"Tek yol budur deriz; bilmez miyiz ki bir noktadan geçebilen doğrular kadar yol vardır."

(Thoreau)




Pazartesi, Eylül 29, 2008

OpenOffice, Yabanıl ve diğer şeyler

Hafta başında bilgisayara OpenOffice yükledim. Bilmeyenler için OpenOffice bir açık kaynak yazılım. Ve özgür. Ve ücretsiz. Aslında bilgisayarda ihtiyacım olan her şey için (ofis programları, tarayıcı, veritabanı yöneticisi, takvim, adres defteri, vb.) özgür ve açık kaynak yazılım kullanma fikri epeydir var. Sadece uygulamada biraz geciktim. OpenOffice bunun ilk adımı. Özgür yazılım kavramı ve arkasında yatan felsefe ile ilgilenenler buraya.
*
Yabanıl'ı keşfettim. İlginç. Tavsiye ederim.
*
Bu ayın 20'sinde cep telefonsuz 6. şeref yılımı kutladım. Bu zaman içinde "yarın gidip bir cep telefonu almazsam, bana da hindiba demesinler" dediğim anlar bir elin parmaklarını geçmez. Zaten 24 saat bile sürmemiştir bu niyet. Başkalarına anlamsız geldiğini biliyorum ama benim çok kurtulmak istediğim "fazlalık"lardan biriydi cep telefonu.
*
Çarşamba günü ilginç bir makale okudum. İlkel toplayıcı-avcı toplumlarda bebek doğum ertesinde anneden asla ayrılmaz; yenidoğan sürekli kucakta taşınır; en az 2, çoğunlukla 5-6 yaşına kadar anne sütü verilirmiş. Bebekler anneleri ile uyur, gece dahil ağlamalarına hemen tepki verilir, en fazla iki saatlik aralıklarla beslenirlermiş. Buna karşılık "modern" toplumlarda bebek doğum sonrası anneden alınır, alışacağı kaygısıyla veya ortopedik olarak yanlış olduğu düşüncesiyle fazla kucakta taşınmaz, şanslıysa 6. aya kadar anne sütü alabilir. Yakın döneme kadar batıda, geceleri bebeğin beslenmemesine ve ağlamasına artan sürelerle tepki verilmemesine dayanan kontrollü ağlatma yöntemleri bile uygulanmış ki, dehşet verici. Bu açıdan annelik anlayışımın fazlasıyla "ilkel" olduğu söylenebilir. Yalnız yazarın gözardı ettiği bir şey var bence. Sözkonusu bebek büyütme tarzı ilkel toplayıcı-avcı gruplara özgü değil. Dünyanın batı etkisine kapalı kalababilmiş pek çok yerinde hâlâ böyle büyüyor çocuklar. Yüzyılın başına dek, muhtemelen batı toplumlarında da böyle büyütülüyorlardı. Kişisel olarak, bir annenin kendi haline bırakıldığında içgüdüsel olarak bundan farklı davranacağını sanmıyorum çünkü.
*
Masaüstünde birikip duran kısayollar içimdeki sıkıntıyı da biriktirip duruyordu. Yöntem değişikliğine gittim. Artık internet tarayıcımın "Sık kullanılanlar" bölümünü kullanacağım. Bütün kısayolları konularına göre gruplayarak oraya taşıdım. Bir ara bakarım diye düşünerek kısayolunu kaydettiğim siteleri bile bi-ara-bak diye bir klasör açıp onun altında topladım . Şimdi sadece ben onlara ihtiyaç duyunca ortaya çıkıyorlar. Masaüstü de ferah feza. Küçücük bir alanın bile derlenip toplanması ruh için sağaltıcı derler ya, kesinlikle doğru.
*
Oğlum yeni bir huy edindi. Gizli, kapaklı köşelere girip saklanmayı seviyor. Bunun son örneği olarak on gündür boyundan sadece bir karış fazla bir dolaba girip kapağını kapatarak orada oturmaya başladı. Benim tabii içim kıpır kıpır, huzursuz; içeride havasız kalacak diye... Başlarda "aç kapağı!" diye seslenince hemen açıp kafasını uzatıyordu merakla. Şimdi buna da aldırmaz oldu. Gidip kapağı açtığımda onu orada sessiz ve mutlu otururken görüyorum. Galiba biraz dinginliğe ihtiyaç duyuyor bazen. Hoş, biz yetişkinler de ihtiyaç duymuyor muyuz aynı şeye? Düşünüyorum da her gün sakin bir köşe bulup biraz sessizce, hareketsizce oturmak bize de iyi gelirdi sanırım. Fakat yapamayız ki... Okuduğum bir kitabın yazarı modern insanın bir köşede hiç bir şey yapmadan ve düşünmeden 5 dakika bile oturamayacağını iddia etmişti. Çok provokatif görünmüştü bu düşünce de, denemiştim bir kaç sefer. Sonunda ya yapılacak bir şeyi hatırlayarak yerimden fırlamış veya kafamın vızır vızır ertesi gün yapılacak bazı işleri planlamaya başladığını farketmiştim. Hareketin ve sesin bağımlısı olmuşuz biz. Yokluklarına 5 dakika bile dayanamıyoruz. Bu açıdan oğluma özeniyorum biraz.
*
Gözüm şiddetle topraktan yeni çıkan yeşil arıyor. Bu yüzden latin çiçeği ektim. Bu seferki somon renkli çiçekler açıyormuş ve yaprakları da beyaz çizgili yeşilmiş. Mevsim tamamen ters, biliyorum. Ama beni adeta felç eden sıcaklar azaldığından beri kendimi sanki sonbahara değil ilkbahara giriyormuşuz gibi hissediyorum. Bakalım latin çiçeği ne düşünüyor bu konuda...
*
İyi bayramlar :)

Cuma, Eylül 26, 2008

Ben çocukken -4

...yazın gündüzleri sokaktan eve girmediğimiz yetmezmiş gibi, akşam yemeğinden sonra da yine dışarıda oyun oynamak isterdik. Nispeten sakin ve güvenli bir mahallede oturduğumuzdan anne babalarımızdan izin koparmak da zor olmazdı. Akşam saatlerinin en sevilen oyunu saklambaçtı. "Aaa, saklambacı kim bilmez. Onu mu anlatacaksın şimdi bize?" diyenler olabilir. Ama kuralları aynı olmasına rağmen güneş battıktan sonra oynanan saklambaç adeta gündüzkinden başka bir oyun olurdu. Gündüz akla bile gelmeyecek yerler karanlıkta harika birer saklanma yerine dönüşürdü. Ebe gözünü dört açmalıydı, çünkü karanlıkta kim olduğu anlaşılamayan gölgeler bir gizli köşeden diğerine süzülerek ebeleme yerine doğru iyice yaklaşırdı bazen. Sonra iş ebenin ters yönde uzaklaşmasına kalırdı sadece. Yakın çevresinde kimse olmadığından emin olan ebe bazen biraz uzaklaşıp çevreyi kolaçan etmeye başlardı. Sağdan soldan pıtrak gibi oyuncuların döküldüğü; ebe dahil hepsinin ebeleme yerine doğru çığlık çığlığa bir koşu kopardığı an olurdu bu.

Bazen oyunculardan bir veya ikisi az ötede örneğin tepsi-pepsi oynayanlara katılır, bütün tur boyunca orada diğer çocukların arasında oturur, oyun "elma dersem çııııııık..."noktasına geldiğinde bile yerinden kıpırdamazdı. Hatta bazılarının aynı anda iki oyunu birden götürdüğü bile olurdu. Zavallı ebe eğer biraz tecrübesiz ise, gidip de iki adım ötede tepsi-pepsi veya sessiz sinema oynayanlara bir göz atmak aklına bile gelmezdi.

