"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Pazar, Kasım 30, 2008

Sahte balonlara hayır!


Geçen gün ekolojik bir bulaşık deterjanı aldım. Arkasında şöyle yazıyordu:

Köpük arttırıcılar iyi balonlar üretir ama kötü şeyler yaparlar.
Köpük arttırıcılar yapay balonlar üretir. Bunun temizlik gücüyle ilgisi yoktur. Çevreyi de kirletirler, bu yüzden biz onları kullanmıyoruz.




Ne âlâ! Bulaşık deterjanında bu sorunu çözdük diyelim. Peki ya diğerleri? Konuyu biraz araştırdım. Bildiğim tek yapay köpük arttırıcı Sodium lauryl sulfate. Diş macunundan sıvı el sabununa, bulaşık deterjanından şampuana bir çok temizlik ve kişisel bakım ürününde karşımıza çıkıyor. Bunlara bebekler için kullanılan ürünler de dahil. Bir de kardeşi var: Sodium laureth sulfate. Her ikisiyle ilgili kansere sebep olduklarına dair bir iddia var. American Cancer Society bunun bir şehir efsanesi olduğunu ve gerçekle ilgisi olmadığını bildirmiş. Internette dolaşan şehir efsanelerini inceleyen snopes.com'da da yalanlanmış bu iddia. Ancak Skin Deep: Cosmetic Safety Database ve benzeri sitelere göre bu maddeler tamamen zararsız da değiller. En azından cilt ve göz iritasyonuna sebep oldukları belirtiliyor (burada ve burada).
Temizlik ve kozmetik ürünlerinde kullanılan bu tür kimyasal maddelerle ilgili yeterli ve ikna edici bilgiye erişemediğimde onlardan mümkün olduğunca kaçınmakta buluyorum çareyi. Özellikle söz konusu madde SLS ve SLES örneğinde olduğu gibi tamamen yan bir unsur ise. Çünkü uzun vadede ve başka kimyasal maddelerle etkileşim haline girdiğinde vücudumuzda ve çevrede ne gibi zararlar yaratacağı belli değil. Bunları konu alan araştırmalar uzun sürüyor ve çoğu zaman kesin sonuç alındığında nüfusun bir kısmı için çok geç oluyor.
Üstelik bu örnekte gereğinden fazla köpük ile temizlik arasında kurulan ve gerçekte varolmayan bağ da rahatsız ediyor beni. Tüketici olarak bu ve benzeri saçmalıklarla karşılaştığımda kandırılmış hissediyorum kendimi. Sırf ben gerçek olmayan bir temizlik yanılsamasına kapılayım diye çevrenin zarar gördüğünü bilmek daha da çileden çıkarıcı.
Uzun lafın kısası "sahte balonlara hayır" diyorum kişisel olarak. Bundan önce keşfettiğim ve denediğim doğal temizlik yöntemleri ile SLS ve benzerlerinin önünü de bir nebze kesebildiğim için mutluyum. Şampuan, el sabunu ve diş macununda da benzer arayışlarım var. Ama henüz içime sinen bir doğal çözüm bulmuş değilim.


Fotoğraf: Jeff Kubina

Çarşamba, Kasım 26, 2008

kimyonun maceraları 26/11/2008

Kimyonun bi eski dostla hâlleşmesidir:

...veya bir ses, bir söz olacaksa ille de, seninki olsun kara kuş.

Hadi sen yine pencerenin kenarına gel karlı bir kış günü. Ben seni bi küçük karga sanayım. Aklımı karıştıran şeyleri sana sorayım.

Sonra bahar gelsin, daha güneş doğmadan başla sen şarkına. Ben dünyanın ne parlak, ne olağanüstü bir yer olduğunu anlayayım bir daha. Sesinin sahibini merak edeyim.

İlkyazın ılık akşamüstlerinde yorgun argın eve dönerken seslen bana. Batmak bilmeyen güneşe övgüler yağdır. Bir an durup dikileyim sokakta. Neden sonra yaşlı bir akçaağacın dalında göreyim seni. "O güzel şarkıyı söyleyen sen misin, çirkin şey?" diyeyim.

