...yazın gündüzleri sokaktan eve girmediğimiz yetmezmiş gibi, akşam yemeğinden sonra da yine dışarıda oyun oynamak isterdik. Nispeten sakin ve güvenli bir mahallede oturduğumuzdan anne babalarımızdan izin koparmak da zor olmazdı. Akşam saatlerinin en sevilen oyunu saklambaçtı. "Aaa, saklambacı kim bilmez. Onu mu anlatacaksın şimdi bize?" diyenler olabilir. Ama kuralları aynı olmasına rağmen güneş battıktan sonra oynanan saklambaç adeta gündüzkinden başka bir oyun olurdu. Gündüz akla bile gelmeyecek yerler karanlıkta harika birer saklanma yerine dönüşürdü. Ebe gözünü dört açmalıydı, çünkü karanlıkta kim olduğu anlaşılamayan gölgeler bir gizli köşeden diğerine süzülerek ebeleme yerine doğru iyice yaklaşırdı bazen. Sonra iş ebenin ters yönde uzaklaşmasına kalırdı sadece. Yakın çevresinde kimse olmadığından emin olan ebe bazen biraz uzaklaşıp çevreyi kolaçan etmeye başlardı. Sağdan soldan pıtrak gibi oyuncuların döküldüğü; ebe dahil hepsinin ebeleme yerine doğru çığlık çığlığa bir koşu kopardığı an olurdu bu.
Bazen oyunculardan bir veya ikisi az ötede örneğin tepsi-pepsi oynayanlara katılır, bütün tur boyunca orada diğer çocukların arasında oturur, oyun "elma dersem çııııııık..."noktasına geldiğinde bile yerinden kıpırdamazdı. Hatta bazılarının aynı anda iki oyunu birden götürdüğü bile olurdu. Zavallı ebe eğer biraz tecrübesiz ise, gidip de iki adım ötede tepsi-pepsi veya sessiz sinema oynayanlara bir göz atmak aklına bile gelmezdi.
Oturduğumuz evlerin hemen karşısındaki ağaçlık alan da başka bir saklanma mekanıydı. Başlangıçta ağaçların arkası parlak birer saklanma yeri gibi görünmüştü bazılarımıza. Ağaç gövdeleri bizi tümden gizleyecek kadar kalın olmasa da karanlıkta farketmiyordu nasılsa. Neden sonra, aramızdan bazıları saklanmak için ağacın kendisi olmaya karar verdiler! Yeterince uzak ve karanlık bir köşede üç beş çocuk bir arada bir ağacın gövdesi gibi dikiliyor; sağa sola uzattıkları kollarıyla da ağacın dalları rolüne bürünüyorlardı. Şaşılacak şey ama uzaktan bakılınca gerçekten de bir ağacı andırıyorlardı. İş sadece kıpırdamadan ve kıkırdamadan durmayı becermekti ya, çoğu zaman en zor olan da buydu. Bazen ebe uzaktan yalancı ağacı farkeder, "hey, siz orada ağaç rolündekiler, sobeeeeee!" diye bağırırdı. Ama yeterli değildi ki bu! Bir kere hangi ağaç? Kıkırdayan mı, yoksa kıpırdayan mı? Birden çok yalancı ağaç olabilirdi çünkü. Üstelik karanlıktaki gölgeler arasında kimin kim olduğunu da tahmin etmesi ve isim söyleyerek sobelemesi gerekirdi kural gereği. Akıllı ebeler yalancı ağaçları en sona bırakırdı, böylece kimlerin ağaç olduğu kendiliğinden ortaya çıkardı. Kimi zaman balkonda oturup oyunu izlemekte olanlardan yaramaz bir baba, ebeye ipucu veren bir iki kelime ederdi durup dururken: "Elektrik direği" gibi... Bu, elektrik direğinin çevresini kontrol etmesi için ebeye verilen bir ipucuydu. Çok geçmeden oradan bir ses duyulurdu bunun üzerine: "Yaa, baba yaaaaa!"
Şimdi düşünüyorum da, kimbilir daha kaç anne baba üzücü akşam haberlerini izlemek, can sıkıcı balkon sohbetlerinde bir iki laf etmek veya bir sonraki yorucu iş gününü düşünmek yerine bizimle birlikte, kahkaha içinde oyuna katılmak isterdi.
China syndrome?
50 dakika önce
Ben de şimdi düşünüyorum da. keşke yakın yerlerde olsaydık da, çocuklar ve büyümeyen çocuklar şeklinde atabilseydik kendimizi sokaklara..
YanıtlaSilHaklısın Funda! Üstelik akşam sokağa çıkmak için kimseden izin almak gerekmemesi de cabası...
YanıtlaSilSevgiler...
Ya evyen güzel yazıyosun ya. Uzun yazıyosun okuyken sandalyede uyuyu veyiyom. Düşmeseydim, yazmıyacaktım.
YanıtlaSilRecep ya, hadi ben kendimi her zaman uzun yazmaktan alıkoyamıyorum; siz neden zorluyorsunuz boşuna? Uyku bastırdı mı kesin hemen oracıkta, ertesi gün okursunuz devamını.
YanıtlaSilevyen, "Uyku bastıydı mı kesin hemen oyacıkta, eytesi gün okuysunuz" diyoysunuz.
YanıtlaSilDenemedim mi? sanıyoysunuz. Onu da denedim. Ama, biy önce ki okuduğum bölümü unuttum.
Tekyay başa döndüm, aynı bölümü üç gün okumak zoyunda kaldım. Başkaca öneyine evet deyim. Selamlay..