmezlerdi, bu dogru. Ama sahip olduklari seylerle, onlari elde etmek icin verdikleri emek arasindaki bagin, güclü ve direk olmasini saglayan bir takas sistemi vardi. Keci peyniri icin emek vermezdim belki ama onu almak icin karsiliginda verdigim üzüm pekmezini ben üretmis olurdum. Onun icin akittigim teri, harcadigim enerjiyi bilirdim. Bugün de calisip ter döküyoruz aldigimiz seyler icin. Ama karsiliginda kazandigimiz paraya cogu kez elimiz bile degmiyor. Bir bankaya yatiriliyor dogrudan. Bankamatik veya bilgisayar ekranindaki bir rakam oluyor bizim icin. Hatta harcarken bile elimiz degmiyor ona. Plastik bir seye dokunuyoruz onun yerine. Sahip olduklarimiz icin emek verdigimize, ter döktügümüze, zaman harcadigimiza dair isaretlerle bir bir ayrilmis yollarimiz. Dolayli olmus her sey. Bu keci peynirini satin almak icin ne kadar enerji ve zaman harcadim, gerekli parayi tam olarak nerede kazandim ben? Pazartesi sabah toplantisinda üretim müdürüne istedigi seyin neden iki haftada olamayacagini anlatirken mi? Haftalardir beklenen sevkiyatin teslim islemlerini tamamlarken mi? Bir tusa basmis, bir programi baslatmis, ögle yemegini yerken mi? Tam olarak ne zaman?
Sunu ögrendim: Kendi yaptigim ekmegin firinda satilanlardan daha lezzetli ve hatta daha saglikli oldugunu iddia edemem. Ama bana hep iyi gelir. Cünkü degirmenden degilse de, marketten unu ben tasidim. Mayanin kabarmasini bekledim. Baska bir isim yoksa saniye saniye izledim köpüklenisini. Büyümek, cogalmak üzerine düsüncelere daldim hatta. Malzemeleri ben sectim; icine keten tohumu katilmali mi, yoksa susam mi olmali ben karar verdim. Zeytinyagi koydum sonra. Sirf bu yüzden bile bir lokmasini bosa götürmem o ekmegin. Yogurdum, yogurdum, yogurdum. O ekmege dair kolumda ve ellerimde bir izlenimim var benim. Tekrar kabarmasini bekledim, bekledim, bekledim. Kabarip kabarmayacagina dair endiselerimi kattim kimi zaman ekmege. Piserken belki baska seylerle ilgilendim ama aklimin bir kösesini hep firindaki ekmege ayirdim. Firindan cikip sogudugunda un, tuz, su, maya ve susamdan, haa bir de zeytinyagindan daha fazla bir sey o benim icin. Vaktiyle is dönüsü marketten/bakkaldan/firindan almis oldugum yüzlerce ekmekten de baska bir sey. Enerjimin, zamanimin, emegimin tam olarak hangi bölümü o bir somun ekmege aittir, biliyorum cünkü.
Ikincisi, bugünün ekonomi politikalari ve üretim teknolojileri bizi hep az kullanip, kisa zamanda kullanip atmaya; "kullanmaya" degil "tüketmeye" itiyor. 10 yilda arizalanip atilmak üzere tasarlanmis bir televizyona sahipsem veya bu tür bir "uzun ömürlü" üründe bile modalar ve trendler varsa, 20 yilin sonunda cocugumla ortak anilarimizi paylasabilecegimiz, hala oturup birlikte seyredebilecegimiz bir televizyonumuz olabilir mi? Tamam, televizyonuma duygusal baglarla baglanmam gerekmedigini iddia edeceksiniz simdi. Ama sizin hic mi 15 yil önce aldiginiz, modasi coktan gecmis, rengi biraz solmus, dikisi de kaymis, yegeniniz dogdugu gün hastaneye gittiginizde üzerinizde olan, kendinizi icinde baska herseyden daha rahat hissettiginiz, giysi dolabinizi elden gecirirken asla ve asla "atilacaklar/verilecekler" yiginina dahil etmeyeceginiz bir tisörtünüz yok? Hadi, itiraf edin!
Ücüncüsü, o kadar cok seye sahibiz ki her biriyle ayri ayri bir bagimiz olmasi mümkün degil! 100 ayri DVD film varsa evimde, bazilarini cok seviyorumdur, ama cogu da fazla iz birakmamistir bende. Acikca fazlaliktir. 75 cift ayakkabisi varsa birinin, iki cift ayakkabisi olan biri kadar yakin degildir ayakkabilarina. Isterse her birine tek tek asik olsun magazada ilk gördügünde.