Sonra...
Çook çok zaman sonra...

Lafın lafı açtığı bir öğleden sonra, aralarında en güzel olan, "Kara kuşu unuttun mu? Bahçelerde öteni unuttun mu? Aşkolsun!" desin bana. Yeniden peşine düşeyim.

Kara kuş, Turdus merula, eski dost!

İşte böylece
yeni baştan
tanışalım seninle.

Cuma, Kasım 21, 2008

kimyonun (resimli) maceraları 21/11/2008

Güvercinler


kelimeler bazen çok geliyor,
kelimeler bazen üstüne geliyor.

o zaman ufka bakan bir güvercinin kanadındaki sessizlik olmayı diliyor kimyon.

Salı, Kasım 18, 2008

Malta: mimari renkler

Mimariden pek anlamıyor olsam da, Malta'nın korunması az çok başarılmış eski taş evlerini, dar sokaklarını, orada burada karşıma çıkan detayları ve bunların bana çağrıştırdıklarını seviyorum. Buraya özgü krem renkli, işlemesi kolay bir taş kullanılırmış eski evlerde. Dış kapılar ve pencerelerde kullanılan ahşapla kesme taşın sade dostluğu, yalnızca Akdeniz değil biraz Kuzey Afrika, biraz Ortadoğu tadı veren sokaklar, yüksek duvarlı mahrem bahçeler, bina köşelerinde ermiş heykelleri hoşuma giden detaylardan. Küçük bir fotoğraf gezisine var mısınız?

Bu fotoğrafı nerede çektiğimi çoktan unuttum. Sanırım ara sokakların birinde kaybolmuşken denk gelmiştim. Tipik bir Malta sokağı işte böyle bir şey denebilir:

IMG_0450


Bu da bir diğeri. Yanılmıyorsam Sliema'dan. Soldaki binada görüldüğü gibi bazı yeni binalarda eski tarzı devam ettirdikleri söylenebilir. Ama hepsinde değil :(


Evler

Daracık sokaklarda yürürken insan başını arada bir de olsa yukarı kaldırmayı ihmal etmemeli :) Orada küçük hazineler bekliyor bizi...

Malta evi - detay

Bu mavili ev benim en çok sevdiklerimden. Daha önce de yayınlamış olabilirim bu fotoğrafı:



IMG_0451


Bu da başka bir evin soluk mavi panjurlu penceresi. Sliema-St.Julians arasında, ana yol üzerinde:

Pencere


Yüksek apartmanların arasına sıkışmış, neredeyse yıkılmayı bekleyen bu ve benzeri evler ise üzüyor beni:



Eski ev


Bu sokak Valletta'dan. Daha önceki bir yazının yorum bölümünde bahsettiğim su gibi akan öğle-buz çiçeği de bu karede:

Öğle-buz çiçekli balkon


Valletta'nın merdivenli, cumbalı sokaklarından biri:

sokak


Ve yine Valletta'dan küçük biblolar, noel süsleri, kırtasiye, kartpostallar ve benzeri ıvır zıvır satan bir dükkan. Bana çocukluğumun taşra dükkanlarını hatırlatıyor vitrini. Eğer bir gün Malta: Dükkanlar başlıklı bir foto-yazı yayınlarsam bu fotoğrafı orada da göreceksiniz, emin olun :) Soldaki kapıya ve sağda köşebaşındaki sırtı dönük ermiş heykeline de dikkatinizi çekmek isterim:

Dükkan


Vee... Messina Palace. Valletta'nın insanda terkedilmişlik hissi uyandıran bir çok sokağına karşılık, Cumhuriyet Caddesi ile S. Kristofru Sokağı'nın köşesinde bulunan bu ev iyi bakılmışlardan. Bugün bir tür Alman-Malta kültür derneği olan German-Maltese Circle'a ev sahipliği yapıyor. Adındaki iddialı "Palace" sözcüğüne bakmayın. Burada vaktiyle hali vakti yerinde olan ailelerin yaptırdığı, bugün müze vb. amaçla korunan ve kullanılan pek çok "Palace" veya "Palazzo" var.