Oturduğumuz evlerin hemen karşısındaki ağaçlık alan da başka bir saklanma mekanıydı. Başlangıçta ağaçların arkası parlak birer saklanma yeri gibi görünmüştü bazılarımıza. Ağaç gövdeleri bizi tümden gizleyecek kadar kalın olmasa da karanlıkta farketmiyordu nasılsa. Neden sonra, aramızdan bazıları saklanmak için ağacın kendisi olmaya karar verdiler! Yeterince uzak ve karanlık bir köşede üç beş çocuk bir arada bir ağacın gövdesi gibi dikiliyor; sağa sola uzattıkları kollarıyla da ağacın dalları rolüne bürünüyorlardı. Şaşılacak şey ama uzaktan bakılınca gerçekten de bir ağacı andırıyorlardı. İş sadece kıpırdamadan ve kıkırdamadan durmayı becermekti ya, çoğu zaman en zor olan da buydu. Bazen ebe uzaktan yalancı ağacı farkeder, "hey, siz orada ağaç rolündekiler, sobeeeeee!" diye bağırırdı. Ama yeterli değildi ki bu! Bir kere hangi ağaç? Kıkırdayan mı, yoksa kıpırdayan mı? Birden çok yalancı ağaç olabilirdi çünkü. Üstelik karanlıktaki gölgeler arasında kimin kim olduğunu da tahmin etmesi ve isim söyleyerek sobelemesi gerekirdi kural gereği. Akıllı ebeler yalancı ağaçları en sona bırakırdı, böylece kimlerin ağaç olduğu kendiliğinden ortaya çıkardı. Kimi zaman balkonda oturup oyunu izlemekte olanlardan yaramaz bir baba, ebeye ipucu veren bir iki kelime ederdi durup dururken: "Elektrik direği" gibi... Bu, elektrik direğinin çevresini kontrol etmesi için ebeye verilen bir ipucuydu. Çok geçmeden oradan bir ses duyulurdu bunun üzerine: "Yaa, baba yaaaaa!"


Şimdi düşünüyorum da, kimbilir daha kaç anne baba üzücü akşam haberlerini izlemek, can sıkıcı balkon sohbetlerinde bir iki laf etmek veya bir sonraki yorucu iş gününü düşünmek yerine bizimle birlikte, kahkaha içinde oyuna katılmak isterdi.


Çarşamba, Eylül 24, 2008

Walden Gölcüğünde Bugün -10

Walden Gölcüğü'nün kıyısından seslenen son yazı olsun bu. Çünkü Walden öyle alıntılarla tadı çıkarılacak bir kitap değil. Onunla gerçek anlamıyla tanışmak isteyen herkes tarafından baştan sona okunmalı ve kendince yorumlanmalı fikrimce. Belki çok önce durmalıydım, ama yine de keşfedilecek bir çok şey bekliyor Walden'in müstakbel okurlarını.
Kendi adıma gölcüğün kıyısında tanıdığım ve tanımadığım bitkilere rastlamaktan, duyduğum ve duymadığım kitaplardan haber almaktan, bildiğim ve bilmediğim fikirlerle karşılaşmaktan mutluy(d)um. Karınca savaşlarını gözleyen, dalgıç kuşuyla oyunlar oynayan, mısır tarlasında çalışan, ormanda gezintiye çıkan Thoreau'ya eşlik etmek güzel(di).

Elbette bu Walden'dan son söz edişim olmayacak bu günlükte. Yeri geldiğinde dayanamayıp bir cümle paylaşmadan duramayacağımdan eminim. Sadece göl kenarından bildiren yazı serisinin sonu bu.

Son söz yine Thoreau'dan olsun:
"İyi okumak, yani doğru bir kitabı doğru bir ruhla haliyle okumak yüce bir eylemdir ve okuyucudan diğer günlük alışkanlıklarının gerektirdiğinden daha fazlasını ister... Kitaplar yazıldıkları kadar bilinçle ve ihtiyatla okunmalıdırlar."

Walden Gölcüğü'nde Bugün -9

Pazartesi, Eylül 22, 2008

Sarımsak, sabun ve diğer şeyler

Nereye gitsem Çin malı sarımsak. Çin'in sarımsak piyasasındaki hakimiyetinden haberiniz var mı? Binlerce kilometre nakliye maliyetine rağmen hâlâ yerli sarımsakla rekabet edebiliyor olması bana inanılmaz geliyor. Bu işte bir bityeniği var, ama ne olduğunu çözemedim. Perşembe günü seyyar manavda Malta sarımsağı buldum. Manav bir zamandır bizim tarzımızı anladı. Artık daha sormadan sebzenin, meyvenin yerlisini gösteriyor. Eliyle çok güzel anlamında bir işaret yaparken "Maltese, Maltese!" diyor bir taraftan da. Maltalı sarımsaklar Çinli kardeşleri gibi akça pakça, fabrikasyon ve iri dişli değiller; tozlu topraklı, bol saçaklı ve küçük dişliler, hepsi de ayrı telden çalıyor. Bir sarımsaktan da bu beklenmeli kanımca.
*
Marsilya sabununa biraz parfüm eklemişler. Ben alırken üzerindeki İtalyanca yazıları yeterince okuyamamışım, sonradan farkettim. Sadece çamaşır ve yer temizliğinde kullanmaya karar verdim. Bütün bir kalıbı rendeleyip bir kaba koydum. Gerektikçe azar azar kullanıyorum. Alternatif dükkanda Girit'ten gelme saf zeytinyağı sabunu buldum bu arada. Onunla ilgili başka planlarım var.
*
Delirmiş olmalıyım.

Bu kadar işimin gücümün arasında marketlerin manav reyonlarından verilen naylon torbaları yırtmak yerine itinayla zedelemeden açmaya, üzerlerindeki barkod etiketlerini dikkatle çıkarmaya, boşaltınca katlayıp çantamda bir köşeye yerleştirmeye ve bir sonraki sebze-meyve alışverişinde tekrar kullanmaya başladım.

Ve fakat bütün dünya delirmeye başlasa hiç fena olmayacak...
*
Cuma günü Valletta'da bir manavda zeytin gördüm. Ham, yeşil zeytin. Kilosu 3,5 avro. Ben ne anlarım zeytin kurmaktan? Fakat dayanamayıp bir kilo aldım. Manava sordum: "Siz kardeşler nasıl yapıyor zeytini Malta'da? Öyle yapacak ben..." Manav genç yaşından beklenmeyecek bir uzmanlıkla ve kırık İngilizcesiyle başladı anlatmaya: "Zeytinleri suya koy. Günde iki kez değiştirerek 3 gün su içinde beklet. Sonra bir yumurta al. Suyun içine koy. Yumurta suyun yüzeyine çıkana kadar tuz ekle. Yumurtayı çıkar. İyice karıştır. Zeytinleri koy. 3-4 ay tuzlu suda beklesin zeytinler. Sonra afiyetle ye. 3 günden sonra tuzlu su yerine zeytinyağına da koyabilirsin. O zaman 6 ay bekleyeceksin. Beni anladı sen?"

Yaa, anladı, anladı. Hatta sabırla koruk pekmez olur, onu da biliyor ben. Ama 3-4 ay beklemeye sabrım yok, ne yapmalı?

Eve geldim, bilenlere sordum e-posta ve telefonla. Hızla yanıt yetiştiren bütün dostlara buradan kucak dolusu selam. Onlardan öğrenerek şöyle yaptım: Bütün zeytinleri sudan geçirip, tek tek iki yerinden çekirdeğe değecek kadar derin kestim. İçi su dolu bir kavanoza attım kestikçe. En üste de ağırlık yapacak bir başka kavanoz kapağı koydum. Öyle ki zeytinlerin üstü tamamen suyla kapandı. Şimdi her gün değiştiriyorum sularını. Acısı çıkana dek böyle devam edecek 1 hafta-10 gün. Bu süre sonunda zeytinlerin birisini tadıp kontrol edeceğim acısı tamamen gitmiş mi diye. Acısı gidene dek her gün kontrol edip suyunu değiştirmeye devam. Acı tamamen çıktığında zeytin yenmeye hazır olurmuş. Saklamak için tuzlu su karışımı hazırlayacağım o zaman. İster bizim manav usulü yumurta ile, ister bir litreye 80 gr. tuz ölçüsü ile... Tükenene kadar bu karışımda bekleyecek zeytin. Ve, hayır efendim, doğala özdeş aroma ve potasyum bilmem ne olmayacak içinde...
*
Zeytini alıp eve gelince bir ikisini kesekağıdından çıkarıp elimde tuttum bir süre. "Zeytin, sen gerçekten güzel bir meyvesin" dedim. Sonra oğluma dedim ki: "Bak yumurcak, annen bu yaşında ilk kez tutuyor dalından kopmuş yeşil zeytini hayatında. Ama sen pek şanslı bir bebeksin, kabul et, işte bu yaşında tutmuş olacaksın bu güzel yeşilleri elinde..." Sonra eline verdim, biraz oynadı zeytinlerle. Ne zaman ki ağzına götürüp ısırmaya kalktı, "dur bakalım, bu acı tecrübenin gereği yok" dedim, aldım elinden.
*
Bu günlerde ben "inatçi keçi" şarkısını söylerken "ha ha hay" kısmına eşlik ediyor yumurcağım. Üstüne müzik dehası tanımıyor bu anne kuzgun.