Sanki anlatamiyorum ne demek istedigimi. Tüm bunlari düsünürken, Kücük Prens'ten aklima bir söz gelmisti: "Gülünden sen sorumlusun". Sahip olmak da temelinde sorumluluk demek degil midir? Belki de sorumluluk almadan sahip olmaya kalktigimiz icin yanlis gidiyor bir seyler. Onu yazacaktim buraya. Internet'te ararken su bölümü buldum kitaptan. Sanki benim anlatmaya calistiklarimi dillendiriyor tilki:
"Yalniz evcillestirdigin seyleri taniyabilirsin. Insanlarin tanimaya ayiracaklari zamanlari yok artik. Aldiklarini hazir aliyorlar dükkanlardan. Dost ariyorsan beni evcillestir iste. "
Bir de Kücük Prens'in gül bahcesindeki güllere söylediklerine bakin simdi :
"Buradan gecen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzedigini sansa bile, o tek basina topunuzdan önemlidir. Cünkü üstünü fanusla örttügüm odur, rüzgardan korudugum odur. Yakinmasina, böbürlenmesine ve hatta susmasina kulak verdigim odur. Cünkü benim gülümdür o."
...
Tilkinin son dersini de unutmamali:
Gülünü bunca önemli kılan, uğrunda harcadığın zamandır.”
Kücük Prens unutmamak icin tekrarladi:
"Ugrunda harcadigim zamandir"
"Insanlar bu gercegi unuttular, sen unutmamalisin. Evcillestirdigin seyden sen sorumlusun. Gülünden sen sorumlusun.
Kücük Prens unutmamak icin tekrarladi:
"Gülümden ben sorumluyum."
Belki de diyeceksiniz ki, "Evreeeen, Saint-Exupéry orada sahip olmaktan falan degil, dostluktan bahsediyor!"
Yine de "evcillestirmek"ten veya "tanimak"tan bahsettigi her yerde "sahip olmak" fiilini koyun yerine. Böyle de anlamli degil mi?
Simdi o yol ayrimina dönelim tekrar. Taaa, yukarida, hani o leylak agacinin yanindakine. Orada aklimin bir yani "Iste bu! Ancak düsünsel / duygusal bir bag kurarsan, zaman ve emek verirsen bir seye gercekten sahip olabilirsin" diyor. Baska bir tarafiysa diyor ki "Hayir! Yanlis baglanti kuruyorsun sen. Bütün yola cikis örneklerini canlilardan, dogadan aliyorsun. Agaclardan örnegin. Bir agac da senin gibi, sana denk bir parcasidir doganin. Sen onu gözlemekle, onu anlamakla sahip olamazsin. Olsa olsa onu biraz tanimis olursun ve biraz dost olursun ona. Belki biraz daha zenginlesir, daha büyük bir sen olursun".
Bu yil Haziran ayinda tozlanmis bir kütüphaneden, cook yillar önce okudugum bir kitabi cikarip tekrar okudum. Eric Fromm'un... Sahip olmak ya da olmak adi. Fromm'a göre cagdas insan önceki dönemlerin hicbirinde olmadigi kadar cok iyelik eki (veya have/haben yardimci fiili deyin ona) kullaniyor. Doktora gittiginde agriyan yerini gösterip "surada bir sorun var" demiyor, "Doktor, bir sorunum var" diye basliyor lafa. Tam hatirlayamiyorum örnegi. Belki de "neresi agriyor?" diye soracagina, "agrin nerede?" diye soruyor doktor. Ardindan "doktor dedi ki..." demiyor hasta; "doktorum dedi ki.." diye anlatiyor olup biteni. Dogru mu? Dogru. Bizim doktorumuz var, discimiz, berberimiz, kuaförümüz, manavimiz ve kasabimiz... Büyük sorunlarimiz var bizim ve büyük sorularimiz. Bazen "benim meselem degil" dedigimiz oluyor. Ama o bile aidiyet topunu baskasina atabilmek icin. Doganin bagrinda onca zamandir dikilen agaclari bile sahiplenmeye kalktigimiz oluyor iste böyle.