German-Maltese Circle (Messina Palace)


Kelimenin her iki anlamıyla da yeşil olan bu pencerelere ne demeli?

Yeşil pencereler


Bu da bir binanın köşesinde azimle sokağı koruma görevini ifa eden ermiş:

Sokağı koruyan ermiş


Son olarak bu turuncu kapılar da Ayça için. Uzun zaman önce verilmiş bir söze istinaden :)

Turuncu kapılar


Burada da aynı evin daha genel bir görünüşü. Baştan aşağı turuncu :)

Turuncu - genel


Malta sokaklarından şimdilik bu kadar :)
Sahha!

Pazartesi, Kasım 17, 2008

Sonu gelmeyen okuma listesi

Thoreau severler için Simple Living News'in son sayısında bir yazı var. Vakti olanlara hatta bu sayının tamamını okumalarını tavsiye ederim. Yılbaşı alışverişi ve hediye çılgınlığı, karşı önlemler, 28 Kasım Satın Almama Günü ve daha fazlası bu sayının konuları. Daha da vakti olanlara Sade ve Ekolojik Bir Yaşam'daki Satın Almama Günü'ne dair şu yazıyı öneriyorum. Hâlâ biraz vaktiniz mi var? İki Oda Bi Salon'a buyrun. Hatta komşusu Beğenmezsen Okuma'nın kapısını çalmayı da unutmayın. Başka? TreeHugger var, Tree Hugging Family var, The Non-Consumer Advocate var ve -adını bir kez daha anmaktan çekinmiyorum- The Story of Stuff var.
Okunacak ne çok şey var!

Peki, sizde ne var?

Malta: renk renk

Hibiscus rosa-sinensis (nam-ı diğer Çin gülü) Malta'da çok sevilen süs bitkilerinden biri. Aslen kırmızı çiçekleri olmasına rağmen benim çok da anlayamadığım genetik bir sebeple bu çiçeği çaprazlamak ve her defasında bir birinden farklı renk ve şekillerde yeni varyasyonlar üretmek mümkünmüş. Aslen doğu Asyalı ve herdem yeşilmiş. Balkonlarda, kapı önlerinde saksı içinde yetişenlerini de görmek mümkün, bahçelerde ağaç şeklinde yetişenlerini de. Bunlar da benim burada görüp fotoğrafladıklarım:

Kırmızı:

Kırmızı Japon gülü



Pembe ve kat kat:

Pembe



Pembe ve yalın kat:

IMG_146Pembe, Lantana ile



Sarı:

Sarı

Bir de fotoğraflamaya vakit bulamadan açıp solan krem-beyaz renkli bir tane var. Kırmızısı bir yana sanırım en sevdiğim ikinci sıradaki pembe renkli olan. Taç yapraklarının grapon kağıdından yapılmışcasına gerçeküstü bir duruşu var. Siz bahçenizde hangisine yer açardınız?

21 Aralık - Güncelleme:Bir de ara sokaklarda bir evin kapısı dibinde şu sarı, katmerli Çin Gülü'ne rastladım:

Çin gülü - sarı , katmerli

Cumartesi, Kasım 15, 2008

Çarşamba, Kasım 12, 2008

Basit yaşam ekonomiyi gölgeler mi?