Cumartesi, Eylül 20, 2008

Göğe bak!

Gittikçe daha sık "Göğe bak! Göğe bak!" diyordu,
iç sesimi son zamanlarda daha çok dinler oldum.


Güneşin doğuşunu değilse bile batışını izler oldum. Doğruymuş, her günbatımı bir diğerinden farklıymış. Şair yalanı falan değilmiş bu. Üstelik anlatması da zormuş güzelliğini. Güneşin doğuş ve batış saatlerini bilmek, akşam haberlerinin başlayıp bitiş saatlerini bilmekten daha önemli gelir oldu bana.

Bulutları seyretmek de zevk verir oldu. Önüm arkam, sağım solum, binlerce kilometre deniz diye mi, bu küçük adada dağ falan yok diye mi bilmem, onları bütün gün gökyüzünde akıp giderken gördüm. Kuvvetli bir rüzgar olmadıkça gökyüzünde asılı duran anakara bulutlarından farklıydılar. Onları izlerken düşünceler de akıp gittiler, durağanlık son buldu.

Sonra güneş batınca gözüm ayı arar oldu. Gittikçe kolay bulur, şeklini de daha görmeden tahmin edebilir oldum; büyüsünü gittikçe daha çok hisseder oldum. Hatta onun da doğuş ve batış saatleri varmış, eskiden bilmezdim bunu.

İsterdim ki yıldızı bol geceler olsun gördüklerim. Ama insanın yaşayıp çoğaldığı, kendi yapay ışığını da alıp getirdiği her yerde yıldızların kalkıp göç ettiği bir devir bu.

Kendimi, yaşamımı güneşe, aya, mevsimlere göre ayarlamak istedim. Gündoğumuyla uyanmak, günbatımı ile günlük koşturmacadan yavaş yavaş çekilmek istedim. Etkisi olduğu belki de bir masal, ama minik bahçemi ayın hallerine göre işlemek istedim. Kışın ben de yavaşlamak, yazın daha çok koşmak istedim. Veya belki de tam tersi. İlkbaharda ben de yeniden başlamak, sonbaharda ise biraz çekilmek, kendime ve çevreme bir çeki düzen vermek istedim. Hâlâ tam başardığım söylenemez bütün bunları. Fakat adımlarım var bu yönde.

Hepsinden önemlisi, öyle zamanlar oldu ki -kendim dahil- başını ekrana, başını bilgisayara, başını vitrine gömmüş birini gördüğümde "Göğe bak! Göğe bak!" diye bağırmak istedim.

Perşembe, Eylül 18, 2008

Sadece ve sadece hamile...

"Her şeyden önce şunu söylememe izin verin. Siz hasta falan değilsiniz, sadece ve sadece hamilesiniz!"

Sadece ve sadece hamile...

İki yıl önce, doktorumun müjdeli haberi verdiğindeki ilk sözleri bunlardı.
"Hasta falan değilsiniz" demek, "kendinize hasta muamelesi falan yapmaya kalkmayın, normal yaşamınıza kaldığınız yerden devam edin, bu dünyanın en doğal şeyini doğal akışına bırakın" demek.

Öyle yapmaya çalıştım ben de...
Rahat bir hamilelik, kolay bir doğum, sağlıklı bir bebek için okuyup araştırırken aklımın bir köşesinde hep daha doğal olan yöntemi/malzemeyi bulmak, kaynak tüketiminde mütevazi olmak, abartıya kaçmamak vardı. Ve binyıllardır neredeyse kendiliğinden sürüp giden bir döngüye gereğinden fazla karışmamak... Kimi şeyleri doğulu annelerden öğrendim, kimilerini batılı annelerden. Bazen batılı annelerin unutup yeniden keşfettiği bilgilere zaten sahip olmakla gurur duydum. Bazen kağıt üstünde okuduğuma ikna olmadım, bir de doktoruma sordum. Bazen okurken hoştu, uygularken zor. Bazı şeylerin arkasındaki derin felsefe güzeldi, ama ben kolayına kaçtım.


İstedim ki hiç birini unutmayayım, şuracığa yazayım. Bunlar doğal bebek yetiştirmenin, eko anne olmanın anayasasıdır falan demiyorum. Belki başka annelerin (ve anne adaylarının) de işine yarar, belki daha doğala, daha sade olana doğru provoke eder birilerini...

* İlk dersimiz uzak doğulu bir anneden. Hamilelikteki sabah bulantılarına karşı doğal çözümlerden biri zencefilmiş. Çayı, şekeri, kurabiyesi, artık ne olursa...Bilgiyi vermekle kalmayıp bir paket zencefilli şekerleme ile ziyarete gelen bir dost... İnsan daha başka ne ister? Hoş, tatlı o ara en çok kaçındığım şeydi. Bir ikiden fazla yiyemedim. Zencefilli şekerlemeler müstakbel babanın oldu :)) Ben zencefil kavanozunu koklayarak deva buldum.

*Hamilelikte sık görülen diş kanamalarına karşı adaçayı ile gargara öneriliyor. Ne gargarası, ağzınızda şöyle bir dolaştırdıktan sonra için gitsin. Aynı adaçayını doğumdan sonra sütünüz aşırı geldiğinde dengelemek için de içebilirsiniz. Yok, eğer süt miktarını arttırmak istiyorsanız, tam tersi adaçayından kaçınacaksınız.

*Yine hamilelikte sık rastlanan mide yanmalarına karşı ise süt içmek, badem yemek öneriliyor.

* Dünya Sağlık Örgütü'ne göre tüm hamilelik boyunca gerekli olan ultrason sayısı 3'müş! Hiç bir kaynakta ultrasonun anne karnındaki bebeğe zararlı olduğuna dair bir şeye rast gelmedim. Yine de -doktorum da daha fazlasına gerek görmediğinden- bu tavsiyeye sadık kaldım.

* Peki ya cinsiyet? Ha ha ha! Onu doğuma kadar öğrenmemek kararı aldık. Her telefonda "ne meraksızsın!" diyen annemi sinir ettim. 7. ayda istenmeyen bir tesadüfle (doktor kendi notlarını alırken defterine bir mars işareti koyduğunu gördüm) fikir sahibi oldumsa da doğuma kadar bir süprizden ümidimi kesmedim.

* 36. haftadan itibaren Almanya'da yaygın bir halk inanışına göre doğum süresini kısalttığına inanılan ahududu yaprağı çayı içtim. Bazılarına göre bal-şeker vb. katmadan içilemeyecek kadar berbat bir tadı varmış. Ben severek ve daha sonra da içilebilir diye bir köşeye yazarak içtim. Doktoruma sordum; lehine konuşmadığı gibi aleyhine de konuşmadı. Faydasını gördüm mü bilemem ama zararını görmedim.

* Yine 36. haftadan itibaren bu konuda eğitim almış bir ebeye doğuma hazırlık için akupuntur yaptırdım. Bacaklardaki belli noktalara uygulanan bu akupunktur dört hafta boyunca haftada 15-30 dakikalık birer seans olarak uygulanıyor. Amaç yine doğum süresini kısaltmak (dikkat! doğumu erkene çekmek değil, kendi seyrinde başlayan doğumun süresini kısaltmak). Bu yöntemin başarısı hakkında bilimsel kanıtlar var. İlk doğumu sadece 6 saat sürmüş biri olarak (doktorum doğuma yetişemedi, ebem zar zor yetişebildi!) kişisel tecrübem de bu yönde.

*Buradan yola çıkarak diyebilirim ki hamileliğinizi takip eden doktor, doğumunuzu yaptıramayacaksa çok da dert etmeyin bunu. Bazı şeyler binlerce yıldır kendi seyrinde gidiyor, doktordan bağımsız...