Resim, fotograf yok bu yazida. Kisa deseniz, pek degil. Türkce karakterlerin eksikligi yüzünden, okurken akip gitmiyor da üstelik. Bütün bunlar yetmezmis gibi klavyenin bu tarafinda karisik bir kafa var. Ve demek hala buradasiniz. Sizin de akliniz karisti mi? Iste bu yüzden bir türlü toparlayamiyor, bir türlü yazamiyordum bu yaziyi. Hadi, el birligiyle toparlayalim. Siz ne düsünüyorsunuz? Onu söyleyin bana.
China syndrome?
8 saat önce
Ben seni cok iyi anladim :) Cok guzel bir yazi, eline, yuregine saglik.
YanıtlaSilEvren Merhaba,
YanıtlaSilYazini okuyunca agaciMI :) ne kadar ozledigimi fark ettim. Evet, onu ben dikmedim, bir kere bile sulamadim, onun yetismesinde hicbir katkim olmadi ama nasil oldugunu bilmedigim bir sekilde cok sevdim onu, duygusal olarak bir bag hissettim sanki. Tum arkadaslarimla tanistirdim, herkese ne kadar guzel bir agac oldugundan bahsettim. Bilmiyorum sahiplendim mi, yoksa sadece sevmek icin hayatima mi dahil ettim bir sekilde...
Yazindaki yol ayrimi aslinda ne kadar bir ayrim, okuyunca onu sorguladim ben. Insanoglunun fitratinda sahiplenme duygusu var, hatta bebekken sahiplenme duygusu en ilkel sekilde beliriyor ve bu duygunun ebeveynlerce desteklenmesi cocuk gelisimi acisindan cok onemli. Buyudukce de bir sekilde bircok seye sahip oluyoruz. Ama sahip olduklarimizla duygusal bag kurmamiz her zaman olmuyor senin de yazdigin gibi. Bazilariyla pragmatik, bazilariyla duygusal, bazilariyla enerji-emek harcama yolu ile bag kuruyorsak o zaman sahiplenmemiz daha kolay ve yogun oluyor.
Diger yandan aslinda sahiplendigimiz hicbir sey aslinda bizim degil. Ozellikle tasavvuf ve dini acidan bakildiginda sahip oldugunu sandigimiz hicbir seyin aslinda bize ait olmadigini fark ediyoruz. En onemli varligimiz bedenimiz bile bizim degil aslinda. Hersey bize emanet su fani dunyada :) Bu anlamda insanoglu hicbir seyin sahibi degil. Hani hepimizin bildigi dizeler vardir bunu en iyi anlatan:
Mal sahibi
Mulk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan
Mulk de yalan
Var biraz da sen oyalan
Karisik mi oldu bilmiyorum ama demek istedigim aslinda hicbir seye sahip olmadigimiz, kendi bedenimiz dahil herseyin emanetcisi oldugumuz ve sirf bu nedenle emanetlerimize gozumuz gibi bakmamiz gerektigi. Sanirim icimizdeki sahiplenme gudusu bunun icin var. Ama ne kadar dogruya kullaniyoruz iste orasi asil tartisma konusu...
Not: Son birkac kusaktir bizde de iyice yerlesmeye baslayan iyelik eklerinin yogun kullanimi esasinda Amerikan menseli olup dogu kulturlerinde cok fazla gorulmemekte hatta ayip karsilanmakta. Biz de Kucuk Amerika oldugumuzdan bu tur ifadeler ozguven ve bazi zamanlarda statu (ben en iyisini bilirim) anlaminda kullanilmakta...
Esra,
YanıtlaSilBeni anladin! Senin de var degil mi öyle bir tisortün? Biliyordum ;) Tesekkürler...
Benden Bizden,
Beni bu kadar cok düsündüren postUN icin tekrar tesekkürler :) Daha da yazacagim ama sincap kitap okuyalim diyor simdi :)
Benden Bizden,
YanıtlaSilYine buradayim :) Yazdiklarin cok anlamli. Sahiplenme duygumuzdan tamamen siyrilamayacagimiz konusunda sana katiliyorum. Tamamen de siyrilmamaliyiz gercekten. Herseyden önce özümüze aykiri davranmanin sıkıntılarını yasariz. Her konuda oldugu gibi , bu konuda da bir denge tutturmanin önemine inaniyorum. Tasavvufta bizim hayal edebilecegimizin ötesinde bir bakis var sahip olmaya dair. Cok okuyup bilgilenmeden önce, onu analiz etmeye bile cesaret edemiyorum. Ben aslinda bu yazinin sonunda onu pratige, günlük yasamda neler yapmam gerektigine baglamak istemistim. Ama herseyden önce teorisinde koptugum icin erteliyorum. Belki bir gün yazarim o yaziyi da...