Gönüllü olarak basit yaşamanın veya tasarruflu olmanın veya freni boşalmış tüketim otobüsünden atlamanın bireyler için belki iyi ama makro düzeyde ülke ekonomileri için kötü olduğuna dair bir görüş var. Çünkü ekonomik büyümenin lokomotifi tüketicilerdir ve tüketmemek en iyi olasılıkla büyümeyi yavaşlatır, kötü olasılıkla durgunluğa yol açar. Böyle deniyor. İlk anda kurulan mantık bağı yanlış da görünmüyor. Fakat yine de beni rahatsız ediyor bu bakış açısı. Birincisi, hiçbir şey sonsuza kadar büyüyemeyeceğine göre ülke ekonomilerinin her yıl biraz daha, biraz daha büyümesini beklemek gerçekçi mi? İkincisi sonsuz ekonomik büyüme adına yaratılan tüketim toplumunun, ruhları, bedenleri ve çevreyi çeşitli şekillerde (burada detayına girmeyeceğim) hırpaladığı biliniyor. Bu üç açıdan sağlıksız bir toplum büyük, gelişmiş bir ekonominin nimetlerinden ne ölçüde faydalanabilir ve onu ne zamana dek besleyebilir? Gezegenini tüketen ekonomi nerede büyüyebilir?
Bunlar benim ekonomiden derinlemesine anlamadan ve fazla bir araştırma yapmadan aklıma ilk anda gelen sorular. Basit yaşamın sağlıklı bir ekonomik gelişme ile paralel, onunla zıtlaşmadan gidebileceğine dair kuvvetli hislerim ve kendimce bir iki fikrim var ama bilimsel dayanaktan yoksunum. Tezlere ve antitezlere ihtiyacım var. Bu yazı basit yaşam ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiye dair soruyu ortaya koyan ilk yazı olsun. Zamanla cevaba katkısı olabilecek görüş ve kaynakları paylaşan diğer yazılar takip etsin onu. Bu konuda söyleyecek sözü olanlar da söylesin tabii :)

Pazartesi, Kasım 10, 2008

Yaşadığım yüzyıl

"Yaşadığım yüzyıl her şeyi eğip büken bir gözlük yerleştirmiş gözüme, gerçeği göremediğimi sezinliyorum. Ama kahretsin, seviyorum da gördüklerimi..."

Orhan Pamuk-Sessiz Ev (Tarihçi ağabeyin ağzından)

Cuma, Kasım 07, 2008

Yapraklar, tohumlar, bir de kır çiçekleri

Bu sonbahar yürüyüşlere, doğa gezintilerine çıktınız mı?
Ağaçları seyrettiniz mi?
Atkestanelerini, meşe palamutlarını, kanatlı akçaağaç tohumlarını toplayıp eve getirdiniz mi?
Ya binbir renkli ağaç yaprakları ? Akçaağaç, meşe, çınar, ille de kayın ve daha niceleri...
Eve getirip kalın bir kitabın arasına koyup kurutmayı denediniz mi onları?

Peki ne yapacaksınız bütün bu hazineyle?
Ben dün şu sayfayı keşfettim. Doğadan toplanan malzemerle yapılabilecek sevimli şeyleri anlatıyor. Güzel tarafı çocuklarla birlikte yapılabilmesi. Ben en çok akçaağaç tohumlarından yapılan kirpiyi, at kestanesi ve kozalakla yapılan şu sevimli hayvanları, kozalaklardan yapılan ağaçları, kurutulmuş yapraklarla yapılmış şu resimleri sevdim. Aaa, bir de yine kurutulmuş yapraklar ve parmak boyasıyla yapılmış şu harika pencere resmi vardı.

Gördüklerim hayalgücümü harekete getirdi de örneğin karaağaç tohumlarıyla çok güzel, pul pul balıklar yapılabileceğini düşündüm bir de. Nereye isterseniz oraya...

Peki bu yaz kırlara gitmiş miydiniz?
Papatyalar, gelincikler, civanperçemleri, hindibalar...

Tamam, tamam, susuyorum!

Perşembe, Kasım 06, 2008

Bilimde sadelik ve Occam'ın usturası

Sadeliğin sadece gardrobunda, kitaplığında, mutfağında büyük temizlik yapmak isteyenlerin derdi olduğunu mu sanıyorsunuz? Veya parlak kariyerinin bir noktasında trenden atlayıp inzivaya çekilmeye, gidip bir balıkçı kasabasında yaşamaya karar veren genç borsa komisyoncularının hedefi mi sadelik sadece?
Değil.
Sadece sanatta değil, bilimde ve felsefede de daha yalın, daha basit olanı arayanlar olmuş daima. Örnekler pek çok; Atina sokaklarında gündüz vakti elinde fenerle dolaşan Diyojen'in tek aradığı şeyin "dürüst bir adam" olmadığını biliyoruz. Einstein "her şeyin mümkün olduğu kadar basit olması ama bundan daha basit de olmaması" gerektiğini ifade ederken basitliğin temel ilkeleri olarak ölçü ve dengeye de vurgu yapıyor.