*Gelişmemiş ülkelerde belki de mecburiyetten yapılan ev doğumları, batıda gittikçe popülerlik kazanıyor. Kişisel bir tercihle evde, hatta başında ebe bile olmadan doğum yapan kadın sayısında artış var. Kişisel tecrübemden yola çıkarak bilim ve tıbbın değerli desteğini mutlaka almanızı şiddetle tavsiye edebileceğim bir nokta varsa, o da budur. Özellikle ilk doğumsa... Gidin hastanede doğurun. 5 yıldızlı otel lüksüne sahip, suit odalı özel hastane olması gerekmez. Acil bir durumda anında müdahale edilebilecek, yeterince teşekküllü, her daim uzman doktoru olan bir yer olsun yeter. Hastanelerin doğumhaneleri evimizde duyacağımız huzur ve sakinliği verecek şekilde tasarlanabildiği gün orta yolda buluşmuş oluruz sanırım.

* Normal doğurdum. Normal doğumun büyük ve sıkı bir hayranıyım. Daha önce bahsetmiştim. Geçenlerde Türkiye'de sezaryenle doğum sıklığının özel hastanelerde %70, genel ortalamada %45 olduğunu okudum. Korkunç rakamlar bunlar.

* Doğum başlarken uygulanan hafif bir ağrı kesici dışında ağrı kesici/anestezi almadım. "Acaba epidural anestezi istesem mi?" diye düşünmeye başladığım an zaten epidural için çok geçti; doğrusu işime geldi. Hamilelik sırasında kursa gidip öğrendiğim nefes tekniklerini doğru dürüst uygulayabilseydim rüya gibi bir doğum olabilirdi. Nöbetçi ebenin başımda durup nasıl nefes almam gerektiğini gösterdiği her sancıda -abartmıyorum- en az yarı yarıya daha az ağrı hissettim. Kıssadan hisse; hamilelik sırasında "epidural olsun mu, olmasın mı?" diye düşünerek geçireceğiniz süreyi nefes tekniklerini öğrenerek geçirin!

*Peki ya su doğumu? Hakkında hem çok olumlu, hem de bazı olumsuz şeyler duydum. Acil bir müdahale gerektiğinde anneyi sudan çıkarıp müdahale ortamına almanın zor olduğu gibi. Bu konuda en iyisi doğumu yaptıracak ekibin ne düşündüğünü sormak. Eğer onlar başa çıkabileceklerini düşünüyorlarsa neden olmasın?

* Anne sütünün de sıkı bir hayranıyım. Onu da şurada anlatmıştım.

*İlk günlerde anne göğsündeki yaralara karşı güneş ışığı, koyun tüyü, yünlü ve ipekli göğüs pedleri iyi geliyor. Kullan-at göğüs pedleri yerine bu tekrar-kullan'lar çevre açısından da daha iyi. Kendilerini eczanelerde bulabilirsiniz. Ben doğal yöntemlere meraklı bir hastanede doğum yaptım, koyun tüyü tarafıma bizzat oradaki hemşireler tarafından hediye edildi :)

* Bebeğini ilk andan itibaren bebek taşıma bezi kullanarak taşıyan anneler var. Son Türkiye uçuşunda en fazla bir kaç günlük bebeğini sling (bez) ile taşıyan bir anne gördüm, im-ren-dim. Ben becerememiştim. İlk kez 5. aydan itibaren kullandık. Şimdi Ergo kullanıyoruz. Memnunuz, hayranız. Bebek taşıma bezi ve kangurudan şurada bahsetmiştim.

* Hastanede bebeklerimizin günlük bakımını 2. günden itibaren kendimiz yapmamız teşvik edildi. Bebeği silmek için sadece ılık su kullanılıyor, ardından bebek halis sızma zeytinyağı ile siliniyordu. Zeytinyağı şişesini dikkatle incelediğim için en kalitelisinden mutfakta kullandığımız sızma zeytinyağı olduğundan eminim. Eve çıktıktan sonra oğlumu ilk banyodan itibaren 2 ay kadar sadece içine biraz zeytinyağı eklenmiş ılık suda yıkadım. Annem telefonda şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemiyordu ("Kızım hâlâ mı zeytinyağı? Kokmuyor mu bu çocuk?" , "Evet, anneee! Neden koksun?") Ne buram buram kokan banyo sabunları, ne banyo sonrası nemlendiricileri... Hiç birine gerek olmadı. Daha sonraları güvenilir bir markanın tüm içeriği bitkisel olan banyo ürününe geçildi.

* Günlük bakımda saf badem yağı kullanmak niyetindeydim. Ama oğlum sabahları keyifle (bebek masajı ile) yağlanma faslından hoşlanmayınca bu kısmı es geçtik. Belki hoşlanan bebekler çıkar.

*Özellikle yeni doğan bakımında anne sütünün mucizevi etkileri var. Tıkanan minicik burnuna damlattım, yeni doğan sivilcelerinin üzerine sürdüm. Tecrübeli anneler akla gelen her derde öneriyorlar. Anne sütünün anti-bakteriyel etkisi var.

* Yine hastaneden test edilip onaylandığı üzere bebek temizliğinde ıslak mendil yerine sadece su ve küçük havlular kullanmayı denedim. Bir kaç düzine kadar havlum olsa, sonra kirlenenleri yıkamadan önce hızlıca akıtacak kadar da vaktim ve enerjim, sanırım üstesinden gelebilirdim. Fakat 3-4 havlu bez ile böyle bir sistem kurmak mümkün olmadı tabii ki. Ben de ara bir yol seçtim. Ilık suyla ve kalitesine güvendiğim kağıt mendillerle yaptım (ve yapıyorum) alt temizliğini. İçinde türlü türlü kimyasal bulunan ıslak mendilleri seyahatler ve doktor muayeneleri gibi mecbur olduğumuz zamanlar dışında hiç kullanmadık. Böyle durumlar için ise araştırıp mümkün olduğunca az kimyasal içeren, parfüm gibi gereksiz maddeler kullanılmamış olanlarından seçtik.

* Bir çok kaynakta bebek çamaşırlarının temizliğinde yumuşatıcıdan özellikle kaçınılması gerektiği yazıyordu. Bir çok anne gibi deterjan konusunda endişeliyken asıl yumuşatıcıdan korkmam gerektiğini öğrenmek şaşırtıcıydı. Bebeklerde alerjinin en çok rastlanan sebeplerinden biriymiş yumuşatıcı. Yumuşatıcı kullanmayarak, her zamanki deterjan ile yıkadım ben de bebek çamaşırlarını. Yakın zamanda hem yumuşatıcı niyetine, hem de deterjan artıklarını daha iyi durulasın diye beyaz sirke kullanmaya başladım. Şimdi içim daha da rahat. Bebeğimin çamaşırları ille de güzel koksun diyen annelere yumuşatıcı alternatifi olarak son durulama suyuna bir kaç damla essential oil eklemeleri öneriliyor. Lavanta gibi bebekleri rahatsız etmeyecek hafif bir koku tercih edilmeli.

*Hazır bez mi, yoksa kumaş bez mi? Bu konuyla ilgili okuduğum bir yazıda şöyle deniyordu: "Kumaş bezlerin yıkanması için gerekli su ve enerji, hazır bezlerin yarattığı çevre kirliliği ile karşılaştırıldığında verdikleri ekolojik zarar eşittir. Önümüzdeki bir kaç yıl bu açıdan bir çevre zararlısı ile birlikte yaşamayı kabullenin ve dilediğiniz yöntemi seçin." Kendimce ikna olarak hazır bezi seçtim. Şimdi düşününce çok da doğru gelmiyor bu sözler bana. Üstelik kumaş bezlerin kullanımını ve temizliğini kolaylaştıran bir kaç pratik yöntem de duydum o günden bu yana. Ama kumaş temizlik bezlerini bile kullanmayı becerememiş biri olarak kumaş bez kullanmayı becerebilir miydim bilmiyorum. Önemli olan herkesin kendi yaşam şartlarını değerlendirerek bir karara varması. Hazır bezin çevreye daha az zararlı olanları var. Daha az kimya içerenleri ve daha az boyalı süslü olanları. Ben mümkün olduğunca onları tercih ettim.

*Öğrendim ki bir bebeği olabildiğince doğal ve mütevazi yetiştirme çabası sürüp giden bir eylem. O büyüdükçe yeni yeni ihtiyaçlar ortaya çıkacak ve onları daha doğal karşılama çabası gelecek ardından. Öğrendiklerimi burada yazmaya devam edeceğim tabii. Ama tercihlerini belli etmeye başlayan bir çocukla işlerin daha da zor olabileceğini öngörüyorum. Aklıma agaclar.net Şubat 2007 dergisinde okuduğum "Bir dağ köyünde bir ressam" adlı yazıdan tatlı bir sitem geliyor: "Beni ekolojik yetiştirmişsiniz ama!"