Gonul gozuyle bakmissin olaylara diyecegim, yetersiz kalacak. Daha derin bir bakis bu, cok sevdim :))
YanıtlaSilHerseyi atma-geri donusturme meraklisi benim bile var oyle bir t-shirt*um*, hatta 2 tane :)
Sahip olmanin iyi bir sey oldugunu dusunmuyorum. Ama sanirim isin dogal bir yonu de var. Tulin Su, ilk konusmaya basladigi zamanlarda bir yeri acidiginda "el acidi", "ayak acidi", tarif edemedigi bir yer oldugunda da "Tulin acidi" diyordu. Ben ozellikle ogrenmesin diye iyelik eklerini kullanmadim. Ama disardan ordan burdan duyup bir sekilde ogrendi. Sonra sormaya basladi, ben de sordugunda bu kimsenin degil, dunyanin, simdilik ben kullaniyorum, sonra da baskalari kullanacak diyorudum. Ama o bir sekilde, evdeki esyalari, kimin elinde goruyorsa ona gore "annenin, babanin, benim" diye siniflandirmaya basladi. Su anda herhangi bir tepki vermiyorum, zamani geldiginde Kucuk Prens'i okumasini ve bu konularla ilgili dusunmesini isterim ama, hatta bu yaziyi okumasini da :)
Gunluk hayatta, pratik ornek olarak, cicekleri koparmamasi icin "doganin onlar, bizim degil" diyorum. Senin yazilarini okuduktan sonra emin olamadim, bilemiyorum simdi, bu konuda onu ozgur mu birakmaliyim.
Eline, yuregine saglik!
Evren
Evren,
YanıtlaSilOglum henüz pek "benim, benim" döneminde degilken ben cok dikkat etmiyordum kullandigim dile. Günlük konusmada nasil geliyorsa, öyle cikiyordu agzimdan. Simdi yasi itibariyle neredeyse herseyin kendisinin oldugunu düsünüyor. Ben de duruma göre söyle yapiyorum: Eger evde gercekten onun olan bir seyi gösterip "benim" diyorsa, mesela pantolonunu "evet, o senin, iyi bakmalisin ona, temiz tutmalisin,vb" diyorum. Bazen oyun olsun diye (veya sinirlarini denemek icin belki) benim veya babasinin bir seyini gösterip "benim pantolonum, benim ayakkabim" diyor. O zaman aslinda cok önemli görünmese de dogrusunu vurgulamayi daha önemli buluyorum. "Hayir, o babanin. Yemeklerini yersen senin de öyle bir pantolonun olabilir" diyorum. Oyun parkinda baska bir cocugun ortada biraktigi (ve hatta birakip gittigi) oyuncak icin de aynisi gecerli. "Benim" derse, "senin degil ama bir süre oynayabilirsin" diyorum. Bazen kayak ve salincagi sahiplenmeye kalkiyor. O zaman bir aglama krizinin gelecegini bilsem bile "Senin degil, bütün cocuklarin, paylasarak beraber oynayacaksiniz" diyorum. Daha ötesi bazen trafik lambalarinin ve tramvay dügmelerinin kendisine ait oldugunu iddia ediyor. Bu aslinda daha cok "dügmeye ben basmak istiyorum" gibi bir sey. Ama sahiplenme de var. O zaman "dügme herkesin, kim daha yakinsa o basar" diyorum. Bazen hosuna gitmiyor, kabullenmiyor ama yol aliyoruz. Herseyin mutlaka birine ait olmasi gerektigini düsünüyor, "anne o cöp kutusu kimin?" diye sorup beni dumura ugrattigi oluyor. "Hic kimsenin, hersey birine ait olmak zorunda degil" diyorum o zaman da. Anlayacagin, her durumda dogrusunu söylüyor ve uygun durumlarda paylasmanin, sorumluluk duymanin önemini vurguluyorum. Bugüne dek bir agaci veya cicegi sahiplenmeye kalkmadi. Onlarin herkese ait oldugunu biliyor belki de :) Ama cok abartmadigi sürece bir iki cicek koparmasina da karsi degilim acikcasi. Böyle ögreniyor. Ben yetiskin olarak izlenimler getiriyorum eve. O bunu yapmayi henüz bilmiyor. Dokunmak ve dokunup tutabildigi bir seyi getirmek daha anlamli geliyor olmali.
Ne guzel aciklamissin Evren, sagolasin!
YanıtlaSil