14. yüzyılda yaşamış İngiliz mantıkçı ve Fransiskan keşişi Occam'lı (veya Ockham'lı) William'ın ortaya koyduğu temel prensip (ki bugün Occam'ın usturası olarak biliniyor) da bilimin basitliği arayışına bir diğer örnek. Ne diyor Occam'lı William? Bir fenomeni açıklamakta eşit derecede başarılı olan teorilerden her zaman daha az unsur (daha az değişken, daha az varsayım, vb.) içeren tercih edilmelidir. Bir başka deyişle "diğer her şey eşit olmak üzere, en basit çözüm en iyisidir". Aslında tam olarak böyle söylemiyor Occam'lı William. Diyor ki:

"entia non sunt multiplicanda praeter necessitatem"
yani yaklaşık olarak;
"unsurlar gereğinden fazla çoğaltılmamalıdır"

Örnekleyelim. Diyelim ki elimizde G gerçekliğini açıklamak için geliştirilmiş iki ayrı teori var. Biri diyor ki "G'yi x, y ve z faktörleri belirler" (G= ax+by+z gibi). Diğeri de diyor ki "Hayır. G sadece x ve z ile tanımlanabilir" (G = ex-fz gibi). Eğer her iki teori de G'yi tespit veya tahmin etmekte eşit derecede başarılıysa Occam'ın usturası birinci teoriyi boşverip ikinciyi kullanmamızı önerir. Çünkü daha yalındır, daha az unsur ile aynı gerçekliği açıklayabilir.