Çarşamba, Eylül 17, 2008

Walden Gölcüğünde Bugün -9

Walden'da en sevdiğim bölümlerden biri The Ponds (Gölcükler). Thoreau'un sadece Walden gölcüğünden değil çevredeki bir kaç başka küçük gölden de bahsettiği bölüm bu. Kitabın bir çok başka yerinde onu çağdaşlarına, hemşerilerine karşı alaycı, bazen de kızgın gördük. Bazen -kulübeyi nasıl yaptığını anlatırken mesela- nasıl da ince ince teknik detaylar veren ve masrafları sıralayan bir hesap adamı gibi göründü gözümüze. The Ponds'a hakim olan hava bambaşka. Sıcak bir öğleden sonra oğlum uyurken okudum o bölümü. "Bu adam bu gölü çok seviyor" diye düşündüm okurken. Sanki okurken ben de durdum o gölün kıyısında. Serinledim, tazelendim. Belli ki pek çok mevsim, günün ve gecenin her saatinde kıyısında durulup uzun uzun seyredilmiş. Üzerinde tekneyle gezilmiş; içinde yüzülmüş; balıkları, kuşları ve hatta yüzeyinde uçuşup duran sinekleriyle ahbaplık edilmiş. Ve tabii gölün kendisiyle de...

Ama en iyisi lafı Thoreau'a bırakmak:
"Ilık akşamlarda sık sık teknede oturup flüt çaldım ve çaldığımdan büyülenmiş gibi etrafımda dönüp duran levreği ve gölün ormana ait enkazlarla dağılıp gitmiş çizgi çizgi dibinden geçip giden ayı gördüm."
"Walden aynı bakış açısından bile bazen mavi, bazen yeşil görünür. Yeryüzüyle gökler arasında uzanmış, her ikisinin renginden de faydalanır."
"Serin bir Eylül öğleden sonrası gölcüğün doğu kıyısında, yumuşak kumlu kıyıda dikilirken ve hafif bir sis karşı kıyı çizgisini adeta görülmez kılarken "bir gölün cam gibi yüzeyi" deyişinin nereden geldiğini görüverdim."
"Belki de yerin yüzeyinde hiç bir şey bir göl gibi hakça, böylesi duru ve aynı zamanda bu kadar geniş değildir."

Bir gölü, bir ağacı, bir nehiri, bir dağı böyle yakından tanımak ve böylesine sevmek şansına sahip olanlara ne mutlu...

Walden Gölcüğünde Bugün -8
Walden Gölcüğünde Bugün -10

Salı, Eylül 16, 2008

Walden Gölcüğünde Bugün -8

Yitip gitmedikçe, bir başka deyişle yaşadığımız dünyayı yitirmedikçe, kendimizi bulmaya, nerede olduğumuzu ve ilişkilerimizin sonsuz kapsamını anlamaya başlayamayız.
Yaz sonuna doğru bir öğleden sonra tamirciden bir ayakkabıyı almak üzere köye gittiğimde tutuklanıp, hapse atıldım. Çünkü erkekleri, kadınları ve çocukları senato binasının kapısındaki sığırlar gibi alıp satan bir devlete vergi ödememiş, yani otoritesini tanımamıştım. Benim ormana gidiş sebeplerim başkaydı. Ama insan nereye giderse gitsin, kirli kurumlarıyla peşinden koşup pençelerini geçirmeye, ve başarabilirlerse umutsuz kardeşlik birliklerinin bir üyesi yapmaya çalışıyorlar. Doğru, sonucu ne olursa olsun (tutuklanmaya) zorla direnebilir, topluma karşı "amok" koşmayı deneyebilirdim. Ama toplumun bana karşı "amok" koşmasını, çaresiz tarafın o olmasını tercih ettim.
Burası, tam bu satırlar, Gandhi'nin ünlü pasif direnişçiliğinin başladığı yer olabilir mi?
Bilmeyenler için: amok

Pazartesi, Eylül 15, 2008

Walden Gölcüğünde Bugün - 7

...farkettim ki Thoreau'un "ormana gittim..." diye başlayan büyülü satırları aslında benim ilk yazıda alıntıladığımdan daha farklı. Hatta tam olarak şöyle:


"Ormana gittim çünkü bilinçle yaşamayı diliyordum; yaşamın sadece temel gerçekleriyle yüzleşmeyi ve öğretmesi gerekeni öğrenememiş olup olmadığımı görmeyi... (diliyordum). Ölüme eriştiğimde hiç yaşamamış olduğumu farketmek istemiyordum. Ne yaşamın ta kendisi olmayanı yaşamaktı dileğim -yaşamak öylesine değerli ki-; ne de çok gerekmedikçe vazgeçmek. Derin yaşamak ve yaşamın tüm özünü emmek istiyordum; yaşam dolu olmayan her şeyi kökünden söküp atacak kadar kadar azimle ve bir Spartalı gibi yalın yaşamak; genişçe bir ot kümesini derinden biçmek; yaşamı önüme katıp bir köşeye sıkıştırmak ve en yalın paydasına indirgemek... ve eğer sıkıcı ve değersiz olduğu ortaya çıkarsa neden bu gerçek değersizliğinin tümünü almalı ve dünyaya duyurmalı? Yok eğer yüce bir şeyse neden yaşayarak görmemeli ve bir sonraki sefer gerçek hakkını vermemeli?"

Bu satırları her sabah bir kez okumak yaşama gerçek hakkını vermeme yardımcı olur muydu?


Not: Bu paragrafın çevirisine teknik destek sağlayan Yaban'a teşekkürler!


Walden Gölcüğünde Bugün -6

Küçük mutluluklar: Yağmur

Ben bu satırları yazarken...
Çok klasik ama yerinde bir başlangıç...

Evet, ben bu satırları yazarken benim bildiğim Nisan, hadi bilemedim Mayıs ayından beri ilk kez yağmur yağıyor! Rüzgarın etkisiyle yan yan değiyor damlalar yere. Yerlileri de, gezginleri de hazırlıksız yakaladı bu yağmur. Sokakta hafif bir telaş var. Kıyıdaki ağaçlar bir anda ayların biriktirdiği tozlarından yıkanıverir şimdi. Capcanlı bir yeşile boyanırlar. Ve ben hatırlarım onların hiç de silik ağaçlar olmayıp tuzlu deniz rüzgarlarına karşı duran cesur ılgınlar soyundan olduğunu...

Cuma, Eylül 12, 2008

Walden Gölcüğünde Bugün - 6

"Yaşamımız detaylarla boşa harcanıp gidiyor. Dürüst birinin saymak için nadiren iki elinin parmaklarından fazlasına gereksinimi vardır; uç durumlarda ayak parmaklarını da buna ekleyebilir. Sadeleştir, sadeleştir, sadeleştir!"



Walden Gölcüğünde Bugün-5

Perşembe, Eylül 11, 2008

Sabah sabah...

"Milletlerin değil, insanların iyisi kötüsü vardır"

Sabah sabah Radikal'e girince ilk bu cümle dikkatimi çekiyor. Merak ve şaşkınlıkla tıklıyorum haberin üzerine.

“İyi millet-kötü millet yoktur; iyi insanlar-kötü insanlar vardır” diyor, yüzünde etkileyici bir barışçıl ifadeyle günümüzün ‘bilge’lerinden biri. Ve o bilge karşımızda oturuyor. Civan Gasparyan...Erivan’daki son gecemizin hoş sürprizi.

diyor Cengiz Çandar.

Bu basit gerçeğe ulaşmak için bilge olunması gereken bir dünya korkutuyor beni.

Bir milletin
toptan iyi,
toptan kötü,
toptan cahil,
toptan gelişmiş,
toptan akıllı,
toptan deli,
toptan ırkçı,
toptan hoşgörülü,
toptan konuksever,
toptan dışlayıcı,
toptan üstün,
toptan batmış
görüldüğü bir dünyadan korkuyorum.

Oğlumun bu tür saçmalıklara inanmasından...
oğlum hakkında bu tür saçmalıklara inanılmasından...
korkuyorum.