Bazen sadece bilim değil, iş dünyası da Occam'ın usturasının peşinden gider. Elbette daha çok maliyet endişeleri sebebiyle... Özellikle veri madenciliği yöntemlerinden biri olarak karar ağaçlarında, oluşan ağacı sadeleştirmek, daha anlaşılır kılmak, uzmanlarının deyişiyle "budamak" için bu prensipten faydalanılır. Bunu da örnekleyelim:
Diyelim ki araç sigortası yapan bir sigorta şirketi olarak elimizde geçmişteki sigortalılara ve onların şirketimize maliyetine dair onbinlerce kayıttan oluşan bir veritabanı var. Bu veritabanından çıkacak bilgiye dayanarak yeni sigorta taleplerini (ve tabii talep edeceğimiz ücreti) belirlemek istiyoruz. Devasa veritabanımızı inceleyerek iki teori geliştiriyoruz. Biri diyor ki:
1)[(yaşı 30'un üzerinde VE cinsiyeti kadın) VEYA (yaşı 40'ın üzerinde VE cinsiyeti erkek)] VE yaşadığı kentin nüfusu 5 milyondan düşükse risk faktörü = "orta"dır
2)[(yaşı 30'un üzerinde VE cinsiyeti kadın) VEYA (yaşı 40'ın üzerinde VE cinsiyeti erkek)] VE
yaşadığı kentin nüfusu 5 milyondan fazlaysa risk faktörü = "yüksek"tir
3)[(yaşı 30'un altında VE otomobil kategorisi = "çok lüks" ise risk faktörü = "çok yüksek"tir ("babam sağolsun faktörü")
4)bıdı bıdı bıdı VE vıdı vıdı vıdı ...
5)bla bla bla...
6)...
Diğer teori ise diyor ki:
1) sigortalı yaşı 35-55 arası VE otomobil kategorisi = "orta" ise risk faktörü = "orta"
2) geriye kalanların hepsinde risk faktörü = "yüksek" tir.
Ve ister inanın, ister inanmayın; her iki teori de riskli sigortalıları eşit oranda (diyelim ki %78,5 oranında) doğru tahmin ediyor. Occam'ın usturasını ele almış olan bilgi analisti doğal olarak ikinci teorinin tercih edilmesini önerir. İnce maliyet hesaplarının peşinde olan finansal analistin usturası daha da keskindir; o da der ki: "birinci teori sadece karmaşık değil aynı zamanda gerektirdiği veritabanı büyüklüğü ve işlemci performansı açısından daha da maliyetli. Tahmin başarısı %77 olduğunda dahi 2. teoriyi tercihe devam edelim"
Fakat biz şu iki analisti baş başa bırakalım da, yine bilime ve onun gerçekliği açıklarken sade olma çabasına geri dönelim. Neden bilim çevremizde olup bitenleri açıklamaya çalışırken bu kadar kolaylıkla karmaşanın kucağına düşüyor? Neden bugün doğruluğuna somut kanıtlarla inanılan bir teori yarın tam tersini söyleyen bir diğeri tarafından çürütülüyor? Neden insan, doğa ve evren hakkında bunca karmaşık ve bazen birbiriyle çelişir gibi görünen teori var? Ben yanıtı şu satırlarda buluyorum:
"Doğanın bütün yasalarını bilseydik, belli bir noktadaki tüm sonuçları açıklamak için sadece bir fenomenin tanımının veya tek bir gerçeğin yeterli olması gerekirdi. Oysa pek az yasayı biliyoruz ve (bunlara dayanarak) vardığımız sonuç da çarpıtılmıştır. Elbette doğadaki bir karmaşa veya düzensizlik yüzünden değil, fakat hesaplamada bazı temel unsurları gözardı ediyor olmamızdan dolayı. (Doğanın) Yasa(larına) ve ahenk(ine dair) anlayışımız belirlediğimiz örneklerle sınırlıdır. Buna karşılık henüz keşfedilmemiş çok daha fazla sayıda ve görünüşte birbiriyle çelişen yasanın sonucu olan ahenk daha da olağanüstüdür.
Söyleyeni tahmin edebilirsiniz. Yirmili yaşlarının sonunda ormana giden ve bir süre orada yaşayan bir adam...
Doğanın tüm yasalarını bileceğimiz güne dek (eğer başarabilirsek tabii bunu) elimizdekileri olabildiğince sade, olabildiğince anlaşılır tutmak herhalde doğru olacaktır. Çünkü kişisel olarak, "tüm yasaları" bildiğimizde, karşımızda duracak resmin bundan daha farklı olacağını sanmıyorum. Bildiğimiz için değil, zaten öyle olduğu için...

Salı, Kasım 04, 2008

Yerini bulan bir yapboz parçası daha...

Malta'ya geldiğimizden beri gördüğümüz ve ne olduğunu merak ettiğimiz bir ağaç var. Dikkat çekici tek yönü meyve veya tohumları. Bakın, şöyle bir şey:

Adı öğrenilecek ağaç


Çiçeklerine dair hiçbir şey hatırlamadığımdan dikkat çekmeyen küçük beyaz şeyler olduklarını tahmin ediyordum. Adını merak ediyordum, ama webde nasıl tarif edeceğimi, nasıl arayacağımı bilemiyordum. Geçen haftasonumu bu işe ayırdım. Aklıma gelen her türlü anahtar kelime ile aradım. Ağaçlarla ilgili sitelerin ağaç teşhis bölümlerinde bilmediğim kavramlar arasında debelendim. Bulduğum sitelerdeki neredeyse bütün Akdeniz ağaçlarını taradım. Adını merak ettiğim başka ağaçlar, bitkiler hakkında bilgilendim. Bir bu ağacı bulamadım! Sonunda aklıma Maltalı bilenlere sormak geldi. Değil mi ya! Hele de buraya özgü bir ağaçsa en iyi onlar bilirdi. Bir Malta bahçe sitesinde soruma gelen yanıt şöyleydi:

"Norfolk Island Hibiscus (Aslında tam bir hibiskus sayılmaz, ama adı böyle) veya Cow Itch Tree - Meyveyi dikkatsizce ve özensizce açmaya kalkışırsanız ikinci ismin ne kadar yerinde olduğunu göreceksiniz...