Çarşamba, Eylül 10, 2008

Yaz muhasebesi

Termometre henüz değilse de, takvimler sonbaharı gösteriyor ya, geçtiğini varsaydığım yazın bir muhasebesini yapmaya karar verdim. Biraz da derlenip toparlanmaya... Aklımda, evde ve blogda...
Aklım karışık, evde durum berbat, blogda içler acısı.
Yazılacağından bahsedilmiş (hatta söz verilmiş) ama yazılmamış yazılar,
başlanmış ama bitirilememiş seri yazılar,
şimdi buradan bakınca yanlış kategorilenmiş (veya hiç kategorilenmemiş) yazılar...

Önümüzdeki günler ve hatta haftalarda aklımı, evi ve blogu derleyip toplamaya ve kışa her açıdan daha sakin bir kafayla girmeye niyetleniyorum. Başarabilecek miyim bir bakalım...

Gelelim yaz mevsimi muhasebesine...
Mayıs ayından başlasam iyi olacak. Hazırlıklar o zaman başlamıştı çünkü. Sivrisineklerle mücadeleye örneğin... Yazı bu açıdan korktuğumdan hafif atlattık diyebilirim. Ses dalgalarıyla sinekleri kaçıran aletlerden kullandık. İşe yaradı mı, emin değilim. Bazen uzun günlerden sonra bir sivrisinek alete rağmen çıkıp geliyordu. O zaman aslında bebeklerde cilt üstüne sürülerek koruma sağlaması amaçlanan ama bizim böyle kullanmaya asla, asla, asla niyetlenmediğimiz bir "doğal" spray girdi devreye. Sivrisineği bulunca sprayi üzerine sıkıyorum. İçindeki bitkisel yağların kokusundan öyle nefret ediyor ki sivrisinek oracıkta düşüp ölüyor. Abartmıyorum. Fakat yazı nispeten rahat geçirmemizde belediyenin iyi çalışmış olmasının da etkisi var sanırım.
Haziran kısmen tatil ayıydı. Türkiye'de biraz nefeslendik. Dönüşte iklim şokuna uğradık. Oğlum ardı ardına hastalandı. Küçük tezgah üstü bahçem ise tahmin ettiğim gibi bu uzun ayrılığa (bize değil, suya) dayanamamıştı. Liçi dışında hepsini kaybettim. Liçi de pek keyifli sayılmaz. Hazirandan beri durmadan yeni yapraklar vermeye çalışıyor ama büyütemeden döküyor yapraklarını. Yeni bahçe atılımları için havaların biraz serinlemesini bekliyorum. Şu anda iklim sözde yeşil parmağımı yerinden oynatamayacak kadar tembelliğe sevklediyor beni.
Temmuz ayında zamanımızın çoğunu evde geçirdik. Dolayısıyla ev içi deneylerine verdim kendimi. Kefir, ekşi maya ve beyaz sirke gibi. Kısmen başarısız ama genelde öğreticiydi. Sonuçlarından memnun kaldık. Biraz da çocukluğuma dair yaz günlerini ve onların heyecanlı oyunlarını hatırladım. Kendime devamını getirme ödevi verdiğim seri yazılardan biri bu.
Ağustos'ta ortanca ve miniği kaybettim :( Nasıl olduğunu sormayın, bilmiyorum. Dedektif romanlarında kilitli oda cinayeti diye bir format vardır ya; kapı içeriden kilitlidir, adam içeride ölü bulunur. O hesap. Bir gün taneciklerin sütünü tazelerken olmaları gereken iki kavanozun ikisinde de olmadıklarını farkettim. Gidiş, o gidiş. Neyse ki tombul var hala. Ağustos ortasındaki 15 günlük tatil boyunca buzdolabında süt dolu bir kavanozun içinde bekledi bizi. Sonra da keyifle kefir üretmeye devam etti. Bu yaz, serinliğiyle bize en çok nefes aldıran şeylerden biri oldu kefir. Ağustos, Malta'da havai fişekli festa kutlamalarının da seyrekleştiği aydı. Yoksa biz mi alışmaya başlamıştık, bilmiyorum. Bu ayın 15 gününü daha serin bir ülkede, koyu yeşile, ağaç gölgesine, su şırıltısına ve hatta biraz yağmura doyarak geçirdim. Dönüşte her zamanki iklim şoku!
Geçen üç ayı çokça evde geçirmek zorunda kalan oğlumu deniz-havuz alternatifi olarak sık sık küvet içine doldurduğum suda oynamaya bıraktım. Bir taraftan bu kadar su kullanmanın vicdan azabını çekerek. Bu yaza ait küçük ekolojik günahlarımdan biri oldu bu. Oğlum çok, çok, çok mutluydu; o ayrı hikaye. Buna karşılık, havaların ısınmaya başladığı Mayıs ayından itibaren bugüne dek bir kez dahi evde klima çalıştırmadık. Biraz klimayı büyük çevre zararlılarından biri gibi gördüğümüzden, biraz da sağlıklı bulmayışımızdan. Fakat son günlerde nem oranı öyle yüksek ve ben sıcağa (ve oğlumun bu yüzden hastalanıp durmasına) burnuma kadar öyle dolmuş haldeyim ki; önümüzdeki günlerde kullanmaya başlarsak hiç şaşırmayacağım bu aleti.
Özetle, bir yaz da böyle geçti.
Geçti diyorum...
Termometre ne derse desin.

Salı, Eylül 09, 2008

Reçete

"Doğrusunu ben bilirim" ateşi bastığında günde üç kez yemeklerden sonra alınacak:

  • "Akıllılar, zayıf yanlarını bildiklerinden, yanılmayacaklarını ileri sürmezler" (Thomas Jefferson)

  • "If there is nothing wrong with me, there must be something wrong with universe." (Bende hatalı olan hiç bir şey yoksa, evrenle ilgili yanlış giden bir şeyler var demektir.)

  • "Belki yanılıyor olabilirim." (Robert Fulghum)