Latince adı Lagunaria patersonii.

Aslen Malta'ya ait değil, tohumdan kolaylıkla üretilebilir, uygun şartlar altında hızlı da büyür. Burada oldukça yaygın bir bitkidir ve çekici pembe çiçekleri için yetiştirilir."

"çekici pembe çiçekler" mi? Ben niye görmedim peki bu çiçekleri???
Wikipedia girişi der ki Norfolk Adası'na (Avustralya) özgü (endemik) bir ağaçmış ve dünyaya oradan yayılmış. Başka sitelerde belirtildiğine göre de güzelim pembe çiçeklerini yaz ortasında açarmış.

Bi dakika, bi dakika!
Yaz ortası mı?

Sabah saat 10'u bulmadan güneşin tepeye yükseldiği...
Oğlumun her 2-3 haftada bir sıcaktan hastalandığı...
Vaktimizin çoğunu evde geçirdiğimiz...
Dışarı çıksak bile güneş altında cayır cayır yanan kıyıya hiç gitmediğimiz...
...yaz ortası mı?

İşe gidiş dönüşlerde bu ağaçların olduğu yoldan geçen; yaz boyu "Bugün günün nasıl geçti?" diye her sorduğumda "Eh, her zamanki gibi" diye yanıtlayan eşime soracak oluyorum. Daha soru cümlem bitmeden yanıtlıyor: "Aaaa, evet, biliyorum ben bu çiçekleri!"

Eh, teşekkürler! :) Şimdi tamam oldu ve yerini buldu yapbozun eksik parçası...

Son olarak bu ağaca Türkçe bir ad aranıyor. Önerileriniz?

Ek: Şurada hem çiçek hem meyvesini bir arada görmek mümkün. Eklemeden geçemiyorum.

Pittosporum'dan yeni dersler

Meyvelitepe'nin arayıcılık/toplayıcılık üzerine şu güzel yazısını okumuş muydunuz? Bu yıl her ne kadar doğaya erişim olanaklarımız kısıtlandıysa da huylu huyundan vazgeçmiyor. Malta'nın sıkışık sokaklarında dahi gezerken gözüm balkonlarda, saksılarda, bitkilerde ve tohumlarında. Kendimi şehirli toplayıcı sayıyorum :) Haftasonu Upper Barracca Garden'dan şu aşağıdaki resimde görülenleri topladım.



Topladıklarım

Pittosporum tohumlarını önceki yazıların birinde anlatmıştım zaten. Diğerlerinin ne olduğunu tahmin edebilecek var mı?

Ama pittosporum tohumları hakkında öğreneceklerim henüz bitmemiş. Bu sabah kalktığımda bu tohumları aşağıdaki şekilde kendiliğinden açılmış buldum:



pittosporum tobira tohumları  - kendiliğinden açılmış

Anlaşılan bizim akpıtrak da papazkülahları gibi meyvesinin dış kabuğunu üç yerden açarak nazikçe salıyor tohumlarını doğaya. Doğanın çözümleri bu kadar basit ama bir o kadar da olağanüstü. Ve ben ne kadar da haşinim! Bir de bıçakla orta yerinden kesmiştim geçen hafta bu tohumları :(

Güncelleme (22.12.2008) : Kasım ayında bir okul bahçesinde meyveleri tohuma durmuş bir pittosporum ağacı gördüm. Pittosporum tobira arşivciliğine soyunduğumdan onu da buraya ekliyorum:



Pittosporum tobira - tohumda

Pazartesi, Kasım 03, 2008

küçük mutluluklar: pembe buz çiçekleri

Öğle-buz çiçeği günler süren sessizliğinden sonra beni bu sabah böyle karşıladı:

Öğle/buz çiçeği


Zaten dün akşam "biraz açasım var, pembelere bürünesim var" havalarındaydı.
Tuttu mu acaba?
Tutmuştur, tutmuştur, değil mi?