Pazartesi, Eylül 08, 2008

Malta: Zafer Bayramı, festalar, havai fişek ve taksiler


Bugün Malta'da Zafer Bayramı ve tatil. Neyin zaferi diyecek olursanız 1565 yılında Osmanlı Kuşatması'nda Türkler'e karşı elde edilen zafer. Malta tarihinde ve kültüründe önemli bir yere sahip ünlü "Büyük Kuşatma" ilginizi çekiyorsa ilgili wikipedia girişini okuyabilirsiniz. Kuşatma'nın tam bitiş tarihi 11 Eylül imiş aslında. Ama geri çekilme 8 Eylül'de başlamış. Tesadüfen bugün aynı zamanda Meryem Ana'nın doğum günü olarak da kutlanıyormuş öteden beri.
*
Kutlamalar Cumartesi günü başladı. Akşam yürüyüşe giderken yakındaki kilisenin kapılarını açık, içerisini tıklım tıklım dolu gördük. İçeride büyük salonda bir ayin vardı. Yan taraftaki ikinci ve küçük bir salonda da büyük salondan naklen yayın vardı hatta. Sahilde, Sliema ve St.Julians arasında ermiş ve Meryem Ana heykelleri ile süslenmiş bir kutlama alanı gördük sonra. Seyyar yiyecek ve içecek satıcıları festa kutlamalarındaki gibi yerlerini almıştı. Festa Malta'da yaz boyu biri bitip diğeri başlayan; genellikle bir kasaba veya köyün ermişine adanmış dini yönü baskın kutlama ve festivallere verilen ad. Kilise ayinleri, sokak süslemeleri, geleneksel giysilerle yürüyüş, bol yiyip içme, kasaba orkestrası, gündüzden başlayarak havai fişek desem herhalde kafanızda canlanır.
Bu seferki kısmen milli bayram sayıldığından bu festa havasını çok anlayamamıştım başta. Meğer il-bambina (yani bebek Meryem) kutlamaları da varmış aynı zamanda.
Neyse, güle oynaya Spinola Koyuna kadar yürüdük. Burası -daha da önce bahsetmiştim- sevimli, balıkçı kayıklarıyla süslü, küçük bir koy St. Julians'da. Orada, kıyıda balıkçı teknelerinin arasına yerleşmiş bir orkestra hafif, hoş bir şeyler çalıyordu. Saatler ilerleyip tam geri dönmeye karar vermiştik ki büyük bir gürültü ile havai fişek gösterisi başladı. Fişekler bir kaç kilometre ötede patlatılıyor ama ses büyük bir gürültüyle koydaki binalara çarparak adeta bir kaç kat büyüyordu. Oğlumun suratını bir görmeliydiniz! Hemen kalkıp eve dönmeye karar verdik. Aksi gibi fişekleri tam dönüş yolumuz üzerindeki kutlama alanında atılıyor. Yürüyerek oradan geçmek neredeyse imkansız. Bir taksi tutup geri dönmenin en iyisi olacağını düşündük.
*
Gözlemlerime göre Malta'da yoldan taksi çevirmek diye bir kavram yok. Taksi duraklarından veya buradaki deyişle "garaj"lardan çağırılıyor taksiler. Ayrıca taksimetre de yok. Gideceğiniz yeri taksiyi çağırırken söylüyorsunuz. Ada küçük, mesafeler nispeten sabit olduğundan yolculuk sonunda şoför tahmini rakamı söylüyor size. İki türlü taksi var: Beyaz ve siyah. Aralarında hizmet açısından hemen hiç bir fark olmamasına rağmen beyaz taksiler siyahlara göre her zaman iki katı ücret alıyor. O yüzden mümkünse her zaman siyah taksi tercih edilmeli. Bir otel veya lokantadan ayrılırken sizin için taksi çağırılmasını isteyecekseniz de "siyah taksi çağırın lütfen" diye hatırlatılmalı.
Taksiciler her zaman konuşmaya ve ilginç şeyler anlatmaya hazır. Bu sefer bindiğimiz taksinin şoförüne çocuğumuzun havai fişeklerin gürültüsünden korktuğundan söz edecek oluyoruz. Meğer bizden de dertliymiş! "Hiç sevmiyorum, hiç!" diyor, "Çocuklar rahatsız oluyor, yaşlılar rahatsız oluyor, binalar için zararlı..."
"Çevre için de..." diyecek oluyorum. Ama dinleyen kim?
"...müzik güzel, yolları süslemeleri, festival yürüyüşü...peki ya bu? saçmalık bu, kuru gürültü, başka bir şey değil..."
"ya, öyle, öyle" diye onaylıyoruz eşimle.
Aylardır hemen her hafta sonu büyük bir gürültüyle havaya savrulan avroları seyredip duruyoruz ya...
..ve oğlumuzu ne olduğunu anlamadığı bu acayip gürültüden korumak için bazı akşamlar pencere kapatıp öyle oturuyoruz ya...
..bizim gibi düşünen Maltalılar da olduğunu duymak teselli verici. Bu taksi şoförü İstanbul'u Türkiye'nin başkenti sanıyordu. "Eskiden, Osmanlılar devrinde başkentti" dediğimizde bu kelime sanki bir şey ifade etmedi ona. Fişeklerin kutladığı zaferi kime karşı kazandıklarını biliyor mu acaba?
*
Haaa, yeri gelmişken geçenlerde bindiğimiz bir başka taksiden bahsedeyim. Aynaya asılmış beş şey vardı: Bir nazar boncuklu bilezik, bir haç, kim olduğunu bilmediğim bir Hristiyan ulu kişisinin çerçeveli minik resmi ve bizde de bazen gördüğüm tahminen içinde tılsım veya benzer bir şey olan minicik bir şişecik ve küçük, eski bir bebek patiği!... O taksinin şoförü uzun yıllar Kanada'da çalışmış. Sabah güneş doğmadan kalkılması gereken işler hoşuna gitmediğinden dönmüş Malta'ya!

...Ve bir de büyük büyük dedesi İstanbul'lu bir balıkçı olan bir taksi şoförü vardı.
Akdeniz'in oya oya, kilometrelerce uzayıp giden kıyılarında yaşayan bu insanlar hiç de uzak değil birbirine. Ve sanırım dünyanın bütün kıyıları da öyle...

Cuma, Eylül 05, 2008

Doğal bir temizlik malzemesi olarak sabun

Doğal ve gündelik malzemelerle temizlikten bahsedilen bir çok kaynakta sabundan "genel amaçlı temizleyici" diye bahsediliyor. Hemen her şeyi temizlemekte kullanılabilirmiş. Hangi sabun peki bu? Burnumu gıdıklayacak kadar keskin kokulu, doğal olamayacak kadar cicili bicili renklerde, suya değdi mi yarısı eriyip giden, çoğunlukla hayvansal kaynaklı hammaddeden üretilen bildiğimiz el sabunu mu? Bence değil.

Araştırınca değişik ülkelerde, değişik isimler altında geleneksel yöntemlerle üretilen farklı sabunlara rastladım. Bu konuda hala kısmen bir kavram kargaşası yaşadığımı söylemeliyim. Toparladığım kadarıyla genellikle bitkisel kaynaklı olan, koku ve renk için fazladan katkı malzemelerinin kullanılmadığı nispeten doğal sabunlar şöyle:


Castile Soap: İngilizce kaynaklı pek çok doğal temizlik reçetesinde rastladığım bu sabun eskiden %100 zeytinyağından hazırlanmaktaymış. Şimdilerde badem, jojoba, hindistancevizi gibi başka bitkisel yağlardan da elde ediliyormuş. Tahminen maliyeti düşürmek için. Vücut temizliğinde bile kullanmak mümkünmüş. Öyleyse orijinalinde bildiğimiz zeytinyağı sabunu olmalı bu.


Marseille Soap: Bu isimde bir sabuna ilk kez Malta'da rastladım. Biraz araştırınca bunun da castile soap gibi geçmişte zeytinyağından, şimdilerde başka bitkisel yağlardan (örneğin palmiye yağı) üretilen bir sabun olduğunu anladım. 700 yıl kadar önce ilk kez Fransa'da Marsilya'da üretildiğinden bu isimle anılıyor. Bunun dışında belki de bildiğimiz zeytinyağı sabunundan farklı değil. Burada satın aldığım Marsilya sabunu üzerinde "çamaşırlar için" yazıyor. Bazı zihni sinir fikirler getiriyor bu da aklıma. Biodegradability oranı (Türkçesi ne bunun?) %90'dan fazlaymış. Hiç fena değil.


Arap Sabunu: Biz yarı katı jelimsi halini biliyoruz bu sabunun. Aslen hayvansal yağlardan üretiliyor. Ancak genel amaçlı temizleyici olarak bugünün pek çok kimyasal bazlı temizleyicisinden kat kat masum geliyor bana. Bulduğum her yerde memnuniyetle kullanırım. Üstelik sıvı olan ve bitkisel kaynaklı yağlardan elde edilenleri de var. İngilizce'de Potassium soap veya Soft soap, Almanca'da Schmierseife veya Kaliseife deniyor.


Almanca kaynaklarda bir de Kernseife var ki ne olduğunu tam anlamış değilim. Ancak bu da genel amaçlı temizlik malzemesi diye geçiyor. Bulaşık yıkamak için bile kullanılabilirmiş.


Aklıma bir de aktarlarda gördüğüm ama saflığından emin olmadığımdan güvenip alamadığım defne sabunu geliyor. Hoş zeytinyağlı sabunu da güvenip aldığım yer Tariş mağazalarıydı Türkiye'deyken.


Sabunla ilgili notlarım şimdilik bu kadar. Yeri geldikçe burada bulduğum Marsilya sabunu ile yaptığım denemeleri de yazacağım.


Siz neler biliyorsunuz doğal sabunlar hakkında?

Çarşamba, Eylül 03, 2008

Plastik poşetlere karşı gerilla yöntemleri

Küresel olarak her bir dakikada 1 milyon tane plastik poşet tüketilmekteymiş. Bu korkunç rakam plastik poşetlere karşı gerilla yöntemleriyle savaşmayı seçen Morsbags adlı hareketin web sitesinden. Bu siteyi dün bir eco-parenting sitesinde dolaşırken keşfettim.

Kim bu Morsbag?
Sen, ben , o. Dünyanın her köşesinden eli iğne tutan herkes.
Ne yapıyorlar?
Her türlü artık veya yeni kumaştan bez torbalar dikiyorlar. Sonra diktikleri bu torbaları alışveriş merkezlerinde, süpermarket önlerinde tanımadıkları insanlara dağıtıyorlar. Veya yaşlılarevini ziyarete gittiklerinde yaşlılara hediye ediyorlar. Veya eş dosta dağıtıyorlar.
Neden?
Çünkü tekrar tekrar kullanılan bez torbalar yüzlerce plastik poşetin önüne geçiyor. Çevre için plastik geri dönüşümünden daha direkt ve kat kat hızlı bir çözüm.
Ne kadar yaygın?
Leeds'te düzenli olarak toplanıp hem bez torba diken, hem de sohbet eden bir grup var. Amerika'da bez torbaları öğrencileriyle birlikte dikip Dünya Çevre Günü'nde dağıtmayı düşünen ilkokul öğretmenleri... Tanzanya'da halka ücretsiz dağıtmak üzere, yerel bir terzilik okulunun öğrencilerine, ellerindeki artık kumaşlarla bez torba dikmeyi öğretenler var. Bu yıl dünyanın çeşitli yerlerinde 18.074 adet Morsbag gerilla çantası dikilip dağıtılmış!
Türkiye'de...
Morsbags sitesindeki haritaya bakılırsa henüz bu harekete katılmış hiç kimse yok. (Laf aramızda Almanca sokak dilinde plastik poşetlere Türkentüte /Türk torbası denmesini boşa çıkartmamak için elimizden geleni yapıyoruz. Gelişmemişliğin ve çevre bilinci yoksunluğunun göstergesi plastik poşetleri kullanmayı pek bir seviyoruz.)
Peki ya dikiş dikmeyi bilmiyorsak?
Morsbags sitesini incelerken en çok aklıma takılan soru bu oldu. Almanya'daki pek çok süpermarkette gayet basit ama sağlam kumaş torbalar 0,50 cent civarında bir fiyata satılıyor. Belki bir daha sefere bunlardan bir miktar satın alıp bir şekilde süsleyerek (örneğin doğal kumaş boyaları vb.) veya olduğu gibi dağıtabilirim. Bence bez torbaların eşliğinde neden onları kullanmamız gerektiğine dair çarpıcı bilgilerin yazılı olduğu bir broşür falan da verilmeli. İnsan ayaküstü plastik poşetlerin nasıl bir çevre felaketi olduğunu ne kadar anlatabilir ki?

Yok eğer dikiş dikmekten biraz olsun anlıyorsanız sitede torbayı nasıl dikeceğiniz bütün detaylarıyla anlatılmış. Ayrıca harekete katılanların bilgi ve fotoğraf alışverişinde bulunduğu bir de forum var. İnanılmaz zevkli, taşımaktan gurur duyacağınız bez torbalar dikmiş bu becerikli insanlar. (Not: Fotoğraftaki çanta Michigan'dan rootdarc tarafından yapılmış.)

Bir de bez torba kullanma becerisi var değil mi?
Bu naylon torba severler dünyasında bez torba kullanmak, en azından başlangıçta biraz çaba istiyor. Bir kere torbanızı alışverişe götürme alışkanlığı edinmek gerek. Bez torbanın yeri eviniz değil, çantanız. Cüzdanınız ve anahtarınız gibi... Bu başlangıçta zor gelen ama zamanla otomatikleşen bir davranış. Yapılması gereken tek şey, alışverişten dönüşte aldıklarınızı yerleştirdikten hemen sonra torbalarınızı düzgünce katlayıp ait olduğu yere, yani çantanıza koymak. Asıl zoru ödeme yaparken aldıklarınızı size sormadan ve yıldırım hızıyla cicili boyalı ama zararlı mı zehirli kendi poşetlerine doldurmaya kalkışan süpermarket-mağaza görevlilerine "Hayır, ihtiyacım yok" demeyi bilmekte. İnsan zamanla batının hızlı silahşörleri gibi bez torbasını onlardan daha hızlı çekip çıkarmayı da öğreniyor :))
Sadece 30 yıl öncesine kadar, yani bizim çocukluğumuzda bile file torbalar kullanıyorduk. Bu alışkanlığı canlandırmak çok zor olmasa gerek.

Salı, Eylül 02, 2008

Mükemmellik

Beyaz çiçek "Perfection is achieved, not when there is nothing more to add, but when there is nothing left to take away."

( Mükemmelliğe ekleyecek başka bir şey kalmadığında değil, çıkarılacak hiç bir şey olmadığında erişilir.)

Antoine de Saint-Exupery

Pazartesi, Eylül 01, 2008

Sonbahar Güzellemesi

3 kısımdan oluşur.

I.
IMG_0205Sevgili Sonbahar,
Biliyorum her şeyin bir zamanı var. Ve insanlar küçük parmaklarını ekosistemin mekanizmaları arasına sokup kurcalamadıkça sen kendi zamanını herkesten daha iyi bilirsin. Bu yüzden sana "hadi artık, çabuk gel" demiyorum. Ama çok özlendiğini, sabırla beklendiğini bil.

Biliyorum, bize bu yıl meşe palamutları ve at kestaneleri getirmeyeceksin. Mürverlerden, papaz külahlarından zaten geçtim. Biliyorum, bu yıl yürüdüğümüz yollara büyülü renkler içinde kayın ve akçaağaç yaprakları sermeyeceksin. Ormanda yağmurlu bir Pazar günü yürüyüşünün dönüşünde bir fincan kahve içme hayali olmayacak.

KıyıBiliyorum, her şeyin bir zamanı olduğu gibi, bir de yeri var. Belki henüz bilmediğimiz başka güzelliklerle geleceksin bu yıl. Belki deniz kenarında, yavaştan ıssızlaşan taşlık kıyıda yapacağız yürüyüşlerimizi. Dönüşte bir fincan kahveye yine de hayır demeyeceğiz. Belki yağmur yağacak sonra. Denize kavuşan damlaların ayrı bir güzellik olduğunu düşüneceğiz.

II.
Ateşte çaydanlık
Camda yağmur
Bahçede ıhlamur



III.
Bugünlerde iklim ve diğer şeyler fazla üstüme geldiğinde bir hayal kuruyorum. Her detayıyla ince ince oynadığım bir hayal...
Sonbahar gelmiş. Hava artık o kadar bunaltıcı sıcak değilmiş. Turistler yavaştan çekilmeye başlamış. Sabahları evdeki gerekli işleri hallettikten sonra çıkıp deniz kenarına gidiyormuşuz oğlumla. Ağaç gölgeli bir banka oturup yüzümüzü denize ve rahatsız etmeyen sonbahar güneşine veriyormuşuz. Hayal bu ya, bankı gölgeleyen ağaç ne olduğu belirsiz, silik bir şey değil de; bu iklime özgü güzel mi güzel bir ağaç oluyormuş. Bir malta eriği veya incir ağacı örneğin. Benim elimde kütüphaneden alınmış bir kitap oluyormuş. Her seferinde değiştirsem de hayalin bu detayını, bugün diyelim ki Gandhi'nin yaşam öyküsünü okuyormuşum. "Uğrunda ölmeyi göze alacağım bir çok dava var ama uğrunda öldüreceğim hiç bir dava yoktur" diyormuş Gandhi satır aralarında. "Bu dünya insanoğlunun ihtiyaçlarına fazlasıyla yeter ama bitmeyen istekleri için yeterli değildir" diyormuş. Yanımda oturan oğlumun önünde de bir dergi varmış. Büyük bir adam gibi itinayla sayfalarını çevirip, arada bir küçük parmağıyla ilgisini çeken bir şeyi gösteriyormuş. Yanımızdan geçen yaşlı kadınlar pek sevimli bulup bu halini, birbirlerine gösteriyor, bana gülümsüyorlarmış. Gözümü kırpıp "ne kadar erken başlarsa o kadar iyi" diyormuşum, gülüyormuşuz birlikte. Bazen oğlum elini denize çevirip, orada ilgisini çeken başka bir şeyi gösteriyormuş. "Aaa, gemiymiş, değil mi?" veya "Balık tutuyormuş değil mi amca?" diye yanıtlıyormuşum ben. Sonra birden denizin, manzaranın ne güzel olduğunun ayırdına varıyor; denizi seyretmek varken kitap okumanın haksızlık olduğunu düşünüyormuşum bir an. Aklıma aradığını suda bulan Sidharta geliyormuş. Sonra yine merakla kitaba dönüyormuşum ama. Çantamda evde hazırlanmış bir sandviç ve bir elma, oğlum için de bir şeyler oluyormuş. Bankta, yanımda yine evden yapıp getirdiğim bir termos dolusu kahve duruyormuş...